
Полная версия:
Grimm Masalları
bana bağırsaklarını verin, yeter.” demiş. Kardeşleri kahkahalar atıp: “Eğer istediğin buysa al senin olsun.” demişler. Böylece İki Göz bağırsakları almış ve kadının söylemiş olduğu üzere gecenin bir vakti, sessizce evinin ön kapısının oraya gömmüş.
Ertesi sabah herkes uyanıp da evin kapısına doğru gittiğinde muhteşem bir göz alıcılıkla duran, gümüş yapraklı, üzerinde altın elmaları olan bir ağaç bulmuşlar. Dünya üzerinde ondan daha güzel ve kıymetli başka bir şey olamazmış. Ağacın bir gecede oraya nasıl geldiğini anlamamışlar ama İki Göz ağacın tam da keçinin bağırsaklarını gömdüğü yerden büyüdüğünü fark etmiş. Sonra anne, Tek Göz’e: “Tırman çocuğum ve ağacın meyvelerinden topla biraz.” demiş. Tek Göz tırmanmış ancak altın elmaları toplayacakken dal elinden kayıp gitmiş, bu yüzden bir tane bile elma toplayamamış. Sonra, anne: “Üç Göz, sen tırman; üç gözünle Tek Göz’den daha iyi görürsün.” demiş. Tek Göz aşağı inmiş, Üç Göz tırmanmış. Üç Göz daha yetenekli gibiymiş, istediği yerlere bakabiliyormuş ancak altın elmalar ondan da kaçıyormuş. Sonunda annesi de sabırsızlanmış ve tırmanmış ama elini sürekli boşa salladığı için Tek Göz ve Üç Göz’den daha başarılı olamamış.
Daha sonra, İki Göz: “Sadece tırmanacağım belki daha başarılı olurum.” demiş. Kardeşleri: “Sen gerçekten o iki gözünle başarılı olacağını mı sanıyorsun?” demişler. Ancak İki Göz ağaca çıktığında elmalar ondan kaçmamışlar ve kendi istekleriyle eline gelivermişler birbiri ardına, toplayabilsin diye. Sonunda bir önlük dolusu elmayla aşağı inmiş. Annesi hemen elmaları almış ve ona daha iyi davranacağına, sırf meyveleri toplayabildi diye onu kıskanıp daha da kötü davranmaya başlamış.
Bir gün herkes ağacın yanında dururken genç bir şövalye yanlarına yaklaşmış. “Çabuk, İki Göz!” diye bağrışmış iki kız kardeş. “Şunun altına saklan da bizi rezil etme.” demişler ve bütün süratleriyle yanlarında duran boş fıçıyı İki Göz’ün üzerine kapatıp toplamış olduğu altın meyveleri de bu boş fıçının altına itmişler. Şövalye daha da yaklaştığında yakışıklı bir lord olduğu anlaşılmış. Lord, durup bu gümüş ve altınla dolu muhteşem ağaca hayranlıkla bakmış. “Bu güzel ağaç kime ait? Bu ağaçtan bana bir dal bahşeden, karşılığında dilesin benden ne dilerse.” demiş. Tek Göz ile Üç Göz, ağacın kendilerine ait olduğunu ve dalı ona vereceklerini söylemişler.
İkisi de çok uğraşmış ama dallar ve meyveler kaçtıkları için başarılı olamamışlar. Sonra şövalye: “Ağacın size ait olması ama sizin bir dal dahi koparamamanız çok ilginç.” demiş. İki kardeş yine de ağacın kendilerinin olduğunu iddia etmiş. Tam da bu sırada gerçeği söylemedikleri için Tek Göz ve Üç Göz’e sinirlenen İki Göz, fıçının altından iki adet elmayı şövalyenin ayağına doğru yuvarlayıvermiş. Elmaları gören şövalye, hayretler içinde kalmış ve elmaların nereden geldiğini sormuş. Tek Göz ve Üç Göz sıradan insanlar gibi iki gözü olduğu için kendisini göstermesine müsaade etmedikleri üçüncü bir kız kardeşleri daha olduğu cevabını vermişler. Ancak şövalye onu görmekte ısrar etmiş ve bağırmış: “İki Göz, çık ortaya!”
Daha sonra İki Göz, içi rahat bir şekilde fıçının altından çıkmış ve şövalye onun güzelliğine şaşırarak: “Sen, İki Göz, gerçekten benim için bir dal koparabilir misin?” diye sormuş. “Evet.” demiş İki Göz. “Ağaç bana ait olduğu için kesinlikle yapabilirim.”
Sonra ağaca tırmanmış, kolaylıkla gümüş yapraklı ve altın meyveli dalı koparıp şövalyeye vermiş. Şövalye ona: “İki Göz, ne istersin benden bunun karşılığında?” diye sormuş. “Yazık bana.” demiş İki Göz. “Sabahın ilk saatlerinden, gecenin geç saatlerine kadar açlık, susuzluk ve keder içinde acı çekiyorum. Eğer beni yanında götürür ve bunlardan kurtarırsan mutlu olurum.”
Böylece şövalye İki Göz’ü atına almış; onu evine, babasının şatosuna götürmüş; ona güzel elbiseler almış ve istediği kadar et ile içecek vermiş. Sonra da ona âşık olduğu için dillere destan bir düğünle evlenmiş.
İki Göz, yakışıklı şövalye tarafından götürüldüğünde iki kız kardeşi hasetlerinden çatlamışlar. “Bu muhteşem ağaç, yine de bizimle birlikte.” diye avunarak: “Her ne kadar biz meyvelerini toplayamasak da herkes bu ağacı seyredecek, bize gelecekler ve hayran olacaklar. Kim bilir bizi ne güzellikler bekliyordur…” diye düşünmüşler. Ancak ertesi sabah ağaç kaybolmuş ve bütün umutları sönmüş, gitmiş. İki Göz ise küçük odasının penceresinden her baktığında ağacı gördüğüne çok mutlu olmuş çünkü ağaç hep onu takip etmiş ve camının önünde durmuş.
İki Göz hep mutlu yaşamış. Bir keresinde, iki kadın kalesine gelip sadaka istemiş. İki Göz onlara bakıp kim olduklarını hemen anlamış, bu gelenler kız kardeşleriymiş. Tek Göz ve Üç Göz, o kadar açlık içindelermiş ki dolaşıp dilencilik yapmak zorunda kalmışlar. Ancak İki Göz onlara kucak açmış, nazik davranmış ve isteklerini yerine getirmiş; öyle ki gençliklerinde kız kardeşlerine yaptıkları fenalıklar için her ikisi de bütün kalpleriyle tövbe etmişler.
Zembil, Şapka ve Borazan
Bir zamanlar üç erkek kardeş varmış. Üçü de günden güne o kadar fakir düşmüş ki hiç yiyecekleri kalmamış.
Aralarında konuşmuşlar ve: “Bu böyle gidemez, yollara düşelim ve talihimizi arayalım.” diyerek yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler ama talih yüzlerine hiç gülmemiş. Derken günün birinde koskoca bir ormana gelmişler. Bu ormanın ortasında bir dağ varmış. Yaklaştıklarında bu dağın gümüşten olduğunu görmüşler. En büyük oğlan: “Ben kendi talihimi buldum, bundan daha fazlasını istemem.” demiş ve bu dağdan taşıyabildiği kadar gümüş alarak tekrar eve dönmüş.
Diğer iki kardeş: “Biz daha fazlasını istiyoruz, sadece gümüşle yetinmeyiz.” diyerek dağa hiç el sürmeden yollarına devam etmişler. Birkaç gün gittikten sonra bir dağa daha ulaşmışlar. Bütün dağ altındanmış. Ortanca oğlan durup düşünmüş, kendinden pek emin olamamış. “Ne yapsam? Buradan altın alıp da ömrümün sonuna kadar rahat mı yaşasam yoksa yoluma devam mı etsem?” diye söylenmiş. Sonunda ceplerini altınla doldurarak ve kardeşine “Hoşça kal.” diyerek eve dönmüş. Üçüncü oğlan: “Gümüşle altın bana vız gelir; ben talihimi küstürmeyeceğim belki daha iyi bir ödül alırım.” diyerek yoluna devam etmiş. Üç gün sonra ilkinden çok daha büyük, ucu bucağı belli olmayan ikinci bir ormana gelmiş. Ne yiyeceği ne de içeceği kaldığı için neredeyse ölecekmiş. Bu yüzden ormanın sonunu görebilmek amacıyla bir ağaca tırmanmış ama nereye baktıysa ağaç tepelerinden başka bir şey görememiş ve ağaçtan inmeyi düşünmüş. Açlık canına o kadar tak etmiş ki: “Bir kere karnımı doyursam, başka bir şey istemem.” diye söylenmiş. Aşağı iner inmez ağacın altında, üstü mis gibi kokan yemeklerle dolu bir masa görünce çok şaşırmış.
“Bu kez isteğim tam zamanında gerçekleşti.” diye mırıldanarak yemeği kimin pişirdiğini, kimin getirdiğini sorgu sual etmeden sofraya oturmuş ve karnı doyana kadar afiyetle yemiş. Daha sonra: “Şu incecik beyaz masa örtüsü bu ormanda kalırsa paralanıp gider, yazık olur.” diyerek örtüyü özenle katlayıp cebine koymuş. Sonra yoluna devam etmiş ve akşam yine karnı acıkınca örtüyü çıkarıp sermiş.
“Keşke yine üstünde güzel yemekler olsa.” demiş ve bu sözcükler ağzından çıkar çıkmaz tabaklar dolusu leziz yemekler sofrayı doldurmuş.
“Bu yemeklerin hangi mutfakta piştiğini anladım, ben bunu altın ve gümüş dağlara tercih ederim.” demiş.
Yine de bu örtü onu, dünyayı dolaşarak talihini aramaktan alıkoyamamış. Bir akşam ıssız bir ormanda, üstü başı kapkara bir oduncuya rastlamış. Kömür yakmış, ocağa patates sürmüş, yemek hazırlıyormuş.
“Merhaba, kardeş, ne yapıyorsun buralarda yapayalnız?” diye sormuş.
“Her gün yaptığım şeyi.” diye karşılık vermiş ormancı. “Her akşam patates yiyorum, misafirim olmak ister misin?”
“Çok teşekkür ederim ama bana ikram edersen sana bir şey kalmayacak. Asıl sen benim misafirim ol!” demiş adam.
“Sofrayı kim kuracak peki? Bakıyorum da yanında hiçbir şey yok. Birkaç saat etrafa göz atsan da yiyecek bir şey bulamazsın.”
“Merak etme, karnın doyacak. Şimdiye kadar hiç böyle lezzetli yemekler yememişsindir.” diyen oğlan, cebinden çıkardığı örtüyü yere sermiş. “Kurul sofram.” der demez ocaktan yeni çıkmış gibi mis kokulu, hem haşlanmış hem de kızarmış etlerin olduğu güzel bir sofra kurulmuş. Oduncunun gözleri fal taşı gibi açılmış, karşısındakinden rica beklemeden yemeklere saldırmış, koca koca lokmaları mideye indirmiş. Yemekten sonra oduncu kıs kıs gülerek şöyle demiş: “Dinle, senin bu örtün alkışı hak etti. Tam bana göre çünkü bu ormanda bana yemek pişirecek hiç kimse yok. Sana bir öneride bulunacağım. Şu köşede bir asker zembili var, her ne kadar gösterişsiz ve eski de olsa mucizevi bir güce sahip. Benim artık ona ihtiyacım olmadığı için istersen örtüyle değişebiliriz.”
“Önce onun nasıl bir güce sahip olduğunu bilmek isterim ama.” diye karşılık vermiş oğlan.
“Söyleyeyim.” demiş oduncu. “Ne zaman elinle üzerine hafifçe vursan, içinden tepeden tırnağa silahlı altı adam çıkar ve sen ne istersen alıp getirirler.”
“Peki, değişelim o zaman.” diyen oğlan, oduncuya örtüyü verdikten sonra duvara asılı zembili sırtlamış ve vedalaşarak oradan ayrılmış.
Bir süre yol aldıktan sonra zembilin gücünü denemek isteyerek eliyle vurmuş. Hemen içinden altı tane savaşçı çıkmış:
“Efendimiz, hükümdarımız ne buyurur?” diye sormuşlar.
“Hemen oduncunun yanına varın ve benim örtümü alıp getirin!”
Adamlar çok geçmeden, oduncuya hiç soru sormadan örtüyü alıp getirmişler. Oğlan yine yoluna devam etmiş. Bu kez talihinin daha da yaver gitmesini diliyormuş.
Güneş batarken ateşte akşam yemeği hazırlayan bir başka oduncuya rastlamış. Üstü başı kurum içinde kalmış olan oduncu: “Benimle yemek yer misin?” diye sormuş. “Patatesle tuz var, tereyağı yok, gel otur!”
“Hayır.” diye cevap vermiş oğlan. “Sen benim misafirim ol!”
Derken örtüsünü yere yaymış ve yine en güzel yemekler ortaya çıkıvermiş. Birlikte yiyip içmişler, her şey harikaymış.
Yemekten sonra oduncu: “Şu yukarıdaki ranzada eski ve yıpranmış bir şapka var. Çok özel bir şapka bu. Başına geçirip de şöyle bir çevirirsen tepeden tırnağa silahlı on iki asker çıkıp önüne gelen her şeyi vurup harap eder, hiç kimse onlara karşı gelemez.” demiş. “Ama bunun bana artık bir yararı yok. İstersen senin şu örtünle değişelim.”
“Fena olmaz.” diye cevap veren oğlan, şapkayı başına takarak örtüyü oduncuya bırakmış. Bir süre yol aldıktan sonra zembiline eliyle vurmuş, içinden çıkan askerlere gidip örtüyü almalarını emretmiş.
“Talihim yaver gidiyor.” diye düşünmüş. “Ama bu yeterli değil.”
Nitekim yanılmamış. Ertesi gün yine patates kızartmakta olan üçüncü bir oduncuya rastlamış. Ve onu, örtüsünün hazırladığı sofraya buyur etmiş. Yemek oduncunun o kadar hoşuna gitmiş ki masa örtüsü karşılığında oğlana bir borazan teklif etmiş. Bunun şapkadan daha başka bir özelliği varmış. Bir üfledin mi tüm surlar, kaleler ve şehirler, yüzlerce köy, hepsi anında yıkılıp yok oluverirmiş! Oğlan örtüyü oduncuya vermiş ama sonra yine adamlarını gönderip geri almış. Böylece zembil, şapka ve borazan onun olmuş!
“Artık ben kudretli bir adam oldum. Eve dönmemin zamanı geldi, bakayım kardeşlerim ne yapıyor.” diye düşünmüş. Eve döndüğünde kardeşlerinin altın ve gümüşten çok güzel bir ev yapıp, har vurup harman savurmakta olduklarını görmüş. Yanlarına gidince üzerinde yırtık pırtık bir elbise, başında eski bir şapka, sırtında da bir zembil olduğu için kardeşleri onu tanımamış. Onunla alay ederek: “Sen altın ve gümüşü reddederek daha güzel bir talih peşinde koşan kardeşimiz olduğunu söylüyorsun. Gerçekten kendisi çıkagelmiş olsaydı kuşkusuz, krallara yakışan bir kıyafette gelirdi, bir dilenci gibi değil.” diyerek onu kapı dışarı etmişler. Oğlan öfkelenerek içinden yüz elli asker çıkıncaya kadar zembiline vurmuş. Onlara evi kuşatmalarını, kardeşlerini derileri kabarıncaya dek kızılcık sopasıyla dövmelerini istemiş.
Şehir halkı toplanmış ama askerlerle baş edemeyince krala haber vermişler. Kral şehre, subaylarından bir yüzbaşıyı göndermiş. Ama zembilli oğlan çok daha fazla sayıda savaşçı çıkarınca yüzbaşı tüm askerlerini geri çekmiş. Kral: “Bu adamı yakalamak lazım.” diyerek ertesi gün daha fazla kuvvet göndermiş ama onlar daha da az başarı göstermiş. Oğlan, karşısına aldığı halkın üstesinden bir an önce gelmek istediği için başındaki şapkasını birkaç kez döndürünce ağır toplar atılmış ve kralın adamları yenilgiye uğrayarak kaçıp gitmişler.
“Kralın kızıyla evlenmeden ve tüm krallığı elime geçirmeden bu halka rahat vermeyeceğim.” diye krala haber göndermiş. Kral, kızıyla konuşmuş. “Bu adam çetin cevizmiş! Onun istediğini yapmaktan başka çarem yok. Barışın sağlanması ve tacımı korumam için seni ona vermek zorundayım.”
Sonunda düğün yapılmış ama sırtında zembil, başında eski bir şapka taşıyan kocasının vicdansız bir adam olması; kral kızının canını çok sıkmış. “Ondan nasıl kurtulsam?” diye gece gündüz düşünüp durmuş. “Acaba onun bu mucizevi gücü, zembilden kaynaklanıyor olmasın.” düşüncesi aklına gelmiş. Sonra ona sevgi göstererek kalbini kazanmayı becermiş ve bir gün: “Şu eski zembili boynundan çıkarıp bir kenara koysana, seni o kadar çirkinleştiriyor ki senin adına utanıyorum.” demiş.
“Bak hayatım, bu benim en büyük hazinem. O boynumda asılı olduğu sürece hiçbir güçten korkmam ben.” diyen oğlan, ona zembilin kerametini anlatmış. Kadın onun boynuna atılarak öper gibi yapıp, birden zembili alıp kaçmış. Yalnız kalınca da zembile vurarak içinden çıkan savaşçılara eski efendilerini tutuklayıp sarayın zindanına atmalarını emretmiş. İkiyüzlü kadın, daha fazla adam toplayarak onu sürgüne yollamak istemiş. Eğer şapkası olmasaymış oğlan bu mücadeleyi kaybedecekmiş. Elleri serbest kalır kalmaz şapkasını birkaç kez döndürmüş ve ağır toplar ortalığı darmaduman etmiş.
Kralın kızı gelerek oğlandan merhamet dilemiş. Onca yalvarış karşısında oğlan onu affetmiş. Bu defa kız ona çok yakınlık göstermiş, hep onu sever gibi yaparak kandırmış ve bir süre sonra sırrını öğrenmiş. Yani zembile sahip olan kişinin her türlü gücü elinde tuttuğunu ama şapkasız bunun bir işe yaramayacağını biliyormuş artık. Kocasının uyumasını bekledikten sonra şapkasını almış ve onu sokağa attırmış. Ne var ki borazan hâlâ oğlandaymış, tüm gücüyle onu üflemiş. O anda surlar, kaleler, şehirler ve köyler hepsi birden yıkılıp yerle bir olmuş. Bu sırada kral ile kızı da ölmüş. Eğer borazanı biraz daha üflemiş olsaymış, taş üstünde taş kalmazmış. Böylece kimse ona karşı çıkamamış ve tüm krallığı ele geçiren oğlan, kral olmuş.
Sevgili Roland
Bir zamanlar büyücü bir kadın ve onun iki kızı varmış. Kızlardan biri çirkin ve kötü kalpliymiş ama kendi doğurduğu için kadın onu daha çok seviyormuş. Güzel ve iyi kalpli olan kızından ise nefret ediyormuş çünkü o üvey kızıymış. Bir gün üvey kızı güzel bir gömlek giymiş ve öbür kız bunu çok kıskanmış. Hemen annesine giderek o gömleğe sahip olmak istediğini söylemiş.
“Tamam, kızım!” demiş annesi. “O gömlek senin olacak. Üvey kardeşin ölümü çoktan hak etti. Bu gece uykuya daldığı zaman ben gelip onu öldüreceğim. Yalnız sen karyolanın duvar tarafında yat ve onu sağına, öne doğru biraz itekle!”
Meğer o sırada zavallı kız duvarın köşesinde durduğu için bu konuşulanları duymuş. Büyücünün kızı yatma vakti geldiğinde duvar tarafında olabilmek için bütün gün odadan dışarı çıkmamış, sonra da uyuyakalmış. Kız uyurken üvey kız derin uykuya dalmış olan üvey kardeşini öbür yana iteleyip kendisi duvar tarafına geçmiş. Gece yarısı büyücü kadın odaya girmiş. Sol eliyle önde yatan kendi kızını yoklamış, üvey kızı sanarak bir çırpıda öldürüvermiş. Kadın odadan çıktıktan sonra genç kız yataktan kalkarak sevgilisi Roland’ın kapısını çalmış: “Dinle, Roland.” demiş. “Buradan kaçıp gidelim, üvey annem beni öldürmek istedi ama kendi kızının canına kıydı. Yarın yaptığı hatayı görünce bizi yaşatmaz!”

Roland: “Önce onun sihirli değneğini almalısın.” demiş. “Yoksa peşimize düşüp bizi kovalarsa kurtulamayız.”
Kız gidip değneği eline almış, sonra ölü kızın bedeninden yere üç damla kan akıtmış. Birini yatağın önüne, birini mutfağa, üçüncüsünü de merdivene sürmüş. Sonra sevgilisiyle birlikte oradan ayrılmış. Sabah olup da büyücü uyanınca kızına seslenmiş. Ona gömleği vermek istemiş ama kızı gelmemiş.
“Neredesin?” diye seslenmiş.
“Şey, merdivendeyim!” diye cevap vermiş üç kan damlasından bir tanesi.
Büyücü kadın çıkıp merdivene bakmış ama kimseyi görememiş. Tekrar seslenmiş:
“Neredesin?”
“Şey, mutfaktayım, ısınıyorum!” diye cevap vermiş ikinci kan damlası.
Kadın mutfağa gidip baktıysa da kimseyi bulamamış. “Neredesin?” diye bir kez daha seslenmiş.
Üçüncü damla: “Yataktayım, uyuyorum!” diye cevap verince büyücü kadın gidip oraya bakmış ve kendi elleriyle canına kıydığı öz çocuğunun kanlar içinde yatmakta olduğunu görmüş. Öylesine bir öfkeye kapılmış ki hemen pencereden gözünün alabildiğince uzaklara bakmış ve üvey kızının sevgilisi Roland’la kaçmakta olduğunu görmüş.
“Ne yapsanız boşuna!” diye haykırmış. “İstediğiniz kadar uzakta olun, benden kaçamazsınız!”
Sihirli çizmelerini giymiş. Bu çizmelerle bir adım attığında bir saatlik yol alıyormuş. Derken çok geçmeden onlara yetişmiş. Ama onun gelmekte olduğunu gören kız sihirli değneğiyle sevgilisi Roland’ı bir göle, kendisini de o gölün ortasında yüzen bir ördeğe dönüştürmüş. Büyücü kadın sahile yaklaşarak ördeği kendine çekebilmek için suya ekmek kırıntıları atmış ama ördek buna kanmamış. Büyücü kadının planları istediği gibi gitmemiş. Kız, sevgilisi Roland’ı yine eski hâline getirmiş ve ikisi sabaha kadar kol kola dolaşıp durmuşlar. Güneş doğarken kız kendisini kır çiçeklerinin ortasında duran güzel bir çiçeğe, sevgilisini de bir kemancıya dönüştürmüş. Aradan çok geçmeden büyücü kadın çıkagelerek kemancıya: “Kemancı yavrum, biraz çiçek toplayabilir miyim?” diye sormuş.
“Tabii ki.” diye cevap vermiş kemancı. “Ben de bu arada keman çalayım.”
Büyücü kadın aceleyle çite tırmanarak ortadaki çiçeği koparmak istemiş, o çiçeğin kim olduğunu biliyormuş. Aynı anda kemancı, kemanını çalmaya başlayınca büyücü kadın elinde olmadan zıplayıp oynamaya başlamış. Meğer bu sihirli bir kemanmış. Kemancı ne kadar hızlı çaldıysa kadın o denli sıçramış, dikenler hep vücuduna batarak giysisini parçalamış. Çok fazla yara alan kadın, düşüp ölmüş. Ondan kurtulduktan sonra Roland: “Şimdi babama gidip bana düğün yapmasını isteyeceğim.” demiş.
“Ben o zamana kadar burada kalıp seni beklerim. Kimse beni tanımasın diye de kendimi tarlanın ortasında kırmızı bir taşa dönüştürürüm.” demiş kız. Bunun üzerine Roland gitmiş ve kız tarla içinde kırmızı bir taşa dönüşerek sevgilisini beklemeye başlamış. Ancak Roland bir başka kızın tuzağına düşüp asıl sevdiği kızı unuttuğu için geri gelmemiş. Kızcağız uzun süre öylece bekledikten sonra oğlan gelmeyince çok üzülerek kendisini yine güzel bir çiçeğe dönüştürmüş. “Herhâlde biri gelip beni koparır.” diye düşünmüş. Derken günün birinde koyunlarını otlatmakta olan bir çoban, çiçeği görüvermiş. Çok güzel olduğu için onu koparıp yanında taşıdığı bir kutuya koymuş. O günden sonra çobanın evinde akılalmaz şeyler olmaya başlamış. Sabahları ne zaman kalksa bütün işler yapılmış, ev derlenip toplanmış, masalar ve sandalyeler temizlenmiş, ocak yakılmış, su taşınmış, öğlenleri eve geldiğinde yemek pişmiş ve sofra hazırlanmış oluyormuş. Çoban, kulübesinde kimseyi görmediği için bunun nasıl olduğunu anlayamamış. Bu olanlar çok hoşuna gitmiş olsa da zamanla içine bir korku düştüğü için bir bilge kadına danışmış.
Kadın: “Bu işin içinde bir büyü var.” demiş. “Sabahları çok erken kalk, bak bakalım evde bir şeyler kımıldıyor mu. Herhangi bir şey görürsen ne olursa olsun, hemen üzerine beyaz bir örtü at, o zaman büyü ortadan kalkar.”

Çoban onun dediğini yapmış. Ertesi sabah, gün doğarken kutunun nasıl açıldığını ve içinden çiçeğin nasıl çıktığını görmüş. Hemen üzerine beyaz bir örtü atmış. Bir anda karşısında güzel bir kız belirmiş. Kız ona çiçekten çıktığını ve evdeki temizliği, yemekleri kendisinin yaptığını söylemiş. Sonra da başına gelenleri anlatmış. Çoban ondan o kadar hoşlanmış ki evlenme teklif etmiş ama kız, hâlâ Roland’ı sevdiği için “Hayır.” demiş. Roland kendisini terk etmiş olsa da kız, aşkına sadık kalmaya kararlıymış. Yine de evden ayrılmayacağına ve bundan sonra da evde aynı işleri yapacağına dair çobana söz vermiş. Derken Roland’ın düğün günü yaklaşmış. O zamanki geleneklere göre ülkenin tüm kızları yeni evlilerin şerefine şarkı söyleyecekmiş. Aşkına sadık kalan kız bunu duyunca çok üzülmüş, yüreği göğsünden dışarı fırlayacak gibi olmuş ve düğüne gitmek istememiş. Ama diğer kızlar gelip, onu alıp götürmüşler.
Şarkı söyleme sırası ona geldiğinde kendisini geri çekmiş ama herkes söyledikten sonra geriye bir tek o kalınca daha fazla kaçamamış. Roland, kızın söylemeye başladığı şarkıyı duyar duymaz yerinden sıçrayarak haykırmış:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов