Читать книгу Aşk başka yerde (Elif Usman) онлайн бесплатно на Bookz
bannerbanner
Aşk başka yerde
Aşk başka yerde
Оценить:
Aşk başka yerde

4

Полная версия:

Aşk başka yerde

Elif Usman

Aşk Başka Yerde

Bize öğrettikleri her şey yalanmış çünkü…

Tek acı çekmekmiş doğru olan.

CHARLES DICKENS Büyük Umutlar

1. BÖLÜM

Ölüm

“Ölüm geliyor aklıma birden ölümBir ağacın gövdesine sarılıyorum.”CEMAL SÜREYA

Umut, tabutun bulunduğu odaya girdi. Oda kapısını arkasından usulca kapattı. Bir an durup nefesini tutarak, küçük odanın ortasında, bir masanın üzerinde durmakta olan tabuta baktı. İçinde korkuyla merak savaş halindeydi. Ne yapacağını bilemeyerek öylece kaldı bir süre kapının önünde. Savaşın sona ermesini bekledi. Ve sonunda merak kazandı. Umut, zayıf bacaklarıyla tabuta yaklaştı. Kapalı perdelerden içeri güçlükle sızan gün ışığı odayı aydınlatmayı başaramıyor, sadece gizemli bir loşluk yaratıyordu. Umut’un merakını kamçılayan, aynı zamanda korkusunu da besleyen tek şey bu sıradan odaya gizem katan loş ışık değildi ama. Koku da vardı. Odanın havasını iyice ağırlaştıran tuhaf bir koku… Umut’un hayatında ilk kez duyduğu bu koku ölümün kokusuydu.

Nefesini tutarak o kokuyu duymamaya çalıştı Umut. Parmaklarının ucunda yükselerek tabuta ulaşmayı denedi. Başaramadı. Duvarın kenarındaki sandalyeyi aldı. Üstüne çıktı. Artık aşağıdan değil yukarıdan bakıyordu tabuta. Küçük elleri titreyerek tabutun kapağını kaldırdı. Babası, sırt üstü yatmış, ellerini göğsünde kavuşturmuş, uyuyor gibi görünüyordu. Gözleri ve ağzı, bir daha hiç açılmamak üzere sımsıkı kapanmıştı. Merak ile korkunun savaşından yine merak galip çıktı. Umut, elini uzatarak babasına dokundu. Kaskatı ve buz gibi soğuktu. Ama sanki ateşe değmiş de yanmış gibi irkilerek elini geri çekti Umut. O kadar hızlı davranmıştı ki aniden dengesini kaybetti ve sandalyeyle beraber yere devrildi.

Kan ter içinde uyandı. Gözlerini açıp da rüya gördüğünü anlayınca rahatladı bir anda, içi sonsuz bir sevinçle doldu. En büyük dileği gerçekleşmiş gibi mutlu hissetti kendini. Gerçekten de son iki gündür içinden hep, “Uyusam, uyansam ve her şey rüyaymış meğer olsa!” diye geçirmişti. İşte şimdi, her şeyin meğer rüya olduğunu anlamanın rahatlatıcı sevincini ve hafifliğini duyuyordu. Kendi kendine gülümseyerek hafifçe doğruldu. Rüyasında gördüğü odada, divanın üzerinde yatıyordu. Hava kararmıştı. İçeriden belli belirsiz bir takım sesler geliyordu. Birden tüm sesleri bastıran bir ses duyuldu. Köyün imamı mevlit okumaya başlamıştı. Cırtlak sesiyle avazı çıktığı kadar bağırmak suretiyle, okuduklarına kendince duygu katmaktaydı. Fonda duyulan ve giderek şiddetlenen ağlama sesleri de bu konuda başarılı olduğunu ispatlıyordu.

Umut, kafasına şiddetli bir darbe indirilmiş gibi bir anda gerçeği kavradı. Rüya değildi… Babasının ölümü rüya değildi. Sabahki cenaze töreni de rüya değildi. İmamın mevlit okuyan sesi kadar gerçekti. İki gün önce teknesine atlayıp denize açılmıştı babası. Umut da gitmek istemişti onunla. O gün okul yoktu çünkü pazar günüydü. Evde sıkılacaktı. Hafta sonları balığa çıkarken Umut’un da onunla gelmesine genelde izin veren babası, nedense o gün karşı çıkmıştı buna. “Hayır, bugün gelemezsin, evde kal, anana yardım et,” demişti. Kızmıştı Umut ona. Ama hiçbir şey söylememişti. Söyleyemezdi; korkardı, çekinirdi babasından. Bir gün bile elini kaldırmamıştı oysaki babası ona. Bir gün bir fiske vurmamıştı. Köyde çocuğunu dövmeyen tek baba oydu. Bir şeye kızdığı zaman sadece bakardı; ama öyle bir bakardı ki Umut o an yerin dibine girmeyi, bir daha da çıkmamayı dilerdi. O kadar utanırdı kendinden.

Anası çok döverdi, ama ondan hiç korkmazdı Umut. O ne kadar vursa da babasının bir bakışı kadar acıtamazdı Umut’un canını. Ne kadar kızsa, bağırsa da babasının sessizliği kadar işlemezdi içine. Bu yüzden daha çok korkardı babasından ve yine bu yüzden daha çok severdi onu. O günkü gibi bazen çok kızsa da içinden, yine severdi. Onun üstüne, ellerine, kıyafetlerine sinmiş deniz ve balık kokusunu da, onunla beraber balığa çıkmayı da, küçük teknede saatlerce tek kelime konuşmadan denize bakarak oturmayı da, yakaladıkları balıkları kasabadaki balık pazarına gidip satmayı da, sonra kazandıkları paralarla akşam eve dönmeyi de, geceleri onun rakısını yudumlamasını seyretmeyi de severdi. En çok da babasının ona büyük bir adammış gibi davranmasını severdi. Onun yanında kendini bir çocuk gibi hissetmezdi. Oysa başka herkes çocuk muamelesi yapıyordu ona. Sen bilmezsin, sen anlamazsın, çocuklar karışmaz öyle her lafa, büyüklerin işine çocukların aklı ermez… Bıkmıştı bu teranelerden. İnsanların sırf yaşları daha büyük diye kendilerini üstün görmesine aklı ermiyordu bir türlü. Neden onların her şeyin en doğrusunu bildiğini, neden hep onların sözünü dinlemek zorunda olduğunu, neden çocuk olduğu için suçlu muamelesi gördüğünü, ne yapsa ceza verildiğini ve bunun gibi birçok şeyin nedenini anlayamıyordu.

Babası tanıdığı bütün büyüklerden farklıydı. Ama gitmişti. Artık yoktu. Olmayacaktı. Onu bir daha görmeyecek, ellerinin balık ve tütün kokusuyla karışık kokusunu duymayacaktı. Bir anda gözünden yaşlar boşandı Umut’un. Ruhunun isyanı gözyaşlarıyla dışarı taşıyordu. Neden? Neden gitmişti? Neden o gün fırtına çıkacağını tahmin edememişti? Ettiyse neden açılmıştı denize? Hayatı boyunca ona ekmeğini veren deniz birden neden düşman kesilmiş, neden canını almıştı? Neden başkasının babası değil de onunki ölmüştü? Çocuğunu döven kötü bir baba ölseydi ya… Ağlıyordu Umut; yatağın içinde bir cenin gibi büzülmüş, hıçkırıklarla sarsılarak ağlıyordu. Anlayamadığı ve kabullenemediği her şey için ağlıyordu. İki günden beri ilk defa ağlıyordu. Bir rüyada gibi yaşamıştı iki gündür olan her şeyi. Ancak o an idrak etmişti gerçeği. Uyuyup uyandığında hiçbir şeyin değişmeyeceğini… Babasının bir daha geri dönmeyeceğini… Artık hiç “baba” diyemeyeceğini…



Sonunda ev boşalmıştı. Bir takım uzak yakın akrabalar, konu komşu, her Allah’ın günü gelmekten vazgeçmişlerdi. Ne de olsa ölünün kırkı çıkmıştı artık, ne de olsa ölenle ölünmezdi, ne de olsa hayat devam etmek zorundaydı… Cenaze evi havasından sıyrılıp eski haline dönen ev gibi, Umut ve annesi de eski hayatlarına dönmüşlerdi. Ama bu, sadece görünüşteydi. Gerçekte, hiçbir şeyin aynı olmayacağını, olamayacağını biliyordu Umut. Evet, hâlâ eskisi gibi akşam dokuzda yatıp sabah altıda kalkıyor, eskisi gibi yürüyerek okula gidiyor, eskisi gibi okuldan nefret ediyor, eskisi gibi teneffüslerde yalnız başına kalıyor, eskisi gibi hoşlarına gitmeyen bir şey yaptı mı okulda öğretmenden, evde anasından dayak yiyordu. Ama yine de hiçbir şey aynı değildi işte. Babası gideli kırk gün değil kırk yıl geçse de aynı olmayacaktı.

Mesela annesi… Kırk günde çok değişmişti. Kocası sağken aksi mi aksi, huysuz mu huysuz bir kadındı. Devamlı söylenir, hiçbir zaman hiçbir şeyden memnun olmazdı. Suratı daima asık, kaşları daima çatıktı. Hep bir yerleri ağrırdı. Hep bir şeylerden şikâyetçiydi. En çok da parasızlıktan şikâyet ederdi. Onu böyle yoksul bir yaşama mahkûm ettiği için kocasını suçlardı. Bir zamanlar bu adama deli gibi âşık olduğunu, onunla evlenmek için ailesine karşı çıktığını, her şeyi göze alıp ona kaçtığını unutmuş gibiydi. Sanki silah zoruyla evlenmişti onunla. Ev işlerinden fırsat bulup da komşusu Hatice’ye gittiğinde hep, “Ah akılsız kafam benim, ne demeye vardım bu çulsuz herife. Anacığım dediydi, aşk meşk iki günde biter, sonra başını taşlara vuracan dediydi. Dinlemediydim, ah ah, ne kadar haklıymış meğer. Şimdiki aklım olacaktı ki…” diye söylenmeye başlardı. Kocasının para kazanma konusundaki beceriksizliğinden girer, her tarafının balık kokmasından çıkardı. Ne cahilliğini, görgüsüzlüğünü bırakırdı ne de çocuğuna iki tokat atmaktan bile aciz oluşunu.

Umut, bu konuşmaları her duyduğunda gözlerini dikip öfkeyle bakardı annesine. Hele de annesi iyice coşup, genç bir kızken önünde ne kadar parlak bir gelecek uzandığını, ne kadar güzel olduğunu, sokakta yürürken bir görenin dönüp bir daha bir daha baktığını, bir sürü isteyeni olduğunu, talipleri arasında doktorlar mühendisler bile bulunduğunu anlatmaya ve böylelikle de komşu kadına hava atmaya başladığında daha fazla dayanamaz, derhal ortamı terk ederdi. Hıncını bahçedeki otları yolmak, ağaçların dallarını kırmak, toprağın üzerinde tepinmek suretiyle doğadan çıkartırdı. Ama ne yapsa öfkesi geçmezdi. Nefret ediyordu anasının başkalarına babasını kötülemesinden. Nefret ediyordu onun her zaman, her şeyden şikâyet etmesinden. Birazcık bile mutlu olamayışından… Gülümsemeyi bile unutmuş olmasından… Gözünü hep ulaşamadıklarına, hiçbir zaman da ulaşamayacaklarına dikmesinden… Sahip olduklarını değil sahip olmadıklarını görmesinden… Değer bilmemesinden… Bağırıp çağırmasından… Dayak atmasından… Babasını sevmemesinden… Her şeyinden nefret ediyordu işte. Bazen, “Keşke ölse, babamla ben kalsak; o zaman ne kadar mutlu olurduk,” diye geçiriyordu içinden. Hemen ardından da günah işlediğini düşünüp pişman oluyordu gerçi, ama yine de için için bunu dilemekten alıkoyamıyordu kendini.

Şimdiyse, ruhunun derinliklerinde gizlenen, kendine bile itiraf etmekten korktuğu bu dilek yüzünden cezalandırıldığını sanıyordu. Allah Baba, anasını değil babasını alarak cezalandırmıştı onu. Dileğinin tam tersini gerçekleştirerek cezaların en korkuncunu vermişti. İşin tuhafı, annesinin de aslında onu sevdiğini anlaması için sanki ölmesi gerekmişti babasının. Mezarlıkta hayretle izlemişti annesinin ağlayışını Umut. Acısının gerçekliğine başta inanmamıştı. Numara yaptığını sanmıştı. Ancak, kırk gündür dinmek bilmeyen gözyaşlarının sahte olamayacağını kabul etmek zorunda kalmıştı sonunda. Gerçekti acısı… Geceleri evde yalnızlarken, etrafında gösteriş yapabileceği kimse yokken, oğlunu uyandırmamak için sessizce ağlayarak kocasının fotoğrafına bakması gerçekti. Kocasının balık kokan yeleğine sarılıp uyuması gerçekti. Tiksindiğini, midesini bulandırdığını söylediği o kokuyu hasretle içine çekmesi hep gerçekti.

Umut ne kadar zorlansa da sonunda idrak etmişti bu gerçeği. Annesi babasını seviyordu. Birçok insan gibi, sevdiğini ancak kaybedince anlayabilmişti o da. Ve bunu anladıktan sonra da değişmişti. Artık şikâyet etmiyordu Ayşe. Sessizce kabullenmişti hayatını, yoksulluğunu, kaybettiği şansları, ulaşamadıklarını ve ulaşamayacaklarını.

Annesindeki değişimi görmek biraz olsun teselli ediyordu Umut’u. Artık hiçbir şeyin “eskisi gibi” olamayacağına üzülse de, bazı şeylerin eskisi gibi olmaması güzeldi.



Evleri köyün biraz dışında kaldığı için, köy merkezindeki okuluna, denize paralel uzanan toprak yolda aşağı yukarı kırk beş dakika süren uzun bir yürüyüş sonunda ulaşıyordu Umut. Her daim çok ıssız olan bu yol üzerinde, Umutların yaşadığı evle köyün tam ortasında mezarlık bulunuyordu. Yüksekçe bir tepenin yamacındaki mezarlığın karşısında da bütün görkemiyle masmavi deniz uzanıyordu.

Umut, okula gittiği her sabah ve okuldan döndüğü her öğle vakti mezarlığın önünden geçmek zorundaydı. Babasının ölümünden önce, mezarlık onun için sadece yolun yarısını geride bıraktığını gösteren bir işaretten ibaretti. Bazen de, yürümekten yorulduğunda girişindeki taşın üzerine oturup birkaç dakika dinlendiği, sonra kalkıp yoluna devam ettiği bir duraktı. Ama artık, bu işaret ya da durak bambaşka anlamlar kazanmıştı gözünde. Orası babasının yattığı yerdi. Orası ölülerin eviydi. Normal dünyayla öbür dünya arasında, başka bir yerdi. Ürkütücü ama çekici, hem ölüm hem de hayat dolu, başka bir yer…

Umut, önünden geçerken oraya her baktığında, ölüme ve ölülere ait olan bir yerin bu kadar canlı ve güzel görünmesine şaşmaktan kendini alamıyordu. Ağaçlar, otlar, çiçekler topraktan adeta fışkırıyordu. Sanki toprağa gömülen ölüler ağaç, ot ve çiçek olmuş, yattıkları yerden başlarını çıkarmış da dışarıdaki dünyayı seyrediyorlardı. Umut, babasının da büyük bir ağaca dönüşeceği günü sabırsızlıkla bekliyordu. Nedense onu ot veya çiçek olarak değil, sadece bir ağaç olarak hayal edebiliyordu. Her okul çıkışı, eve dönerken babasının mezarına uğrayıp etrafındaki toprağı kolaçan ediyor, uyanmaya başlamış bir fidanın izini sürüyordu. Henüz ortada hiçbir şey olmadığını gördükten sonra da mezarın başına çömelip, o gün olanları, okuldaki çocukların yaptıklarını, öğretmeninin söylediklerini, canını sıkan olayları, hayallerini, kısacası aklından geçen her şeyi babasına anlatmaya başlıyordu. Bazen o kadar kaptırıyordu ki kendini konuşmaya, vaktin nasıl geçtiğini anlayamıyor, havanın kararmakta olduğunu şaşkınlıkla fark ediyordu.

Babasının ağaca dönüşmesiyle ilgili fikirlerini okuldaki sıra arkadaşı Mustafa’yla paylaştığında, çocuğun verdiği tepki Umut’a iyi bir ders oldu. Anlattıklarını dinlerken Mustafa gözlerini kocaman açmış, dehşet dolu bir ifadeyle bakarak, çok büyük günaha girdiğini söylemişti. Ölenler ağaca veya başka bir şeye dönüşmezdi. Cennete veya cehenneme giderdi. Bu, o kişinin Müslüman veya kafir olmasıyla ilgiliydi. Elbette bunları Umut da biliyordu. Ama ona anlatılanlara göre babasının cennete gitmesinin mümkün olmadığını da biliyordu. Çünkü hayatı boyunca bir kere bile namaz kılmamış, oruç tutmamıştı babası. Her gece rakı içerdi, camiye adım atmazdı. Kısacası dinin gerektirdiği hiçbir şeyi yapmaz, günah olduğu söylenen şeyleri yapmakta da bir sakınca görmezdi. İşte bu yüzden Umut biliyordu onun cennete giremeyeceğini. Öğretmeni geçen sene din dersinde, namaz kılıp oruç tutmayanların cennete alınmayacağını, cehenneme gidip cayır cayır yanacaklarını açıkça söylemişti.

Umut’a göre bu büyük bir haksızlıktı. Babası tanıdığı en iyi insandı. Kimseye zararı dokunmazdı. Köyde çocuğunu dövmeyen tek babaydı. İmam bile dövüyordu çocuğunu. Umut bir kere gözleriyle görmüştü bunu. O babanın cennete, kendi babasının ise cehenneme gideceği düşüncesine isyan ediyordu bu yüzden. Bu kadar büyük bir haksızlığı aklı almıyordu. Öğretmenine bu konuyu sormayı düşünmüştü. Ama hemen vazgeçmişti. Onun da imamdan ve onun gibilerden yana çıkacağına emindi. Çünkü o da okulda hemen her gün birkaç öğrenciyi, bazen de sıra dayağı adı altında hepsini dövüyordu.

Babası öldüğünde, onun cehennemde cayır cayır yandığını düşününce dehşete kapılmıştı Umut. Bu düşünceden kaçmak için de onun bir ağaca dönüşeceği inancına sımsıkı sarılmıştı. Böyle düşünmek içini biraz olsun rahatlatıyordu. Teselliyi hayal gücünde bulmuştu. Başkalarının anlattıklarına inanmaktansa, kendi aklının yarattığı düşlere inanmayı seçmişti. Ama arkadaşına bu düşleri anlatma gafletinde bulunduğunda günaha girmekle, kafirlikle suçlanınca çok sarsılmıştı. Sarsılan düşlerine olan inancı değil, insanlara olan inancıydı. Arkadaşı onu suçlamakla yetinse yine iyiydi. Yetinmemişti. Hemen bunu diğer çocuklara yaymış, Umut’un iyice dışlanmasına, alay konusu olmasına ve yalnız kalmasına neden olmuştu. Umut da bundan böyle düşüncelerini kendine saklamaya ant içmişti. Hayatı boyunca onu esir alacak korkunun tohumları o zaman atılmıştı ruhuna. Alay konusu olmaktan, dışlanmaktan duyduğu büyük korku yüzünden insanlardan kaçan, konuşmaktan ve düşüncelerini söylemekten çekinen, hatta giderek kendinden bile utanan bir insana dönüşecekti. Büyüdükçe azalmayacaktı bu korku, aksine onunla beraber büyüyecekti. Umut, çocukken ruhuna atılan tohumların yıllar geçtikçe yeşermesine, zehirli bir sarmaşık gibi bütün benliğine dolanmasına ve onu ele geçirmesine engel olamayacaktı.



Mart ayının sonlarında, soğuk bir gündü. Sabahın erken saatleriydi. Güneş, gözyüzünü dolduran gri bulutların ardında kaybolduğu için hava kapalıydı. Umut, üzerinde siyah önlüğü, sırtında çantası, evden okula uzanan ıssız yolda yürüyordu. Birden yağmur bastırdı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan kaçmasının imkânsız olduğunu bilmesine rağmen, yapacak başka bir şey aklına gelmediği için koşmaya başladı Umut. Yüzüne kırbaç gibi inen yağmur damlaları önünü görmesini zorlaştırıyor, altı delik ayakkabıları su alıyordu; ama Umut hiçbir şeye aldırış etmeden delice bir hızla koşuyordu. Yağmur bahanesiydi aslında. Oldum olası hoşuna giderdi o toprak yolda koşmak. Hele yağmur yağarken daha da zevkli oluyordu.

Yolun ortasına geldiğinde sırılsıklam olmuştu bile. Ama keyfi yerindeydi. Koşarken bir yandan da çok eğlenceli bir oyun oynuyormuş gibi kendi kendine gülüyordu. Birden, tam mezarlığın orada, ayağı kaydı ve yere kapaklandı. Islandığı yetmezmiş gibi şimdi bir de her tarafı çamur olmuştu. Kalkmaya çalıştı, başaramadı. Koşmaktan yorulan çelimsiz bacakları hareket etmeyi reddediyordu sanki. Çamur da neredeyse bir bataklık kıvamındaydı. Kalkmaya çalıştıkça daha beter gömülüyordu içine.

Kurtulmak için umutsuzca çırpınırken, bir el uzandı ona doğru. Umut şaşkınlıkla önce ele, sonra da başını kaldırıp elin sahibine baktı. Tepesinde dikilen adam da tıpkı onun gibi sırılsıklam olmuştu. Onun gibi çamura bulanmamıştı ama yine de perişan bir hali vardı. Umut, hiçbir şey söylemeden, daha önce hiç görmediği bu adama şaşkın gözlerle bakıyor, adam da elini ona uzatmış bir halde, kıpırdamadan, sessizce karşısında duruyordu. Çok uzun boylu ve çok zayıftı. Umut’un gözlerine dikili mavi gözleri bir ölünün gözleri gibi donuktu. Kırışıklarla kaplı yüzü bir ölünün yüzü gibi bembeyazdı. Ve elleri… kaskatıydı. Umut, ona uzanan bu eli tuttuğunda ürperdi. Adamın arkasında gözüken mezarlığa doğru bir bakış attı, sonra mezarından kaçmış bir ölü olduğundan şüpheleniyormuş gibi adama çevirdi korku dolu gözlerini. Adamsa yine aynı donuk gözlerle karşılık verdi. Umut’un çamurun içinden kalkmasına yardım ettikten sonra da hiçbir şey söylemeden döndü, mezarlığa girdi. Umut bakakaldı arkasından.

Hayat, şaşılacak derecede anlamlı tesadüflerle doludur. Öyle ki, tesadüf dediğimiz şeyin belki de sadece tesadüf olmadığını düşündürür insana bazen. Bu “anlamlı” tesadüfler, çoğu zaman önemli bir dönüm noktasına işaret ederler. İnsan ancak geriye dönüp baktığında, hayatının tam da o noktasında o tesadüfün veya karşılaşmanın yaşanmış olmasının gerçek önemini ve anlamını kavrar. Bu çok basit veya küçük görünen bir olay da olsa, görür ki, hayatına önemli bir ivme kazandırmış, gitmekte olduğu yola yeni bir yön vermiş, hatta bazen yönünü tamamen değiştirmiş, kaderini geri dönüşü olmayan bir biçimde etkilemiştir. Çoğumuz kendimizi, “O gün oraya gitmeseydim,” veya “Onunla hiç karşılaşmasaydım,” ya da “… olmasaydı, şimdi hayatım tamamen farklı olurdu,” derken yakalamışızdır.

Umut da ona yıllar sonra böyle dedirtecek insanların ilkiyle işte o gün karşılaşmıştı. Bu karşılaşmanın büyük önemini o an bilmesi imkânsızdı ama içinde bir yerde hissetmişti sanki bunu. Hissetmese korku ağır basar ve hemen o an kaçardı oradan. Çünkü adamın görünümü, hali tavrı gerçekten de korkutucuydu. Ama buna rağmen kaçmadı Umut. Uzun bir süre ne yapacağını bilemeyerek durdu yolun ortasında. Ruhunda yine düşman kardeşlerin savaşı başlamıştı. Ölüye benzeyen adamın uyandırdığı merak ile korku hiç zaman kaybetmeden kavgaya tutuşmuşlardı. Korku, hemen oradan uzaklaşmasını; merak maskesine bürünmüş o isimsiz his ise adamın peşinden mezarlığa girmesini söylüyordu. Sonunda her zamanki gibi merak, veya adını bilmediği o his, kazandı. Umut; yenilgiyi hazmedemeyen, sözünü dinletemese de vazgeçmeyen, asla susmak bilmeyen korkunun sesini duymamaya çalışarak mezarlığa doğru ilerledi.

Babasını ziyaret etmek için hemen her gün gide gele ezberlediği mezarlık yolunda etrafına bakınarak, gözleriyle az önceki adamı arayarak yürüdü. Sonunda onu gördü. Üstünü otlar bürümüş bakımsız bir mezarın başında çömelmiş duruyordu. Umut’a arkası dönüktü. Umut, gözleri adamda, babasının mezarına doğru ilerledi. Mezarın başında durup her zaman oturduğu taşın üzerine oturdu. Bulunduğu yerden adamın yüzünü görebiliyordu artık. Başını elleri arasına alıp gözlerini ona dikti ve ilgiyle onu izlemeye koyuldu.

Adam, sadece birkaç metre uzağında duran Umut’u görmemişti. Kilitlenmiş gibi kıpırdamadan ve gözlerini ayırmadan, başucunda durduğu mezar taşına bakıyordu. O denli sessiz ve hareketsizdi ki bir heykeli andırıyordu. Umut onun ağlamakta olduğunu çok sonra fark etti. Adamın ifadesiz gözlerinden sicim gibi akan gözyaşları, ıslak saçlarından yüzüne süzülen yağmur damlalarına karışıyordu.

Ansızın çok tuhaf bir şey oldu. Heykel kıpırdadı. Bir fotoğrafa bakıyormuşçasına dalıp gitmiş olan Umut irkildi. Adam doğruldu. Elini ağır ağır ceketinin cebine götürdü. Cebinden bir silah çıkardı. Silahı yüzüne yaklaştırdı. Namlunun ucunu şakağına dayadı. Parmağı tetiğe gitti…

Tam tetiği çekmek üzereyken Umut’un dudaklarından istemsiz bir çığlık koptu.

Adam durdu. Başını kaldırdı ve Umut’u gördü. Umut da ayağa kalkmış, dehşet içinde ona bakıyordu.

“Yapma,” deyiverdi, konuşacak cesareti nasıl bulduğuna kendi bile şaşarak.

Adamın yüzünde şaşkınlığa benzer bir ifade belirdi.

Umut başka ne diyeceğini bilemedi. Sessizce adamın elindeki silaha baktı. Adam da onun bakışlarını takip ederek gözlerini silaha çevirdi, sanki ilk kez görüyormuş gibi baktı kendi elindeki silaha. Sonra bakışlarını tekrar Umut’a çevirdi.

Uzun, göz göze bir sessizlik oldu. İçinde bulundukları durum o kadar tuhaftı ki ikisi de ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyor, tedirgin bir halde dikiliyorlardı. Uzayan sessizlik tedirginliklerini daha da arttırıyordu. Sonunda adam kendini toparladı, silahı cebine koydu. Umut’a acı ve utanç dolu son bir bakış atıp döndü, kaçarcasına uzaklaştı oradan.

Bir çocuğun gözleri önünde kendini öldürecek kadar acımasız değildi.

Umut, hâlâ devam etmekte olan yağmurun altında, adamın giderek küçülen bir noktaya dönüşmesini izledi. Nokta iyice küçülüp tamamen gözden kaybolduktan sonra babasının mezarı başından ayrıldı. Az önce adamın başucunda durduğu mezara yaklaştı. Onun ağlayarak baktığı mezar taşına baktı. Taşın üzerindeki silikleşmiş yazıları, doğum ve ölüm tarihlerini okuyunca, orada, otuz sene önce, henüz yirmi yaşındayken ölmüş bir kadının yattığını öğrendi. Umut daha dünyaya gelmeden yıllar önce ölmüş bu kadının adı Filiz’di.



Yağmur başladığı gibi aniden dinmişti. Üstü başı sırılsıklam olmuş ve çamura batmış olan Umut, o halde okula gitmek istemiyordu. Zaten geç kalmıştı. Öğretmenin geç kalanları nasıl karşıladığı malumdu. Zihninde sanki o anı yaşıyormuşçasına bütün detaylarıyla canlandı sahne. Neler olacağını görmek için yaşamasına gerek yoktu. Zaten biliyordu.

Kapıyı çalacaktı. İçeriden öğretmenin “Gel!” diyen sesi duyulacaktı. Umut kapıyı açıp sınıfa girecekti. Bütün başlar ona çevrilecekti. Sınıfta bir an süren derin bir sessizlik olacaktı. Arkadaşlarından bazıları acıyarak, çoğunluğu da alaycı bir ifadeyle Umut’a bakacaktı. Öğretmenin yüzündeki kızgınlık maskesinin altında ise birine işkence yapma fırsatı bulmuş olmanın verdiği derin hazzı görecekti. Öğretmen, sessizlik işkencesini Umut’u baştan ayağa, sonra yine ayaktan başa süzerek mümkün olduğu kadar uzattıktan sonra yavaşça ayağa kalkacaktı. Önce alaycı bir sesle konuşmaya başlayacaktı. “Ooo, Umut Bey teşrif etmişler nihayet. Daha erkendi, öğlene doğru gelseydiniz. Eee, kolay değil. Sabaha kadar beşik sallıyorsunuz.” Alaycı yönünü tatmin ettikten sonra hızlı bir geçişle hakaret safhasına atlayacaktı. “Ulan kaz kafalı, ulan gerizekalı, geç kalınmayacak demedim mi ben kaç kere? Ekmek elden su gölden yaşayıp gidiyorsunuz, tek işiniz şuraya gidip gelmek, bunu bile beceremiyorsunuz. Yok, sizden adam olmaz. Anca hıyarağası olur.” Bu esnada Umut, kıpkırmızı olmuş bir halde sınıfın ortasında dikilecekti. Bu işkencenin ne zaman biteceğini bilmeden, sabırla bekleyecekti. Bütün gözleri üzerinde hissetmek yüzünü daha da kızartacaktı. Böyle durumlarda hep olduğu üzere, yerin yarılmasını, içine girmeyi, bir daha da çıkmamayı dileyecek ama maalesef bu dileği gerçek olmayacaktı. Öğretmen içinde büyüyen şiddet arzusunu, bağırıp çağırmakla gideremeyerek Umut’a yaklaşacak ve vurmaya başlayacaktı. Karşısında bir insan değil de bir çuval varmış gibi acımasızca vuracaktı. Umut’un canını dayaktan çok, bütün sınıfın gözleri önünde rezil olmanın utancı yakacaktı.

Umut, bütün olacakları kafasında gördükten sonra kesinlikle karar verdi okula gidemeyeceğine. Ama eve de dönemezdi. Çünkü evde de anası ile yaşayacaktı benzer bir sahneyi. O da, niye okula gitmedin diye kıyameti koparacaktı. En iyisi, hiçbir şey yapmadan orada beklemek, sonra da okuldan her zamanki çıkış saatinde eve dönmekti. Ertesi gün de öğretmene hasta olduğunu söyleyebilirdi. Bu yalanı yiyordu genellikle.

Kararını verdikten sonra babasının mezarı başında oturup, az önce tanık olduğu o acayip olayı ve o acayip adamı düşünmeye devam etti. Kimdi acaba o adam? Köyden biri olmadığı kesindi. Daha önce hiç görmemişti onu çünkü. Belli ki köye yeni gelmiş bir yabancıydı. Ama yabancıysa, köy mezarlığında yatan o kadının mezarı başında ne işi vardı? O mezarlığa sadece köyün yerlileri gömülürdü; tutucu köylüler yabancıların ölüsünü de dirisini de istemezlerdi aralarında. Demek ki Filiz, yani o mezarda yatan kadın, köyden biriydi. O adam da onun bir yakını, akrabası filan olmalıydı. Belki de komşu köylerden birinden veya kasabadan ya da belki de büyük şehirden gelmişti.

123...6
bannerbanner