
Полная версия:
Karakalpak Halk Masalları
– Tamam, anne, deyip kabul etmiş çocuk.
O gün çocuk yemeğini yiyip dışarı çıktığında doğudan ve batıdan iki ayın çıktığını görüp:
– Anne, anne! Bu taraftan bir ay, şu taraftan bir ay çıkmış. Bu nedir, diye sormuş. Yaşlı kadın çocuğa:
– Bu taraftaki bildiğin gökyüzündeki ay. Şu taraftaki insan yüzü görmemiş, tek başına bir yerde oturan padişahın kızının güzelliğidir evladım, demiş.
Çocuk sabah günlük elbiselerini giyip hayvanlara bakmaya gitmiş. Akşam gelip yemek yedikten sonra yatmış. Çocuk yaşlı kadın uyuduktan sonra gece yarısı kalkıp padişahın kızı ile tanışmaya gidip geri eve dönmüş. Sabah olduğunda padişahın kızının yüzünde sivilce çıkmış diye söz yayılmış.
Sabah padişahın kızına bakan hizmetçiler kızın yüzündeki sivilceyi görünce kızın yanına bir erkeğin geldiğini anlamışlar. Bu erkeği bulmak için köyün başından başlayıp aramaya başlamışlar. Ararken sıra yaşlı kadınının evine gelmiş. Yaşlı kadın onlara belli etmeden uçarak hayvanları gütmeye giden padişahın çocuğunun değerli elbiselerini bir sepete koyup tezek toplayan yaşlı bir kadın gibi evinden çıkıp gitmiş. Arama yapan padişahın adamları yaşlı kadını görüp şüphelenmişler. Yaşlı kadını çağırıp üstünü aradıklarında sepetteki değerli elbiseleri görmüşler.
– Bu elbiselerin sahibi nerede, hemen söyle diye çıkışmışlar padişahın adamları yaşlı kadına.
– Bu elbisenin sahibi hayvanları gütmeye gitti, demiş yaşlı kadın. İki adam gidip çocuğu hayvanları güttüğü yerden alıp padişahın yanına götürmüşler. Padişah çocuğa:
– Sen kızıma layık delikanlıymışsın ama sen bize haber vermediğin için suçlusun. Onun için bunu temiz bir yere götürüp kellesini alıp yakın. Külünü kızımın yüzüne serpin, demiş padişah kendi adamlarına.
Padişahın emriyle cellâtlar çocuğun kellesini almak için hazırlanmışlar. O zaman çocuk cellâtlara:
– Ağalar, beyler, beni öldürmeyin. Bu çark-ı feleğimi tamir edeyim, ben öldüğümde mezarımın başına dikersiniz, demiş. Cellâtlar izin verip kenarda konuşurlarken çocuk çark-ı feleğinin sağ kulağını büküp uçarak kaçmış. Bu duruma Cellâtların ağzı açık kalmış. Çocuk akşam gelip padişahın kızını alıp bir ormana götürmüş. O ormanda birkaç yıl yaşamışlar. Delikanlı hayvan avlamış, karısı ağaçlardan meyve toplamış. Bunları yiyerek hayat sürmüşler. Aradan biraz zaman geçtikten sonra karısı hamile kalmış ve altın perçemli erkek çocuk doğurmuş. Erkek çocuğu altı yaşına geldiğinde gümüş perçemli kız doğurmuş. Oğlu da kızı da akıllı, zekiymiş. Kız üç yaşına geldiğinde altı yaşındaki ağabeyine:
– Abi, bizler buralarda ne yapıyoruz, bizim hısım akrabalarımız yok mu? Anneme sor. Ancak annem söylemezse o zaman “Anne bana kavurga kavur.” de. Kavurga tam kavrulmadan ocaktan alıp vermesini iste. Kavurgayı kaşıkla verirse yeme. Elinle ver de. Eliyle verirken sıcak kavurgayı eline bastırırıp “Yerimiz, yurdumuz neresi?” diye sor, demiş. Çocuk kız kardeşinin dediklerini yapmış. Annesi:
– Yerimiz, yurdumuz var. Ama gidemiyoruz, demiş. Çocuğu:
– Niye gidemiyoruz diye sormuş.
– Yolda üç dev var. Gidersek bizleri öldürür, demiş. O zaman çocuk:
– O devlerden korkma, üç devi bana bırak, üçünü de öldürürüm, demiş.
– Öyleyse akşam babana ve kardeşine söyle, evladım, demiş annesi. Akşam babasına ve kardeşine söylemiş. Azıklarını hazırlayıp memleketlerine doğru gitmeye karar vermişler. Çocuk yolda üç devi öldürmüş. Sonra yurtlarına varmışlar. Padişah kızını, damadını ve torunlarını görünce ağlamış. Padişah tüm halkı toplayıp eğlence tertip etmiş. Böylece muratlarına ermişler.
MURADINA EREN ÂŞIKLAR
Çok eskiden Türkistan adlı bir şehirde Alimbet ve Kalimbet adında iki yoksul kişi varmış.
Onlar zar zor geçinmişler. Bir gün yiyecek bir şey bulsalar bir gün bulamadan yaşarlarmış. Alimbet’in, Jalimbet adında yakışıklı bir erkek çocuğu, Kalimbet’in de ay gibi ağzı, güneş gibi gözü olan Biybisanem adında güzel bir kızı varmış.
Jalimbet ile Biybisanem beraber büyümüşler ve birbirlerini uzaktan seviyorlarmış.
Günlerden bir gün onlar evlerine odun getirmek için ormana gitmişler. Hava çok sıcakmış. Bülbüller etrafta ötüşüyor, adeta şarkılar söylüyormuş. Jalimbet Biybisanem’in ay gibi cemaline baktıkça bakası geliyor, aşkından yüreği çarpıyormuş. İç çekerek kıza ne diyeceğini bilemeyip bir süre lal olmuş. Kendini toparladıktan sonra Biybisanem’in kulağına:
– Ey sevgilim, beni bir kere öpsen kendimi dünyanın en mutlu erkeği olarak görürüm, demiş.
– Sevdiğim, Jalimbet, seni bir kere öpmek değil, senin için hayatımı vermeye hazırım, ama şimdi değil, demiş kız.
– Niye böyle, dilberim, diye sormuş Jalimbet.
– Sen de biliyorsun, bizim buralarda anne babanın izni olmadan sevmek çok ayıp. Adam gönderip beni istet. Ondan sonra her gün sevişsek de hiç kimse bir şey söyleyemez, demiş kız. Odunları toplayıp akşam evlerine dönmüşler. Jalimbet eve geldikten sonra Biybisanem’in evine acaba elçi gönderip göndermesem mi diye düşünmekten başı ağrımış. En sonunda kızın babası başlık parası isterse nereden bulacağım, en iyisi başka şehre gidip çalışayım, para kazanıp gelip kızı isteteyeyim diye karar vermiş. Bu düşüncesini Biybisanem’e de aynen söylemiş. Delikanlı anne babasının iznini alıp vedalaşarak uzun bir yolculuğa çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş, bir şehre yaklaşmış. Şehre yakın yerde büyük bir bağa denk gelmiş.
Jalimbet’in evinden aldığı azığı bitmiş, gurbette aç kalmış. Bağdaki kırmızı elmalardan gözü kalmış. Karnı acıkan delikanlı bağın sahibinden izin almadan bağa girmiş ve elmalardan yemeye başlamış. Doyana kadar yedikten sonra yorgunluktan bağın gölgesinde uyuya kalmış. Bu bağ o şehrin padişahının kızının bağıymış. Padişahın kızı haftada bir kere yanına kırk kızı alıp bu bağda gezip dolaşırmış. Kızlar bağda gezerken elma ağacının altında garip, üstü başı yırtık, yalın ayaklı bir delikanlı görmüşler. Padişahın kızı yanındaki kızlara delikanlıyı uyandırmalarını emretmiş. Delikanlı yattığı yerden kalkıp etrafına baktığında, etrafı peri kızlarıyla doluymuş. Bağın sahibinin bunlar olduğunu hemen anlamış. Padişahın kızı ise Jalimbet’in yakışıklılığını, şeklini şemalini görür görmez bu delikanlıda bir şeyler var, bu boş değil. Bununla bir gece devran sürenin başka hayali yoktur diye düşünmüş ve delikanlıya oracıkta âşık olmuş. Delikanlıya bakarak:
– Ey delikanlı, burada niye yatıyorsun, nereden geldin, kimsin diye sormuş.
Jalimbet nereden geldiğini, niçin geldiğini anlatmış. Padişahın kızı bunun üzerine Jalimbet’i alıp bağdaki sarayına götürmüş. Yıkandırıp üstüne güzel elbiseler giydirtmiş. Jalimbet üstüne elbise giyince eskisinden de yakışıklı olmuş. Kız da delikanlıya eskisinden yedi kat daha âşık olmuş. Bir süre sonra Jalimbet padişahın çocuklarından biri gibi olmuş. Onlar bu bağda kalsın, sonrasını padişahtan dinleyelim.
Bu şehrin padişahı başka bir şehrin padişahı ile savaşıyormuş. Savaşta kızın babası yenilip düşmanlara esir olmuş. Kız bağdayken düşmanlar şehri yerle bir etmişler. Bu haber kızın da kulağına gelmiş. Yanındaki kızları silahlandırıp Jalimbet’e savaşa gittiğini haber etmiş. Delikanlı da altına bir at bulup savaş meydanına atlanmış. Çok çetin bir savaş olmuş. Aradan üç gün geçtikten sonra padişahın kızı savaş meydanında ölmüş. Jalimbet de her yeri yara içinde düşmanın eline esir düşmüş. Padişah onu bir zindana kapattırmış. Bu zindanda sevdiği Biybisanem’i düşünüp efkârlı acılı türküler söyleyerek yatmış.
Sonrasını Biybisanem’den dinleyelim. Kız Jalimbet’i bekleyip gözü yollarda kalmış. Sevdiği gelmemiş. Yoldan geçen kervanlara sevgilisinden haber sormadığı gün olmamış. Geçen kervanlara:
– Dur kervan, nerelerden gelirsin, Bizim yârdan ne haber verirsin, Haber versen Jalimbet yârimden, Müjde alıp muradına erersin, demiş.
Aradan bir yıl geçmiş, iki yıl geçmiş ama yâri gelmemiş. O şehrin bir padişahı varmış. Yaşı da 60-70’lerdeymiş. Bir gün o kuş uçururken geçidin ağzında, “Jalimbet yârim.” diye ağlayan kızı görmüş. Padişah bu durumdan etkilenmiş. Biybisanem’in yanına gelip:
– Ne yapıyorsun, evin nere, kimin kızısın, diye sormuş. Biybisanem bu adamın padişah olduğunu anlamamış. Ona kimin kızı olduğunu söylemiş ama niye ağladığını söylememiş.
Padişah oradan ayrılıp sarayına gitmiş. En sevdiği vezirini çağırıp şöyle demiş:
– Şehrin kenarında Kalimbet adında fakir bir kişi yaşıyor. Onun ay gibi ağzı, güneş gibi gözü olan güzel bir kızı var. Ona ölesiye âşık oldum. Yanına iki asker alıp o eve git ve kızı iste. Verirse güzellikle, vermezse zorla çekip getirin, diye emretmiş.
Padişah emreder de vezir durur mu, yanına iki asker alıp kızın evine gitmiş. Kalimbet’e durumu anlatmışlar. Ancak o kızım bilir deyip söz hakkını kızına vermiş. Biybisanem gelen misafirlere:
– Canımı şimdi alsanız da o ihtiyara varmam. Bana padişahlık lazım değil. Padişahın kırk karısının üstüne kuma olmaktansa ölmek yeğdir, diye cevap vermiş Bu sözü duyan vezir yanındaki iki askere:
– Kızı hemen bağlayın, diye emretmiş.
Biybisanem’i bağlayıp saraya götürüp padişaha teslim etmişler. Padişah âşık olduğu kızın ayaklarına gelmiş olmasına sevinip kızı kendisinin gizli odasına kapatmış ve kapıya kilit vurdurmuş.
Biybisanem gizli odanın sağını, solunu incelemiş. Kendisini asmayı düşünmüş. Odada bir bıçak bulmuş. Bıçağı yenine saklayarak oturup beklemeye başlamış. Güneş batıp akşam olunca padişah odaya gelmiş. Kıza elini uzatıp oynamaya başlamış. Biybisanem de bu duruma çok karşı çıkmamış. Padişahın niyeti yavaş yavaş bozulmaya başlamış. Boş bir anda Biybisanem padişahın tam kalbine bıçağı saplamış. Padişah sessizce oracıkta ölmüş. Kız padişahı öldürdükten sonra ne yapacağını bilemeyerek paniklemiş. Eli ayağı dermandan kesilmiş. Odanın kapısını kapatıp düşünmeye başlamış. Erkek elbisesi giyip başka yerlere gitmeye karar vermiş. Hemen padişahın çıkardığı elbiselerini eline alıp bir şeye sarmış. Padişahı da odanın bir tarafına yatırıp herkes yatarken odadan dışarı çıkmış. Odayı da iyice kilitleyip anahtarını cebine koymuş. Bir yolunu bulup saraydan çıkıp şehrin dışına çıkmış. Elindeki padişahın elbiselerini giyip delikanlı kılığına girerek gece karanlığında yola koyulmuş.
Tan atarken Biybisanem uçsuz bucaksız bir ormana denk gelmiş. Ormana girip yürürken bir ateş yanıdığını görmüş. Çekinse de bir bakayım deyip ateşin yanına yaklaşmış. Yaklaşıp bakmış ki altı erkek ortalarına ateş yakmış, oturup sohbet ediyorlarmış. Onlardan biri:
– Şu halıyı kolay bir şekilde padişahın sarayından çaldım. Buna binip yarın falan ülkeye gidelim. Orada padişahın hazinesinde çeşit çeşit değerli eşyalar var gibi, demiş. Diğeri kalkarak:
– Bu halının ne özelliği var, diye sormuş.
– Sorma, arkadaş, bunun üstüne binip nereye götür desen, oraya götürür, demiş. Halıyı çalan yanındakine dönüp:
– Sen ne çaldın, diye sormuş.
– Ben bu taş tabağı çaldım. Bunu önüne koyup ne yemek istediğini söyleyince isteğini hemen yerine getirir, demiş tabak çalan. Sonra diğerlerine dönerek:
– Sizler ne çaldınız diye sormuş.
Onlardan biri:
– Ben iğne çaldım. Eğer bu iğneyi kötü bir insana batırırsak o insan hemen orada hayvana dönüşür. Bu iğnenin özelliği böyle, demiş.
Diğer hırsızlar bir şey bulamayıp elleri boş gelmişler. Biybisanem bir çalının arkasına saklanıp oturmuş ve baştan sona hırsızların bu konuşmalarını dinlemiş.
Biraz zaman geçtikten sonra hırsızlar:
– Gün doğmak üzere, yatalım, deyip her biri oturduğu yerde uzanıp uyumuşlar. Onlar iyice uykuya dalınca Biybisanem yerinden kalkıp onların yattığı yere doğru giderek halıyı ve taş tabağı almış. İğnenin nerede olduğunu ararken hırsızın birinin yakasına ilindirilimiş olduğunu görmüş. İğneyi ve taş tabağı da alıp halının üstüne binmiş ve:
– Beni Jalimbet’in olduğu yere götür, diye söylemiş. Halı bu sözü duyar duymaz gökyüzüne doğru yükselmiş. Göz açıp yumuncaya kadar büyük bir şehrin yanına gelip halı yere inmiş. Halıyı dörde katlayıp taş tabağı önüne koymuş ve – Pilav yemek istiyorum, pilav hazır ol, demiş ve der demez taş tabakta üstünde et dolu pilav hazır olmuş. Pilavı doyuncaya kadar yemiş. Tabak yine de yarıya inmemiş. Bir süre sonra kız artık doydum demiş ki tabaktaki pilav yok olmuş. Biybisanem taş tabağı halıya sarıp koltuğunun altına kıstırmış. İğneyi de yakasına ilip şehre girmiş. İnsanı şaşırtacak kadar büyük bir şehirmiş. O gün de şehrin pazarıymış. Bu şehrin padişahının kızı yanına hizmetçilerini alıp pazarı dolaşıyormuş. Şekli şemali, üstündeki elbisesi o ülkenin adamlarına benzemeyen yakışıklı bir delikanlıyı gören padişahın kızı ona hayran kalmış. Onun yanına giderek:
– Ey delikanlı, hangi ülkeden geldin, bizim ülkenin adamı değilsin galiba, ben padişahın kızıyım. Benim hizmetçim olur musun, diye sormuş.
Biybisanem padişahın kızına sırrını belli etmeden, – Ben Türkistan’dan geldim, talebeyim. Beni hizmetçi olarak yanınıza alırsanız memnuniyet duyarım, diye cevap vermiş. Amacı padişahın kızının hizmetçisi olup sevgilisi Jalimbet’i bu şehirde arayıp bulmakmış.
Biybisanem padişahın kızının hizmetçisi olmuş. Şehirde gitmediği yer kalmamış ama hiçbir yerde Jalimbet’e rastlamamış. Divane olmuş.
Bir gün padişah kızını çağırıp:
– Kızım, zindanda bir yiğit yatıyor. Ganimet olarak almıştım. Hizmetine vereyim mi, diye sormuş. Padişahın kızı babasının teklifini kabul etmiş, delikanlıyı hizmetçi olarak yanına almayı kabul etmiş.
Ertesi gün sabah kızın sarayına o ganimet olan delikanlı getirilmiş. Ayağında kelepçe takılıymış. Biybisanem bu delikanlıyı hemen tanımış. Sevdiğim yârim Jalimbet nasıl bu hale gelmiş, diye yüreği yanmış ve Jalimbet’i bu azaptan kurtarmanın yollarını düşünmüş. Jalimbet Biybisanem’i tanımamış. Kız yakasındaki iğneyi eline alıp önce padişahın kızına batırmış. Padişahın kızı kancık köpeğe dönüşmüş. Jalimbet’in arkasında duran iki asker bunu fark etmemiş. Kız Jalimbet’in yanına gidip askerlerden kelepçeninin anahtarını istemiş. Onlar:
– Anahtar padişahta. Ne yapacaksın diyerek kızı itmişler. Biybisanem elindeki iğneyi askerlere batırdığında biri eşeğe, diğeri köpek dönüşmüş. Bunu gören Jalimbet çok şaşırmış. Biybisanem, ona:
– Sen burada bekle, bir yere ayrılma. Ben padişahın hemen sarayına girip çıkacağım, demiş ve Biybisanem padişahın sarayına doğru koşmuş. Padişahın yanına varıp:
– Efendim, esir delikanlının ayağındaki kelepçenin anahtarını verin o bu haliyle hizmet edemiyor, demiş. Padişah:
– Anahtar cebimde, ama onu sana da başkasına da veremem. O delikanlı azap çekerek ölsün diye cevap vermiş. Biybisanem bu sözü duyunca bir yolunu bulup elindeki iğneyi padişaha ve yanındaki hizmetçilerine batırmış. Sarayın içinde hemen kişneyen at sesi yankılanmış. Biybisanem padişahın cebinden anahtarı almış. Atı yakalayıp üstüne binmiş. Yanına bir at daha alıp Jalimbet’in yanına varmış. Ayağındaki kelepçeyi çıkarmış. Diğer atı Jalimbet’e vermiş. Biybisanem halı ile taş tabağı arkasına yüklemiş, saraydan çıkıp yola koyulmuşlar. Biraz yol gittikten sonra Biybisanem durup atından inmiş. Jalimbet de inip Biybisanem’in yanına oturmuş. O sırada Biybisanem üstündeki erkek elbisesini çıkarıp sevinçten ağlamış.
İki âşık artık birbirine kavuşmuşlar. Başlarından geçen olayları birbirlerine anlatmışlar Kız taş tabağı önüne koymuş ve:
– Et yemek istiyoruz, demiş. Tabak birden etle dolmuş. İkisi yemek yerken şehir tarafından çok sayıda askerin geldiğini görmüşler.
Biybisanem halıyı sermiş, üstüne Jalimbet’i, iki atı ve taş tabağı koymuş, kendisi de bindikten sonra:
– Kendi ülkeme ulaştır, diye emretmiş. Halı yerden havaya yükselmiş ve göz açıp kapayıncaya kadar ülkelerine ulaşmışlar.
Köylerine geldiklerinde, köyde in cin top oynuyormuş. Sadece yanmış ahırların külleri varmış. Onlar hayretler içinde şehre doğru giderken önlerine bir adam çıkmış:
– Sizler o eski lanetlenmiş yerde ne yapıyorsunuz. Padişahın huzuruna çıkacaksınız, deyip onları zincirlemiş. Onlar da hayretler içinde kalmışlar
– Ne suçumuz var, diye sormuş Biybisanem o adama.
– Siz hâlâ bilmiyor musunuz? Padişahın aradığı adamlar sizmişsiniz. Köy padişahın gazabına uğradı. Kim bu köye girerse öldürülür, malı mülkü padişahlığa teslim edilir. Padişahın emrini duymadınız mı, diye sormuş.
Onlar padişahın sarayına doğru yola çıkmışlar. Padişahın bu zulmüne ikisi de çok sinirlenmiş. Sarayın içine girince Biybisanem bir yolunu bulup elindeki iğneyi padişaha, yanındaki vezirlere ve cellâtlarına batırmış. Padişah inatçı bir eşeğe diğerleri domuza dönüşmüş.
Eşeği sıkıca tutup sokaktaki bir oduncuya teslim etmişler ve oduncuya:
– Bu eşeğe odun yükler, şehirde satıp geçinirsin, demişler. Gariban oduncu da çok mutlu olmuş.
Jalimbet padişah olmuş. İki âşık muratlarına ermişler. Birlikte devran sürmüşler, diye anlatılırmış.
KAHRAMAN ÇOCUK
Çok eskiden, Harezm padişahlığında fakir bir ihtiyar varmış. O ihtiyarın üç çocuğu varmış.
İhtiyar, çocuklarının kazandıklarını toplayıp başlarında dururmuş. Bir gün ihtiyar hastalanmış. Ölüm döşeğinde yatıyormuş. Ölmeden önce ihtiyar üç çocuğunu çağırıp onlara:
– Ben ölüyorum, ölmeden önce sizlere bir nasihatta bulunacağım. Üçünüz de birer rüya görüp yanıma gelin, demiş.
Üç çocuk ihtiyarın emrini yerine getirmek için gece rüya görme ümidiyle yatıp uyumuşlar. Gece boyu uyumuşlar ama küçük çocuktan başkası rüya görmemiş.
Sabah olmuş ve üçü de ihtiyar babalarının yanına varmışlar.
– Rüya gördünüz mü, diye sormuş ihtiyar.
– Gördük, demiş üçü birden. Önce büyük çocuk anlatmaya başlamış:
– Ben rüyamda ala küheylana binip boz ala bulutların arasında yürüyormuşum.
Ortanca oğlu:
– Ben çok zengin olmuşum, O kadar zenginim ki; on yılkı atım, binden fazla sürü hayvanım, ağıllar dolusu koyunlarım varmış, kısacası zenginlikte kimse beni geçemezmiş. Malım mülküm bana fazlasıyla yetermiş, demiş.
Sıra küçük oğluna gelmiş. Küçük oğlu anlatmaya başlamış:
– Baba, ben, bunlar gibi yalan söylemeyeceğim. Benim rüyam gerçek rüyadır. Rüyamda sen sinirli bir halde bana çubukla vuruyormuşsun. Vurduğun çubuğun ucu kırılıp bir parçası senin gözüne değiyormuş. Değince gözün çıkıyormuş, sonrasında da sen ölüyormuşsun, demiş.
Bu sözü duyan ihtiyar çocuğa çok sinirlenmiş. Yanında duran bastonunu eline almış ve bütün gücüyle çocuğa vurmuş. O sırada baston ortadan ikiye ayrılmış ve bir parçasının ucu ihtiyarın gözüne saplanmış. İhtiyar gözünü kaybedip kör olmuş. Çocuk korkuyla evden kaçmış. İhtiyar gözünün kahrına dayanamayıp büyük iki çocuğuna dönerek:
– O akılsızı yakalayıp benim önümde öldürmezseniz sizlere hakkımı helal etmem, demiş.
Çaresizce iki ağabeyi küçük kardeşlerinin peşine düşmüşler. Kovalamışlar ama yetişememişler. Daha sonra bir iki tepeyi aştıktan sonra çocuğu yakalamışlar. Ağabeyleri onu döve döve götürlerken çocuk yalvarmaya başlamış:
– Sizler iki öz ağabeyimsiniz. İhtiyar, zaten ölecek. Ben daha gencim. Sizlere her zaman binecek at, giyecek elbise, satacak mal olurum. Beni serbest bırakın, demiş. Büyük ağabeyi ikna olmamış. Ancak küçük ağabeyi kıyamayıp bırakalım, ihtiyarı kandırırız demiş. Sonunda çocuğu bırakmışlar. Çocuk da başka yere gitmeye karar vermiş. Ağabeyleri bir kenarda dursun, sonrasını küçük kardeşten dinleyelim.
Çocuk günlerce yol gitmiş. Bir gün önüne büyük bir otağ çıkmış. Çocuk o otağa girmiş. İçeride yaşlı bir adam ile yaşlı bir kadın oturuyorlarmış. Onlara selam vermiş ve içtikleri ayrandan istemiş. Yaşlı kadın bir tabağa ayran koymuş önce kendisi biraz içmiş sonra da kalanını çocuğa vermiş. Bunun üzerine çocuk:
– Senin artığını ben mi içeceğim, deyip tabağı yaşlı kadının önüne fırlatarak kapıdan çıkıp gitmiş. İhtiyar adam, “Dik kafalı bir çocukmuş, bizim çocuklarla kavga etmeseydi bari.” diye düşünmüş. Çocuk bir patika yola girip yürümeye başlamış. Biraz yürüdükten sonra yolda sağ elinin orta parmağına atını bağlayıp sırt üstü yatan bir deve rastlamış. Çocuk devin yanına varmış. Dev yeri titretircesine horlayarak uyumaktaymış. Çocuk dev uyansın diye atın ipini çözüp yularını devin ayağına bağlamış ve kendisi de ata binip çekmeye başlamış. O vakit dev uyanmış ve çocuğa bakarak şöyle demiş:
– Sen beni gafil avlayıp öldürme. Özgürken benimle çarpış ve yenersen öldür, demiş.
Çocuk devi serbest bırakmış ve ikisi çarpışmaya başlamışlar. Mücadele yedi gün, yedi gece sürmüş. Dev gücünün yetmeyeceğini anlayınca atını da bırakıp kaçmış. Devin iki kardeşi varmış. Kardeşlerini bulmuş ve onlara buralarda durmayalım kaçalım demiş. Bunlar az önceki yaşlı adam ile yaşlı kadının üç çocuğuymuş. Üçü de güçlü bahadırmış. Ne kadar bahadır olsalar da çocuğu yenemeyince kaçmışlar. Çocuk devin atına binip geyik ve yaban atı avlayarak yoluna devam etmiş. Hülasa aradan birkaç yıl geçmiş. Bir gün çocuk bir dağın yamacında yayılan sürü görmüş. Hayvanların açtığı patika yolu takip ederek yürümüş. Yol onu beyaz bir otağa kadar götürmüş. Atından inip eve girdiğinde yaşlı bir adam ile yaşlı bir kadının oturduğunu görmüş. Onlara selam vermiş.
İhtiyar çocuğu görüp:
– Evladım, kimsin, diye sormuş.
– Baba, oğlu olmayana oğul, kızı olmayana kız olurum, ben öyle bir çocuğum, demiş.
– Evladım, benim oğlum da kızım da yok. Benim çocuğum ol, demiş ihtiyar. Çocuk ihtiyarın çocuğu olmayı kabul etmiş ve orada kalmış. Bir gün ihtiyar çocuğa bir dağı göstererek:
– Evladım, şu dağın öbür tarafına çıkma. Eğer oraya çıkarsan kötü şeyler olur, diye tembihlemiş.
Çocuk her gün hayvanları otlatırmış. Bir gün düşünmüş: “Babam bu dağın öbür tarafına çıkma dedi, ne var acaba? En iyisi, bir gidip göreyim.” demiş ve atına binmiş dağın tepesine çıkmış. Sağına soluna bakarken dağın eteğinde bir beyaz otağ görmüş. Yalnızlıktan canı sıkılan çocuk atını otağa doğru sürmüş. Otağa vardığında içinde bir kızın oturduğunu görmüş. Kızla selamlaşmış. Kız:
– Nereden geldin, diye sormuş.
– Ben şu dağın öbür tarafındaki tek otağdaki ihtiyarın çocuğuyum, diye cevap vermiş.
– Ey, çocuk, o ihtiyarın senin gibi bir çocuğu yoktu, sen nereden çıktın, diye sormuş kız.
– Ben yerimden, yurdumdan ayrıldım buralardan geçerken o ihtiyara rastladım. Ona “Oğlu olmayana oğul, kızı olmayana kız olurum.” dedim. İhtiyar da beni ömür boyu erkek çocuğu olarak kabul etti. O günden beri ihtiyarın çocuğu oldum, demiş. Kız:
– Bir yakınımın bizi arayıp sormak için geleceği gün de varmış, deyip hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Çocuk bu duruma çok şaşırmış.
İhtiyarın üç kızı varmış. O üç kızı çocuktan kaçan üç dev, ihtiyarın rızası olmadan kaçırıp kendilerine eş olarak almışlar. Bu ev o üç kızdan küçük olanının eviymiş. Kız olan biten her şeyi çocuğa anlatmış.
– Abla, dev ne zaman gelir, diye sormuş çocuk.
– Kazanda kaynayan bir dananın etini göstererek “Bu eti onun için pişiriyorum.”. Gelme vakti yaklaştı diye cevap vermiş.
– Bu eti çıkarıp bana ver abla. Önce ben bir doyayım ondan sonra o deve gününü gösteririm, demiş. Kız kazandaki etin hepsini çıkarıp vermiş. Çocuk da eti yemeye başlamış. Dev bir dananın etini bir günde bitiremiyormuş. Çocuk ise bir danayla doymayıp üstüne de iki ekmek yemiş. Kız içinden çok sevinmiş.
Aradan biraz zaman geçtikten sonra gürleyerek dev gelmiş. O sırada çocuk da evden çıkıyormuş. İkisi birbirlerini görür görmez kapışmaya başlamış. Çocuk devi yere sırt üstü uzatmış ve devin kellesini koparmış. Çocuk, yerden doğrulup kıza:
– İkinci devin evi nerede, diye sormuş. Kız ona:
– Şu dağın öbür tarafında demiş ve yolu tarif etmiş.
Çocuk atına binmiş ve dörtnala koşturarak hemen devin evine varmış. Eve girdiğinde evde bir kızın oturduğunu görmüş. Kıza durumu anlatıp onunla tanışmış. Kız da biraz sonra dev gelecek diye kazanda bir dananın etini haşlıyormuş. Çocuk eti kazanda çıkarıp hepsini tek başına yemiş. Peşinden bir kâse de ayran içmiş. İyice doymuş ve oturup devi beklemeye başlamış. Az sonra dev gelmiş. Dev çocuğun dışarıda bağlı duran atını görmüş ve bağırmaya başlamış. Çocuk devin bağırmalarını duyar da durur mu? Evden koşarak çıkmış ve dev ile kavgaya tutuşmuşlar. Bu devi de bir iki hamlede devirmiş ve kellesini kesmiş.
Sonra çocuk kıza büyük devin evini sormuş. Kız da:
– O, en büyük dev devlerin içinden en güçlüsüdür. Ona gücün yetmez ikisini öldürdün, artık burada bırak, onunla karşılaşma demiş.
– Yok, abla. Ben bu devlerle daha önce de güç yarıştırdım. Onların soyunu kurutmadan durmayacağım, demiş çocuk.
Sonra çocuk büyük devin evine gitmiş. Eve geldiğinde bir kızın bütün bir kısrağın etini haşladığını görmüş. Bu kızla da tanışmış. Kazandaki eti alıp yemiş. Ancak bir parçasını yiyememiş. Bunun üzerine kız:
– Bu et devin dişinin kovuğuna yetmezdi. Sense bitiremedin. Devi yenemezsen mahvolursun, vazgeç, bu işten demiş.
Çocuk buna kulak asmamış. O sırada dev de gelmiş. Kapının önünde bağlı duran çocuğun aldığı atı görüp celallenmiş:
– Benim kan içicim, çık meydana, diye bağırmaya başlamış. Çocuk da hızla dışarı çıkmış ve devle kavgaya tutuşmuş. Birbirlerini yenemeyerek yedi gün, yedi gece mücadele etmişler.