Читать книгу Grimm Masalları (Якоб и Вильгельм Гримм) онлайн бесплатно на Bookz (12-ая страница книги)
bannerbanner
Grimm Masalları
Grimm Masalları
Оценить:
Grimm Masalları

5

Полная версия:

Grimm Masalları

Masa, Eşek ve Sopa

Bir zamanlar üç oğlu ve bir keçisi olan bir terzi varmış. Keçi hepsini sütüyle beslediği için, iyi yiyecekler yemesi gerekliymiş. Bu yüzden de her gün sırayla çocuklar tarafından suyun kenarındaki ağaçlığa götürülürmüş. Bir gün en büyük kardeş; keçiyi en iyi filizlerin olduğu, karnını tıka basa doyurup etrafta dolaşabileceği mabedin bahçesine götürmüş. Akşam eve dönme vakti geldiğinde: “Keçi, doydun mu?” demiş. Keçi cevaplamış:

O kadar doydum kiYiyemem tek bir tane bile,Filiz daha fazla, mee!

“Öyleyse haydi eve.” demiş genç çocuk. Keçiyi, boynuna ipini geçirdiği gibi ağılına götürmüş ve oracığa bağlamış. “Evet.” demiş terzi. “Keçiyi güzel bir şekilde besledin mi?”

“Evet.” diye cevaplamış oğlu. “O kadar doydu ki tek bir filiz bile yiyemez hâle geldi.”

Baba yine de kendi gözleriyle görmek için ağıla gitmiş, keçisini okşamış ve: “Benim güzel keçim, doydun mu?” diye sormuş. Keçi cevaplamış:

Nasıl doyayım ki?Bulamadım yiyecek hiçbir şey,Ne kadar baksam da etrafıma, mee!

“Neler duyuyorum!” diye bağırmış terzi. Koşarak oğlunun yanına gitmiş ve: “Seni yalancı, keçi doydu dedin ama hâlâ açmış.” diyerek hesap sormuş.

Öfkeyle cetvelini kapıp oğluna vura vura onu kapı dışarı etmiş. Ertesi gün, ikinci oğlun sırası geldiğinde o da bahçenin çitlerinin arkasında iyi, yeşil filizlerin olduğu güzel bir yer bulmuş ve keçi bunların hepsini yemiş. Akşam eve gitme vakti geldiğinde keçiye sormuş: “Keçi, doydun mu?”

Keçi cevaplamış:

O kadar doydum kiYiyemem tek bir tane bile,Filiz daha fazla, mee!

“Öyleyse haydi eve.” demiş çocuk ve keçiyi ağılına götürüp bağlamış. “Evet.” demiş terzi. “Keçi yeterince beslendi mi?”

“Evet.” diye cevaplamış oğlu. “O kadar doydu ki tek bir filiz bile yiyemez hâle geldi.”

Terzi yine de rahat hissetmemiş ve ağıla gitmiş: “Benim güzel keçim, doydun mu?” diye sormuş. Keçi cevaplamış:

Nasıl doyayım ki?Bulamadım yiyecek hiçbir şey,Ne kadar baksam da etrafıma, mee!

“Hiçbir işe yaramaz haylaz!” diye bağırmış terzi. “Oruç mu tutturuyorsun güzelim hayvana?” diyerek eve koşmuş ve oğlunu değneğiyle kovalayarak evden dışarı atmış.

Daha sonra üçüncü oğlun sırası gelmiş, üçüncü oğul emin olmak için olabilecek en güzel filizlerle çalıların olduğu bir yer bulmuş ve keçiyi orada otlamaya bırakmış. Akşam eve gitme vakti geldiğinde: “Keçi, doydun mu?” diye sormuş. Keçi cevaplamış:

O kadar doydum kiYiyemem tek bir tane bile,Filiz daha fazla, mee!

“Öyleyse haydi eve.” demiş çocuk ve keçiyi ağılına götürüp bağlamış. “Evet.” demiş terzi. “Keçi yeterince beslendi mi?”

“Evet.” demiş oğlu. “O kadar doydu ki tek bir filiz bile yiyemez hâle geldi.”

Ama terzi, oğlunun sözüne güvenmeyerek keçinin yanına gitmiş ve: “Benim güzel keçim, gerçekten doydun mu?” diye sormuş. Kötü niyetli hayvan cevaplamış:

Nasıl doyayım ki?Bulmadım yiyecek hiçbir şey,Ne kadar baksam da etrafıma, mee!

“Seni sefil!” diye haykırmış terzi. “Diğerleri gibi işe yaramaz ve kaygısızsın sen de. Böyle aptalları yanımda barındırmayacağım daha fazla.” diyerek eve doğru koşturduğu gibi o öfkeyle eline değneği kapmış ve oğlunun sağına, soluna vurmaya başlamış. Çocuğun sırtına sırtına, o kadar acımasızca vurmuş ki çocuk acısından evden kaçmış.

Böylece terzi, keçisiyle yalnız kalmış. Ertesi gün ağıla gitmiş, keçiyi salmış ve: “Gel benim güzel hayvanım, kendim götüreceğim seni çimenliklere.” demiş. Keçiye ip bağlayıp onu, tadabileceği bir sürü yiyeceğin olduğu yeşil çimenlere ve çayırlara götürmüş. “Şimdi, gönlünün istediği kadar yiyebilirsin.” diyerek keçiyi akşama kadar orada bırakmış. Daha sonra geri dönmüş ve sormuş: “Keçi, doydun mu?”

Keçi cevaplamış:

O kadar doydum kiYiyemem tek bir tane bile,Filiz daha fazla, mee!

“Öyleyse eve.” demiş terzi ve keçiyi ağılına götürüp bağlamış. Keçinin yanından ayrılmadan önce bir kez daha dönüp sormuş: “Artık bir kereliğine de olsa doydun, değil mi?”

Ama keçi itiraz etmiş ve şöyle demiş:

Nasıl doyayım ki?Bulamadım yiyecek hiçbir şey,Ne kadar baksam da etrafıma, mee!

Terzi bunu duyduğunda şaşkına dönerek üç oğlunu da boş yere kovduğunu anlamış. “Bir dakika.” demiş. “Seni iyilikbilmez hayvan! Seni sadece kovmak yetmez! Sana onurlu bir terziyle alay etmek neymiş, göstereceğim.”

Hemen gidip usturasını almış, keçiyi tutup kafasını avucunun içi kadar pürüzsüz hâle gelinceye kadar tıraş etmiş. Cetveli bu iş için fazla değerli bir araç olduğundan, kamçıyı kapıp öyle bir şaklatmış ki keçi zıplayarak ve bağırarak kaçmış. Terzi, evinde yalnız başına otururken çok üzülmüş. Geri gelseler oğullarını seve seve kabul edermiş ancak hiç kimse onların nereye gittiklerini bilmiyormuş.

En büyük çocuk evden kovulduğu zaman bir marangozun yanına çırak olarak girmiş ve büyük gayretle kendisini işine adamış. Ayrılma zamanı geldiğinde ustası ona, küçük bir masa vermiş. Çok gösterişli olmayan ahşap bir masaymış bu fakat muhteşem bir özelliği varmış. Biri onu yere koyup da “Masa, donat kendini.” dediği zaman küçük masa temiz bir örtüyle kaplanır; üstüne birer tabak, bıçak, çatal gelir; kızarmış ve haşlanmış etler tabağa dizilir; insanı coşturacak kadar güzel, enfes içecekler geliverirmiş. Genç çırak hayata atılmaya hazır olduğunu düşünerek mutlu bir şekilde yola düşmüş. Kaldığı hanın iyi olup olmadığını ya da yiyecek bir şeyler bulup bulamayacağını hiç dert etmeden dolaşmış. Acıktığı zaman ormanda, açık alanda ya da çayırlıkta olduğuna aldırış etmeden masayı yere koyar, “Donat kendini!” der demez gönlünün istediği her şey masaya gelirmiş. En sonunda, şimdiye kadar öfkesinin geçmiş olduğunu düşündüğü babasının yanına gitmeye karar vermiş. Belki de bu muhteşem masadan dolayı babası onu tekrar, seve seve eve kabul edermiş.

Bir gün eve dönüş yolunda, çok kalabalık bir handa duraklamış. Handakiler ona “Hoş geldin.” dedikten sonra yiyecek bir şey bulamayacağını söyleyerek birlikte yemek yemek üzere yanlarına davet etmişler. “Hayır.” demiş genç marangoz. “Sizi mahrum etmeyi aklımdan bile geçiremem, en iyisi siz benim misafirim olun.”

Hepsi birden gülerek onun şaka yaptığını düşünmüşler. Genç, küçük tahta masasını getirip odanın ortasına koyarak: “Masa, donat kendini!” demiş. Masa birden, handakilerin sunduklarından çok daha güzel yiyeceklerle donanmış ve masadan yayılan kokular oradaki herkesin ağzını sulandırmış. “Yemeye koyulun, güzel dostlar.” demiş marangoz ve masayı görenler ikinci kez davet etmeye gerek kalmadan bıçak ve çatalları kapmışlar. Daha da muhteşemi, bir tabak boşalır boşalmaz yerine yenisinin gelmesiymiş. Bütün bu süre boyunca hanın sahibi bir köşede durup olan biteni izlerken: “Bu güzel yemekler, hanımı ne kadar da canlı hâle getirirdi.” diye düşünmeye başlamış.

Marangoz ve dostları mutlu bir şekilde gece geç saatlere kadar eğlendikten sonra uyumaya çekilmişler. Genç marangoz, masasını duvara dayayıp odasına gitmiş. Ancak hancının gözüne masayı düşünmekten uyku girmiyormuş. Kilerinde tıpkı bu masaya benzeyen eski bir masa olduğunu hatırlayarak gidip eski masayı getirmiş ve marangozun masasıyla değiştirmiş. Ertesi sabah marangoz hesabını ödemiş, masasını almış ve yanlış masayı aldığı aklına bile gelmeden yoluna devam etmiş. Öğleye doğru eve vardığında babası onu büyük bir sevinçle karşılamış.

“Evet, benim güzel oğlum, neler öğrendin?” diye sormuş oğluna adam. “Marangozluğu öğrendim, baba.” diye cevaplamış oğlu. “İyi bir iş.” diye karşılık vermiş babası. “Peki, seyahatinden buraya ne getirdin?”

“Elimdeki en iyi şey, baba, bu küçük masa.” demiş, oğul. Terzi masanın her tarafını inceledikten sonra: “Pek de sanat eseri bir şeye benzemiyor. Değersiz, eski bir masa bu.” demiş. “Ama çok muhteşem bir masa bu.” diye cevaplamış oğlu. “Onu yere koyup kendini donatmasını söylediğimde birden en güzel etler üzerinde belirir. İçecekleri o kadar lezzetlidir ki insana coşku verir. Bütün dostları ve komşuları çağıralım, herkese bir ziyafet çekelim, eğlensinler. Masa herkese yetecek kadar yiyecek sağlar.”

Herkes toplandığında masayı odanın ortasına koyup emretmiş: “Masa, donat kendini!” Ancak masada hiçbir değişiklik olmamış. Konuşmadan anlamayan herhangi bir masa gibi bomboş duruyormuş. Marangoz, masanın donanmadığını görünce herkesin içinde utancından kızarmış. Kalabalık onunla alay edip aç ve mutsuz bir şekilde geri dönmüş. Çocuk da başka bir ustanın yanında çırak olarak çalışmaya başlamış.

İkinci çocuk bir değirmencinin yanına girmiş. Zamanı geldiğinde ustası ona: “Hep çok ahlaklı davrandın, sana çok değerli bir eşek vereceğim lakin araba çekmeyecek ya da eşya taşımayacaksın.”

“O zaman ne işe yarar ki?” diye sormuş genç çırak. “Bu eşek altın kusuyor.” diye cevaplamış değirmenci. “Önüne bir bez koyup: Anır bakalım dediğinde her yerinden altın gelmeye başlar.“

“Daha ne isteyeyim ki?” diyerek ustasına teşekkür ettikten sonra o da kendisini yollara atmış. Ne zaman altına ihtiyacı olsa eşeğine sadece, “Anır bakalım.” demesiyle sel gibi altın parçaları akıyormuş. Bu yüzden seyahati boyunca hiç derdi olmadan nereye giderse gitsin, en iyi şekilde yaşamış. Uzun bir süre dünyayı dolaştıktan sonra şimdiye kadar öfkesinin geçmiş olacağını düşündüğü babasının yanına gitmeye karar vermiş. Belki de babası, altın kusan eşeği sayesinde onu seve seve tekrar kabul edebilirmiş.

Dönüş yolunda o da abisinin masasının değiştirildiği hana denk gelmiş. Hancı eşeği alıp ahıra bağlamak isteyince genç çırak: “Dert etme sen arkadaşım, ben eşeğimi kendim götürüp ahıra bağlarım, öylece onu nerede bulacağımı da bilirim.” demiş.

Hancı, bunun tuhaf olduğunu düşünerek kendi eşeğini kendisi bağlamaya alışık bir adamın harcayacak fazla bir parası olmadığını düşünmüş ancak bu yabancı cebini yoklayıp iki altın parçası çıkartarak akşam yemeği için kendisine iyi bir şeyler hazırlamasını söylemiş. Han sahibi şaşırarak koşup elinden geldiğince güzel bir sofra hazırlatmış. Yemekten sonra misafir hesabı sorduğunda koparabildiği kadar fazla para koparmak isteyen hancı, iki altın parçası daha istemiş. Çırak cebini yoklamış ama boşmuş. “Bir dakika hancı, gidip biraz para getireceğim.” dedikten sonra odadan masa örtüsünü de alarak dışarı çıkmış. Hancı masa örtüsüyle ne yapacağını anlamadığından sessizce ve merak içinde arkasından gitmiş. Misafir, ahırın kapısını kapatınca o da bir delikten gözetlemeye başlamış. Yabancının, bezi eşeğin önüne serip: “Anır bakalım.” dediğini, daha sonra da eşeğin her yere altın saçmaya başladığını görmüş.

“Aman Allah’ım!” demiş hancı. “Para kazanmanın en kolay yolu! Böyle bir cüzdanın kime, ne zararı olur?”

Daha sonra misafir, hesabını ödeyip yatmaya gitmiş. Ancak hancı gecenin bir yarısı, altın saçan eşeğin yerine başka bir eşek bağlamış. Ertesi sabah genç çırak, hiçbir şeyden şüphe etmeden eşeğiyle beraber yola koyulmuş. Öğlene kadar eve varmış. Babası onu gördüğüne çok sevinerek seve seve kabul etmiş. “Ne zanaatla uğraştın oğlum?” diye sormuş terzi. “Değirmenci oldum, sevgili babacığım!” diye cevap vermiş oğlu. Babası, “Seyahatlerinden eve ne getirdin?” diye sorunca da: “Sadece bir eşek.” diye cevap vermiş.

“Burada bir sürü eşeğimiz var zaten.” demiş baba. “Güzel bir keçi getirseydin çok daha iyi olurdu.”

Oğlan da: “Evet ama bu sıradan bir eşek değil. ‘Anır bakalım.’ dediğim zaman, bu güzel hayvan çuval dolusu altın kusar. Komşuları bir araya toplayalım. Hepsini zengin edeceğim.” diye cevap vermiş.

“Ne güzel olur.” demiş terzi. “Benim de çalışmaya ihtiyacım kalmaz.”

Aceleyle dışarı çıkmış ve komşuları bir araya toplamış. Hepsi toplandığı zaman değirmenci eşek için yer açıp, eşeği getirip önüne bir bez sermiş. “Şimdi dikkatle izleyin.” demiş ve bağırmış: “Anır bakalım.”

Ne var ki tek bir altın parçası bile gelmemiş. Herkes onunla dalga geçip de oğlunun dedikleri olmayınca yaşlı terzinin suratı asılmış ve işinin başına dönmekten başka bir çaresi kalmamış. Genç adam da bir değirmencinin yanında çalışmaya başlamış.

Üçüncü kardeş bir tornacıya çırak olmuş. Bu iş çok ince bir sanat olduğu için, tornacılığı öğrenmesi uzun zamanını almış. Kardeşleri, mektupla işlerin nasıl ters gittiğini ve hancının seyahatlerinin son gününde onları değerli eşyalarından nasıl mahrum ettiğini anlatmış. Tornacı, işini iyi öğrendiği ve seyahat etmeye hazır olduğu zaman, ustası çalışkanlığına karşılık kendisini ödüllendirmek için ona içinde sopa olan bir çanta vermiş.

“Çantayı sırtıma takabilirim, çok da işime yarar ama sopanın bana ne faydası olacak?” diye sormuş genç adam. “Söyleyeyim.” diye cevaplamış ustası da. “Eğer biri sana zarar vermek isterse: ‘Sopa, çantadan dışarı!’ demen yeterli. Sopa onların üstüne atlayacak ve onları öyle kötü dövecektir ki yerlerinden bir hafta kıpırdayamayacaklardır. Sen: ‘Sopa, tekrar çantaya.’ diyene kadar da durmayacaktır.”

Çırak, ona teşekkür ederek çantasını almış ve seyahatine başlamış. Biri ona saldırırsa: “Sopa, çantadan dışarı.” diyecek ve sopa çantadan çıkıp üstlerine atılacak, onlara bir sürü darbe yağdıracak ve işi çözecekmiş. Bir gece genç çırak iki kardeşinin de kandırıldığı hana gelmiş. Çantasını masaya koymuş ve dünyada gördüğü güzel şeyleri anlatmaya başlamış.

“Evet.” demiş. “Kendini donatan masandan, altın veren eşeğinden ve daha bir sürü güzel şeyden bahsedebilirsin ama benim çantamda taşıdığım hazinemle karşılaştırınca bunların hiçbir değeri kalmayacak.”

Bu sözden sonra hancı kulaklarını açıp dinlemeye başlamış. “Ne olabilir ki?” diye düşünmüş. “Büyük ihtimalle çanta değerli taşlarla doludur ve bu da benim hakkım çünkü güzel şeylerin hepsi üçlü şekilde gelirler.”

Yatma vakti geldiğinde misafir, bir banka uzanmış ve çantasını yastık niyetine başının altına koymuş. Hancı, genç adamın derin uykuda olduğunu düşündüğünde yavaş yavaş eğilerek gelmiş; dikkatli bir şekilde değiştirmek için yavaşça çantayı çekmiş ve yerine başka bir çanta koymuş. Tornacı da bunun olmasını bekliyormuş. Tam hancı çantayı başının altından alırken bağırmış: “Sopa, çantadan dışarı!”

Sopa, hemen çantadan çıkıp yükselerek hancının sırtına inmiş. Hancı boşu boşuna merhamet diliyormuş. Ne kadar çok bağırdıysa sopa da o kadar sert iniyormuş sırtına. Sonunda yorgun bir şekilde yere düşmüş.

Daha sonra tornacı, “Eğer masayla eşeği hemen bana vermezsen bu oyunu tekrar tekrar oynarız.” deyince hancı: “Aman Allah’ım, hayır!” diye haykırarak yere çökmüş. Ardından: “Bu lanet şeyi çantaya geri koyarsan her şeyi sana seve seve veririm.” demiş. Bunun üzerine genç adam: “Bu seferlik adil değil, cömert olacağım. Ama ayağını denk al!” diye cevap vermiş. Sonra da: “Sopa, tekrar çantaya.” diye bağırmış.

Ertesi sabah tornacı masa ve eşek ile beraber babasına doğru yola koyulmuş. Terzi onu tekrar gördüğüne çok sevinmiş ve dışarıda ne zanaatlar öğrendiğini sormuş. “Sevgili babacığım.” demiş oğlu. “Tornacı oldum.”

“Çok ince bir zanaat.” demiş babası. “Peki seyahatlerinden ne getirdin evine?”

“Çok değerli bir şey babacığım.” diye cevaplamış oğlan. “İçinde sopa olan bir çanta.”

“Ne?” diye haykırmış babası. “Bir sopa mı? Niye o kadar taşıdın yanında, istediğin zaman bir ağaçtan koparabilirsin bir sopayı.”

Delikanlı: “Ama sıradan bir sopa değil, sevgili babacığım. ‘Sopa, çantadan dışarı.’ dediğim zaman bana zarar vermek isteyen birinin üstüne atlayıveriyor ve pişman olup özür dileyene kadar da onu dövüyor. Bak, bu sopa sayesinde iki kardeşimin hırsız hancıya kaptırdığı masa ve eşeği de geri aldım. Şimdi ikisini de çağıralım ve bütün komşuları davet edelim. Böylece gönüllerinin istediği gibi yiyip içsinler, ceplerini altınla doldursunlar.”

Yaşlı terzi olanlara inanamamış ama oğullarını ve komşularını bir araya toplamış. Sonra tornacı; eşeği getirmiş, önünde bir örtü açmış ve kardeşine şöyle demiş: “Konuş onunla sevgili kardeşim.”

Değirmenci: “Anır bakalım.” der demez örtü taşıyabileceklerinden çok daha fazla altınla kaplanmış. Eminim siz de orada olmak isterdiniz. Ardından, tornacı masayı hazırlamış ve demiş ki: “Şimdi sevgili kardeşim, sen de konuş onunla.”

Sonra marangoz: “Donat kendini, ey masa.” demiş ve anında masanın üzeri en güzel yemeklerle donatılıvermiş. Terzinin evinde daha önce görülmemiş bir ziyafet çekmişler, herkes gece boyunca mutlu ve mesut kalmış.

Sonra terzi iğnesini, ipliğini, mezurasını ve ütüsünü dolaba kilitlemiş; sonsuza dek, üç oğluyla birlikte neşe ve ihtişam içinde yaşamış. Peki, terzinin oğullarının kovulmasına sebep olan keçiye ne olmuş? Anlatayım. Kel kafasından o kadar utanmış ki gidip bir tilki deliğine saklanmış. Tilki eve gelip yabancı bir çift gözün kendisine baktığını görünce çok korkmuş ve kaçmış. Yolda ayıyla karşılaşmış, kendisini endişeli gören ayı sormuş: “Neden böyle görünüyorsun tilki kardeş, sorun ne?”

Tilki: “Ah ah, korkunç bir yaratık oturuyor yuvamda ve öfkeli gözlerle baktı bana.” demiş.

“En kısa zamanda kovalarız onu.” demiş ayı. Deliğe gitmiş, içeri bakmış, aynı şekilde kendisine öfkeyle bakan o iki gözü gördüğünde ayıyı da korku sarmış ve olaya bulaşmamak için o da kaçmış. Yolda çok da cesur hareket etmediğini fark eden bir arıya rast gelmiş, arı şöyle demiş: “Ayı, yüzünden düşen bin parça, sana ne oldu böyle?”

“İyi ki sordun.” demiş ayı. “Tilkinin deliğinde öfkeli gözleri olan, korkunç bir yaratık var ve onu oradan çıkaramıyoruz.”

Arı: “Beni küçük gördüğünü biliyorum ayı, minik bir böceğim ben, biliyorum ama sanırım size yardım edebilirim.” demiş. Tilkinin deliğine uçmuş, keçinin sinekkaydı kafasına konmuş ve o kadar derinden sokmuş ki keçi: “Yandım aman, mee!” diye deli gibi bağırarak kaçmış. İşte o günden beri de hiç kimse o keçiye ne olduğunu bilmiyormuş.

Tek Göz, İki Göz ve Üç Göz

Bir varmış bir yokmuş, üç kızı olan yaşlı bir kadın varmış. Kızlarından en büyüğünün adı, Tek Göz’müş çünkü alnının ortasında bir tane gözü varmış. İkincisi, İki Göz’müş çünkü diğer insanlar gibi iki gözü varmış. Üçüncüsünün adı ise Üç Göz’müş çünkü onun da alnının ortasında üçüncü bir gözü varmış. Ancak İki Göz, diğer insanlar gibi gördüğü için annesi ve kız kardeşleri ona tahammül edemeyip şöyle diyorlarmış: “Senin iki gözünle diğer sıradan insanlardan bir farkın yok, bizim gibi değilsin!”

Onu itip kakmışlar, yüzüne eski kıyafetler fırlatmışlar, artıklardan başka yiyecek bir şey vermemişler ve onu mutsuz etmek için ellerinden geleni yapmışlar.

İki Göz’ün tarlalara çıkıp keçilere bakma vakti gelmiş ancak kardeşleri ona, o kadar az yiyecek vermişler ki karnı hâlâ açmış. Bir tepeye çıkıp ağlamaya başlamış, o kadar acıklı ağlamış ki gözünden de dereler akmaya başlamış. Acı dolu gözlerle kafasını kaldırdığında yanı başında bir kadının durduğunu görmüş. Kadın: “Neden ağlıyorsun küçük İki Göz?” diye sormuş. İki Göz cevap vermiş: “Ben ağlamayayım da kim ağlasın? Diğer insanlar gibi iki gözüm var diye annem ve kız kardeşlerim benden nefret ediyorlar, beni itip kakıyorlar, hatta bana eski kıyafetler ve yemek olarak artık yiyeceklerini veriyorlar. Bugün o kadar az yemek verdiler ki karnım hâlâ çok aç.” Bunun üzerine yaşlı kadın şöyle demiş: “Sil gözyaşlarını İki Göz. Sana öyle bir şey söyleyeceğim ki bir daha hiç acı çekmeyeceksin. Sadece keçine şöyle söyle: ‘Mele küçük keçim, mele! Masayı yiyeceklerle süsle.’ ”

“Önüne serilen bir masada, kocaman bir sofranın gözlerinin önünde kurulduğunu göreceksin; masanın üzeri canının istediği kadar yiyebileceğin en lezzetli yemeklerle dolu olacak. Artık masaya ihtiyacın kalmadığında da sadece: ‘Mele küçük keçim, mele diye dua ederim. Masayı uzak bir yere götür, rica ederim.’ demelisin.”

Yaşlı kadın, bu sözleri söyledikten sonra gözden kaybolmuş.

İki Göz hemen: “Bir deneme yapmalıyım ve kadının söyledikleri doğru mu anlamalıyım çünkü çok açım.” diye düşünmüş. “Mele küçük keçim, mele! Masayı yiyeceklerle süsle.” der demez üzerinde tabak, bıçak, çatal ve gümüş kaşığın bulunduğu beyaz örtülü küçük bir masa belirivermiş. Masanın üzeri mutfaktan yeni çıkmış gibi dumanı üstünde tüten en lezzetli yemeklerle doluymuş. Sonra İki Göz, bildiği en kısa duayı okumuş: “Allah’ım, her daim yanımızda ol. Âmin.”

Ardından, afiyetle yemek yemeye koyulmuş. Karnını doyurduktan sonra yaşlı bilge kadının öğrettiği gibi: “Mele küçük keçim, mele diye dua ederim. Masayı uzak bir yere götür, rica ederim.” demiş ve anında masa da üzerindeki her şey de gözden kayboluvermiş. “Böyle bir yaşam sürmek ne kadar da güzel.” diye düşünmüş İki Göz ve bir hayli mutlu olmuş. Akşam, keçisiyle eve döndüğünde kız kardeşlerinin hazırladığı çömlek tabağın içinde biraz yemek bulmuş ancak dokunmamış bile. Ertesi gün, yine kendisine bırakılan birkaç parça yemeğe dokunmadan evden ayrılarak keçisiyle dışarı çıkmış.

İlk iki seferde kız kardeşleri onun yemeden bırakıp gittiğini fark etmemişler bile ancak her gün aynı şey olmaya başladığında sonunda gözlerine çarpmış ve: “İki Göz ile ilgili yanlış olan bir şeyler var, yemeğin tadına bile bakmıyor, eskiden verilen her şeyi yiyip bitirirdi; yemeğe ulaşmanın başka yollarını keşfetmiş olmalı.” diye düşünmüşler. Gerçeği öğrenebilmek için Tek Göz’ü, İki Göz ile birlikte çayıra yollamaya; İki Göz’ün orada neler yaptığını ve birinin ona yemek getirip getirmediğini gözetlemeye karar vermişler. Ve böylece İki Göz tekrar yola çıkacağı sırada Tek Göz ona: “Çayıra ben de seninle geleceğim. Keçiye iyi bakabiliyor musun, onu otlak yerlere götürüyor musun diye bir bakacağım.” demiş. Ancak İki Göz, kız kardeşinin aklındakileri hemen anlamış ve keçiyi çayırın en yüksek yerine çıkarmış. “Gel Tek Göz, gel; oturalım ve sana bir şarkı söyleyeyim” demiş. Tek Göz oturmuş, alışkın olmadığı yürüyüş ve sıcaklık sebebiyle yorgun düşmüş. İki Göz, Tek Göz’ü; hiçbir şeyi anlamaya fırsatı olmadan tek gözünü kapatıp uykuya dalana kadar izlemiş. Ardından da:

Tek Göz’üm uyanık mısın?

Tek Göz’üm uyu artık, diye şarkı söylemiş. Bunu gören İki Göz: “Mele küçük keçim, mele. Masayı yemeklerle süsle.” demiş ve masaya oturup doyana kadar yiyip içmiş. Sonra: “Mele küçük keçim, mele diye dua ederim. Masayı uzak bir yere götür, rica ederim.” dediğinde masa hemen yok olmuş.

Tek Göz uyandıktan sonra İki Göz ona şöyle demiş: “Tek Göz; hem keçiye bakmak istiyorsun hem de uykuya dalıyorsun, bu sırada keçi bütün dünyayı dolaşabilir. Gel, eve geri dönelim.”

Bunun üzerine eve dönmüşler ama İki Göz, yemeğine yine azıcık bile dokunmamış. Tek Göz, annesine neden yemeğin yenmediğini söyleyememiş ve kendisini affettirmek için: “Dışarıdayken uyuyakaldım.” demiş. Ertesi gün annesi Üç Göz’e: “Bu sefer sen gidip gözetleyeceksin. Dışarıdayken bir şeyler yiyor mu, biri ona yemek getiriyor mu diye sen bakacaksın.” demiş. Böylece Üç Göz, İki Göz’e: “Ben de seninle geleceğim. Keçiye iyi bakabiliyor musun, onu otlak yerlere götürüyor musun diye bir bakacağım.” demiş.

Ama İki Göz, Üç Göz’ün aklında neler olduğunu biliyormuş. Keçiyi yüksek çayıra çıkardıktan sonra: “Oturalım da sana şarkı söyleyeyim.” demiş Üç Göz’e. Yürüyüşten ve güneşin sıcağından yorulan Üç Göz oturmuş ve İki Göz daha önce olduğu gibi aynı şarkıyı söylemeye başlamış:

Üç Göz, görüyor musun?

Fakat sonra Üç Göz, uyuyor musun? diyeceğine, dalgınlıkla:

İki Göz, uyuyor musun? diye söylemiş durmuş şarkıyı.

Üç Göz uyanık mısın, İki Göz uyuyor musun?

Daha sonra Üç Göz’ün iki gözü uyuyakalmış ama üçüncüsü şarkıda adı geçmediği için uyumamış. Üç Göz’ün bütün gözlerini kapattığı doğruymuş ama üçüncü göz, kurnazlık yaparak uyuyor numarası yapmış ve gözünü kısarak her şeyi görmeye devam etmiş. İki Göz, kardeşi Üç Göz’ün uyuduğunu sanarak duasını söylemiş: “Mele küçük keçim, mele! Masayı yemeklerle süsle.” demiş ve canının istediği kadar yedikten sonra masaya kaybolmasını emretmiş. Ardından: “Mele küçük keçim, mele diye dua ederim. Masayı uzak bir yere götür, rica ederim.”

Üç Göz bu sırada her şeyi görüyormüş. Daha sonra İki Göz gelmiş, kardeşini uyandırmış ve: “Uyudun mu, Üç Göz? Harika bir bakıcısın! Hadi gel, eve gidelim.” demiş. Eve geldiklerinde İki Göz yine bir şey yememiş ve Üç Göz, annesine: “Artık bu asil ruhlu neden yemek yemiyor, biliyorum. Dışarıdayken keçiye: ‘Mele küçük keçim, mele! Masayı yemeklerle süsle.’ diyor ve üzerinde bizim burada sahip olduğumuzdan çok daha iyi yemeklerle dolu bir masa ortaya çıkıyor, o da oradan istediği kadar yedikten sonra: ‘Mele küçük keçim, mele diye dua ederim. Masayı uzak bir yere götür, rica ederim.’ diyor ve her şey gözden kayboluyor. Her şeyi gördüm. Gözlerimden ikisini şarkılar söyleyerek uyuttu ancak şanslıyım ki alnımdaki üçüncü gözüm açık kaldı.” demiş.

Ardından kıskanç anne: “Demek bizden daha iyi bir hayat sürüyorsun! Hevesin batsın!” diye bağırmış ve kasap bıçağını alıp keçinin kalbine saplamış. Keçi oracıkta ölmüş.

İki Göz olup biteni görünce çok üzülmüş ve çayırın ucundaki tepede çimenliğe oturup ağlamış. Birden yaşlı kadın, yine yanında belirivermiş ve: “İki Göz, neden ağlıyorsun?” demiş.

“Ağlamayayım da ne yapayım?” diye cevap vermiş İki Göz. “Her gün masamı yemeklerle donatan keçi, annem tarafından öldürüldü ve yine açlığa dayanmak zorunda kalacağım.” demiş. Kadın: “İki Göz, sana bir tavsiye vereyim; kız kardeşlerinden öldürülmüş olan keçinin bağırsaklarını iste ve evinizin önündeki toprağa göm. Servete kavuşacaksın.” demiş ve gözden kaybolmuş. İki Göz eve gitmiş ve kız kardeşlerine: “Sevgili kardeşlerim, bana keçimin bazı kısımlarını verin, iyi yerlerini istemiyorum;

bannerbanner