Читать книгу Aşk başka yerde (Elif Usman) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Aşk başka yerde
Aşk başka yerde
Оценить:
Aşk başka yerde

4

Полная версия:

Aşk başka yerde

Birden Umut’un zihninde adamın silahı şakağına dayadığı an canlandı. Ürperdi Umut. Hayatında ilk defa böyle bir şey görmüş olmasına rağmen, adamın kendini öldürmek üzere olduğunu anlamıştı. Umut orada olmasa yapacaktı. Tetiği çekecekti. Umut her zamanki gibi okul çıkışında gelseydi oraya, adamın ölüsünü bulacaktı. Bir insan niye yapardı bunu? Ölmek iyi bir şey miydi ki? Hayır, değildi. Babasının ölmesi hiç iyi bir şey değildi. Çok kötü, çok üzücü bir şeydi. Buna rağmen nasıl isterdi insan ölmek?

Kafasını kurcalayan, cevabını bulmaya aklının yetmediği soruları babasına sormayı ne kadar da isterdi. Şimdi karşısında bu suskun mezar taşı, bu suskun toprak parçası değil de babası olsaydı… Kendi kendine konuşmaktan, sorularını hep sessizliğin yanıtlamasından bıkmıştı Umut. Babasının sesini özlüyordu. Az ama öz konuşan babasının her şeyi çok güzel açıklayan cevaplarını özlüyordu.

Ağlamaya başladı. Gerilen sinirleri boşanmıştı bir anda. Tek bir yerde uzun süre kalamayan düşünceleri gezinip durmaktan yorulmuştu. Üşüdüğünü hissediyordu. Ama sadece bedeni değildi üşüyen, ruhu da üşüyordu. Yalnızlık ne kadar soğuktu… Göz kapakları ne kadar ağırdı… Gözlerini açık tutmak ne kadar zordu…

Uyuyakaldı.

Uyandığında her tarafı buz kesmişti. Üstünde kuruyan giysilerinin ıslaklığı içine işlemişti sanki. Bir sünger gibi çekmişti bedeni bütün nemi. Titreyerek doğruldu. Etrafına bakındı. Bulutlar dağılmıştı. Güneş tam tepedeydi. Ne kadar zaman geçtiğini düşününce paniğe kapıldı Umut. Kolundaki saate, geçen sene babasının kasabadaki saatçiden aldığı saate baktı. Saatin ikiye yaklaştığını gördü. Tam yedi saattir oradaydı. Okuldan bir buçuk saat önce çıkmış, eve çoktan varmış olması gerekti. Şimdiden yarım saat geç kalmıştı. Anası da öğretmeni gibiydi. Geç kalınmasına tahammülü yoktu. Üstüne üstlük evhamlıydı. Umut korkuya kapıldı yine. Anası ya onu aramaya çıktıysa, ya okula gittiyse, ya Umut’un o gün okula hiç gitmediğini öğrendiyse…

Korku içinde eve döndü. Hem oturma odası hem de yatak odası olarak kullanılan küçük salonun boş olduğunu, sobanın da yanmadığını görünce korktuğunun başına geldiğini sandı. Anası gerçekten de onu aramaya çıkmıştı galiba. Biraz sonra eve dönecek, kıyamet de o zaman kopacaktı.

Topu topu iki göz odadan ibaret evin diğer odası anne ve babasının yatak odasıydı. Ama o oda kış günlerinde hiç kullanılmaz, üçü de bütün gün soba yandığı için sıcak olan salonda yatardı. Babasının ölümünden beri tamamen kullanıma kapatılmıştı yatak odası. Annesi eskiden yere serdiği şilteyi bile çıkarmıyor, Umut’un yattığı divanın kenarına kıvrılıp uyuyordu. Rahmetli kocasına ait, atmaya kıyamadığı ama görmeye de dayanamadığı eşyaları eski yatak odasına doldurup kapıyı kapattığı günden beri giremiyordu oraya. Bu yüzden, Umut o odaya bakmaya gerek bile görmemişti anasının evde olmadığı yargısına varmak için. Yine bu yüzden, oda kapısını açık, anasını da içeride, çeyiz sandığının başında bulunca çok şaşırdı.

Usulca odaya süzüldü. Anası geldiğini duymamıştı. Umut’un sandığının aksine, onun geç kaldığını bile fark etmemişti. Kudurmuş bir halde Umut’u arıyor filan değildi yani. Gayet sakin gözüküyordu. Orada öylece durmuş, elinde tuttuğu bir tomar parayı sandığın içine saklamakla meşguldü. Umut şaşkın gözlerle bir anasına bir paraya baktı. Aslında çok fazla değildi, ama hayatında hiç o kadar parayı bir arada görmemiş olan Umut’a çok fazla gözüktü.

“Ana… O ne?” diye sordu şaşkın bir sesle.

Annesi irkilerek başını kaldırdı. Yüzünde acı dolu bir ifade vardı. Gözleri dolmuştu. Umut’a sanki onu görmüyormuş gibi bakıyordu. Cevap vermeden başını tekrar indirdi. Paraları sandığın içine, kullanılmayan dantel örtülerin altına sakladı. Sandığın kapağını kapatıp doğruldu. Ancak o zaman Umut’a tekrar baktı ve az önceki sorusunu yanıtladı.

“Tekneyi sattım.”

Sesi de yüzü gibi acıydı.

“Babamın teknesini mi?”

“He ya. Başka teknemiz mi var?”

Umut, boğazını bir yumrunun tıkadığını hissetti.

“Ama… Hani vermeyecektin babamın hiçbir şeyini?”

Anası birden sinirlendi.

“Keyfimden mi verdim!” diye bağırdı.

“Ya niye verdin?”

“Vermeyeydim de acımızdan gebere miydik? Bir aydan beri konu komşunun eline bakıyoruz! Başımızı sokacak şu ev de olmasa yanmıştık!”

Umut hiçbir şey söyleyemedi. Gerçekten de babası öldüğünden beri nasıl geçindiklerini, bundan sonra da nasıl geçineceklerini hiç düşünmemişti. Öyle ya, ne bir tarlaları ne de bir dükkânları vardı. Babası ekmeğini denizden çıkarırdı. Bütün varlıkları, bir şu dededen kalma ev, bir de babasının “Umut” adını verdiği küçük tekneydi. Anası tekneyi satmayıp da ne yapacaktı… Umut başka çare olmadığını anlıyordu anlamasına da, yine de içini acıtmıştı bu haber. Çok severdi o tekneyi. Hep büyüyünce babası gibi balıkçı olacağını, o tekneyle denize açılacağını, günlerini o teknenin içinde geçireceğini hayal etmişti.

Bu arada annesi söylenmeye devam ediyordu.

“Baban olacak adam o tekneden gayri bir çöp bırakmadı. Tekne de yok pahasına gitti zati. O para bizi taş çatlasa altı ay idare eder. Sonra ne halt edicez bilmem…”

Umut da bilmiyordu. Gerçeklerin ağırlığı altında ezilen aklı paramparça olmuştu. Hiçbir şey düşünemiyordu.

Parayı, hayallerin önünde dikilen kocaman, aşılmaz bir engel olarak görmeye o gün başladı işte. Korkularına bir yenisi daha eklendi. Para denen canavar, o geceden itibaren kâbuslarının başkahramanı haline geldi.



Büyük üzüntüler, sarsıcı olaylar, şoklar insanı tek başına hasta etmeye yeter. Bir de buna yağmur, soğuk ve korku eklenince hastalık hepten kaçınılmaz olur. Umut da, onu çok sarsan iki olayı peş peşe yaşadığı ve hem şaşırıp hem de çok üzüldüğü, yağmurda ıslanıp saatlerce soğukta kaldığı, korku yüzünden hemen eve dönemediği o tuhaf günün sonunda hasta oldu. Günlerce üşüdü, öksürdü, aksırdı, hapşırdı, yataktan çıkamadı, okula gidemedi. Öğretmenine söylemeyi planladığı bir günlük hastalık yalanı, bir haftalık bir gerçeğe dönüşmüştü.

Yatakta geçirdiği sıkıcı saatler, sıkıcı düşüncelerle geçti. Babasını, ölümü, o adamı, Filiz’i, bir de satılan tekneyle beraber kaybettiği hayallerini düşündü durdu. Uykuya daldığında da hep korkunç kâbuslarla boğuştu. Adı para olan canavarlar, kendini öldüren adamlar, kuduran denizler, batan tekneler gördü. Batan tekneler… Batan tekneler gördüğünde uyandı. O ana dek sormayı bile düşünmediği sorunun cevabını bulmuştu. Babası son kez denize açıldığında boğulmuştu. Ama tekne batmamıştı, sapasağlam duruyordu. Başka bir balıkçı onu bulup sahile getirmişti. Babası ise ertesi sabah kıyıya vurmuştu. Evet, o gün hava aniden bozmuş, fırtına çıkmış, deniz kudurmuştu ama tekne batmamıştı. Niye batmamıştı? Babası niye boğulmuştu o zaman?

Cevap açıktı. O, özellikle atlamıştı tekneden. Ölmek istemişti. Katili deniz değil kendisiydi. Umut, bir anda bütün açıklığıyla kavradı bu gerçeği. Ama yine de inanmak istemedi. Çok sevdiği babası bunu ona yapmış olamazdı. Niye yapsındı ki? Niye onu üzmek, yalnız bırakmak istesindi?

Aklına gelen bu korkunç ihtimalin doğru olamayacağını duymak istedi. Anasına sordu. Anası da ona saçma sapan konuşmamasını söyledi. Hiç olur muydu öyle şey… Teknenin niye batmadığını nereden bilsindi… Allah’ın işine akıl sır erer miydi… Umut rahatladı. Duymak istediğini duymuştu. Daha fazla kurcalamanın âlemi yoktu. Ama içinde uyanan şüphe yok olmamıştı. Sadece üstü örtülmüştü.

Pazar günü iyileştiğini hissetti. Evin içinde, bahçeye bile adımını atmadan geçirdiği günlerin acısını çıkarmak için hemen kendini dışarı attı. Güneşli, güzel bir sabahtı. Ilık bir rüzgâr esiyordu. Arkadaşsız, yalnız bir çocuk olduğu için zamanını tek başına geçirmeye alışıktı Umut. Kendi kendine oyunlar icat edebilir, diğer çocukların aksine kendi kendine eğlenebilirdi. Yine öyle yaptı. Yürüdü, koştu, ağaçlara tırmandı, çayırda otlayan koyunlara sataştı, çobandan kaçtı, tavukları kovaladı. Yorulduğunda çimenlerin üzerine uzanıp gökyüzünü seyretti. Kendini hiç unutturmayan bir sızı gibi babasını anımsadı. O ölmeden önce, pazar günleri erkenden kalkıp sahile inerlerdi beraber. Artık onların olmayan tekneyle denize açılırlar, balık tutarlardı.

Anımsayış, burnuna deniz kokusunu getirdi. Ne zaman babasını düşünse, denizin kokusunu duyardı. Ne zaman denizin kokusunu duysa, babasını düşünürdü. Deniz kokusu ve babası bir olmuşlardı Umut’un zihninde. Birbirlerini çağırıyorlardı. Birbirlerinden ayrılamıyorlardı.

Aklında babasıyla teknede geçen eski pazar günleri, içinde hüzün, sahile indi. Balıkçı teknelerinin çoğu denize açılmıştı bile. Geç kalan bir iki tekne vardı sadece sahilde. Bunlardan biri de “Umut”tu. Umut, baş kısmında mavi boyayla kendi adı yazılı olan küçük beyaz tekneye özlemle baktı. Yeni sahibi teknenin içindeydi. Arkası Umut’a dönük bir halde, ağları hazırlamakla meşguldü. Üzerindeki bakışları hissetmiş gibi birden döndü. Umut’u gördü. Umut, adamın yüzünü görünce şaşkınlıkla kalakaldı. Bu, o adamdı… Mezarlıktaki adam… Silahı şakağına dayayan adam…

Adam da Umut’u tanımıştı. Bakışlarından anlaşılıyordu bu. Sanki çok eskiden beri tanıdığı ve çok özlediği birini görmüş gibi sevinçle gülümsedi. Bu sıcak gülümseyiş, yüzünün bir ölüyü andıran beyazlığı ve açık mavi gözlerinin bir ölüyü andıran donukluğu ile büyük bir tezat oluşturuyordu. Umut yine ürperdiğini hissetti.

“Merhaba çocuk!” dedi adam. Sesi de gülümseyişi gibi sıcaktı. Ölü görünümünden beklenmeyecek denli canlı, hayat doluydu.

Ürkek bir sesle karşılık verdi Umut.

“Merhaba.”

“Balığa çıkıyorum. Gelmek ister misin?” diye sordu adam damdan düşer gibi.

Umut bir an bile düşünmeden, içinden geçen cevabı verdi.

“İsterim.”

“Atla o zaman.”

Umut atladı. Heyecanlanmıştı. Sanki rüya görüyor gibi hissediyordu kendini. Ama hayır, rüya görse, karşısındaki adam bu yabancı değil, babası olurdu.

Yabancı adam küreklere asıldı. Tekne denizin üzerinde süzülmeye başladı. Umut, gözlerini dikmiş onu inceliyordu.

“Bu tekne bizimdi,” deyiverdi.

Adam şaşırdı.

“Sizin miydi?”

“Evet. Babamındı…”

Bir an duraksadıktan sonra ekledi.

“Babam ben doğduğumda yapmış bu tekneyi. Kendi yapmış. Adı da oğlumunki gibi ‘Umut’ olsun demiş. En çok ‘Umut’ adını severmiş babam.”

Adamın yüzünden bir gölge geçti. Tekneyi aldığı günü anımsadı. Kendini öldürmekten Umut sayesinde kurtulduğu o gün, mezarlıktan kaçar gibi uzaklaştıktan sonra ayakları onu sahile götürmüştü. Denizi görünce yolun sonuna geldiğini anlayarak durmuş, karşısındaki manzarayı seyre dalmıştı. Güneşi saklayan bulutlarla kaplı gökyüzü de, gri bir renksizliğe bürünmüş dalgalı deniz de çektiği acılara bir an önce son vermek isteyen ruhu gibi kasvetliydi. Dünyanın ve kendi ruhunun iç karartıcı yüzüne bakarken, az önce, tam tetiği çekeceği anda onu durduran çocuğa karşı içi öfke dolmuştu. Uzun zamandır istediği, beklediği bir andı o; ama ne kadar uzun zamandır düşünürse düşünsün eyleme geçmek bir anlık karara bağlıydı. O kararı verecek cesareti tekrar bulması çok zordu. Nereden çıkmıştı sanki o Allah’ın belası çocuk? Ne işi vardı sabahın köründe bir mezarlıkta? O olmasa şimdi arzuladığı yerde, onun yanında, bu acımasız dünyanın uzağında olacaktı. Ne kadar zor olursa olsun vazgeçmemeliydi, vazgeçemezdi, gereken cesareti yeniden bulmak zorundaydı. Çünkü yaşamak istemiyordu. Böyle ölü gibi yaşamaktansa gerçekten ölmeyi yeğliyordu.

Bu duygularla boğuşurken ne yapacağını, nereye gideceğini bilmez bir halde yürümeye başlamıştı. Sahil boyunca önünü görmeden ilerliyordu. Balıkçı teknelerinin demirlediği yere gelince, içinden gelen garip bir dürtüyle duraksadı. Gözleri teknelere takıldı ve küçük, beyaz bir teknenin adını gördü. Teknenin baş kısmında mavi harflerle yazan “Umut” kelimesine bakakaldı. Çok uzun zaman önce hafızasından silinmiş olan bu basit sözcük ruhunda şiddetli bir kasırga yaratmıştı. İçinde boğulduğu karanlık duygu ve düşünceleri allak bullak etmişti. Umut… Anlamlı bir işaret gibi ona bakıyordu küçük, beyaz bir teknenin sancağından. Orada, o kasvetli manzaranın içinde durmuş bakıyor ve bir sözcüğün bir insana anlatabileceği her şeyi anlatıyordu. Umudunu kaybetmiş adama, yokluğunda boğulduğu duyguyu hatırlatıyordu. Çıkış yolunu gösteriyordu.

Büyülenmiş gibi tekneye bakarken, bir sesle irkilmişti. Genç bir balıkçıydı konuşan. Teknenin satılık olduğunu söylüyordu. Dakikalardır tekneye bakan adamı görünce, alıcı olduğunu düşünmüştü.

“Sahibi geçen ay öldü,” demişti. “Bir aydır burada yatıyor tekne. Rahmetlinin karısı satmak istiyor ama alıcı çıkmıyor. Eski diye beğenmiyor millet ama bakma sen öyle göründüğüne. Sapasağlamdır. Kaç fırtına atlattı, bana mısın demedi.”

Ani bir kararla, “Kaç para?” diye sormuştu.

Balıkçı, değerinin çok altında olduğunu defalarca vurgulayarak fiyatı söylemişti.

Yine ani bir kararla bütün parasını vermiş, tekneyi satın almıştı. Genç balıkçı, parayı rahmetlinin karısına vereceğini söyleyerek yanından ayrılıncaya dek de bunu neden yaptığını düşünmemişti. En son çocukken balığa çıkmıştı. Balıkçılıktan, denizden ve bunun gibi şeylerden pek anlamazdı yani. Ama ne yapacağını bilmediği, her şeyin sonuna geldiği bir anda karşısına çıkan bu anlamlı tesadüfe boyun eğmesi gerektiğini hissetmiş, o teknenin adında yeni bir hayatın doğuşunu görmüştü. “Umut” onu ele geçirmiş, ölümü kovmuş, yerine yaşamı koymuştu.

Geçmişten şimdiki zamana döndüğünde, oldukça açılmış olduklarını fark etti. Umut demin sorduğu, ama düşüncelere dalmış olan adamın duymadığı soruyu yineliyordu.

“Senin adın ne?”

“İhsan.”

“Nerden geldin?”

İhsan bir an duraksadı. Nereden geldiğini, otuz senedir nerede olduğunu söylerse çocuğun korkacağını düşündü.

“Uzak bir yerden.”

“Kasabadan mı?”

“Yok.”

“Daha mı uzaktan?”

“Hı hı.”

“Şehirden mi?”

“Sayılır.”

Umut sonunda tatmin olmuş gibi sustu. Ama suskunluğu uzun sürmedi.

“Niye geldin buraya?”

Ölmek için diyemedi İhsan.

“Bilmem,” dedi.

Umut cevaptan memnun kalmamıştı.

“Filiz’i görmeye mi geldin?”

Böyle bir soru beklemeyen İhsan irkildi. İçinden bir sızı gibi Filiz geçti.

“Evet,” dedi güçsüz bir sesle.

“Neyin oluyor Filiz?”

“Karım,” dedi daha da güçsüz bir sesle. Yüzünde otuz senedir hiç eksilmemiş acının izleri belirdi. Gözlerinin önüne görünmez bir perde indi, bakışları donuklaştı.

Umut, İhsan’daki belirgin değişim karşısında yaşından beklenmeyecek bir olgunluk göstererek sustu. İhsan da susuyordu. Gözleri denizde, tekdüze bir ritimle kürekleri çekiyordu. Deniz durgundu; çok nadir görülen bir sessizlik hakimdi doğada. Kürekler suya girip çıktıkça duyulan şıpırtı dışında hiçbir ses yoktu. Bazen de uzaklarda bir martı viyaklıyordu, o kadar.

Umut, İhsan’a bakarken babasını görüyordu. O da hep böyle susardı. O da hep böyle, yüzünde ciddi bir ifadeyle, gözleri dalgın çekerdi kürekleri. Ona bakınca da tıpkı şimdi olduğu gibi hem birçok soru sormak ister, hem de çekinirdi. Her şey o kadar eskisi gibiydi ki, elinde olmadan, karşısındaki yabancı adamı babasının yokluğundan doğan boşluğa sığdırmak istedi Umut. Elinde olmadan, babasına duyduğu yakınlığa benzer bir yakınlık duydu ona.

Beraber balık tuttular. İhsan o kadar acemiydi ki, kendini bildi bileli babasına çıraklık yapan Umut ona yardım etmese belki de hiç balık tutamadan akşamı edecekti. Umut, hiç fark etmeden öğrendiklerini, bildiğini kendisinin bile o ana dek bilmediği her şeyi anlattı ona. Nerede daha bol balık çıktığını, ağı attıktan sonra ne kadar beklemesi gerektiğini, ağı toplayacakları zamanı hep Umut söyledi. Akşama doğru işleri bitmişti. Denizin üzerinde güneş batarken dönüş yoluna çıktılar. Ancak o zaman merak ettiği sorulardan birini sorma cesaretini buldu Umut.

“Senin çocuğun var mı İhsan Amca?”

Beraber geçirdikleri günün sonunda, o yabancı adam artık İhsan Amca olmuştu.

“Yok.”

İhsan’ın gözleri doldu bunu söylerken. Birden dili çözüldü.

“Olacaktı, ama olmadı. Karım… Filiz… öldüğünde altı aylık hamileydi.”

Yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Yaşlı gözlerle Umut’a baktı.

“Karım ölmeseydi, çocuğum doğsaydı, şimdi otuz yaşına gelmiş olacaktı. Senin yaşında bir torunum olacaktı belki de.”

Umut dayanamadı.

“Neden öldü karın?” diye soruverdi.

İhsan içten bir sesle, “Bilmiyorum,” dedi. “Bunu ben de sordum kendime, otuz sene boyunca her gün bu soruyu sordum ama yanıtı bulamadım.”

Umut hiçbir şey anlamamıştı. Bu sırada kara da görünmüştü. Kıyıya yanaşıp demir atarlarken, “Yarın kasabadaki balık pazarına gidiyorum,” dedi İhsan. “ Sen de gelip bana yardım eder misin?”

“Bilmem ki… Yarın okul var.”

“Kaça gidiyorsun?”

“Beşe. Bu sene bitecek.”

“Sonra ne yapacaksın?”

“Balıkçı olacağım.”

İhsan güldü. Babası da tıpkı böyle gülerdi, Umut balıkçı olacağını söylediğinde. Bozuldu Umut. “Ne var?” dedi. “Olamaz mıyım?”

İhsan, Umut’un bozulduğunu anlamıştı. Alttan aldı.

“Niye olamayasın canım? Olmuşsun bile.”

“Niye güldün öyleyse?”

“Ben de çocukken bir sürü şey olmak istiyordum. Hiçbir şey istediğim gibi olmadı.”

“Benim olacak ama.”

“Tamam, tamam. Kızma.”

“Kızmıyorum.”

Kızmadığını ispatlamak istercesine gülümsedi. İhsan da ona gülümsedi.

Dostlukları o gülümseyişle başladı. Ertesi gün Umut, okuldan kaçıp İhsan’la kasabaya gitti. Beraber pazarda balık sattılar. Sonra yine balık tuttular. Teknede geçirdikleri saatler boyunca İhsan ona hep Filiz’i anlattı. Otuz senedir uyanık olduğu her an onu düşündüğünü, uyuduğunda da rüyalarında hep onu gördüğünü anlattı. Hiçbir zaman unutmadığını, unutmaya da çalışmadığını anlattı. Hatırlamak ne kadar acı verirse versin, unutmak kadar korkunç olamazdı.

Aşkın ne olduğunu ilk İhsan’dan öğrendi Umut. Babasının da annesini böyle sevip sevmediğini merak etti. Sanmıyordu. Bir gün bile annesinden böyle bahsetmemişti babası. Onun adını anarken sesi böyle titrememişti, gözleri böyle dolmamıştı. İhsan’ın çektiği acının büyüklüğünü görmesine rağmen, büyüyünce birisini, onun Filiz’i sevdiği gibi sevmeyi diledi Umut. Kim bilir ne kadar güzel şeydi böyle sevmek… Böyle âşık olmak… Böyle unutamamak…

Günler geçtikçe dostlukları pekişti. Öyle ki, Umut bir daha kimseye anlatmamak için yemin ettiği bir sırrını açacak kadar yakın hissetti kendini İhsan’a.

“Babam bir ağaca dönüşecek,” dedi. “Cehennemde yanmayacak o. Ağaç olacak. Hem de kocaman bir ağaç… O kadar büyüyecek ki, dalları göğe değecek.”

Sustu ve İhsan’ın gülmesini, alay etmesini bekledi korkuyla. Ama İhsan gülmedi. Alay da etmedi. Son derece ciddi bir ifadeyle baktı Umut’un yüzüne.

“Filiz de çiçek oldu,” deyiverdi sonra. “Gördün mü, nasıl çiçekler sarmıştı mezarın etrafını. İşte onların hepsi Filiz.”

Umut’un yüzüne geniş bir tebessüm yayıldı. Babası öldüğünden beri ilk defa yalnız olmadığını hissetti. Kendi gibi düşünen birinin olması ne büyük bir mutluluktu.

“Gördüm,” dedi. “Filiz’in ağaç olması saçma olurdu zaten. Onun çiçek olması iyi.”

İhsan ciddi ciddi başını salladı.

“Evet.”

Umut da ciddiyetle devam etti.

“Bence en fenası ot olmak. İnşallah ben ot olmam ölünce.”

“Olmazsın, korkma. İnsanın yaşarken belli olur ölünce ne olacağı.”

Dünyalar Umut’un olmuştu. Sonunda onunla alay etmeyen, aptal olduğunu düşünmeyen bir arkadaş bulmuştu. Doğrusu tam kafasına göre, gönlüne göre bir arkadaştı İhsan.

Güneşli bir hafta geçti. Umut hemen her gün okuldan kaçtı, İhsan’la denize açıldı, balık tuttu. Teknede geçirdikleri her gün dostlukları biraz daha pekişti.

Beraber balığa çıktıkları son gün hava bozdu. Gökyüzünü gri bulutlar kapladı. Güneş, bulutların ardına saklandı. Boğucu bir rüzgâr esmeye başladı. Deniz geri çekildi.

Yaklaşan fırtınanın habercisiydi bütün bunlar.



Umut, o son gün İhsan’dan ayrılıp eve geldiğinde, annesini komşusu Hatice ile konuşurken buldu. İki kadın kafa kafaya vermiş, dertleşiyorlardı. Umut’un içeri girdiğini bile fark etmediler, fark ettilerse de umursamadılar. Umut bir köşeye geçip açlıktan midesi guruldayarak onları dinlemeye koyuldu.

“Ne yapacağımı şaşırdım,” diyordu anası. “Teknenin parası var şimdilik, ama ne kadar zaman idare eder bizi bilmiyorum.”

Hatice bilmiş bir edayla kafasını sallayarak, “Doğru kardeş, hazıra dağ mı dayanır,” dedi.

“Dayanmaz helbet. Ondan çalışayım diyorum ama… Ne iş yaparım, bu köy yerinde nereden iş bulurum…”

“Ah ah, eskiden olacaktı… Anam anlatırdı, şu meşhur Cavidan Hanım var ya… Bildin mi Cavidan Hanım’ı?

“Hee, bildim.”

“İşte o Cavidan Hanım’ın babası zamanında çiftlik de çiftlikmiş. Tarlalar, bağlar, bahçeler dönüm dönüm… Hepsi ekiliyor, biçiliyor… Sade bizim köyden değil, civardaki bütün köylerden ırgat toplarlarmış. Şarap fabrikası da işliyormuş o vakitler. O kadar çok iş varmış ki, erkekler yetmiyomuş, kadınları da alıyolarmış çalışmağa. “

“Sonra ne olmuş da bu hale gelmiş ki?”

“Ne zaman ki bey ölmüş, bütün çift çubuk Cavidan Hanım’a kalmış, her bişey durmuş. Tarlalar topraklar ekilmez, çiftlikte in cin top oynar olmuş; fabrikanın kapıları kapanmış. Eskiden, sade evde bir alay insan çalışırmış. Şimdi, beyin zamanından beri çiftlikte olan emektar hizmetçi kalmış bir tek. Evin bütün işini o kadın görüyormuş.”

“Bir başına?”

“Hee, bir başına.”

“Bizim köy kadardır be o ev.”

“Öyle. Ama ne yaparsın, Cavidan Hanım insan görmek istemeyesiymiş. Bu yüzden bütün çalışanları kovmuş. Çiftliği de evi de boşaltmış.”

“Yazık.”

“Yazık ki ne yazık. Bu kadar insan açlıktan gebersin burada, o kadar toprak boş dursun. Olacak iş değil ama olmuş işte. Bu Cavidan Hanım dedikleri, hayata küsmüş mü neymiş. Çiftlik evine kapatmış kendini, avluya bilem çıkmıyormuş. Kaç senedir yüzünü gören yok. Anam rahmetli, toprağı bol olsun, bir kere görmüş Cavidan Hanım’ı. Gencecik kızmış o vakitler. Prensesler gibiymiş. Bey babası da, sertmiş, acımasızmış ama bey gibi beymiş. Diyom ya, herkeslere ekmeğini o verirmiş.”

“Kız Hatice, ne zoru varmış bu Cavidan Hanım’ın? Ne demeye herkesi ekmeğinden etmiş? İnsan o kadar zengin olsun da hayata küssün… Deli mi bu?”

Hatice, hikâyenin heyecanlı kısmına geldiklerini belli edercesine kıpırdandı oturduğu yerde. Çayından bir yudum aldı. Sonra büyük bir sır verircesine fısıltıyı andıran bir sesle, “Hemi de zır deli,” dedi. “Neden delirdiğini de biliyom ben.”

Umut’un da anasının da gözleri fal taşı gibi açıldı. Cavidan Hanım’dan bahsedildiğini daha önce de duymuşlardı. Zaten köyde, hatta kasabada onun adını duymayan yok gibiydi. O bölgenin en meşhur, en zengin kişisiydi çünkü. Yıllardır yüzünü gören olmadığı için de adeta bir efsaneye dönüşmüştü. Yalan yanlış hikâyeler anlatılırdı hakkında; bazı anneler yaramazlık yapan çocuklarını Cavidan Hanım’a götürmekle korkuturlardı. Deli olduğu herkesçe bilinen bir gerçekti ama Cavidan Hanım’ın gençliğini hatırlayan yaşlıların çoğu toprak olduğu için, neden delirdiğini kimse bilmezdi. Bey babası öldükten sonra üzüntüden aklını kaybettiği söylenirdi yalnız.

Bu yüzden, “Bey babası öldükten sonra üzüntüden delirmiş diyorlardı,” dedi Umut’un anası da.

Hatice, “Palavra o be,” diye karşılık verdi. “Babası öldü diye delirir mi insan? Herkesin ölüyor babası.”

Sözün burasında pot kırdığını anlamış gibi sustu. Acıyan gözlerle Umut’a baktı. Umut ise hiç üstüne alınmamış, merakla hikâyenin devamını bekliyordu. Annesi Umut’un imdadına yetişti.

“Kız, çatlatırsın sen adamı. Anlatsana niye delirmiş ya?”

Hatice büyük bir zevkle anlatmaya başladı.

“Bu Cavidan Hanım, körpecik bir genç kızken deliler gibi âşık olmuş. Hem de kime?”

Bir an durup sorusunun cevabını bekler gibi Umut’la anasına baktı. Lafı uzattıkça dinleyicilerinde daha çok merak uyandıracağını düşünüyor olmalıydı. Umut’un anası dayanamadı.

“Kime?”

Hatice, korkunç bir gerçeği açıklıyormuş gibi dehşet dolu bir sesle yanıtladı.

“Çiftlikte ırgatlık yapan fakir bir köylü parçasına!”

Umut, bunun niye bu kadar korkunç bir şey olduğunu anlayamamıştı. Annesine baktı. O anlamış gözüküyordu. Cık cık cıklayarak başını yukarı aşağı sallamasından belliydi anladığı.

“Fakirmiş, ırgatmış amma, anamın dediğine göre, çok da yakışıklıymış. Boylu poslu, heybetli bi oğlanmış. Köyün bütün kızları peşinde koşarmış. Cavidan Hanım desen, çirkin mi çirkinmiş.”

Umut atıldı.

“Hani prenses gibiydi?”

Hatice bir an şaşaladı.

“Canım, söz temsili. Çirkinmiş ama giyim kuşam o biçimmiş tabii. Bir giydiğini bir daha giymezmiş. Elbiseleri, entarileri Avrupalardan gelirmiş. Artiz gibi gezermiş. Havası, kibri de cabası. Ama paraynan güzellik olmuyor işte. Güzellik ondur, dokuzu dondur derler ya, palavra. Cavidan Hanım da bütün süsüne, çalımına rağmen çirkinmiş.”

bannerbanner