Читать книгу Aytmatov Araştırmaları ( Анонимный автор) онлайн бесплатно на Bookz (8-ая страница книги)
bannerbanner
Aytmatov Araştırmaları
Aytmatov Araştırmaları
Оценить:
Aytmatov Araştırmaları

5

Полная версия:

Aytmatov Araştırmaları

“Uzaklarda savaş oluyor, kan dökülüyordu. Bizim savaşımızsa işimizdi.” 125

Aytmatov anneleri, vatan sevgisi ve özgürlük tutkusu ile donatılmışlardır. Tolgonay’ın analık duygusu vatan aşkıyla birleşir. O sadece Kasım’ın Caynak’ın Maysalbek’in Aliman’ın anası değildir; coğrafyanın bütün insanlarının annesidir. Onun analık kavramı halkı için mücadele duygusunu geliştirir; her tarafı sarar onun kolları; tıpkı bir üzüm salkımı gibi: “Ey kutsal analık! Mutluluksun sen. Bir okyanus dolusu acıya katlanmaya değersin sen!..”126

Savaşta yıkılanların ezilenlerin öksüz yetim çocukların ellerinden tutar Tolgonay. Onları bütün olumsuzluklara rağmen yaşatmaya savaş karşısında dirençli tutmaya çalışır. O, artık sadece Tolgonay değil, bütünleştirilmiş topyekûn bir mücadelenin bütünleştirilmiş tüm anaların temsilcisidir. Cephe gerisinde savaşır; kolhozda eşi ve oğullarının işlerini üstlenerek toprağa hasat zamanı tohum ekerek mücadelesini verir:

“Lokmayı ağzıma attım. Garip bir tat, garip bir koku duydum. Bu bir biçerdövercinin ellerinin kokusuydu. Taze buğday, süt demir ve benzin kokuyordu. Sonra başka lokmalar yedim. Hepsinde aynı koku vardı. Ama ömrüm boyunca yediğim en tatlı ekmekti bu. Oğlumun ekmeğiydi çünkü. Onu makine yağı ve benzin kokan elleriyle bölmüştü. Sonra oğlumu eğiten, onunla aynı toprakta yaşayanların ekmeğiydi bu. Halkın ekmeğiydi. Kutsal ekmek! Yüreğim kabardı. Düşündüm, bir dal nasıl bir ağacın parçasıysa, bir ananın mutluluğu da halkın mutluluğundan bir parçadır. Hayat katılaştırdı yüreğimi, ama gene de böyle düşünüyorum. Ben hâlâ ayaktayım, halkım yaşıyor çünkü.” 127

Tolgonay’ın ve tüm annelerin savaşı, sadece oğullarını ve eşlerini savaşta kaybetmekle sınırlı kalmaz; asıl tehlike vatanın içinde bulunduğu tehdittir. Bunun için cephe gerisinde özellikle kadınlar halk için güçlerinin son haddesine kadar savaşırlar. Onlar için ektikleri tohumlar, anız ve toprak silaha dönüşür: “Bir ananın mutluluğu, milletinin mutluluğundan doğuyor, aynı kökten olan ağacın dalları gibi bir kökten geliyor! Kaderi de onunkiyle bir oluyor…”128

Gün Olur Asra Bedel romanında ise, kendilik değerleri elinden alınan ve bir insan müsveddesine dönüştürülen oğlunu evine, kendine ve değerlere çağıran sestir anne. Nayman Ana, oğlunun yeniden doğuşunu gerçekleştirmek ister. Budanan dalları filizlenen köklerle yenileyen toprak gibi Nayman Ana, evladını kendi oluşa çağırır. Onun çağrısı, “kendin ol” uyarısı temelli bir yeniden doğum içindir:

“Oy balam, oy! Hafızan kökünden sökülüp alınanda, başına sardıkları deve derisi kuruyup büzülerek ceviz kırar gibi beynini sıkıştıranda o görünmez çember gözlerini kanlı yaşla dolduranda, Sarı-Özerk’in dumansız ateşinde cayır cayır yananda, susuzluğundan çatlayan dudaklarına bir damlacık yağmur düşmedi! Oy balam, oy! Can balam, oy! Yeryüzüne hayat veren güneş, senin için kapkara bir yıldız oldu da bir damla ışık vermedi! Ondan nefret etmedin mi? Oy balam, oy! Can balam, oy!

Acı çığlıkların bozkırda yankı yankı yayılanda gece gündüz Tengri! Deyip yana yakıla gökyüzünü boşluğuna seslendiğinde, dayanılmaz acılarla kıvrananda, kusmakların, pisliklerin, sidiklerin içinde boğulanda oy balam oy, vücudun yıkılıp üzerine sinekler üşüşende yavaş yavaş aklını yitirip gittiğinde, hepimizi yaratıp sonrada kendi halimize salıveren Tengri’ye son gücünü toplayıp isyan etmedin mi? Oy balam oy! Can balam, oy!

İşkenceyle sakatlanan aklını karanlığın örtüsü yavaş yavaş kapladığından zorla elinden alınan hafızan geçmişle bağlantısını koparandan öz ananı dağ dibinden akan ve kıyısında oyun oynadığın derenin şırıltısını, kendi adını, babanın adını, gülümseyen karının adını, aralarında büyüdüğün bacı-kardeş, hısım-yoldaş herkesin hayali gözünde silinende seni karnında taşıyıp bugünleri göstermek için doğuran anana kargışlar okumadın mı? Oy balam, oy! Can balam, oy!…” 129

Nayman Ana kafasına yerleştirilen deve derisi ile öz benliğine, kimliğine, öze dönüşün bütün seslerine kulak tıkayan oğlu Mankurt yani Jolaman’ın evrene, toprağa, öze dönüş bütün kapılarının kapatılarak yok oluşa gidişi karşında tepkisiz duramaz:

“Yuvasından ürkütülmüş bir kuş gibi Nayman Ana, Sarı Özek bozkırında bir oraya, bir buraya koşturuyordu. Ne yapacağını, ne edeceğini iyice şaşırmıştı. (..) Juanjuanlar uzaklaşıncaya dek Nayman Ana gözünü onlardan ayırmadı, ondan sonra da oğlunu kaçırmak üzere sürüye sokuldu. Oğlunun başına her ne geldiyse geldi onun bunda hiçbir suçu yoktu, yavrusunu düşmanların elinde köle olarak bırakamazdı. (..) Nayman Ana, dört bir yanda oğlunu ararken onun bir deveyi siper ederek dizlerinin üzerine çökmüş, okuyla ona nişan aldığını göremedi. Mankurt gözlerine güneşin son ışıkları düştüğünden ok atmak için uygun bir fırsat kolluyordu. (..) Nayman Ana son anda oğlunun okunu ona çevirdiğini gördü, deveyi dehleyip ileri fırlamaya fırsat bulamadan kısa bir vınlama duydu, yaydan fırlayan ok sol böğrüne saplandı. Öldürücü bir saplanmaydı bu. Nayman Ana yavaş yavaş aşağı eğildi, yıkılmamak için devesinin boynuna sarıldıysa da yere düşmeye başladı. Fakat ondan önce başından ak yazması kaydı, bir kuş olup havalanırken “Adın ne senin? Kimin oğlusun? Anımsa adını! Senin baban Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!” diye çığlık attı. İşte o günden beri Sarı Özek bozkırında geceleri Dönenbay kuşu uçarmış.” 130

Öteki olan/ ötekileştirilen oğluna kendine dönüş çağrısında bulunan Nayman Ana, çocuğu için hiçbir karşılık beklemeden ve çekinmeden tüm varlığını ortaya koyar. O, ölürken hatta öldükten sonra bile özverili çağrısına devam eder. Artık onun sesi, telafisi mümkün olmayan yok oluş karşısında direnen evrenin çağrısıdır; sonu belirsiz bir kaosa atılan oğlunu son nefesinde bile kurtarmak isteyen anne, yaratıcı özden kendisine süzülen anlamları çocuğu aracılığıyla ebedileştirmeye çalışır. Bir kuşa dönüşen Nayman Ana, masalsı bir kurgu ile ezelden ebede sürecek varlık mücadelelerini imler. Sesi susturulmaya çalışılan anne, dünyanın ebedi bir cehenneme dönüşeceğini işaret eder. Çünkü anne yok edilir, yuva yıkılır, düşler sona erer, düzen biter, kaos başlar, insan kimliksiz bir ötekiye dönüşür.

Annelik, iyi kadın olma tutkusu, toplumsal rol kalıpları tarafından kutsanmış halidir. ‘İyi ve özverili anne’ simgesi kadının dünyası erkeği, ailesi, çocukları ve evidir. Anne olan kadın, erkek için “bir emanettir gökten kendisine verilen. Çocuklarının anasıdır.”131 Sorunsal bir bakış açısıyla anneyi kurgulayan yazar, Dişi Kurdun Rüyaları’nda annelik insan türü ile sınırlamaz. “Bütün kadınlar arasından seçilip kutsanmış olan o kadın”132 olarak kurguya dâhil olan Dişi Kurt Akbar, ötekileşen insanın evrene verdiği tahribatın ortasında yavruları ile kala kalır. İnsanların sayga (geyik) katliamı ile ekolojik dengeyi alt üst ettiği kaos ortamında yuvasını, eşi Taşçaynar’ı ve dört batın yavrusunu kaybeden Dişi Kurt Akbar, bir anne olarak çaresizlik içinde Börü Ana’ya seslenir, acı içinde ulur, kaderin kendisine oynadığı bu oyundan yakınır, yalvarır, kendisini kurtarmasını ister:

“Ey kurtların ilahesi Börü-Ana! Bana iyi bak. Karşında ben varım, ben Akbar. Bu soğuk dağlarda karşına dikilen benim. Yapayalnız, talihsiz Akbar. Acılarım büyük. Nasıl ağladığımı işitiyor musun? Nasıl uluduğumu, nasıl hıçkıra hıçkıra ağladığımı duyuyor musun?

Bütün varlığım ıstırap oldu, memelerim yararsız sütle doldu. Süt verecek, besleyecek kimsem yok. Yavrularımı yitirdim. Nerde yavrularım nerde? Aşağılara in Börü-Ana, in de yanıma otur, sen ve ben birlikte ağlayalım. Aşağılara in kurtların tanrıçası. (..) Aşağıya inmek istemiyorsan beni de oraya çek Börü-Ana! Ben Akbar, yavruları çalınan ana kurt! Seninle birlikte Ay’da yaşamak, oradan kanlı gözyaşlarımı yeryüzüne akıtmak istiyorum. Beni işit Börü-Ana!” 133

Bu çaresiz ve acı dolu yakarış, yuvası ve yavruları yok edilen annenin, evrendeki bütün tutunma noktalarını yitirişinin ifadesidir. Analık evrendeki tüm canlılarda var olan karşı konulamayan içsel bir güdüdür. Tolgonay gibi evlat acısını dişi kurt Akbar da derin acılarla yaşar. Akbar evladını kaybeden bütün annelerin sesi olur:

“Anne! Sen ki bana hayat nefesini verensin…(..) Bir ana, karnında besleyip doğurduğu evladının ölümüne tanık olunca, onun acısı iki kat daha fazla olur.” 134

“Akbar, mezarlıkta ağıtlar söyleyerek hıçkıran dul bir kadın gibiydi ve bu hali Gülümhan’a, Ernazar’ın ölümünde nasıl ümitsizce gözyaşı döktüğünü hatırlıyordu.” 135

Yazarın bizzat yaşadığı şu olay ise, yüce bir statü olan anneliğin evrensel boyutlarda yansıtıldığını ve algılandığının göstergesidir: “Bir gün Moskova’da, kalabalık bir caddede yürüyordum. Ansızın bir kadın çıktı karşıma “Akbar” dedi. Bir an, herhalde beni tanıyor, romanımı da okumuş diye düşündüm. Kadın gözlerimin içine dikkatle baktıktan sonra “Akbar benim!” dedi ve hızla kalabalığa karışarak kayboldu. Arkasından baka kaldım, kimdi, niçin dişi kurt Akbar’la kendisini özdeşleştirmişti. Bilmiyorum, ama demek ki onu yakalamıştım. Ona hitap etmeyi başarabilmiştim. Ana’lık evrenseldir. Çünkü Akbar da ne kadar kurt olsa anadır, insanınki de maymununki de fareninki de hepsi anadır. Doğurur, emzirir, besler, büyütürler.”136 Akbar’ın son doğurduğu yavrular da Bazarbay adlı kişi tarafından sırf para uğruna çalınır. Bazarbay dönemin yozlaştırdığı insani duyguları yok olan, merhametten yoksun biridir. Benzer şekilde Elveda Gülsarı anlatısında botasını (yavrusunu) kaybeden anne devenin çaresizlik içindeki arayışı dikkate değerdir:

“Anne deve günlerce botasını aradı, günlerce bozladı. Neredesin kara gözlü küçük botam? Memelerimden süzülüp süt aktı. Sımsıcak ve güzel kokulu memelerimden… Neredesin? Ses ver bana! Mis kokulu memelerinden anasının ak sütü süzülen botam..” 137

Yine Elveda Gülsarı anlatısında Yaşlı Avcının Türküsü’nde ana(ç) geyiğin türünün devamını sağlamak için yakardığı görülür:

“Boz Geyik genç avcıya gözyaşları dökerek yalvarmış:’Geyik soyunu kırıp tükettin. Soyumuzun tamamen yok olmaması için eşim Tav-Teke’yi sağ bırakmanı istiyorum. Bunun için yalvarıyorum sana. Onu vurma!

Ama genç avcı onu dinlememiş. Nişan almış ve bir atışta Tav-Teke’yi vurmuş. Vurulan Tav-Teke yardan aşağı yuvarlanıp gitmiş. O zaman boz geyik, acıdan inim inim inlemiş. Sonra genç avcıya dönmüş:

-Hadi beni de vur, yüreğime nişan al, hiç kımıldamayacağım. Ama vuramayacaksın! Bu senin son atışın olacak, senin de sonun olacak! (..)

Boz Geyik lanet okuduktan sonra, kayadan kayaya, dağdan dağa sekerek, ağlaya ağlaya gitmiş.” 138

Beyaz Gemi’de ise, annesine ihtiyaç duyan bütün kimsesiz çocukların adına konuşur. Onun anne algısında çocuğuna sınırsız özveri içindeki annelere duyulan özlem dikkat çeker. Güçsüz ve mutsuz olmasının temel nedeni annesizliğidir:

“Kendi kendisiyle konuşmayı severdi. Ama şimdi bir çantası vardı ve onunla konuşuyordu; ‘Buzağımız da iyice büyüdü ha! Kuvvetli bir dana oldu. İpini çektiği zaman tutmak çok zor oluyor. (..) inek onun anasıdır ve sütünü hiçbir şeyini esirgemez. Anlıyorsun değil mi? Anneler hiçbir şeyi esirgemez. Bunu Gülcemal söyledi. Onun da bir kızı var. Az sonra ineği sağacaklar.” 139

Doğa (doğa ana), hayvan (Maral Ana) ve insan annelikte kesişirler. Annesi çaresizlik içinde onu terk etmiştir, fakat doğa ana hep yanındadır; bir de mitik anlatının imgesi Maral Ana. Annesiz bir çocuk olarak tek başına bir yaşam sürdüren çocuk gibi ev ve anne yokluğunun netleştirdiği mutsuzluk, Elveda Gülsarı’da annesini kısa bir süreliğine göremeyen çocuğun dilinden aktarılır: “Caydar yokken ocaktaki ateş bile alevsiz, korsuz bir yetim gibi kalıyordu. (..) Babaları, baba idi ama, analarının yerini tutamazdı.”140

Annesizlik tüm yaşamsal alanları körleştirir; Maral Ana’nın ölümü ise tüm tutunma noktalarını yok eder. “Yavruları için gülümseyecek gücü her zaman bulan”141 annelerin yokluğu tüm düşlerin karabasana dönüşmesine sebep olur. Annesizliğin çocuk üzerindeki yıkıcı etkisi Kasandra Damgası’nda başkişi aracılığıyla tekrarlanır. Kadın adaylar X birey yetiştiriciliği için bir fabrika gibi kullanılır; doğacak olan çocukların kadın mahkumlarla hiçbir bağlantısı olamaması ve bu işin karşılığında kadınlara/annelere para verilmesi yani pragmatik bir algıyla anneliğin bir mesleğe dönüştürülmesi hedeflenir; ve kadınların rahmi kiralanır: “KGB’ de çalışan biri ile bir konuşmam olmuştu. Ona belki de anonim doğan çocukları kendi rahimlerinde yetiştirmek bazı kadınlar için bir meslek, hem de iyi para kazandıran bir meslek olacaktı.” 142

Kadının salt cinsiyetiyle ele alınması kadının kendisine karşı duyduğu saygıyı yitirmesine kutsal annelik kavramının anlamını kaybetmesine neden olur. Annelik ve babalık algıları değişir. X fertler projesinin sorumlu yürütücüsü başkişi Andrey Krıslstov, kendisi de terk edilmiş bir kişidir. Alman Baba ve Rus Ana’dan dünyaya gelen başkişi, II. Dünya Savaşı’nın günahlarından biridir. O, anneannesi tarafından bir kış günü yetiştirme yurdunun kapısına terk edilir:

“Ben küçücük yavruyken, battaniyeye, onun da üzerinden çuval bezine sarılı olarak yetiştirme yurdunun önündeki merdivene bırakılmıştım. Çocuk yurdunda bana verilen Krılstov (küçük merdiven) soyadı da buradan kaynaklanıyor. (..) Annemin ayakları altında gıcırdayan sert karın sesini hatırlıyorum. (..) kalbinin acıyla çarptığını hatırlıyorum. O, yürürken hızla nefes alıyor ve devamlı ağlamaklı bir sesle gözyaşlarını zor tutarak bana bir şeyler fısıldıyordu. (..) Beni merdiven önüne bıraktığı zaman neler olduğunu anlamamıştım. Soğuktu, donuyordum ve onun geri gelerek beni almasını bekliyordum. (…) şimdi anlıyorum. Sık sık aynı rüyayı görüyorum; Kürtünlerde yürüyorum, annemin ayak izlerini arıyorum, bu izler beni ormanın derinliklerine götürüyor, korkuyorum, üşüyorum, kar bastırıyor ve ben ‘annei anna’ diye bağırıyor ve uyanıyorum. O korkunç soakta böylesine korkunçbir adım atmaya annemi mecbur eden şey neydi? Bir bilseydim! Babam kimdi!” 143

Annesinden ayrı bir sürgün hayatı yaşayan Andrey Krılstov, evden ve anneden kovulmuştur. Bu trajik durumun kendisinde açtığı onulmaz yaraların öcünü tüm toplumdan almak ister ve kendisi gibi X fertlerin üretimi için uğraşır. Fakat X fert projesi için çağrılan mahkûm kadın Runa ile tekrar anneliğin içtenliğine tutunur ve kurtulur. İlk denek kurban olan Runa, kadın mahkûmların rahimlerine embriyo yerleştirilerek hamile kalmalarının sağlanması ile başlayan devlete/ rejime bağlı mankurtlar yani X fert yetiştirme projesinden kurtulmak için ölümü seçer: “İnsanların doğa ve tanrı tarafından belirlenen yöntemle mi yoksa şeytanın gösterdiği yöntemle mi çoğalmaları gerektiği sorusu sizce problem değil mi?”144

Runa’nın mülakat sırasında Andrey’e söyledikleri sözler, onun da uyanmasını sağlar. Runa’nın ölümü, o dönemde yaşanılan kaos ortamına sessiz bir başkaldırıdır. O, bütün yaşadıklarını benliğine sindirerek bir patlama yaşar. “Anne ve kadının ebedi kutsallığını…”145 farkındalığındaki Aytmatov, kadın’ın anaç/ barışçıl/ şefkatli/ duygusal niteliklerini yaratıcı, düzenleyici, kurtarıcı niteliklerle bütünleyerek anlam alanına taşır. Böylece anne, toprak gibi öze dönüşün ve varoluş olanaklarının taşıyıcısı kutlu bir sığınak olur. Trajik kırılma anlarında hemen devreye girer; bedenin ve ruhun yaralarını iyileştirir. Zamansal ve mekansal bir “anı evi”146 kimliği kazanan anne, bireyin geçmişten geleceğe akışındaki en önemli tamamlayıcısı ve yönlendiricisi olur.

Su Gibi Yeniden Dirilten Ruh: Eş

Su, ateşle toprak arasında varlıkbilimsel bir ara unsur; kendinden geçen bir varlıktır. Her dakika ölür ve durmaksızın çöker; fakat her zaman akışına devam eder, her zaman düşer, her zaman yatay ölümler yaşar. Ve acısı sonsuz olmasına rağmen derinliğinde akan yazgısına sahip çıkar.

Aytmatov anlatılarında bir erkek ile evlenen, onun eşi ve çocuklarının annesi olarak toplumsal yaşamda yerini alan kadınlar, “anne sütüyle içi(n) e yansıttığı masal, yaşamın mesajı”147 gibi tüm varlığını saran ataerkil düzenin verileriyle donatılmışlardır. Bu kadınlar, evlendiği erkek ile yaşamını ruhsal anlamda tamamlamak ve erkeği de tamamlamak isterler; erkeği yaşamlarının merkezine yerleştirirler ve artık erkekleri için yaşamaya başlarlar. Onlar için evlilik genel anlamda “insan toplumlarının evrensel ensest yasağına getirdiği evrensel bir çözüm”148 olmanın ötesinde ideal masalsı birlikteliğe yaklaşıp, aile mitosu anlayışının organik bütünlüğüne uyum ve destek sağladığı zaman birey için anlam kazanır. Su gibi sadece yatay değil derin akışlarda var olamaya çalışan bu kadınlar için evlilik, “beraberlik içinde bireyleşme”149 ya da iki kişinin aynı noktada buluşması, aynı noktaya bakmasıdır; sadece tensel birlikteliği ifade etmez ve kurtuluşu değil mücadeleyi imler. Bu kadınlar yazarın annesi Nagima’ya benzerler; fedakârlık onların kişiliğinin temel ve ayırıcı niteliğidir. Kadının varlık alanı, evi, eşi, çocukları ile sınırlıdır; o bu sınırlar içinde güvendedir ve buranın düzeninden sorumludur:

“-Allah’a şükür, diyordu, iyi bir eve, hayırlı bir yuvaya düştün. Burada mutlu olacaksın. Bir kadını mutlu eden şey çocuk doğurmak ve bir evde bulunması gereken şeylere sahip olmaktır. Allah’a şükür biz ihtiyarların kazandığı her şey size kalacak. Bunları mezara götürecek değiliz. Yalnız şunu bilmelisin ki, mutluluk ancak namus ve haysiyetini koruduğun sürece vardır. Bu sözümü sakın unutma! 150

Gün Olur Asra Bedel romanında Sarı-Özek bozkırının çok zor koşullarında Zarife Abutalip’in, Ukubala Yedigey’in, Caydar Tanabay’ın yanında olur. Ukubala hayata dair kendi seçimlerini belirleyen kişilerden biridir. Ailesini dinlemeyerek balıkçı olan Yedigey’le evlenir. Zarife yüreğinin sesini dinleyerek ağabeyine ailesine karşı çıkar; Abutalip ile evlenir. Gündüz kavurucu sıcak, gece ise dondurucu soğukların hakim olduğu ıssız, kurak bir kapalı/dar mekan Sarı-Özek, bozkırın unutulmuş kitabıdır: “Sarı- Özerk’te yaşamayı göze almak için yürek isterdi. Bozkır uçsuz bucaksız, insan ise küçüktür, insan çok güçlü ve hünerli olmalıydı. Burada yoksa çürüyüp giderdi.”151

Kadın kahramanlar öyle sıradan değil, doğayla mücadele eden bir erkek gibi demir yolunda çalışan, gerektiğinde kolhoz işlerinin başına geçen yöneticilik yapan aktif kadınlardır. Onun kahramanları bir o kadar güçlü ve bir o kadar da derindir. Çünkü onlar uçsuz bucaksız Sarı Özerk’te yaşam mücadelesi verirler. Toprakla iklimle vahşi doğayla mücadele ederler. Kadınlar hem doğayla hem de insanların meydana getirdiği savaşla mücadele halindedir. Bu koşullar altında hayata öyle sarılırlar ki bir an ipi bıraksalar her şey ellerinden kayıp gidecekmiş gibidir:

“Demiryolunda, kalın eldiven takmadan çalışmak imkânsızdı. Eldivensiz ne taşa dokunabilirsiniz ne demire. Güneş tepede kor ateşli bir maltız idi sanki. Su her zamanki gibi tankerle uzaktan taşınıyor ve Boranlıya gelinceye kadar neredeyse kaynayacakmış gibi ısınıyordu. İnsanın üzerindeki elbise de iki gün içinde kavrulup yırtılıyor, lime lime oluyordu.” 152

Bu iklim şartlarında hayatın savaşın zorluklarının mücadelesini veren insanlar aynı zamanda ötekileşen Akdoğan bakışlı Tansıkbayevler, Sabitcan gibi komünistlerle de savaşarak öz benliklerini korumaya çalışırlar. Onlar sadece doğanın zorlu şartları ile değil; insanoğlunun evrene ve insana zarar veren tehditleri ile de mücadele ederler. Rejimin dejenere ettiği askerler, subaylar, komünist üyeler tarafından uçsuz bucaksız, kuç uçmaz kervan geçmez olarak ifade edilen Sarı-Özek bozkırına Abutalip, Zarife ve çocukları sürüklenir. Orada yeniden var oluşun, tutunmanın mücadelesini adımını atarlar.

“Ee, böyle işte, Sarı- Özerk’in ekmeği acıdır. Kışın buraya geldiklerinde kadıncağızın yüzü bembeyazdı. Şimdi kararıp toprak rengini aldı. Kadının kısa zamanda güzelliğini yitirdiğine acıyordu. Güzel saçları kaşları kirpikleri de kavruldu, dudakları dilim dilim çatladı. Acınacak halde zavallı, yine de dayanıyor, koy vermiyor, kendini. Dik durmaya çalışıyor. Hem, iki çocuğu varken dayanmasın da ne yapsın. Aferin sana kadın, aferin!” 153

Cengiz Aytmatov’un yüceleştirdiği ideal kadın örneklerinden “uysal kadın imgesi” 154 Zarife, “fırtınadan kanatlarıyla yuvasını korumaya çalışan bir dişi kuş”155 gibidir; savaş yüzünden kocasının başına gelenlere beraber ve aynı eşitlikte katlanır. Analık duygusu bir kadının dünyada sahip olabileceği en güzel manevi zenginliklerindendir; fedakârlık ve sadakatle bütünlenir. Cesur, güçlü ve olağanüstü niteliklere sahip kadınlardan biri olan Zarife, diğer hemcinsleri gibi bir yandan savaş, bir yandan sefalet ve yokluk, diğer yandan vagonları yanmış, çatıları delik deşik olmuş kapıları uçmuş trenlerin ardında umutsuz, meçhul bekleyişlerle kuşatılmış bir yaşam sürdürür:

“Tam gidip bakmaya karar vermişti ki onu kapının önünde gördü. Elinde olmadan irkilmiş, duraklamıştı. Etrafındaki kalabalığa rağmen her şeyden öyle uzak, öyle yalnızdı ki, o giren çıkan kalabalığın içinde koyu bir leke gibi duruyordu. Fark edilmemesi mümkün değildi. Yüzü, ölü yüzü gibi soğuktu. Bakmadan, görmeden, uyur-gezer gibi yürüyordu. Kimseye dokunmuyor, çarpmıyor, dudaklarını sıkmış üzüntülü ama başı dik… Çölde yürüyen biriydi, sanki.” 156

Zarife, Abutalip’in ölüm haberini aldığı zaman dünya başına yıkılır. Umutları, hayalleri hayat karşısında beraber verdikleri uğraşlar o an hatırına gelir. Artık tek dayanabileceği dayanak çocuklarıdır. Çünkü “onlar benim mirasım, benim ruhumdan, benliğimden, yazılarımdan ibaret olacak” diyen Abutalip’ten geriye kalan son eserlerdir:

“Hayat böyleymiş! Her şey korkunç, karışık, anlaşılmaz, işin bir başı var bir de sonu, ortasında ise herkes kendi kaderini yaşıyor. Çocuklar olmasaydı Yedigey yemin ederim ki bir dakika beklemez, hayatıma son verirdim. Böyle yaşamak neye yarar, ne gereği var? Ama çocuklar var, beni onlar tutuyor. Onlar benim hem kurtuluşum, hem de kaderim.” 157

Zarife, büyük bir sınav verir. Abutalip’in evden ayrılmasıyla bu sınav başlar. Bekleyişler, hasretler, küçücük umutlar Zarife’yi hayata bağlar. Bir gün dönecek yine bu yolda birleşeceğiz ümidiyle kendisine teselli verir; ta ki ölüm haberini alana kadar. Onun acıları yine bir nebze katlanılabilir durumdadır. Ya yavruları Daul, Ermek bu acıya nasıl dayansın? Onlara Nayman Ana efsanesini anlatan babalarını nasıl unutsunlar. O küçücük ruhlarında böyle bir dramla karşı karşıya kalırlar:

“Abutalip’in karısı Zarife geceleri birkaç kez petrol lambasının fitilinin, küllenen ucunu kesiyor, bu yüzden birden bire aydınlık artınca, gözleri encikler gibi yumulup uyuyan soluk tenli iki çocuğuna takılıyordu. İşte o zaman içi soğuk bir ürperme ile doluyor, yumruklarını sıkıp göğsüne bastırıyor. Onları hayal ediyordu. Olanca hızları ile koşarak, yarışarak, kollarını açarak, ama bir türlü koştuklarına ulaşamadan…” 158

Tüm kadınlar, tek bir vücutta, ruhta birleşirler. Ne savaş ne Stalin diktatörü, ne de Sarı-Özerk bozkırının dondurucu soğuğu ve yakıcı sıcağı onları ayırmaya gücü yetmez. Zarife, Ukubala, Cemile, Togulan, Tolgonay, Ales hayat karşısında her zaman kendi özgür seçimleri ile yaşarlar; bunun pişmanlığını duymazlar. Bir kadın olarak öze dönüş yolunda büyük adımlar atarlar. Ukubala da Zarife gibi Yedigey’in savaştan döndüğü yıllarda bütün ağır işleri severek isteyerek kendisi üstlenir:

“Yedigey’i en çok üzen, umutsuzluğa düşüren karısının açıklı haliydi. Kendisi yapması gereken işi, toza toprağa bulanarak, kan ter içinde kalarak onun yapmasıydı. Yüzü gözü kapkaraydı, kadıncağızın. Yalnız dişleri ve gözünün akı görünüyor, ter içinde yüzüyordu. Ter ensesinden sırtına, boynundan göğsüne akıyor, kömür tozu ile karışıp çamura dönüşüyordu. Onu böyle görmek yüreğini paramparça ediyordu Yedigey’in…” 159

Kendi öyküsünün kahramanı olmaya çalışan, varlığını ispat çabası içerisindeki kadınlardan Ukubala her zaman eşine destek çıkar. Savaştan sağ olarak dönmesine o kadar sevinir ki yaptığı işlerin yorgunluğunu hissetmez bile. Geleneğin/ törenin temsilcisi bu kadınlar, İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerini duygularında düşüncelerinde bekleyişlerinde hayatlarının her saniyesinde hissederler; en önemli özellikleri yazarın da anlatılarında yoğun olarak değindiği annelik duygusudur. Tüm insanlığı benliğinde taşır ve anlatılarının etimonu olarak merkeze yerleştiren yazar, anne kavramını eserlerinde etkili bir şekilde işler; sadece biyolojik insanın acılarını değil; evrende var olan bütün canlı unsurların acılarını duygularını hissederek anlatır. İnsanlarda var olan ortak duyguları aşkı, sevgiyi, anneliği bireysel tutkulardan soyutlanarak bu kavramları toplumsallaştırır. Anlatılarda yüce ana tipi kendi bencilliğinden sıyrılarak yeni tohumlarda doğar.

bannerbanner