
Полная версия:
Aşk başka yerde
Takip ettiği izler onu çatı katına götürdü ve orada, çatı katı odasının girişinde terk edip gitti. Hava iyice kararmıştı, odada elektrik de yoktu. Göz gözü görecek gibi değildi. Arif Bey, ceketinin cebinden çakmağını çıkartıp çaktı. Küçük bir alev, Arif Bey’in etrafındaki dar bir alanı belli belirsiz aydınlattı. Arif Bey, elindeki çakmağın küçük alevinin verdiği zayıf ışık rehberliğinde, bastığı yeri görememenin verdiği tedirgin adımlarla çatı katının içlerine doğru ağır ağır yürüdü. Bir yandan da çakmağı sağa sola tutarak etrafını görmeye çalışıyor, artık karanlığa biraz olsun alışmış gözleriyle Cavidan Hanım’ı arıyordu.
Birden ayağı bir şeye takıldı. Sendeledi, son anda dengesini sağlayarak düşmekten kurtuldu. Eğilip baktığında, takıldığı şeyin yerde boylu boyunca ve hareketsiz yatmakta olan Cavidan Hanım’ın ta kendisi olduğunu gördü. Çakmağı Cavidan Hanım’ın yüzüne doğru tuttu. Titreyen alevin ardında gördüğü yüz karşısında ürperdi. Gözleri kapalıydı Cavidan Hanım’ın. Bembeyaz yüzü acıyla gerilmiş ve kaskatı kesilmişti. Nefes almıyor gibiydi.
Arif Bey’in ilk düşündüğü, çok geç kaldığı oldu. İlk hissettiği ise belli belirsiz bir pişmanlık… Keşke bu kadar vurdumduymaz davranmasaydı, keşke daha erken gelseydi, hiç olmadı birini gönderseydi kadıncağızı yoklaması için… Öldüğüne neredeyse emin olmasına rağmen hem alışkanlıktan hem de adet yerini bulsun diye yaşlı kadının nabzını tuttu. Aynı anda da fısıltıyı andıran bir sesle irkildi.
“Kimsin sen?”
Arif Bey şaşkınlıkla başını kaldırıp Cavidan Hanım’ın yüzüne baktı tekrar. Cavidan Hanım’ın gözleri fal taşı gibi açılmıştı şimdi. Karanlıkta tam olarak seçemediği adama korkuyla bakıyordu.
Arif Bey ise, bir ölünün dirildiğine tanık olmuş gibi donakalmıştı.
Sorusuna cevap alamayınca. “Kimsin?” diye fısıldadı yine Cavidan Hanım. Arif Bey, kendini toparlamaya çalışırken güçsüz bir sesle cevap verdi.
“Ben Arif, Cavidan Hanım. Doktor Arif… Tanımadınız mı?”
Cavidan Hanım bir an boş gözlerle baktı Arif Bey’in yüzüne. Sonra onu duymamış gibi bakışlarını çevirdi, korku dolu gözlerini etrafında gezdirerek, “Gittiler mi?” diye sordu.
Arif Bey anlamamıştı.
“Kim?”
“Onlar… Fareler…”
Cavidan Hanım bir an duraksadıktan sonra sayıklar gibi konuşmaya devam etti. Sesinde derin bir acı ve büyük bir korku vardı.
“Her yerdeler… Yüzlerce… Etrafımızdalar… Bakın, görmüyor musunuz? Ben de görmemiştim daha evvel… Yalnız seslerini duyardım… Kendileri görünmezdi… Kimse bana inanmıyordu… Kimse dediğim de Sabahat… Eda varken yok oluyorlar zaten… Sabahat aptaldır… O yüzden inanmıyordu bana… Ama siz akıllısınız, doktorlar akıllı olur… Gözlerinizi açın… Hâlâ görmüyor musunuz? Söyleyin… Söyleyin, görüyor musunuz?”
Arif Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Cavidan Hanım’ı yıllardır tanımasına rağmen, uzun süredir onun böyle kötüleştiğine, dengesiz aklının kontrolünü bu derece kaybettiğine tanık olmamıştı.
“Sakin olun, Cavidan Hanım. Burada hiçbir şey yok,” demeye çalıştı.
“Nereden biliyorsunuz? Karanlık… Karanlıkta göremezsiniz ki… Ama ben karanlıkta da görebiliyorum artık… Hissediyorum… Gitmediler… Hâlâ buradalar… Kemiriyorlar… Ruhumu kemiriyorlar… Çok acıtıyor… Canım acıyor, doktor bey…”
Birden aklına gelen başka bir düşünceyle sarsıldı Cavidan Hanım.
“Burası cehennem mi yoksa? Öldüm ben, değil mi? Öldüm ve cehenneme geldim… Cehennem onlarla doluymuş demek… Meğer cehennemin sesiymiş o işittiğim… Cehennem buradaymış… Çatıda… Benim cehennemim… Cavidan’ın cehennemi… Aşk… Aşk cehennemmiş… Ben de sanıyordum ki… Sanıyordum ki…”
Daha fazla konuşamadı. Boğazını sesinin çıkmasını engelleyen bir yumru tıkadı. Bilincini gölgeler kapladı. Göz kapakları ağırlaştı, gözlerinin önüne yarım bir perde gibi indi.
Arif Bey, yarı baygın durumdaki Cavidan Hanım’ı kucağına aldı. O kadar zayıftı ki onu taşımakta hiç zorlanmadı. Kucağında tüy gibi hafif yaşlı kadınla, karanlıkta kör gibi ilerledi. Onu aşağıya, odasına indirdi. Yatağına yatırdı. Başucu lambasını yaktı. Cavidan Hanım’ın üzerindeki gelinliği ve başındaki duvağı ancak o zaman fark etti. “Zavallı… Hepten kafayı yemiş,” diye geçirdi aklından. Sonra yanında getirdiği çantayı açtı. İçinden bir şırınga ve morfin ampulünü çıkardı. Ampulü kırıp morfini şırıngaya doldurdu. İlacı Cavidan Hanım’ın kolundaki belirginleşmiş mor damara enjekte etti.
Yaşlı kadının yarı kapalı gözlerinin önündeki görüntü netliğini kaybetti, Doktor Arif Bey’in yüzü bulanıklaştı, sonra her yer tamamen karardı ve Cavidan Hanım müthiş bir hızla dipsiz, karanlık bir kuyuya düştüğünü hissetti.

Hatice, divanda sabırsızca kıpırdanarak mutfağa doğru seslendi.
“Kız Ayşe! Hadisene!”
Ayşe içeriden karşılık verdi.
“Dur kız, çay ediyom.”
“Boşver çayı şimcik. Anlatacaklarım var.”
“Geldim, patlama.”
Hatice kendi kendine mırıldanır gibi, ama Ayşe’ye de duyurmaya çalışarak, “Hey Yarabbim,” diye söylendi. Sonra bakışlarını, karşısındaki divanda sıkıntıyla oturmakta olan Umut’a çevirdi.
“Senin bu anan var ya, öldürür insanı valla. Karıda merak namına bir şey kalmamış. İçi kurumuş tekmil.”
Umut, Hatice’ye ilgisiz gözlerle baktı. Karşılık vermedi. “İçi kurumuş…” diye geçirdi aklından. Bu kadın da amma saçma sapan konuşuyordu. Konuşmaya başladı mı susmak da bilmezdi. Umut ondan da, zırt pırt gelmesinden de, akşama kadar oturmasından da bıkmıştı. Okul çantasını açıp rastgele bir ders kitabı çıkardı. Başını kitaba gömdü. Çalışıyormuş gibi yapmak en iyisiydi. Belki o zaman insafa gelir de onu rahatsız etmezdi en azından.
Ama umduğu gibi olmadı. Hatice’nin susmaya hiç niyeti yoktu. Sırf konuşmuş olmak için, laf olsun diye sordu.
“Derslerin nasıl bakayım?”
Umut başını kitaptan kaldırmadan, “İyi,” dedi. Aslında hiç de iyi değildi. Maksat soruyu başından savmaktı.
“Aferin. Kaç oldun şimdi sen?”
Kim bilir kaçıncı kez soruyordu bu soruyu. Evlerinden çıkmayan kadının bir türlü kaçıncı sınıfa gittiğini öğrenememesi, ikide birde bunu sorup durması sinir ediyordu Umut’u. İlgilenmiyorsa niye soruyordu ki? Laf olsun diye sormanın ne gereği vardı? İlle de konuşmak, bir şeyler söylemek zorunda mıydı? Bir gün dayanamayıp içinden geçenleri suratına söyleyiverecekti Umut. Ama o gün daha gelmemişti. Hatice Teyze’ye ayıp olmasın diye, uslu uslu cevap verdi.
“Orta üç.”
“Maşallah. Bitiyor bu sene demek?”
Umut, evet anlamında başını salladı. Ama o kadar da emin değildi bundan. Üç sene önce, ilkokul beşinci sınıftayken de biteceğini sanıyordu. Şansına, o sene zorunlu eğitim beş seneden sekiz seneye çıkarılmasaydı bitecekti de. Okuldan nefret eden ve biteceği günü sabırsızlıkla bekleyen Umut için çok kötü bir sürpriz olmuştu bu. Üç sene daha okula gitmek zorunda olduğunu duyunca, içini sıkıntı basmıştı. Nasıl geçerdi üç sene daha?
Ama geçmişti işte. Annesine göre göz açıp kapayıncaya kadar, Umut’a göreyse pek o kadar da hızlı değil. Hatta yavaş… O kadar yavaş ki, seneler bitmek bilmemişti. Nasıl geçtiğini bir Umut bilirdi. Hele okulda geçirdiği saatler… Saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere, saatler de günlere bedeldi.
Evet, şimdi zorunlu eğitiminin sekizinci ve son senesi tamamlanmak üzeriydi. Ama Umut yine kötü bir haber alıp, bir üç sene daha okula devam etmek zorunda kalacağını öğrenmekten korkuyordu. Ne zaman, ne olacağı belli olmazdı. Bu yüzden artık hiçbir şeyden emin olamıyordu.
“Ne yapacaksın bitince?”
“Bilmem…”
Bir işe girip çalışırdı herhalde. Çalışması lazımdı. Ne iş yapabileceğine dair hiçbir fikri yoktu ama. Balıkçılık hayalleri suya düşeli beri kafasının içi bomboştu. Bir hayali de, amacı da kalmamıştı. Tek bildiği artık erkek olmaya başladığı ve çalışıp ekmek parasını kazanması gereken zamanın yaklaştığıydı. İki ay sonra on beşine basacaktı. Boyu kısa, vücudu çelimsiz; hâlâ çocuk görünümünden tam olarak sıyrılamamıştı. Fakat yüzünü kaplamış sivilceler; kalınlaşmaya çalışan ama bunu henüz başaramadığı için acayip çıkan sesi; hayatı daha farklı, daha karamsar gözlerle görmeye başlaması; her şeyin anlamını yitirmesi; her şeyden ve herkesten sıkılması; iyice içine kapanması; içini nedensiz, anlamsız ve bitmek bilmeyen bir acının ve sabırsızlık hissinin kaplaması; kendinden utanması ve kendini sevmemesi; annesine onu dünyaya getirdiği için öfke duymaya başlaması; ilkbaharın gelişini, yazın yaklaşmasını eskisi gibi sevinçle değil de hüzünle karşılaması ve bunlar gibi daha bir çok belirti, Umut’un çocuklukla yetişkinlik arasındaki, bir gün herkesin geçmek zorunda kaldığı o dengesiz köprüden geçmeye çalıştığını ispatlıyordu. Adına “buluğ çağı” denen korkunç çağı yaşamaktaydı. Fiziksel, ruhsal, düşünsel ve duygusal olarak, ne çocuktu ne de yetişkin. İkisinin arasında sıkışıp kalmıştı, ama bir yandan da bir an önce büyümek zorunda olduğunu hissediyordu. Çünkü uzun süre çocuk kalacak ya da ergenliğin bunalımlarını doya doya yaşayacak lüksü yoktu.
Babasının ölümünden sonraki bu üç sene boyunca çok zor günler geçirmişlerdi. Annesi yüzünü kızartıp, yıllardır küs olduğu abisinin kapısını çalmak zorunda kalmıştı sonunda çaresizlikten. Durumunu anlatmış, ondan yardım istemişti. Doğrusu, dayısının onlara el uzatacağını hiç beklemiyordu Umut. Sırf fakir bir adama vardı diye kardeşine sırt çeviren, yıllarca arayıp sormayan, yoktan yere bu kadar kin tutan bir adamdan ne beklenirdi? Ama yıllar dayısını yumuşatmıştı anlaşılan. Kocasını kaybetmiş, çocuğuyla ortada kalmış, ne yapacağını, nasıl geçineceğini bilemeyen kardeşine acımıştı. Kendi durumu da çok iyi olmamasına rağmen elinden gelen yardımı yapıyor, her ay kıt kanaat geçinmelerine yetecek, Umut’un da okula devam etmesine imkân bırakacak bir para veriyordu onlara. Ama Umut bunun çok uzun süre böyle gidemeyeceğini hissediyordu. Artık büyümüştü, bazı davranışların altında yatan sebepleri görebiliyordu. Mesela, dayısının son zamanlarda verdiği parayı sürekli başlarına kakma nedeninin dırdırcı yengesi olduğunu tahmin edebiliyordu. Yengesinin, kendi ailesinin ekmeğine başkalarının da ortak olmasından çok rahatsız olduğunu, bu sonu belirsiz yardımı kesmek için bir fırsat kolladığını sezebiliyordu.
“Liseye devam etmeyecen mi?”
“Etmeyecem.”
“Niye? Okusan fena mı? Hazır dayın da size sahip çıkmışken oku, adam ol.”
“Oldu. Olurum. Bir tek okuyunca adam olunuyor çünkü. Benim babam adam değil miydi?” diyecekti Umut az kalsın. Bereket versin ki tam o sırada annesi, elinde çay ve gözleme dolu tepsiyle içeri girdi.
Hatice, Umut’a olan ilgisini anında kaybederek Ayşe’ye döndü.
“Ay, ne zahmet ettin yine… Bir çay yeterdi…”
“Kuru kuru olur mu? Gözleme ediverdim yanına. Ye.”
“Çok tokum ama madem yaptın…”
“Afiyet olsun.”
Hatice iştahla saldırdı gözlemeye. Umut, içinden gülerek ona baktı. Hatice Teyze’nin çok konuşmak dışındaki en belirgin özelliği daima aç olmasıydı. Hep tok olduğunu söyler ama önüne koyulanları da silip süpürürdü.
“Hadi oğlum, sen de ye.”
Ayşe, Umut’un önüne de gözleme ve çay bıraktıktan sonra geçti, Hatice’nin yanına oturdu.
“Eee?” dedi. “Anlat bakalım.”
Hatice, yemeğe dalmış olduğu için bir an anlamadı.
“Neyi?”
“Ben mi bilecem onu. Demin kıyameti koparıyodun ya, anlatacaklarım var diye.”
Hatice hatırlamıştı.
“Hee, var,” dedi. “Hem de çok mühim.”
Gözlemeden bir ısırık, çayından da bir yudum aldıktan sonra ekledi.
“Sana iş çıktı.”
“Ne işi?”
“Cavidan Hanım’ın yanına hizmetçi arayasılarmış. Yatılı…”
“Aaa? Hani kimseyi istemezdi o?”
“İstemezdi amma mecbur kalmış. Emektar hizmetçisi işi bırakıp gitmiş.”
“Niye ki?”
“Kudurmuş karı. Bu yaşta kocaya varasıymış.”
“Sen nerden duydun?”
“Midem ağrıyo diyip duruyodum ya…”
Ayşe şaşırdı. Cavidan Hanım’ın hizmetçisiyle Hatice’nin midesi arasında ne gibi bir bağlantı olduğunu anlayamamıştı. Merakla, “Eee?” dedi.
“Bugün kalktım, sağlık ocağına gittim. Orada duydum işte. Doktor Bey söyledi. ‘Hatice,’ dedi, ‘sen herkesi tanırsın köyde. Kimin işe ihtiyacı var bilirsin.’ Ben de, ‘bunu bilmeye ne var, doktor bey,’ dedim, ‘Bu köyde işe ihtiyacı olmayan mı var? Maşallah herkes işsiz.’ O da, ‘Yok,’ dedi. ‘Öyle herkes olmaz. Kadın olması lazım bi kere. Öyle her kadın da olmaz. Bir kere temelli kalacak Cavidan Hanım’ın yanında. Sonra becerikli, sabırlı, güvenilir biri olması lazım.’ Benim de aklıma hemen sen geldin tabii. Doktor beye de söyledim. ‘Aynen dediğin gibi birini biliyom,’ dedim.”
“O ne dedi?”
“‘Âlâ. Söyle, hemen yarın gelsin, konuşsun benimle,’ dedi.”
Ayşe bir süre sessizce düşündü. Umut’tan yana bir bakış attı. Umut da yemeyi bırakmış ona bakıyor, ne diyeceğini merakla bekliyordu. Sessizliğe hiç tahammülü olmayan Hatice daha fazla dayanamayarak atıldı.
“Kız, ne düşünürsün arpacı kumrusu gibi? Abimin eline bakmak zoruma gidiyor, bir iş olsa da çalışsam diyen sen değil miydin?”
“He, bendim. Bendim ama…”
“Aması ne?”
“Umut ne olacak? Onu bırakamam ki bir başına…”
“Dert ettiğin şeye bak. O da gelir seninle.”
Hatice hemen Umut’a döndü.
“Söylesene, gitmez misin ananla?”
Umut ne diyeceğini bilemeyerek annesine baktı. Ayşe onun yerine cevap verdi.
“O gelir gelmesine de, bakalım Cavidan Hanım çocuklu kadını evine kabul eder mi?”
“Başka çaresi mi var?”
“Yok mu?”
“Yok tabii. Bu köyde çocuksuz, bekâr karı mı var? Ya bir ayağı çukurda yaşlılar, ya da aklı bir karış havada şuncacık kızlar. Elinden iş gelecek karıların da kocası, bir sürü çoluğu çocuğu var. Onları bırakıp bir yere gidemezler. Beni görüyorsun, başımı işten kaldıramıyorum. Temizlikti, yemekti, çoluktu çocuktu derken hal mi kalıyor insanda? Akşam da herifi memnun etmek lazım. Elimde olsa koşa koşa giderim Cavidan Hanım’ın yanına. Hizmetçilikmiş filan hiç gocunmam. Hiç olmazsa akşamları kafamı dinlerim. Ama benim adam bırakır mı… Sonra çocuklara kim bakacak? Beşini birden toplayıp gitmek de olmaz.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов