
Полная версия:
Aşk başka yerde
Hatice, Umut’a öldürücü bir bakış atarak, bir daha lafını bölmemesini gözleriyle anlattı. Sonra kaldığı yerden hikâyesine devam etti.
“Bey, yani bizim Cavidan Hanım’ın babası, başta karşı çıkmış bu işe. Biricik kızına, fakir bir ırgat parçasını yakıştıramamış. Ama ne dese ne yapsa laf anlatamamış kızına. Cavidan Hanım aşkından yataklara düşmüş, yemekten içmekten kesilmiş. Ölümlerden dönmüş. Bey babası da sonunda pes etmiş. Bakmış ki kız elden gidiyor, çaresiz he demiş. Çiftlikte düğün hazırlıkları başlamış.”
Bu kez Ayşe atıldı.
“Evlenmişler mi?”
“I ıh, evlenememişler.”
“Niye?”
“Çünkü bu ırgat oğlan, Cavidan Hanım’ı sevmiyormuş. Zengin olmak için seviyor gözükmüş. Aslında gönlü başkasındaymış. Kendi gibi fakir bir kızı seviyormuş.”
“Kız da bizim köyden miymiş?”
“Hee.”
“Güzel miymiş?”
“Çok güzelmiş.”
“Sonra?”
“Oğlan sonunda aşkına yenik düşmüş. Parayı pulu gözü görmez olmuş. Tam düğün günlerinde bir mektup yollamış Cavidan Hanım’a. Her şeyi bir bir anlatmış.”
“Cavidan Hanım ne yapmış?”
“Ne yapsın? Delirmiş işte. Cümle âleme rezil oldum diye bir daha insan içine çıkamamış. Kendini eve kapatmış.”
“Bey babası vurmamış mı oğlanı?”
“Vuracakmış. Ama Cavidan Hanım yapma diye yalvarmış, ayaklarına kapanmış babasının. Onu vurursan ben de ölürüm, canıma kıyarım demiş.”
“O kadar seviyormuş demek.”
“Ne yaparsın, gönül işte. Ota da konar, boka da.”
Umut’un anası manidar manidar iç geçirdi.
“Bilmez miyim…”
“Ama ben sana bişey deyim mi, Cavidan Hanım delirmiş me-lirmiş ama gene de ucuz kurtulmuş. Allah korumuş onu o oğlandan.”
“Niye kız?”
Hatice cevap vermeden önce Umut’tan yana bir bakış attı. Umut sobanın yanında kıvrılmış, açlıktan ve sıkıntıdan uyuklamaya başlamıştı. Hatice, sesini biraz alçaltarak, “Oğlan cani ruhlu çıkmış,” dedi. “Cavidan Hanım’ı bıraktıktan sonra, gidip sevdiği kızla evlenmiş. Sonra da kızcağızı baltayla doğramış.”
“Hihh!”
“Yaa… Durduk yere canına kıymış karısının. Üstelik de altı aylık hamileymiş kadın. Kendi çocuğuna bile acımamış katil herif.”
Umut birden gözünü açtı. Komşu kadının son sözlerinde tanıdık bir koku vardı. O hafta içinde, altı aylık hamileyken ölen bir kadından, doğmamış bir çocuktan bahsedildiğini kim bilir kaçıncı kez duyuyordu Umut. İhsan her gün Filiz’i anlatıyordu ona. Bu garip bir tesadüften mi ibaretti, yoksa… Ama hayır, o katil adam, İhsan Amca olamazdı. Mümkün değildi bu. İhsan’ın ölen karısıyla doğmamış çocuğundan nasıl içten bir sevgiyle, nasıl büyük bir hasretle ve nasıl derin bir acıyla bahsettiğine gözleriyle kulakları şahit olmuşken, bile böyle bir şeyi aklına bile getiremezdi.
Yine de korkunç bir şüpheyle allak bullak olmuştu Umut. Düşünmemeye, konuşulanları dinlemeye çalıştı. Annesiyle komşu kadının seslerini çok uzaktan geliyormuş gibi duyuyordu.
“Ne olmuş adama sonra?” diye soruyordu annesi.
“Hapse girmiş helbet. Hâkim ömür boyu hapis cezasına çarptırmış. Hemi de iki defa…”
İnsanın iki ömrü yoktu ki. Nasıl iki defa oluyordu? Gıdıklanmış gibi gülmek geldi Umut’un içinden. Büyüklerin saçmalıkları hep içini gıdıklardı zaten. Gülmemek için kendini zor tutarak düşündü. Mademki adam iki defa ömür boyu hapis yatacaktı, o halde İhsan Amca olamazdı. Tam rahatlamıştı ki, birden başka bir ihtimal daha sundu aklı: Ya kaçtıysa hapisten? Dalton Kardeşler hep kaçardı. O da kaçmış olabilirdi. Gerçek hayatta da kaçılabiliyor muydu hapishanelerden acaba?

Kaçılabiliyordu. Ama İhsan kaçmamıştı. Afla çıkmıştı. Sudan çıkmış balık nasıl olursa, o da öyle olmuştu hapisten çıkıp da kendini dışarıda bulduğunda. Otuz senedir bir kere bile düşünmemişti çıkabileceğini. Hayatının sonuna kadar o dört duvar arasında yaşayacağından, o dört duvar arasında öleceğinden emindi. Af haberini aldığında şaşkınlıktan donup kalmıştı. Diğer mahkûmlar gibi sevinememişti. Koğuştaki bayram havası zehirli bir gaz gibi yakmıştı ciğerlerini. Ne yapacaktı çıkıp? Ne vardı dışarıda?
Yalnızlık vardı. Bir de bilinmezlik vardı. Başka bir şey yoktu. Hapiste geçirdiği otuz sene gerçekten de iki ömre bedeldi. Yaşayacak daha fazla ömrü kalmamıştı. Tükenmişti. Onun için her şey bitmişti. İçeride yarı ölü yaşayıp gidiyordu öleceği günü bekleyerek. Dışarıda nasıl yaşayacaktı?
Hapishane kapıları açılıp da yıllardır ilk kez sokağa adım attığında ikinci adımı atamadan durmuştu. Durmuş ve ailesine, yakınlarına kavuşan mahkûmları seyretmişti. Onları saran mutluluğun kendisine de değmesini beklemişti. Ama acıdan başka bir şey vermemişti ona gördükleri. Yoksunluğunu hatırlatmaktan, yalnızlığını yüzüne vurmaktan başka bir işe yaramamıştı. Herkes gidene, sokak bomboş kalana dek kalmıştı orada. Nereye gideceğini bilmiyordu. Doğup büyüdüğü köyden başka gidecek bir yeri yoktu. Elli beş yıllık ömrünün neredeyse yarısını orada, yarısını da içerde geçirmişti. Başka bir yer yoktu bildiği, gidebileceği.
İdama giden bir mahkûm gibi gelmişti köyüne. Bir yabancı gibi yürümüştü köyünün hiç değişmemiş sokaklarında. Bir suçlu gibi kaçmıştı eskiden tanıdığı, onu tanıyan birileriyle karşılaşmaktan. Yolunu değiştirmiş, köyün oldukça dışında kalan evine köyün dışındaki insansız yollardan gitmişti. Otuz senedir kapalı duran evinin kilit vurulmuş kapısını bir hırsız gibi kırıp açmıştı. Bir hayalet gibi dolaşmıştı korkunç anılarla dolu evin içinde. Ve bir çocuk gibi ağlamıştı, divanın altında Filiz’in başörtüsünü bulduğunda.
Karısının mezarını ilk kez ziyaret ettiğinde, ölmek için daha uygun bir zaman ve daha uygun bir yer olamayacağına karar vermişti. O gün orada ölemeyişi, trenin kaçması demekti bir anlamda. Ölüm treni hızla uzaklaşırken, hayat treni girmişti gara. “Umut” adlı tekneyi satın aldığında, hayat trenine binmeyi, yola devam etmeyi seçmişti İhsan da.
Sonsuza dek kaybettiğini sandığı umudu yeniden bulmamın sevinciyle yeni bir yaşamın hayalini kurmuştu. Devam eden iki hafta boyunca da hiçbir gölge düşmemişti bu yeni yaşamın üzerine. Umut, her geçen gün güçlenmişti. İhsan da yeniden yaşayabileceğine, her şeye baştan başlayabileceğine giderek daha çok inanmıştı.
Satın aldığı tekneyi onarırken, kendi yaralarını da sarmıştı sanki. Teknenin yer yer dökülmüş, eskimiş, kirlenmiş boyasını kazırken, ruhuna yapışmış acıları da törpülemişti. Beyaz yağlı boyayla, tekneyi yeniden boyarken, geçmişine ait kalıntıların da üzerini sıvamıştı. “Umut” kelimesini mavi harflerle eski yerine tekrar yazarken, yüreğine de tekrar yazmıştı.
Teknenin boyasının kurumasını sabırsızlıkla beklemiş, bu bekleyiş sırasında da yorgun bedenini dinlendirmişti. Beklemenin ne güzel bir duygu olduğunu hatırlamıştı. O kadar uzun zamandır beklediği hiçbir şey yoktu ki…
Umut’la arkadaş olmalarından sonra son umutsuzluğundan, yalnızlığından da kurtulduğunu hissetmişti.
O son gün Umut’tan ayrıldıktan sonra, köye geldiğinden beri ilk defa uzun, bozuk ve insansız yollardan değil, köyün içinden geçerek döndü evine. Tanıdık birisiyle karşılaşmaktan, göz göze gelmekten ilk defa korkmadı. Belki de bu yüzden kimseyle karşılaşmadı. Akşam yemeğini her zamanki gibi evde bir başına yedikten sonraysa çıkıp kahveye gidecek ve insanların arasına karışacak cesareti kendinde buldu.
Bir kaçak gibi yaşadığı iki haftadır önünden geçmeye bile çekindiği kahveye yaklaştıkça göğsü sıkışmaya başladı. Adımları yavaşladı. Kaçma isteğine bütün gücüyle karşı koymaya çalıyordu. Beyni, yorgunluktan adım atacak hali kalmamış askerlerine durmamalarını, ilerlemelerini emreden sert bir komutan gibi, bacaklarına yürümeye devam etmeleri emrini verdi. Emir büyük yerdendi. Bacakları çaresiz söz dinledi, yürümeye devam etti. Gerçekten de o an, çatışmaya giden bir askeri andırıyordu. Komutan veya er olmasının bir önemi yoktu. Korkuyordu. Ama kaçmayı da kendine yediremiyordu. Savaşmak zorundaydı. Bir kaçak gibi yaşamaktan bıkmış usanmıştı.
Kahvenin camlı kapısını açtı ve savaş alanına girdi. İçerisi kalabalıktı. Düşman askerleri, kahvenin yeşil örtülü masaları başında gruplar halinde oturmuş çay içiyor, muhabbet ediyor, kimi tavla, kimi de kâğıt oynuyordu. Kapı açılıp da dışarının serin havası içeri dolunca, geleni görmek için İhsan’dan yana baktılar. Çoğunluğu için daha önce hiç görmedikleri bir yabancıydı içeri giren, yaşça daha büyük bazıları için ise aralarında yeri olmayan bir katil.
Buz gibi bir sessizlik oldu kahvenin içinde. Kim olduğunu bilen bilmeyen herkes, konuşmayı ve oyun oynamayı bırakmış, İhsan’a bakıyordu. İhsan, derin bir nefes aldı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi hızla atıyordu. Sesinin titremesine engel olmaya çalışarak ortaya selam verdi.
“Selamünaleyküm.”
Birinin aleykümselam demesini bekledi. Ama tek bir karşılık gelmedi. Kimse selamını almadı. Buna rağmen hemen pes etmemeye kararlıydı İhsan. İlerledi, boş bir masaya oturdu. Ancak o zaman gördü Cafer’i.
Filiz’in abisi Cafer, tam karşısındaki masada oturuyordu. Tıpkı otuz sene önce, mahkeme salonunda baktığı gibi bakıyordu İhsan’a. Ama öfkenin ateşli parıltısıyla yanmıyordu artık gözleri; kinin buzdan maskesine bürünmüştü. İnsanın kanını donduruyordu bakışlarının soğukluğu.
Üşüdüğünü hissetti İhsan. Gözlerini kaçırdı Cafer ’in gözlerinden. Sandalyesini sobaya yanaştırdı. Kahveciye seslenip bir çay istedi.
Kahveci ocağın arkasında belirdi.
“Çay yok,” dedi.
Mesaj çok açıktı. İhsan’ın yenilgiyi kabul etmekten başka çaresi kalmamıştı. Yavaşça ayağa kalktı, gözlerini kahvenin içinde gezdirdi, meydan okurcasına baktı etrafındaki yüzlere, sonra çıkıp gitmek için kapıya yöneldi.
Birden o sessizlik ve hareketsizlik içinde hiç beklenmedik bir şey oldu. Cafer, zincirinden kurtulmuş vahşi bir hayvan gibi İhsan’ın üstüne saldırdı. İhsan neye uğradığını şaşırmıştı. Cafer’in şiddetle indirdiği darbelere karşılık veremedi. Büzülüp kaldı yerde.
Kimsenin kılı kıpırdamadı. Kahve ahalisi, bir zamanlar idam mahkûmlarının asılmasını, kafalarının koparılmasını meydanlarda toplanıp zevkle izleyen halk gibi, eğlenerek seyrediyordu Cafer’in İhsan’ın ağzını burnunu dağıtmasını. İhsan’ın kim olduğunu bilip hatırlayanlar, “Katil!’’ diyorlardı içlerinden, “Az bile bu ona, çektiği cezalar yetmez günahını karşılamaya.” Onlara göre başına gelen ve gelecek olan her şeyi fazlasıyla hak etmişti İhsan. Yaşadığı kabahatti. En büyük işkenceleri çekerek ölse bile az kalırdı yaptıklarının yanında. Çünkü sadece karısının değil, doğmamış bir bebeğin de katiliydi o.
Cafer kendini tamamen kaybetmiş, bir yandan deli gibi bağırıyor, bir yandan da acımasızca vurmaya devam ediyordu.
“Ne yüzle gelirsin lan sen buraya! Ne yüzle çıkarsın karşıma! Katil herif! Bebek katili!”
İhsan, Cafer’in yakıcı sözlerine sessizliğiyle karşılık verdi.
“Defol git buradan! Defol, yoksa geberteceğim seni!” diye bağırdı Cafer. İhsan’ı yakasından tutup kapıya doğru itti. Mosmor kesilmişti, nefes nefeseydi, gerçekten de İhsan’ı öldürmemek için zor tutuyordu kendini. Elini bir bebek katilinin pis kanına bulamak istemiyordu.
İhsan, güçlükle yerden kalktı. Yüzünde açılan yaralar, gözlerinin önünde kandan bir perde oluşturmuştu. O perdenin ardından, zavallı gözlerle baktı etrafına. Sonra döndü. Camlı kapıyı açtı. Başı dik girdiği kapıdan, başı önüne eğik çıkıp gitti.
Gösteri sona ermişti. Kötü adam cezasını bulmuş, seyirciler tatmin olmuşlardı. Kahvedekiler, oyunun kahramanı Cafer’i tebrik yağmuruna tuttular. Bir alkışlamadıkları kaldı.

Ertesi gün, köyde İhsan’ın kim olduğunu duymayan kalmamıştı. Otuz sene önceki olayları bilenler bilmeyenlere anlatmış, böylece herkes köye yeni gelen yabancının geçmişini öğrenmişti.
Fırtınadan önceki iki haftalık sessizlik sona eriyordu. Başta Cafer olmak üzere köyün bütün erkekleri, hatta kadınları da seslerini yükseltmeye başlamıştı. Bu kadar yakınlarında cani bir katilin yaşamasını istemiyorlardı. İhsan’ın tekrar aralarına karışmaya cüret etmesi herkesi dehşete düşürmüştü. Meydan okur gibi utanmadan kahveye gelmesi, ağzına kadar dolu olan bardağı taşıran son damla olmuştu.
İhsan’ın ağzını burnunu dağıtsa da hıncını alamayan Cafer, ne yapıp edip onu köyden göndermeye kararlıydı. İhsan’ın hapisten çıkıp köye döndüğü haberi kulağına ilk geldiğinde sesini çıkarmadıysa, bu şaşkınlığındandı, bekleyip neler olacağını görmek istemesindendi, İhsan’ın herkesten saklanarak kaçak gibi yaşadığını ve köyün içine girmeye cesaret edemediğini bilmekten gizli bir haz almasındandı. Ama ne zaman ki İhsan sanki onlardan biriymiş gibi köyün içine girip kahvelerine adım atmıştı, ne zaman ki artık korkmadığını göstermek istercesine başı dik yürümüştü, ne zaman ki meydan okurcasına karşısına çıkmıştı, o zaman sabrı taşmıştı işte. Hayatına devam etmesine, normal bir insan gibi yaşamasına tahammül edemiyordu onun Cafer. Hiç çıkmaması gerekirdi o dört duvar arasından. Hatta asılması gerekirdi. Yaptığının bedelini ödemek için otuz sene yetmezdi. Bir ömür boyu çekmeliydi cezasını, ya da ölmeliydi.
Cafer korkuyordu. Kendinden korkuyordu. Dayanamayıp İhsan’ı öldürmekten, elini kana bulamaktan, hapse girmekten, karısını, çoluğunu çocuğunu ortada bırakmaktan korkuyordu. İhsan o köyün yakınlarında olduğu sürece katil olma tehlikesi altındaydı. Tıpkı kahvede olduğu gibi bir anda gözü dönebilir, ama o zamanki gibi son anda kendine hâkim olamayabilirdi. Karısı da bunu biliyordu. Bu yüzden, kahvede olanları duyduktan hemen sonra köyün bütün kadınlarına haberi yaymıştı. Otuz sene evvelki olayları bilmeyenlere ballandıra ballandıra anlatmış, bilenlere hatırlatmış, sonra da o caninin köye döndüğünü söylemişti.
“O cani herif burda oldukça çocuklarınızı sokağa salmayın, okula bilem göndermeyin. Allah korusun, ne olacağı belli olmaz,” diyerek anaların yüreğine korku tohumlarını ekmiş, gerisi çorap söküğü gibi gelmişti.
Dedikodu çarkı bir defa işlemeye başladı mı durdurulması imkânsızdı. Şimdi de o kadar hızlı çalışıyordu ki bu çark, evleri köyün dışında kalanlara bile tez zamanda ulaştı haber. Umut’un annesi Ayşe, rahmetli kocasının teknesini bilmeden bir katile sattığını öğrenince dehşete kapıldı. Hele bir de teknenin satılmasına aracılık eden balıkçı Yusuf gelip, Umut’u o adamla beraber kaç defa teknede gördüğünü söyleyince beyninden vurulmuşa döndü. Derhal temiz bir sopa attı Umut’a ve bir daha o adamın yakınından bile geçmesini yasakladı.
Umut neler döndüğünü anlayamıyordu. Duyduklarına inanamıyordu. İhsan’ın, çok sevdiği karısını, Filiz’i, karnındaki bebeğiyle öldürdüğünü söylüyorlardı. Baltayla katır katır doğradığını söylüyorlardı. Bu yüzden hapse girip çıktığını söylüyorlardı. Anası, bu hayatta babasından sonra gördüğü en iyi insana “katil” diyordu. “Cani” diyordu. Onunla arkadaş olmasını yasaklıyordu. Okulda çocuklar ondan korkuyla bahsediyorlardı. Hakkında ne hikâyeler anlatıyorlardı.
Doğru olamazdı bunların hiçbiri. İhsan bu insanların söylediği gibi biri olamazdı, öyle korkunç şeyler yapamazdı o. Ama ne yazık ki kimse Umut gibi düşünmüyordu. Çünkü kimse Umut kadar yakından bakmamıştı onun acı dolu gözlerine.

İhsan, kahveye gittiği o geceden beri evden dışarı adımını atmamıştı. Cafer’in açtığı yaralardan utanıyordu. Yaraların iyileşmesini, yüzünün normal görünümüne kavuşmasını bekliyordu. Umut onu bu halde görürse, ne olduğunu soracaktı. Ne olduğunu, neden dayak yediğini ona anlatamazdı. Bu dünyadaki tek arkadaşının sevgisini kaybetmeyi göze alamazdı. Onun gözlerinde de şüphe ve hayal kırıklığı görmeye dayanamazdı.
Köyde kaynamaya başlayan kazanın fokurtuları, uzaktaki küçük evinin günlerdir kapalı duran kapısından içeri sızamıyordu. Bu yüzden İhsan, dışarıda neler olup bittiğinden tamamen habersizdi. Bir çocuk gibi, o geceyi hatırlatan işaretler yüzünden silinene dek, olanların unutulacağına inanıyordu. Geçmişin yükü sırtında devasa bir kambur oluşturmuşken dik durmaya çalışıyor, kamburunu yok sayarak başkalarından gizleyebileceğini sanıyordu. Ömrünün çoğunu hapishanede geçirmiş bir adam olduğu düşünülürse, bu denli saf kalabilmesi gerçekten de şaşırtıcıydı.
Sofadaki kan lekesini fark edene kadar devam etti bu durum. Başta kan olduğunu anlamadı. Eğilip baktı sokak kapısının hemen önündeki kırmızılığa. Otuz senedir kimsenin yaşamadığı evine döndüğünden beri kaç kere üstüne basıp geçmiş ama hiç fark etmemişti bu belirgin lekeyi. Yeni oluşmadığı belliydi. Taşın içine sızmıştı.
Önce bunun ne olduğunu, neyin izi, neyin lekesi olduğunu anlayamadı. Sonra birden aklı fısıldadı ona gerçeği: Kan lekesiydi bu. Filiz’in kanının lekesiydi.
Dehşete düştü. Otuz yıl öncesine döndü sanki. Filiz’i orada, o sofada, kapının önünde paramparça yatarken gördü. Başı gövdesinden ayrılmış, her taraf kan içinde… Bir insandan bu kadar çok kan akabileceğini bilmezdi. O zaman öğrenmişti. Hayret etmişti. Bütün duyguları ve aklı yaşadığı şokun etkisiyle uyuşmuş bir halde ona bakarken tek düşünebildiği buydu. Demek bu kadar çok kanı vardı insanın.
Şimdi o anı tekrar yaşarken yine garip bir soru ele geçirdi zihnini. Kan lekesi otuz sene boyunca kalır mıydı? Hiç kaybolmaz mıydı?
Cinayetten sonra bütün ev temizlenmişti. Ama demek ki orası gözden kaçmıştı. Ve taş, sünger gibi emmişti orada unutulan kanı.
Aniden harekete geçti. Bir kovaya su doldurdu. Bir bez buldu. Eğilip o küçücük lekeyi temizlemeye koyuldu. Saatlerce uğraştı. Ama leke çıkmıyordu. Çıkmak bir yana azalmıyordu bile. O kadar derinlere işlemiş, taşın bir parçası olmuştu.
Aklını kaybetmek üzereydi İhsan. O leke orada kaldıkça o evde yaşayamayacağına inanmıştı. Çıkarmak zorundaydı lekeyi, ama başaramıyordu işte. Sonunda yıldığında, hava kararmıştı. İhsan, kendi ellerini bile hayal meyal seçebilmesine rağmen lekeyi hâlâ çok net bir biçimde görebiliyordu. Lekeyi çıkarma umudu tamamen söndüğü için yenilgiyi kabullenerek kalktı, oturma odasındaki kilimi aldı, sofaya getirdi, lekenin üstünü kapatabilecek şekilde yere serdi.
Olmuştu. Artık görünmüyordu.

“Nerde oturuyo biliyon mu?”
“Kim?”
“Katil.”
“Yok.”
“Gel benlen. Ben biliyom.”
“Gelmem.”
“Korktun mu?”
“Yooo. Niye korkayım?”
“Yalancı. Korktun işte.”
“Korkmadım!”
“Gel o zaman.”
“İyi.”
Umut okul çıkışında, önünde yürüyen iki çocuğun arasında geçen bu konuşmaya kulak misafiri olmuştu. Çocuklardan iri yarı olanı daha çelimsiz olanını kolundan tutmuş, adeta sürüklüyordu. Katilin evini ona göstermek için sabırsızlandığı belliydi. Umut bir an olduğu yerde kalıp, hararetli hararetli konuşarak uzaklaşan iki çocuğun arkasından baktı. Sonra ani bir kararla, eve dönüş yoluna sapmaktan vazgeçti. Katilin evine doğru ilerleyen çocukların peşine takıldı. Bunu neden yaptığını tam olarak bilmiyordu. Belki, günlerdir sahilde göremediği İhsan’ın nerede yaşadığını görmek istemişti. Belki de, “katil” diye bahsedilen o adamın gerçekten de İhsan olup olmadığını öğrenme ihtiyacı duymuştu. Çünkü kim ne söylerse söylesin hâlâ inanmakta zorlanıyordu buna. Bir yanlışlık olduğuna, anasının ve balıkçı Yusuf ’un İhsan’ı başkasıyla karıştırdıklarına inanmak istiyordu. Köye döndüğü söylenen katilin o olduğu yargısına nasıl varmışlardı ki? Belki de başka biriydi. Umut, bütün kalbiyle öyle olmasını umuyordu.
Köyün bir labirenti andıran dar sokakları boyunca ve iki çocuğun peşi sıra yürürken içinden hep dua etti. “Allah’ım, n’olur o, o olmasın!” dedi defalarca. Kulaklarını tıkamaya, birkaç metre önündeki çocukların konuşmalarını duymamaya çalıştı. Ama başaramadı.
“Kadını baltaylan doğramış. Kafasını koparmış,” diye heyecanla anlatıyordu iri yarı olanı.
“Atma be!” diye cevap verdi çelimsiz olanı.
“Doğru diyorum! Babamgil konuşurken duydum!”
“Yemin et!”
“Vallaha billaha!”
“Ekmek kuran çarpsın de!”
“Ekmek kuran çarpsın!”
“Anam babam ölsün de!”
“Anam babam ölsün!”
Çelimsiz çocuk ancak şimdi tatmin olmuştu. Ona göre, yalan yere yemin edilebilirdi, ekmek kuran çarpsın da denebilirdi, ama anam babam ölsün denemezdi. Demek ki doğru söylüyordu arkadaşı.
Çocuklar arasındaki en etkili yemin olan “Anam babam ölsün” cümlesi, Umut’u bile şüpheye düşürdü. Ama sadece bir an için. Sonra hemen aklına, kendisinin böyle durumlarda oynadığı oyun geldi. Anasına yalan söylediği zamanlar, dışından yemin ederken, içinden etmiyorum diye geçirirdi. İki gözüm önüme aksın dediğinde, yine içinden, akmasın derdi. Böylece hem anasının hem de Allah’ın gazabından yakayı kurtardığını düşünürdü. Öyle ya, Allah herkesin içini görürdü, aklından geçenleri bilirdi; onun için ağzının ne söylediği değil, içinden ne geçtiği önemli olmalıydı.
Bu arada köyün diğer ucuna varmışlardı. Artık evler seyrekleşmiş, yürüdükleri yol bozulmuştu. Bir süre daha yürümeye devam ettiler. Köyün sınırları dışına çıktılar. Burası Umutların evi gibi mezarlık tarafında değil, köyün kuş uçmaz kervan geçmez, yolu bile olmayan yukarı taraflarındaydı. Peşlerindeki Umut’un farkında bile olmayan çocuklar, civardaki tek evin önünde durdular. Bu küçük, tek katlı, eskilikten her tarafı dökülen, neredeyse harabe gibi evi görünce Umut da durdu.
İri yarı çocuk, parmağıyla evi işaret ederek, “İşte burası!” dedi.
Çelimsiz arkadaşı, sanki hayatında ilk kez ev görüyormuş gibi hayretle baktı katilin evine. Sonra korkuyla sordu. “İçeride midir şimdi?”
“Bilmem.”
“Ya içerideyse?”
İri çocuk bir an düşündü. Sonra bunu anlamak için bir yol geldi aklına. Eğildi. Yerden büyükçe bir taş aldı.
“Napıyosun?”
“Görürsün!”
Evin penceresini nişan alarak taşı fırlattı. Cam müthiş bir şangırtıyla kırıldı.
Çelimsiz çocuk paniğe kapıldı.
“Napıyosun be!”
“İçerideyse anlarız şimdi,” diye cevap verdi, iri çocuk soğukkanlı bir sesle.
Bu ihtimal çelimsiz çocuğu daha da korkutmuştu.
“Bizim de kafamızı keserse ya!”
Tam bu sırada İhsan’ın kırık camın ardında belirmesi, çocuklardan iri ve de cesur olanının bile ödünü koparttı. Öyle ki korkaklıkla suçladığı arkadaşından bile önce başladı koşmaya. Çelimsiz çocuk ise hemen hareket edemedi. Korkudan donup kalmış gibiydi. Bacakları zangır zangır titriyordu. Yardım ararcasına etrafına bakındı. Sonra tekrar pencereye çevirdi gözlerini. İhsan artık orada değildi.
Bir an sonra sokak kapısı açıldı. İhsan evden dışarı çıktı. Çocuk, kendisine yaklaşan dev gibi adamı görünce acı bir çığlık attı.
“Hihh! Katil!”
İhsan donakaldı. Çocuk var gücüyle koşmaya başladı. Ardına bile bakmadan, güçsüz bacaklarından beklenmeyecek bir hızla koştu, arkadaşına yetişti, beraber gözden kayboldular.
Yol boyunca ettiği duaların reddedilmesinin hayal kırıklığı içinde, İhsan’a bakıyordu Umut. Bakıyor ve ne diyeceğini, ne yapacağını bilemeden bekliyordu. İhsan ise, o güne dek defalarca duyduğu o sözcüğü bir çocuğun ağzından duyunca hayatında hiç olmadığı kadar sarsılmıştı. “Katil” damgası hiç o anki kadar ağır gelmemişti; hiç kimse, gerçek bir korku içindeki o çocuk kadar ezememişti onu. Omuzları iyice çöktü, sırtındaki kambur iyice belirginleşti. Eve girmek için döndü, tam o anda da Umut’u gördü.
Bir şeyden ne kadar kaçmaya çalışırsanız, o şey adeta inadına karşınıza çıkar. En korktuğunuz şey illaki başınıza gelir. İşte o an İhsan’ın yaşadığı da tam olarak buydu. Korktuğunun başına gelmesi, kaçtığını en beklemediği anda karşısında bulmak, kaçınılmaz olanla yüzleşmek…
Umut’un gözlerinde şüpheyi ve hayal kırıklığını görmek de kaçınılmazdı İhsan için. Bir çocuğun ağzından “katil” lafını duymaktan daha ağır olanın, Umut’un gözleri önünde bir çocuktan katil lafını duymak olduğunu anlıyordu şimdi.
Birden hiç ummadığı bir şey oldu. Umut ona doğru ilerlemeye başladı. Diğer çocuklar gibi kaçmasını bekliyordu oysa İhsan.
Umut, tam yedi adım attıktan sonra İhsan’ın yanına ulaştı ve onun uzun bacaklarına sarıldı. İhsan’ın elli küsur senelik ömründe yaşadığı en şaşırtıcı olaylardan biriydi bu. Aynı zamanda da son otuz senedir yaşadığı en duygulu an… En inanç dolu, en sevgi dolu, en umut dolu an…
Gözleri doldu İhsan’ın. Umut’un saçlarını okşadı. Onun sessizce anlattıklarına yine aynı şekilde sessizce karşılık verdi böylece. Hiçbir kelime kullanmadan ne çok şey anlatabilirdi meğer insan. Tek bir adımla, tek bir sarılışla, tek bir gülümseyişle, “Ben sana inanıyorum. Senin bir katil olmadığını biliyorum. Kim ne derse desin yanındayım, seni seviyorum,” denebilirdi. Gerçekten de bazen kelimelere hiç ihtiyaç yoktu.

Umut’un sevgisinden ve ona olan inancından aldığı güçle, İhsan yeniden hayatına devam edecek cesareti kendinde buldu. Birinin ona inanmasının ne kadar güzel bir duygu olduğunu tamamen unutmuştu. O kadar uzun zamandır kimse ona inanmıyordu ki, artık kendisi bile şüphe ediyordu kendinden. Ama artık Umut vardı. Hiç doğmamış çocuğunun yerine koyduğu Umut onu seviyordu, daha önemlisi de ona inanıyordu. Üstelik, “Hayır, ben yapmadım, ben masumum,” demesine bile gerek kalmadan… Bir kere bile soru sorma ihtiyacı duymadan… Ancak bir çocuğun duyabileceği, içten gelen saf bir güvenle inanıyordu Umut. Buna sahip olduktan sonra başka kimsenin ne düşündüğünün önemi yoktu İhsan için. Ona nasıl baktıklarının, arkasından ne dediklerinin de önemi yoktu. Daha doğrusu o öyle sanıyordu.