Читать книгу Aşk başka yerde (Elif Usman) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Aşk başka yerde
Aşk başka yerde
Оценить:
Aşk başka yerde

4

Полная версия:

Aşk başka yerde

İlk birkaç gün o kadar mutluydu ki gerçekten de önemsemiyordu. Ama sonra giderek ağır gelmeye başladı sokakta yürürken üzerinde hissettiği bakışlar. Çocukların onu görünce korkuyla kaçıp saklanmaları… Sürekli arkasından onu takip eden fısıltılar… Görmemeye ve duymamaya çalışsa da, istenmediğini hissetmek, bir nefret çemberiyle kuşatılmış olmak dayanılmazdı.

İhsan’ın tüm bunlara rağmen yüzsüzce orada kalmaya, köylerinde yaşamaya, denizlerinden ekmeğini çıkarmaya devam etmesi, başta Cafer olmak üzere köydeki herkesin sinirini bozuyordu. Bu kendini bilmez katil onları hiçe sayıyordu, umursamıyordu, hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ediyordu. Buna izin veremezlerdi.

Vermediler de. Bir şafak vakti balığa çıkmak için sahile gelen İhsan, teknesini alevler içinde yanarken buldu. Anasının yasağına rağmen İhsan’a yardım etmeye gelen Umut da, sahile vardığında İhsan’ı gözleri dolu dolu, yanan teknesine bakarken buldu.

Acı bir çığlık koptu Umut’un dudaklarından. Atıldı. Umutsuzca söndürmeye çalıştı yangını. İhsan onu durdurdu. Artık çok geç olduğunu biliyordu.

“Umut” yok olmuştu. Geride külleri bile kalmamıştı. Tamamen ortadan kaybolmuştu. Bir zamanlar adıyla İhsan’ı ölümün eşiğinden döndüren, ona yeni bir yaşamın mümkün olduğu umudunu veren bu tekne, şimdi de her şeyin bittiğini, bu acımasız dünyada umuda yer olmadığını anlatan bir işarete dönüşmüştü. İhsan’ın içinde filizlenen umudu öldürmüştü.

Umut, İhsan’a baktığında, umudunu kaybetmiş bir adamın gözlerini gördü. Tıpkı onu ilk gördüğü günkü gibi, bir ölününkilere benziyordu gözleri. Yaşam parıltısı sönmüş, donuklaşmıştı. Yüzü bembeyaz, elleri kaskatı kesilmişti. Her haliyle aynı o günkü gibiydi. Aynı bir ölü gibiydi.

İhsan hiçbir şey söylemeden Umut’un saçlarını okşadı, sonra dönüp yürümeye başladı.

Umut peşinden koştu. “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.

İhsan durdu, Umut’a bir an sessizce baktı.

Dünyanın bütün umutsuzluğu toplanmıştı yüzünde.

“Başka bir yere,” dedi sonra.

Dünyanın bütün umutsuzluğu toplanmıştı sesinde.

Döndü, yürümeye devam etti. Bir daha da dönüp arkasına bakmadı.

Umut olduğu yerde kalakaldı.

O başka yerin neresi olduğunu soramadı.

Gözlerinden yaşlar boşandı.

Arkasından bakarken İhsan’ı bir daha hiç göremeyeceğini hissetti. Ama yine de onu durdurmaya, gitmesine engel olmaya çalışmadı. Anlamıştı… İhsan’ı o köyde yaşatmayacaklarını anlamıştı. İhsan için o teknenin taşıdığı anlamı kavramıştı. Umudunun nasıl yok olduğunu gözleriyle görmüştü. Söylenebilecek hiçbir şey yoktu.

İşte böyle gitti İhsan. Umut onu son kez, bir şafak vakti, alacakaranlığın içinde gözden kaybolmasından bir an önce gördü. Sonraları onu düşünürken hep o anı hatırladı. İhsan’ın geceyle gündüz arasındaki mavilikte gözden kaybolduğu o anı… Belki bir gün tekrar karşılaşacaklarını hayal etti Umut.

Başka bir yerde…



İhsan’ın gidişinden sonra köyde hayat hızla eski şeklini aldı. Umut da uzun zamandır ihmal ettiği babasına döndü. Babasının mezarını haftalardır ziyaret etmemişti. Onu ihmal ettiği için suçlu hissediyordu kendini. Bu yüzden içinde garip bir korkuyla yürüdü mezarlık yolunda. Sanki babası mezarından fırlayıp ona kızacaktı. Hayır, daha da kötüsü, ona kızmayıp dargın gözlerle bakacaktı. Babasının mezarına yaklaştıkça içindeki korku büyüyordu.

Mezarın başına geldiğinde hiç beklemediği bir sürprizle karşılaştı. Gözleri hayretle büyüdü. Babasının mezarının hemen yanında, topraktan bir filiz fışkırmıştı. Birden Umut’un yüzüne geniş bir tebessüm yayıldı. Sonunda hayali gerçek olmuştu. Babası bir ağaca dönüşmüştü.

Ölümden doğan yaşam, Umut’un küçük yüreğini aydınlattı ve Umut, o ağacın gölgesine sarıldı.

2. BÖLÜM

Aşk

“Aşkın gizemi, ölümün gizeminden daha büyüktür.”

OSCAR WILDE

Cavidan Hanım tuvalet masasının başında oturmuş, gözlerini aynadaki yansımasından ayırmadan saçlarını tarıyordu. Yıllardır makas değmemiş beyaz saçları, oturmakta olduğu taburenin ayaklarına dek uzanmaktaydı. Bu yüzden, elindeki fırça saçlarının ucuna ulaşamadan tekrar başa dönüyor, tekdüze bir şekilde aynı hareketleri yapmaya devam ediyordu.

Üzerinde sadece başını ve ellerini açıkta bırakan, uzun, beyaz bir gecelik vardı. Geceliğin altında saklanan bedeni bir deri bir kemik kalmıştı. Kırış kırış olmuş ince yüzü, üzerindeki gecelik ve saçları kadar beyazdı. Kaşlarıyla kirpikleri neredeyse tamamen dökülmüş, renksiz dudakları buruşmuştu. Kömür karası gözleri delice bir parıltıyla ışıldamasa, görünümünün bir cesetten farkı kalmayacaktı.

Odada duvardaki saatin tiktakları dışında bir ses duyulmuyordu. Cavidan Hanım, hiç gerek olmadığı halde dakikalarca saçını taradıktan sonra fırçayı elinden bıraktı. Ayağa kalktı. Bir hayalet gibi süzülerek ilerledi. Yatağının kenarına oturdu. Odadaki tek ışık kaynağı olan başucu lambasını kapatmadan önce komodinin üzerindeki fotoğrafa baktı. Çok güzel bir kız çocuğunun fotoğrafıydı bu. Cavidan Hanım’ın uzun tırnaklı, korkunç elleri okşar gibi gezindi fotoğrafın üzerinde. Yüzünde adeta aşk dolu bir tebessüm belirdi.

Birden o sesi yine duydu. Bir çeşit kemirme sesini anırıyordu. Bir fareye ait olduğuna inandığı ses yıllardır peşini bırakmıyor, olup olmadık zamanlarda onu rahatsız ediyordu. Bazen o kadar şiddetleniyordu ki, bu sesi bir değil birçok farenin çıkardığını düşünüyordu Cavidan Hanım. Evin içinde bir yerlerde gizlenmiş fareler yaşadığından neredeyse emindi. Ama fareler asla bulunamıyorlar, yakalanamıyorlar, göze görünmüyorlardı. Seslerini de Cavidan Hanım’dan başkası duymuyordu nedense.

O gece de fareler korosunun her zamanki şarkısının bitmesini bekleyerek yatağının üzerinde büzüldü Cavidan Hanım. Bu sesi duyarken uyuması imkânsızdı. Onların bir kere başladılar mı sabaha kadar susmayacaklarını da önceki deneyimlerinden biliyordu. Bu yüzden elleriyle kulaklarını kapatarak bir süre bekledikten sonra doğruldu. Komodinin çekmecelerini açarak uyku ilacını aradı. Sonunda buldu. Ama şişe boştu.

Ses kafasında uğuldamaya başladığı için düşünemiyordu. Böyle zamanlarda hep olduğu gibi oda etrafında dönüyordu. Paniğe kapıldı. Sanki canına kastedilmiş gibi avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.

“Sabahat! Sabahaaatttt!”

Evin tek hizmetçisi olan Sabahat, alt kattaki odasında kaza namazını kılmaktaydı. Cavidan Hanım’ın bağırışını duyduğu halde kılı kıpırdamadı. Zaten namazı yarım bırakıp yukarı koşması olacak iş değildi. Günahtı. İsterse yanında adam boğazlasınlar, yine de umurunda olmazdı.

Cavidan Hanım’ın durmaksızın “Sabahaaattt!” diye bağıran sesi eşliğinde hiç istifini bozmadan namazını kılmaya devam etti. Sonunda selam verdi, ağır ağır doğruldu, seccadesini topladı, başındaki örtüyü çıkardı. Odadan çıkıp Cavidan Hanım’ın odasına yollandı. Fare kapanlarıyla dolu merdivenleri çıktı, fare kapanlarıyla dolu koridoru geçti, Cavidan Hanım’ın odasına vardı. Kapıyı çalma gereği duymadan açtı. İçeri girdi.

Cavidan Hanım delirmek üzereydi. Atmaca gibi üstüne atıldı içeri giren hizmetçisinin.

“Neredesin sen? İki saattir sana sesleniyorum!”

Sabahat son derece sakin bir sesle karşılık verdi.

“Namaz kılıyordum.”

Cavidan Hanım onu duymamış gibi, gözlerini odanın içinde gezdirerek, “Bu ses beni çıldırtacak bir gün,” diye söylendi.

Sabahat, “Ne sesi?” diye sormadı. “Siz çoktan çıldırmışsınız zaten,” de demedi. İyi bir hizmetçi olarak, aklından geçenleri kendine saklamayı yıllar önce öğrenmişti. Çok gerekmedikçe konuşmazdı. Çoğu zaman olduğu gibi yine susmayı seçti.

Cavidan Hanım ise söylenmeye devam ediyordu.

“Yakalayamadın gitti şu fareleri. Ne beceriksiz şeysin.” Sabahat bu fare meselesi ilk çıktığında, yani yaklaşık otuz yıl önce, evde fare mare olmadığını, bahçedeki onlarca kedinin de zaten buna müsaade etmeyeceğini hanımına anlatmaya çalışmıştı. O vakitler gençti tabii, cahildi; şimdiyse elli yaşına gelmiş, tecrübelenmişti. Artık kendini boşu boşuna yormamayı, bazı insanlara laf anlatmanın imkânsız olduğunu anlamıştı.

Cavidan Hanım boş ilaç şişesini göstererek, mızmız bir çocuk gibi ağlamaklı bir sesle, “Uyku ilacım da bitmiş. Nasıl uyuyacağım ben şimdi!” dedi.

Sabahat, konuşmasını gerektiren bir durumla karşı karşıya olduğuna kanaat getirerek ağzını açtı.

“Aşağıda var. Getireyim.”

Cavidan Hanım’ın bir şey demesine fırsat bırakmadan harekete geçti. Odadan çıktı. Kısa bir süre sonra da elinde dolu bir ilaç şişesi ve bir bardak suyla döndü. Şefkatli bir anne edasıyla hanımına ilacını içirdi, sonra da yatağına uzanmasına yardım etti.

“Ben uyuyana kadar gitme,” diye buyurdu Cavidan Hanım.

Sabahat, yatağın yanındaki koltuğa ilişti. Gözlerini boşluğa dikti, Cavidan Hanım’ın uykuya dalmasını beklemeye koyuldu. Cavidan Hanım derin bir iç geçirdi.

“Eda burada olduğu zaman sesleri kesiliyor. Ama o yokken… Bir türlü rahat huzur vermiyorlar bana.”

Sabahat Hanım, “Az kaldı,” dedi.

Cavidan Hanım şaşırdı. “Neye az kaldı?”

Sabahat, onu daha fazla kelime sarf etmek, bu suretle de çenesini yormak zorunda bırakan hanımına sıkıntıyla baktı.

“Yaz tatiline,” dedi.

Cavidan Hanım’ın yüzü aydınlandı.

“Kaç gün kaldı okulların kapanmasına?”

Hemen her gün bu soruyu cevaplayan Sabahat, bir an bile düşünmeden cevapladı.

“Yirmi iki.”

“Yirmi iki,” diye tekrarladı Cavidan Hanım sevinçle. Sonra birden yüzü düştü.

“Ne düşünüyorum biliyor musun?”

“Nerden bileyim, müneccim boku mu yedim,” dedi gözleriyle Sabahat.

“Eda’yı kolejden alsam… Burada, hep yanımda kalsa…”

“Zavallı çocuk delirir,” diye geçirdi içinden Sabahat. Ama elbette hiçbir şey söylemedi. Buna gerek de kalmadı. Cavidan Hanım hemen kendi sözüne itiraz etti çünkü.

“Ama olmaz! Bu iğrenç yerde çürümemeli o da benim gibi! Büyük şehirlerde yaşamalı! En iyi okullarda okumalı! Herkesler-den akıllı, herkeslerden üstün olmalı!”

Cavidan Hanım başını çevirip, gözlerini komodinin üstündeki fotoğrafa, Eda’nın gülümseyen yüzüne dikti. Sayıklar gibi konuşmaya devam etti.

“Hayatı benimki gibi ziyan olmamalı! Çok güzel bir hayat sürmeli o! Çok mutlu olmalı!”

Uzun bir sessizlik oldu. Cavidan Hanım Eda’nın, biricik evlatlığının geleceğiyle ilgili hayallerine dalmıştı. Derken, etkisini göstermeye başlayan ilaç yaşlı kadını hayal dünyasından alıp uykunun kucağına bıraktı.

Sabahat, hanımının en azından on saat uyanmayacağını biliyordu. İlaç içtiği geceler, bir kere uykuya daldı mı öğlene kadar komada gibi uyur, yanı başında top patlasa uyanmazdı. Yine de bir süre daha oturmaya devam etti Sabahat. Cavidan Hanım’ın horultusu odayı dolduruncaya dek bekledi. Sonra, özgürlüğüne kavuşmuş bir mahkûm sevinciyle kalktı oturduğu yerden. Yüzündeki maske düştü. Büyük bir nefretle baktı uyumakta olan yaşlı kadına. Ah, nasıl da nefret ediyordu ondan!

Bütün hayatı onunla geçmişti. O eve besleme olarak alındığında henüz on bir yaşındaydı. Ağanın kızı Cavidan’la aynı yaştaydılar. Bazen beraber oynarlardı. Ama Cavidan üstünlüğünü hep hissettirirdi ona. “Ben bir prensesim, sen ise benim hizmetçimsin,” derdi. Bey babasından, onun her dediğini yapacak, istediği gibi kullanabileceği bir oyuncak istemiş, bey babası da öksüz bir çocuk olan Sabahat’ı almıştı. Gerçekten de çocukluklarında Cavidan’ın oyuncağı gibiydi Sabahat. Cavidan sıkılmasın diye onu eğlendirmek zorundaydı. İstediği her zaman onunla oyun oynamak zorundaydı. Cavidan’ın bütün emirlerini yerine getirmek zorundaydı. Cavidan kızdığı zaman onu istediği gibi tartaklamakta özgürdü, ama o, ağzını açıp tek kelime edemezdi. Hayatında hiç karşı gelmemişti Cavidan’a. Dilinin ucuna kadar gelen bütün sözleri yutmuştu. Gözyaşlarını içine akıtmıştı. Cavidan’dan nefret ettiği için kendini suçlamış, geceler boyunca Allah’a dua ederek af dilemişti. Çünkü, o eve alınmasa kim bilir ne halde olacağı; velinimeti olan, ona yatacak sıcak bir yatak ve yiyecek ekmek veren insanlara hayatı boyunca minnet duyması gerektiği öğretilmişti ona. Ama ne kadar dua etse de bitmemişti nefreti. Ruhunun kıskançlıkla zehirlenmesine engel olamamıştı.

Sahip olamadığı, asla da olamayacağı her şeyin sembolü gibiydi Sabahat için Cavidan. Zengindi, prensesler gibi bir hayat sürüyordu, bir dediği iki edilmiyordu, yediği önünde yemediği ardındaydı. Özel öğretmenleri, güzel giysileri, hizmetçileri, atları, her şeyi ama her şeyi vardı. Ne istese anında oluyordu. En çok da onun üzerine titreyen bey babasını kıskanırdı Sabahat. Benim de böyle bir babam olsaydı, şimdi bir besleme olmazdım diye geçirirdi içinden. Hayallerinde rolleri tersine çevirmeye, kendini ağanın kızı, Cavidan’ı ise kölesi olarak düşünmeye bayılırdı. Rüyalarında, Cavidan’ın yaptıklarının bin beterini yapardı ona. Artık beğenmediği eski giysilerini suratına fırlatır, onunla alay eder, emirler yağdırırdı. Sonra da dünyanın en mutlu insanı olarak uyanırdı. Gördüklerinin sadece bir rüya, gerçeğin ise aynı olduğunu anlayana dek gülümserdi yattığı yerde.

Yıllar Cavidan’ın gölgesinde geçmişti. Genç kız olduklarında bir tek avuntusu vardı Sabahat’ın. Cavidan çok çirkindi. Çocukluğundaki güzelliği büyüdükçe kaybolmuş, çirkin mi çirkin bir genç kıza dönüşmüştü. Sabahat, banyo yaptığı günler, giyinmeden önce aynanın karşısına geçer, kendini seyrederdi. Dolgunlaşmış göğüslerine, ince beline, yuvarlak kalçalarına bakarken ne kadar güzel olduğunu düşünürdü. Hemen ardından da Cavidan’ın vücudu gelirdi aklına. Onun banyo yapmasına, giyinmesine yardım ettiği için vücudunu ezberlemişti. Güzel, şık, pahalı elbiselerin altına saklanan vücudunun ne kadar zayıf, ne kadar çirkin olduğunu gören yoktu. Doğrusu buna üzülüyordu Sabahat. Ama yüzünü herkes görüyordu ya. Ne kadar makyaj yapsa da suratının çirkinliğini gizleyemiyordu. Oysa Sabahat’ın vücudu gibi yüzü de güzeldi. Bir gören dönüp bir daha, bir daha bakıyordu. Daha şimdiden kaç tane isteyeni çıkmıştı. Cavidan’ı ise ağa kızı olduğu halde kimse istemiyordu.

Artık Cavidan’ın onu, güzelliğini kıskandığını hissediyordu Sabahat. Bu, ona tarifsiz bir haz veriyordu. Yıllardır kıskandığı kişi tarafından kıskanılmak… En büyük arzusu gerçekleşmiş gibi mutlu ediyordu bu durum onu. Kıskançlık yüzünden Cavidan’ın ona çok daha kötü davranmaya başlaması bile umurunda değildi. Kendisini her fırsatta aşağılamasına, herkesin içinde küçük düşürmeye çalışmasına, köpek gibi çalıştırmasına içerlemiyor değildi ama kurtuluşunun yakın olduğunu düşünmek ona güç veriyordu. Öyle ya, bu kadar isteyeni varken evde kalacak değildi. Elbet birine varacak, o evden de Cavidan’dan da kurtulacak, kendi evinin hanımı olacaktı.

Ama bu hiç olmadı. Ağa onu kimseye vermiyordu. Bütün talipleri bir bahane bulup başından savıyordu. Sabahat, çok geçmeden beyinin bu anlaşılmaz tavrının nedenini öğrendi. Hem de olabilecek en acı şekilde…

Bir gece odasına girdi bey. İçkiliydi ama sarhoş değildi. Ne yaptığını gayet iyi biliyordu. Dahası buna hakkı olduğunu düşünüyordu. Şaşırdı Sabahat. Karşı koymaya çalıştı. Ama beyin güçlü kolları onu kıskaç gibi kavradı. Hareket etmesine izin vermedi. Bağırmaktan başka çaresi yoktu Sabahat’ın. Ama bağıramadı. Korktu. Teslim oldu.

Bey ölene dek bu böyle sürdü gitti. Dedikodular hızla yayıldı. Sabahat’ı isteyen kimse kalmadı. O artık kirlenmiş, ağanın kapatması olmuştu. Ağanın karısı öldükten sonra boş bir umuda kapıldı Sabahat. Uzun bir süre, beyin belki de onunla evleneceğini hayal ederek kendini avuttu. Aslında beyin niyeti de buydu. Çünkü gönlünü hepten kaptırmıştı genç ve güzel kapatmasına. Ama Cavidan buna razı gelmedi. Her zaman olduğu gibi de babasına sözünü geçirdi. Sabahat da elden gitmiş namusuyla kaderine boyun eğdi. Hiç evlenmedi. Ağasından başka erkek tanımadı.

Cavidan’ın düğün günü, Sabahat’ın hayatının en mutlu günüydü. Bu dünyada en nefret ettiği insanın yıkımını büyük bir zevkle seyretti. Biraz da bu yüzden, ağa öldükten sonra da ayrılmadı o evden. Cavidan’ın gözü önünde eriyip bitmesini, giderek daha büyük bir yalnızlığa gömülmesini, acı çekmesini izlemek zevkinden kendini mahrum edemezdi. Bütün çektiklerinin ödülü gibiydi Cavidan’ın ona muhtaç aciz bir çocuğa dönüşmesi. Yaşarken ölmesi… O görkemli çiftliğin adeta mezarı haline gelmesi…

Evet, nefret ediyordu ondan. Tam da bu yüzden ondan ayrılamıyordu. İntikamının alındığını görmek, Allah’a olan inancını arttırmıştı. Sabahat’a göre bütün bu olanlar ilahi adaletin mutlak sonucuydu. Teşekkür için namaz kılıp oruç tutmaya başlamıştı. Bir gün oradan, Cavidan’dan kurtulma isteğini ve umudunu ise hiç kaybetmemişti. Sadece doğru zamanı bekliyordu.

İşte şimdi o doğru zaman gelmişti. Başucunda durmuş, nefretle hanımının yüzüne bakarken ve bütün geçmişi bir film gibi gözlerinin önünde akarken, “Yarın,” diye geçirdi içinden Sabahat. “Yarın, ona söyleyeceğim.” Kim bilir ne kadar şaşıracaktı. Yüzünün alacağı şekli görmek için sabırsızlanıyordu. Ama sabahı beklemek zorundaydı. Cavidan Hanım’ın en savunmasız olduğu zaman, Sabahat’ın ona sabah banyosunu yaptırdığı zamandı. Küvetin içinde büzülmüş, Sabahat’ın onu yıkamasını beklerken, bir çocuktan farksız olurdu. O kadar aciz, o kadar savunmasız…

“Bir an evvel sabah olsa,” diye söylendi kendi kendine Sabahat. O gece gözüne mümkün değil uyku girmeyecekti. Yine de odasına gitti. Yatağına girip gözlerini pencereye dikti. Sabahı beklemeye koyuldu.



“Ben evleniyorum, Hanımım.”

Cavidan Hanım bir deri bir kemik kalmış, buruş buruş olmuş bedeniyle küvetin içinde büzülmüşken, zavallı bir çocuk gibi derisi yüzülürcesine keselenirken, gününün en aciz anını yaşamaktayken, kısacası tam zamanında söylemişti bunu Sabahat. Ve tam da hayal ettiği gibi, ıslak başını kaldırıp şaşkınlıkla baktı ona Cavidan Hanım.

“Ne? Ne dedin sen?”

Sabahat, hanımının sırtını keselemeye devam ederken, çok olağan bir hadiseden bahsediyormuşçasına sakin bir sesle tekrarladı.

“Evleniyorum, dedim.”

O saat ayıldı Cavidan Hanım. Oysa her sabah, banyodan sonra peş peşe üç fincan sert kahve içmesi gerekirdi uyku ilacının etkisinden tamamen sıyrılıp ayılması için.

“Nasıl?! Nasıl evleniyorsun?” diye haykırdı bir kat daha şaşkın bir sesle.

Sabahat, geceden beri beklediği anı yaşamanın verdiği büyük hazla ona baktı. Cavidan Hanım’ın yüzü tam da tahmin ettiği şekle bürünmüştü. Şaşkın bir köpek yavrusunu andırıyordu bu haliyle.

“Basbayağı,” dedi gülmemek için kendini güç tutarak.

Cavidan Hanım kulaklarına inanamıyordu. Sabahat’ın gülmekle gülmemek arasında kalmış garip ifadesine bakarken cılız bir umut belirdi içinde.

“Dalga geçiyorsun benimle, değil mi? Söyle, dalga geçiyorum de.”

Sabahat anında ciddileşti.

“Hayır.”

“Ama çok saçma bu… İmkânsız… Bu yaşta nasıl koca buldun?”

Sabahat bozulur gibi oldu.

“Ne varmış yaşımda?”

Cavidan Hanım, bu soruya cevap verme lüzumu görmedi. Onun yerine ellili yaşlarını sürmekte olan hizmetçisini şöyle bir süzmekle yetindi. Sonra da damdan düşer gibi sordu.

“Kimmiş o?”

“Kim kimmiş?”

“Kim olacak? Koca adayın!”

“Rüstem Bey mi?”

“Nereden bileyim ben? Adı neyse işte.”

Sabahat, müstakbel kocasının kim olduğunu balandıra ballandıra anlatmaya koyuldu. Hanımına hava atma fırsatını yakaladığı için çok sevindiği her halinden belliydi.

“Adı, Rüstem Hakgüder. Emekli bir avukat. Kasabada oturuyor. Kendi evi, arabası var. Hali vakti yerinde anlayacağınız. On sene evvel boşanmış karısından.”

Cavidan Hanım, bir açığını yakalamış gibi sabırsızlıkla atıldı.

“Dul demek?”

Sabahat bunu ağzından kaçırdığı için anında pişman olmuştu. Ama renk vermedi. Savunmaya geçmeyi tercih etti.

“Evet, dul. Ne olmuş?”

“Niye boşanmış karısından?”

“Onun bir kabahati yok. Kadın zillinin tekiymiş. Evlerini boyayan boyacıyla kırıştırıyormuş. Rüstem Bey şüphelenmiş. Bir gün eve mahsustan erken dönmüş. Kapıyı çalmamış, anahtarıylan açmış. Bir de ne görsün? Karısıyla boyacı yatak odasında, alt alta, üst üste. O saat boşamış karıyı. “

“O karı başınıza bela olur, benden söylemesi.”

“Olamaz.”

“Neden?”

“Boyacıyla beraber kaçıp gitmişler buralardan. Nerde olduğunu bilen yok.”

Cavidan Hanım bir süre sustu. Durumu kafasında evirip çeviriyordu. Hiç ama hiç hoşuna gitmemişti bu iş. Neden sonra, “Nerede tanıştınız?” diye sormak aklına geldi.

Hiç düşünmeden yanıtladı Sabahat. “Elektrik idaresinde. Kuyrukta beklerken.”

Cavidan Hanım, gözlerini kısarak öfkeyle ona baktı.

“Demek faturaları ödemeye gittiğinde bu yüzden dönmek bilmiyordun.”

Sabahat pişkin bir edayla yanıtladı.

“Evet.”

“Utanmadan kabul ediyorsun ha! Pis rezil!”

“Bunda utanacak bir şey yok. Birbirimize âşık olduk. Suç mu bu?”

Cavidan Hanım bir kahkaha kopardı.

“Hah hah hah hah! Âşık mı oldunuz? Hiç güleceğim yoktu Sabahat, çok yaşa emi!”

Sabahat’ın gözlerinde acımasız bir parıltı belirdi.

“Gülün bakalım. Bilmiyorum sanki niye güldüğünüzü!”

Cavidan Hanım’ın kahkahasını bıçak gibi kesti bu söz.

“Yaa… Niye gülüyor muşum? Söyle de ben de bileyim.”

“Beni kıskandığınız için!”

Cavidan Hanım aniden öfkeyle doğruldu küvetin içinde. Çıplak vücudundan sular akıyor, gözlerinden ateş fışkırıyordu.

“Ben mi seni kıskanıyorum! Neyini kıskanayım senin be! Sadece acıyorum sana. Bu yaşta kendini gülünç duruma düşürüyorsun. Aptal! Aşkmış… Buna sadece budalalar inanır! Bu yaşa geldin de aşk diye bir şey olmadığını hâlâ öğrenemedin mi! O kocan olacak adam sana yalan söylüyor! Bir hizmetçiye ihtiyacı var belli. Ama para da vermek istemiyordur pinti herif! Aşk yalanlarıyla kandırıp bedavaya getirmek varken, niye para ödesin? Sen de kanıyorsun buna ha! Demek kırk senedir hiçbir halt öğrenememişsin benden! Gerizekâlı!”

Sabahat daha fazla dayanamadı. Bir anda kaybetti soğukkanlılığını. Delirmiş gibi bağırdı.

“Yeter!”

Cavidan Hanım şaşırarak sustu. Kırk senedir ilk defa böyle bir tepki vermişti Sabahat. Kırk senedir ilk defa bağırmıştı. Hem de ona… Hanımına… O kadar şaşkındı ki hiçbir şey söyleyemedi. Sabahat’ın yüzüne bakakaldı.

Sabahat nefretle fısıldadı.

“Kıskanıyorsunuz beni! Deli gibi kıskanıyorsunuz!”

Yüzünü Cavidan Hanım’ın yüzüne yaklaştırdı.

“Hep kıskandınız! Sizden daha güzelim diye hasedinizden çatladınız hep! Bey babanız beni daha çok seviyor diye deliye döndünüz! Siz evde kaldınız diye benim de evde kalmamı istediniz! Ama olmadı işte. Öyle olmadı. Bu yaşta da olsa koca buldum! Sizin gibi kuruyup gitmekten kurtuldum! Ondan çekemiyorsunuz beni!”

Bir an susup, karşısında korkunç bir yaratık gibi dikilen hanımını tiksintiyle süzdü.

“Şu halinize bakın.”

Birden hızla döndü. Tam arkasında durmakta olan, buğulanmış aynayı eliyle sildi. Cavidan Hanım’ın kendini görebilmesi için kenara çekildi ve haykırdı.

“Bakın, nasıl da insanlıktan çıkmışsınız. Gerçi gençken bile çirkindiniz ama şimdi size çirkin demek az kalır.”

Cavidan Hanım donup kalmıştı. Sanki ilk defa görüyormuş gibi bakıyordu kendine. Gördüğü korkunç manzara karşısında ağlamaklı oldu. Dayanamadı daha fazla bakmaya. Başını çevirecek oldu. Ama Sabahat izin vermedi buna. Başını zorla tutup tekrar aynaya doğru çevirdi.

“Bir de bana bakın. Aynı yaşta olduğumuza kim inanır! Hâlâ gencim, güzelim ben. Siz de biliyorsunuz bunu!”

Cavidan Hanım’ın gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Zamanın adaletsizliği apaçık karşısında duruyor, aynadan ona bakıyordu. İnkâr edemeyeceği kadar netti gerçek.

Bir an için zaman durdu sanki. İki kadın hiçbir şey söylemeden aynaya bakıyorlardı. Cavidan Hanım balmumundan bir heykel gibi hareketsiz, gözlerini bile kırpmadan duruyordu. Sabahat ise nefes nefeseydi, soluk alıp verişleri hızlanmıştı.

“Sizden nefret ediyorum! Bu eve adımımı attığım günden beri nefret ediyorum.”

Sonunda söylemişti. Yıllardır içine attığı gerçeği onun yüzüne haykırmıştı. Cavidan Hanım şok olmuştu. Onu şok eden Sabahat’ın ondan nefret etmesi değildi. Bunu yıllardır biliyordu zaten. Hiçbir zaman da umurunda olmamıştı. Onu şok eden, Sabahat’ın bunu söylemesiydi. Söyleyebilmesiydi.

Yığılırcasına çöktü küvetin içine. Başını dizlerine dayadı, kollarını bacaklarına doladı. Büzüldükçe büzüldü. Küçücük oldu. Uzun süre öyle ve sessiz kaldı.

Sabahat ise bir kere çözülmüştü, kolay kolay duracak değildi. Ruhunda birikmiş kini kusmaya devam etti.

“Beni köleniz bellediniz. Bir gün insan muamelesi yapmadınız. Hayatımı mahvettiniz. Biliyor musunuz, kaç defa ölmenizi diledim? Geberip gitse de kurtulsam dedim. Ama kötüler uzun yaşarmış. Siz de bu gidişle herkesi gömersiniz. Benim bekleyecek sabrım kalmadı gayrı. Gidiyorum!”

Cavidan Hanım ancak o zaman başını kaldırdı. Korku dolu gözlerle Sabahat’a baktı.

bannerbanner