
Полная версия:
Grimm Masalları
Sonra baykuş diğer gözünü açmış ve az önce açık olanı kapatmış. Tüm gece boyunca bir o gözünü bir diğerini açıp kapatmış. Fakat bir seferinde bir gözünü kapatıp da diğerini açmayı unutunca her iki gözü de kapanır kapanmaz uykuya dalmış. Küçük velet bunu görür görmez kaçmış. O günden sonra baykuş, diğer kuşların korkusundan asla gün yüzüne çıkmaya cesaret edememiş; sadece geceleri uçar olmuş ve böyle iğrenç delikler yaptıkları için farelere düşman olup hep onları kovalamış. Küçük kuş da ortaya çıkmaya pek istekli değilmiş, yakalanırsa canını kaybedeceğinden korkuyormuş. Çitlerde hırsızlık yapar ve kendisini güvende hissettiğinde bazen: “Kral benim!” diye bağırırmış. Bu yüzden de diğer kuşlar onunla, “Çitlerin Kralı!” diye dalga geçerlermiş.
Ne var ki kimse küçük krala itaat etmek zorunda olmayan çalı kuşu kadar mutlu değilmiş. Güneş doğar doğmaz havada yükselir ve: “Ah, ne güzel! Ne güzel! Güzel, güzel! Ah ne güzel!” diye bağıra bağıra özgürlüğünün tadını çıkartarak uçarmış.
Söğüt Çalı Kuşu ve Ayı
Bir yaz günü ayı ve kurt ormanda yürüyorlarmış. Ayı, bir kuşun güzel şarkı söylediğini duyunca demiş ki: “Kurt kardeş, bu kadar güzel şarkı söyleyen hangi kuş?”
“Kuşların Kralı o.” demiş kurt. “Önünde eğilmeliyiz.”
Aslında öten kuş, çalı kuşuymuş. “Eğer öyleyse…” demiş ayı. “Onu kraliyet makamında görmeyi çok isterim; gel, beni oraya götür.”
“O iş göründüğü kadar kolay değil.” demiş kurt. “Kraliçe gelene kadar beklemen lazım.” Çok geçmeden kraliçe, gagasında biraz yiyecekle gelmiş ve yavrularını beslemeye başlamış. Ayı bir an evvel kuşun yanına gitmek istiyormuş ama kurt yakasından tutup: “Hayır, kral ve kraliçe oradan tekrar ayrılana kadar beklemeliyiz.” demiş. Sonra yuvanın bulunduğu deliği gözleyerek hızlı hızlı yürümüşler.
Ancak ayı, kraliyet makamını görene kadar rahat etmemiş ve kısa bir süre sonra tekrar oraya gitmiş. Kral ve kraliçe kuş o sırada uçup gitmiş olduğundan içeri bakan ayı, yuvanın içinde yatan beş-altı yavru kuş görmüş. “Kraliyet makamı bu mu?” diye bağırmış ayı. “Burası acınası bir yer ve siz kralın çocukları falan değilsiniz; siz sadece zavallı, sefil yavrularsınız!”
Söğüt çalı kuşu yavruları bunu duyunca çok kızarak: “Hayır, değiliz! Anne ve babamız asil canlılar! Ayı, bunun hesabını vereceksin!” demişler.

Ayı ve kurt huzursuzlanarak geri dönüp inlerine gitmişler. Söğüt çalı kuşu yavruları bağırıp çağırmaya devam etmişler, anne ve babaları tekrar yiyecek getirmek için geldiğinde: “Açlıktan ölsek dahi bir sineğe bile dokunmayacağız; ta ki siz bizim saygıdeğer, asil çocuklar olduğumuzu kanıtlayana kadar. Siz yokken ayı geldi ve bize hakaret etti!” demişler. Kral kuş, “Sakin olun, cezası neyse vereceğiz.” dedikten sonra kraliçeyle birlikte ayının mağarasına uçmuş ve içeri seslenmiş: “Yaşlı, homurdayan ayı! Benim çocuklarıma neden hakaret ettin? Seni bu yüzden cezalandıracağız, mahvolacaksın.”
Ayıya savaş açılmış ve tüm dört ayaklı hayvanlar bu savaşta yer almak üzere çağrılmış: öküzler, eşekler, inekler, geyikler ve dünya üzerindeki diğer dört ayaklı hayvanlar… Söğüt çalı kuşu, havada uçan her şeyi çağırmış. Sadece büyük ve küçük kuşlar değil; tatarcıklar, eşek arıları, bal arıları ve sineklerin hepsi gelmiş.
Savaşın başlama zamanı geldiğinde söğüt çalı kuşu, düşman ordusunu keşfetmesi için casuslar göndermiş. En cingöz olan sivrisinek; düşmanın toplandığı yere, ormana uçmuş ve konuşulanları duyabileceği bir ağaç yaprağının altına saklanmış. Ayı orada duruyormuş. O sırada tilkiyi çağırmış ve demiş ki: “Tilki, sen tüm hayvanların en kurnazısın, komutan sensin ve sen bizi yöneteceksin.”
“Peki…” demiş tilki. “Peki işaret olarak neye karar verdik?”
Kimse cevabı bilmediği için tilki demiş ki: “Benim kırmızı tüy yumağına benzeyen güzel, uzun tüylü bir kuyruğum var. Kuyruğumu biraz yukarı kaldırınca ‘Her şey iyi gidiyor, saldırın!’, kuyruğumu düşürürsem ‘Olabildiğince hızlı kaçın!’ demek olsun.” demiş. Sivrisinek bunu duyunca tekrar uçmuş ve söğüt çalı kuşuna her şeyi, ince ince ayrıntılarıyla anlatmış.
Gün ağardığında, savaş başlamak üzereyken tüm dört ayaklı hayvanlar öyle bir gürültüyle koşarak gelmişler ki yer sarsılmış. Söğüt çalı kuşu da uçarken kanatlarını öyle çarparak, çırparak, pır pır ederek gelmiş ki herkes korkmuş. Her iki taraf birbirlerine doğru ilerlemiş. Söğüt çalı kuşu, tilkinin kuyruğunun altına saklanıp tüm gücüyle onu sokmasını emrettiği eşek arısını aşağı göndermiş. Tilki, eşek arısının ilk sokuşunda zar zor da olsa bu acıya katlanmış ve kuyruğunu havada tutmayı başarmış. İkinci sokuşta bir an için kuyruğunu indirmek zorunda kalmış, üçüncüsünde artık daha fazla havada tutmaya dayanamadığından çığlık atıp kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış. Hayvanlar bunu görünce kazandıklarını düşünüp her biri deliklerine geri dönmeye başlamış ve kuşlar savaşı kazanmış.
Sonra kral ve kraliçe eve, yavrularının yanına uçmuşlar. “Çocuklar, eğlenin, doya doya yiyin, için! Savaşı biz kazandık!” diye bağırmışlar. Ancak yavrular: “Hayır, daha yemeyeceğiz; ayı buraya gelip bizden özür dilemeli ve bizim saygıdeğer çocuklar olduğumuzu söylemeli.”
Daha sonra söğüt çalı kuşu, ayının inine uçmuş ve şöyle demiş: “Homurdayan ayı, yuvama gelip çocuklarımdan özür dilemelisin yoksa tüm kaburgaların kırılacak.”
Ayı da büyük bir korkuyla sürünerek oraya girmiş ve yavrulardan özür dilemiş. Çalı kuşu yavruları; sonunda mutlu bir şekilde oturup, yiyip içerek gece geç saatlere kadar kutlama yapmışlar.
Küçük İnsanların Hediyeleri
Bir terzi ve bir kuyumcu birlikte seyahat ediyorlarmış. Bir akşam, güneş dağların ardında battığında uzaklardan, gittikçe daha da uzaklaşan bir müzik sesi duymuşlar. Bu tuhaf ses onlara tüm yorgunluklarını unutturacak kadar gelmiş ve hemen ilerlemeye başlamışlar. Küçük kadın ve erkeklerden oluşan bir kalabalıkla karşılaştıkları tepeye vardıklarında ay çoktan doğmuş. Küçük insanlar, büyük bir coşku içinde dönerek dans ediyorlarmış.
Seyyahların duydukları büyüleyici müzik meğer buradan geliyormuş. Grubun ortasında diğerlerinden biraz daha uzun olan bir adam oturuyormuş. Rengârenk bir ceket giymiş bu adamın gri sakalları, göğsüne doğru dökülüyormuş. İkisi birden şaşkınlık içinde orada kalakalmış ve dansı izlemişler. Yaşlı adam onlara aralarına katılabileceklerini gösteren bir işaret yapmış ve küçük insanlar çemberlerini açmışlar. Kamburu olan kuyumcu, diğer tüm kamburlar gibi yeterince cesurmuş ve hemen katılmak için adımını atmış; terzi ilk başta biraz korkup geri çekildiyse de her şeyin coşkuyla sürdüğünü görünce cesaretini toplamış ve ilerlemiş. Çember yine kapanmış ve bu küçük insanlar halkı, coşku içinde şarkı söylemeye ve dans etmeye devam etmiş.
Sonra yaşlı adam, kuşağında asılı duran büyük bıçağı çıkartıp bileylemiş ve yeterince keskinleştiğinde yabancılara bakmış. Adamlar iyice korkmuşlar fakat düşünmeye zamanları bile kalmadan yaşlı adam, kuyumcuyu yakalamış ve hızla kafasındaki saçları kazımış. Sonra aynısını terziye de yapmış. Adam işini tamamladıktan sonra dostane bir şekilde her ikisinin de omuzuna hafifçe vurunca korkuları falan kalmamış. Tüm bunların olmasına istekli bir şekilde ve herhangi bir mücadele vermeden izin verdikleri için onlara çok iyi davranmışlar. Yaşlı adam, parmağıyla bir köşede duran kömür yığınını göstermiş ve seyyahlara, el kol hareketleriyle onları ceplerine doldurmalarını söylemiş. Her ikisi de bu kömürlerin ne işe yarayacağını bilmemelerine rağmen denileni yapmış ve sonra da gece kalabilecekleri bir yer aramak üzere yollarına devam etmişler. Vadiye vardıklarında ve komşu manastırın saati on ikiyi vurduğunda şarkı durmuş. Bir anda her şey ortadan kaybolmuş ve tepe, ay ışığının altında ıssız kalmış.
İki seyyah, bir han bulmuş ve ceketleriyle hasır yataklara uzanmışlar fakat yorgunluktan ceplerindeki kömürleri çıkarmayı unutmuşlar. Bacaklarında bir ağırlıkla normalden daha erken uyanmışlar. Ceplerinde bir şeyler hissetmişler ve ceplerinin kömürle değil de saf altınla dolduğunu görünce gözlerine inanamamışlar, hatta kesilen saçları ve sakalları da eskisinden daha gür bir şekilde yeniden çıkmış.
Artık zengin insanlar olmuşlar. Açgözlülüğünden ceplerini terziden daha çok dolduran kuyumcu, terziden daha zengin olmuş. Açgözlü bir adamın her şeyi olsa bile daha fazlasını ister;
bu yüzden kuyumcu, terziye bir gün daha beklemeyi ve tepedeki yaşlı adamdan daha büyük hazineler getirebilmek için oraya tekrar gitmeyi teklif etmiş. Terzi bunu kabul etmemiş ve demiş ki: “Bendeki altınlar yeterli ve hâlimden gayet memnunum. Şimdi bir efendi olarak sevgilimle evlenecek ve mutlu bir adam olacağım.”
Ne var ki ısrarlara dayanamayıp arkadaşını memnun etmek için bir gün daha kalmış.
Akşam, kuyumcu daha fazla altın taşıyabilsin diye omuzlarına bir çift çanta asmış ve tepeye giden yola çıkmış. Bir gün önce olduğu gibi küçük insanları şarkı söyleyip dans ederken görmüş. Yaşlı adam tekrar onları tıraş etmiş ve biraz daha kömür almalarını işaret etmiş. Kuyumcu da çantaları olabildiğince doldurmuş ve hâlinden oldukça memnun bir şekilde geri dönmüş.
“Altın ağır gelse bile…” demiş. “Memnuniyetle buna katlanırım.”
Nihayet, sabah son derece zengin bir adam olma hayaliyle uykuya dalmış. Gözlerini açınca ceplerini yoklamak için aceleyle kalkmış fakat siyah kömürlerden başka bir şey bulamayınca çok şaşırmış. “Nasıl olsa bir gün önceki altınlar hâlâ duruyor.” diye düşünerek gidip bakınca onların da kömüre dönüştüğünü görmüş ve hayrete düşmüş! Kirli, kara elleriyle alnına vurmuş ve o an tüm kafasının kel olduğunu fark etmiş. Aynı şekilde sakalı da gitmiş. Talihsizliği bununla da bitmemiş. Sırtındaki kambur kadar büyük bir kambur da göğsünün önünde çıkmış. Sonunda kuyumcu, açgözlülüğünün bedelini ödediğini anlamış ve bağıra çağıra ağlamaya başlamış. O sırada uyanan iyi terzi, elinden geldiğince mutsuz arkadaşını sakinleştirerek ona demiş ki: “Bu seyahat süresince bana arkadaşlık ettin, benimle kalıp servetimi paylaşacaksın.”
Terzi, sözünü tuttuysa da zavallı kuyumcu hayatı boyunca iki kamburu taşımak ve kel kafasını da bir şapkayla kapatmak zorunda kalmış.
Cin
Bir zamanlar, her gün saray bahçesine yürüyüşe giden zengin bir kralın üç kızı varmış. Kral, her türden güzel ağaca çok düşkünmüş. Ancak bir tanesine öyle bir düşkünmüş ki biri dalından bir elma koparsa o kişinin yerin metrelerce altına girmesini diliyormuş. Ekin zamanı gelince bu ağaçtaki elmalar kan gibi kıpkırmızı olurmuş. Üç kız her gün ağacın altına gidip rüzgâr bir elma düşürmüş mü, düşürmemiş mi diye bakarlarmış. Ağacın kırılacak kadar elmayla dolup taşmasına ve dallarının yerlere sarkmasına rağmen toprağa düşmüş tek bir elma bile bulamazlarmış.
Kralın en küçük kızının canı çok elma çekiyormuş, kız kardeşlerine: “Babamız bizi yer altına gönderemeyecek kadar çok seviyor, bence bize bir şey yapamaz.” demiş ve konuşurken irice bir elmayı koparmış. Sonra kız kardeşlerine koşarak: “Sadece tadına bakın kardeşlerim, hayatımda hiç bu kadar lezzetli bir şey tatmamıştım.” demiş. Diğer iki kardeş de elmanın birazını yer yemez üçü birden toprağın dibine batıvermişler.
Öğlen olunca kral, kızlarını yemeğe çağırmak istemiş fakat onları hiçbir yerde bulamamış. Çok tasalanan kral, tüm ülkeye kızlarını her kim geri getirirse o kişinin kızlarından biri ile evlenebileceğini duyurmuş. Bunun üzerine pek çok genç delikanlı onları aramak için ülkeyi altüst etmiş fakat tek bir ize bile rastlayan olmamış. Ülkedeki herkes, kendilerine daima kibar davranan kızları çok severmiş.
Üç genç avcı seyahat ederlerken içinde muhteşem odaların olduğu, şahane bir kaleye varmışlar. Odalardan birinde bir masa, üzerinde de hâlâ dumanı tüten sıcak ve leziz yiyecekler varmış. Fakat kalenin içinde tek bir insan bile görmemişler.
Yarım gün orada bekledikleri hâlde yiyecekler hâlâ sıcak ve dumanı tüterek masada duruyormuş. Sonunda o kadar acıkmışlar ki oturup yemekleri yemişler ve sonra da bu kalede kalıp yaşamaya karar vermişler. İçlerinden kurayla çekilen biri evde kalacak, diğer ikisi de kralın kızlarını arayacakmış. Kura çekmişler ve kura yaşça en büyüklerine çıkmış, böylece ertesi gün daha küçük olan diğer ikisi kızları aramaya gittiğinde en büyükleri de evde kalmak zorundaymış.
Öğlen, küçük mü küçük bir cüce gelmiş ve bir parça ekmek dilenmiş. Avcı, orada bulduğu ekmekten bir parça kesip tam cüceye verecekmiş ki adam ekmeği düşürmüş ve avcıya bir parça daha verip veremeyeceğini sormuş. Avcı yine aynısını yapmak üzereyken cüce onu bir sopa darbesiyle durdurmuş ve adamı saçından yakalayıp iyice dövmüş.
Ertesi gün, ikinci avcı evde kalmış ama onun günü de pek iyi geçmemiş. Diğer ikisi akşam dönünce ona: “Günün nasıl geçti?” diye sormuşlar. O da büyük kardeşine başına gelenleri anlatmış ve birlikte talihsizliklerinden yakınmışlar ama en küçüklerine hiçbir şey dememişler. Onu sevmiyorlar ve çok saf olduğu için ona, Aptal Hans diyorlarmış.
Üçüncü gün, en genç olanları evde kalmış ve tekrar küçük cüce gelip bir ekmek parçası dilenmiş. Genç ona ekmeği verince cüce önceki gibi onu düşürmüş ve tekrar bir parça verip veremeyeceğini sormuş. Sonra Hans, küçük cüceye: “Bu parçayı kendin niye almıyorsun ki? Eğer yiyeceğin ekmek için bu kadar sıkıntıya bile giremiyorsan ona sahip olmayı hak etmiyorsun demektir.” demiş. Cüce çok sinirlenip avcının bunu yapmak zorunda olduğunu söyleyince avcı yapmamış ve cüceyi bir güzel pataklamış. Sonra cüce acı içinde bağırarak: “Dur, dur; bırak gideyim, sana kralın kızlarının nerede olduğunu söyleyeceğim.” demiş.
Hans, bunu duyunca cüceyi dövmeyi bırakmış. Cüce, kendisinin bir orman cini olduğunu; kendisi gibi binlercesinin bulunduğunu ve eğer kendisiyle gelirse ona kralın kızlarının nerede olduğunu gösterebileceğini söylemiş. Sonra Hans’a derin bir kuyu göstermiş fakat içinde hiç su yokmuş. Cin, Hans’ın diğer arkadaşlarının onunla adil bir şekilde mücadele etmeyeceklerini bildiğini ve dolayısıyla kralın kızlarını götürmek istiyorsa bunu tek başına yapması gerektiğini söylemiş. Diğer iki kardeş, kralın kızlarını bulmak için herhangi bir tehlikeye girmek istemeyeceklermiş. Hans’ın büyük bir sepet alıp askısıyla, ziliyle içine oturması ve aşağı salınması gerekiyormuş. Aşağıda üç oda varmış, her birinde ise kafalarını keseceği çok kafalı bir ejderha ile bir prenses varmış. Cüce, tüm bunları söyledikten sonra ortadan kaybolmuş.
Akşam olunca iki kardeş gelip gününün nasıl geçtiğini sorunca Hans: “Şu ana kadar oldukça iyi.” demiş ve öğle vaktinde bir parça ekmek dilenen küçük bir cüceden başka kimseyi görmediğini, ona birazcık ekmek verdiğini; ekmeği yere düşürdüğünde dediğini yapmayınca cücenin sinirden gözünün döndüğünü, sonra cüceyi dövdüğünü ve cücenin de kralın kızlarının nerede olduğunu söylediğini anlatmış. Diğerleri sinirden kıpkırmızı olmuşlar.
Ertesi sabah birlikte kuyuya gitmişler ve ilk önce sepete kimin bineceğine karar vermek için kura çekmişler. Kura yine en büyüklerine çıkmış. O da sepetin içine girip yanına bir de çan almış. Diğer kardeşlerine de: “Çanı çalarsam beni tekrar yukarı çekin.” demiş. Aşağıya birazcık inince çanı çalmış ve hemen onu yukarı çekmişler. Sonra sepete ikincisi binmiş fakat o da ilki gibi yapmış. Sonra en küçük kardeşin sırası gelmiş ve o neredeyse dibe kadar inmiş. Sepetten inince hançerini almış ve yürüyüp ilk kapının dışında durup dinlemiş. Yüksek sesle horlayan ejderhanın sesini duymuş. Kapıyı yavaşça açmış. Prenseslerden biri orada, kucağında dokuz ejderha kafası ile oturuyor ve onların saçlarını tarıyormuş. Adam hançerini alıp savurunca dokuzu da düşmüş. Prenses yerinden sıçrayıp, kollarıyla onun boynuna sarılıp Hans’ı defalarca öpmüş. Saf altından yapılmış korsesini alıp onun boynuna asmış. Sonra avcı, beş kafalı ejderhanın bulunduğu ikinci prensesin yanına gitmiş ve onu da kurtarmış. Son olarak da dört kafalı ejderhanın bulunduğu en küçük prensesin yanına aynı şekilde gitmiş. Hepsi coşku içinde kurtuluşlarını kutlayıp avcıyı kucaklayıp öpmüşler.
Avcı, yukarıdakiler duysun diye yüksek sesle çanı çalmış; prensesleri bir bir sepete koymuş ve hepsini yukarı göndermiş fakat sıra ona gelince cücenin kardeşleriyle ilgili söylediklerini hatırlayarak orada duran büyük bir taşı alıp sepete koymuş. Gerçekten de kardeşlerinin onunla ilgili hiç de iyi planları yokmuş. Sepet kuyunun yarısına geldiğinde üvey kardeşleri ipi kesmiş ve içinde taş olan sepet yere düşünce genç avcının öldüğünü düşünmüşler. Sonra da prenseslerle birlikte krala gitmişler ve prensesleri de onları kurtaranların kendileri olduğunu söylemeleri için tembihlemişler. İkisi de bir prensesle evlenmek istiyormuş.
Bu sırada en genç avcı, büyük bir keder içinde kuyunun dibindeki üç odayı geziyor ve hayatının burada son bulacağını düşünüyormuş. Duvarda asılı bir flüt görünce kendi kendine: “Neden orada asılı duruyorsun, burada kimse eğlenemez ki!” demiş. Aynı şekilde ejderhanın kafasına bakmış ve demiş ki: “Artık bana yardım edemezsin.”
O kadar uzun süre bir ileri bir geri yürümüş ki neredeyse yerleri aşındırmış. Aklına başka bir düşünce gelmiş, flütü duvardan almış, birkaç nota çalmış ve nihayet birdenbire müzikle beraber karşısında birkaç cin belirmiş. Sonra çaldığı her notayla bir tane daha, bir tane daha…
Oda tamamen cüce cinlerle dolana kadar çalmış. Hepsi ne dilediğini sormuş, o da gün ışığında yukarı çıkmak istediğini söylemiş. Saçlarından yakalayıp yukarı çekerek onu tekrar yüzeye çıkartmışlar. Avcı hemen kralın sarayına gitmiş. Prenseslerden birinin düğünü yapılacağı sırada kral ve üç kızının olduğu odaya girmiş. Prensesler onu görünce bayıldığından kral sinirlenmiş ve avcının çocuklarına zarar vermiş olabildiğini düşünerek onu hemen hapse attırmış. Prensesler kendilerine gelince krala, avcıyı tekrar salıvermesi için yalvarmışlar. Kral nedenini sorduğunda ona bunu anlatamayacaklarını söylemişler fakat babaları, bunu en azından gidip şöminenin ateşine anlatmaları gerektiğini söylemiş ve dışarı çıkıp kapıdan her şeyi dinlemiş. İki kardeşi darağacında astırmış, üçüncüye de en küçük kızını eş olarak vermiş.
Kimsesiz Kuş
Bir gün bir ormancı avlanmaya çıkmış. Daha ormanda çok ilerlememişken çocuk ağlamasına benzer bir ses duymuş. Hemen sese doğru yönelmiş ve çok geçmeden dallarından birinde küçük bir çocuk olan yüksek bir ağaca gelmiş. Kucağında yavrusu olan bir anne, ağacın altına kıvrılıp uyuyakalmış. Yavruyu gören bir avcı kuş, tam onu kapıp götürürken ormancı silahını ateşlediğinde korkudan yavruyu düşürmüş. Giysileri yüksek bir ağacın dalına takılan bebek, ormancı gelene kadar ağaçta asılı bir hâlde ağlamış. Ormancı: “Zavallı küçük yaratık!” demiş kendi kendine ve ağaca tırmanıp yavruyu aşağı indirmiş. “Bu yavruyu eve götüreceğim, küçük Lena’m ile birlikte büyürler.” diye düşünmüş.
Uyanıp da yavrusunu göremeyen anne, büyük bir üzüntü içinde onu bulmak için aceleyle yola koyulmuş. Zavallı yavrusunun ölmüş olabileceğinden çok korkmuş.
O küçük, kaybolmuş bebek; ormancının küçük kızıyla birlikte büyümüş. Birbirlerini o kadar çok seviyorlarmış ki kısa bir süreliğine dahi ayrı kaldıklarında çok üzülüyorlarmış.
Ormancı, yavruya kuş tarafından kaçırıldığı için “Minik Kuş” adını vermiş. Lena ve Minik Kuş, birkaç yıl boyunca birlikte mutluluk içinde büyümüşler. Fakat ormancının, çocukları pek sevmeyen bir aşçısı varmış ve Minik Kuş’un davetsiz misafir olduğunu düşündüğünden ondan kurtulmak istiyormuş. Bir akşam Lena, kadının kuyuya iki kova götürdüğünü ve yirmi seferden fazla, bu kovaları suyla doldurup taşıdığını görmüş.
“Bu kadar suyla ne yapacaksın?” diye sormuş çocuk. “Kimseye bir kelime dahi etmeyeceğine söz verirsen söylerim.” diye cevaplamış kadın. “Kimseye söylemem.” demiş Lena.
“Oh, çok iyi, o zaman buraya bak. Yarın sabah erkenden bunca suyu ateşin üzerindeki kazana koyacağım ve kaynayınca Minik Kuş’u içine atıp akşam yemeği olarak pişireceğim.”

Bunu duyan zavallı Lena, büyük bir endişe içinde Minik Kuş’u bulmaya gitmiş.
“Eğer sen beni terk etmezsen ben de seni terk etmem.” demiş Lena. “Öyleyse…” demiş Minik Kuş. “Ben seni asla ama asla terk etmeyeceğim.”
Lena: “Tamam o zaman.” diye cevap vermiş. “Ben şimdi gidiyorum. Sen de benimle gel çünkü yaşlı aşçı yarın sabah babam avlanmaya gittiğinde erkenden kalkıp seni pişirmek için çokça su kaynatacak. Eğer benimle kalırsan seni kurtarabilirim. Bu yüzden asla beni bırakma.”
“Hayır, asla, asla!” diye haykırmış Minik Kuş.
Çocuklar şafağa kadar uyanık kalmışlar. Sonra da yaşlı cadı suyu hazırlamaya başlayana kadar evden kaçıp çoktan uzaklara varmışlar. Cadı, ateşini yakmış ve su kaynar kaynamaz zavallı, küçük Minik Kuş’u getirip kazana atmak için yatak odasına gitmiş. Yatağa gelip boş olduğunu görünce her iki çocuğun da gitmiş olduğunu fark ederek korkmuş ve kendi kendine: “Çocukları bulamazsam ormancı geldiğinde ne derim? Olabildiğince çabuk aşağıya inip onları yakalaması için birini göndereyim.” diyerek aşağıya inmiş ve çiftçilerden üçünü çocukların peşinden gidip getirmeleri için göndermiş.
Ormanda, ağaçların arasında oturan çocuklar uzaktan adamların geldiğini görmüş. “Seni asla terk etmeyeceğim Minik Kuş!” demiş Lena hemen. “Sen beni terk edecek misin?”
“Asla, asla!” diye karşılık vermiş Minik Kuş. “O zaman…” diye bağırmış Lena. “Sen bir gül ağacına dön, ben de güllerden biri olayım!”
Üç çiftçi, yaşlı cadının bakmalarını söylediği yere gelmiş fakat bir gül ağacı ile bir tanecik gülden başka hiçbir şey bulamamışlar. “Çocuklar burada değil.” diyerek geri dönmüşler ve aşçıya da sadece gül ve çalılık bulduklarını, çocuklardan hiçbir iz olmadığını söylemişler. Yaşlı kadın bunları duyunca sinirlenerek: “Sizi aptallar! Gül çalılığının kökünü kesmeli ve güllerden birini koparıp olabildiğince çabuk getirmeliydiniz. Tekrar gidin.”
Lena, adamların tekrar geldiklerini görünce yine kılık değiştirmiş. Minik Kuş da öyle çabuk değişmiş ki üç çiftçi, yaşlı kadının gönderdiği yere geldiklerince sadece kulesi olan bir mabet bulmuşlar. Minik Kuş mabet, Lena da onun kulesiymiş. Sonra adamlar birbirlerine: “Buraya boşuna gelmişiz. Eve geri dönebiliriz.” demişler. Yaşlı cadı yine sinirlenmiş. “Sizi aptallar!” demiş. “Mabedi ve kulesini buraya getirmeliydiniz. Bu sefer kendim gidip getireceğim!”
Yaşlı cadı, çocukları bulmak için üç çiftçiyi de yanına alarak yola koyulmuş. Uzaktan üç çiftçinin ve arkalarından da yaşlı kadının sallana sallana geldiklerini görünce Lena demiş ki: “Minik Kuş, birbirimizi asla terk etmeyeceğiz.”
“Hayır, hayır! Asla!” diye cevaplamış Minik Kuş. “O zaman sen bir gölete dönüş, ben de üzerinde yüzen bir ördek olayım.”
Yaşlı kadın göleti görür görmez yere uzanıp hepsini içmeye yeltenmiş. Fakat ördek öyle hızlıymış ki gagasıyla yaşlı kadının kafasını tutup onu suyun altına çekmiş ve boğulana kadar orada tutmuş. Sonra iki çocuk normal şekillerine bürünüp üç çiftçiyle beraber evlerine doğru gitmişler. Hepsi de böyle yaşlı bir cadıdan kurtulmuş olmanın mutluluğu içindeymiş. Ormancı, çocuklarıyla beraber ormandaki evinde mutluluk içinde yaşamış. Hatta, hâlâ orada olabilirler.
Su Perisi
Bir gün küçük bir çocuk ve kız kardeşi, bir kuyunun yakınlarında oynuyorlarmış; ikisi de dikkatsiz davrandıkları için kuyuya düşmüşler. Suyun altında bir peri ile karşılaşmışlar, peri onlara: “Şimdi elime düştünüz işte, artık benim her dediğimi yapacaksınız.” demiş. İkisini de taşıyarak evine götürmüş. Eve vardıklarında peri, genç kıza sert ve karmakarışık bir keteni ayırıp örmesini emretmiş, ayrıca ona suyla doldurması için içi delik dolu bir fıçı vermiş; çocuğu da kör bir baltayla ormana yollamış ve ateş için ağaç kesip odun toplamasını söylemiş. Çocuklar, perinin kendilerine bu şekilde davranmasından o kadar bıkmışlar ki perinin dışarıda olacağı bir pazar gününe kadar beklemişler ve kaçmışlar. Fakat peri çok yakınlardaymış ve çocuklar kuşlar gibi uçarak uzaklaşırken onları fark etmiş, koca koca adımlarla peşlerine düşmüş.
Çocuklar uzaktan periyi görmüşler. Küçük kız arkasına doğru kocaman bir fırça fırlatmış, fırça aniden iğne gibi uçları olan bir dağa dönüşmüş ve peri bu dağa tırmanırken çok zorlanmış. Fakat çocuklar perinin dağı aşıp yaklaştığını görmüşler. Bunun üzerine çocuk arkasına bir tarak atmış ve bu tarak, dik dik yüzlerce ucu olan bir tarak dağına dönüşmüş fakat peri bunu da nasıl atlatacağını biliyormuş, güçlükle de olsa dağı tırmanmış. Daha sonra küçük kız arkasına bir ayna atmış ve ayna, kötü perinin tırmanması mümkün olmayacak kadar kaygan bir dağa dönüşmüş.
Peri: “Eve gidip baltamı alayım ve aynayı kırayım.” diye düşünmüş. Ancak geri dönüp aynayı kırdığında çocuklar çoktan onun yakalayamayacağı kadar uzağa gitmişler. Peri de tekrar kuyuya dönmeye mecbur kalmış.