Читать книгу Aytmatov Araştırmaları ( Анонимный автор) онлайн бесплатно на Bookz (9-ая страница книги)
bannerbanner
Aytmatov Araştırmaları
Aytmatov Araştırmaları
Оценить:
Aytmatov Araştırmaları

5

Полная версия:

Aytmatov Araştırmaları

İnsan, bedensel ve ruhsal bütünleşme arzusu ile evlenir ve çocuk sahibi olur. Bu Yaradan’ın ve Tanrı’nın emrindendir. Bunu yasaklamak ya da yok saymak mümkün değildir. Cengiz Han’a Küsen Bulut romanında Cengiz Han’ın fetih sonuna kadar çocuk sahibi olma yasağını ihlal eden Yüzbaşı Erdene ve Togulan birlikteliği, insani ayrıcalıklarını kullanma ve yaradılış özünde var olan çoğalma içgüdüsü sonucu yaşanır. Bu ihlal, olanların/dış gerçekliğin olumsuzluklarına karşı kendi imgesini koruma yönünde tepki vermesine yol açar:

“Cengiz Han, tehdit dolu bir sessizlik içinde devam ediyordu yoluna. (..) Dünyayı fethetmesine bir engel de yoktu. Ama yine de bir şey olmuştu: Kaya gibi. Dağ gibi güçlü buyruğundan, küçük, küçücük bir çakıltaşı kopmuştu. (..) tırnağına batan bir kıymak gibi canını yakıyor.” 160

Cengiz Han, geçmişteki tüm yanlışlarına rağmen kendisini kutsayan Tanrı’nın emirlerini kendi kudreti uğruna değiştirmeye çalışır; gücünün ve hükümdarlığının sembolü ejderha işlemeli sancakları işleyen nakışçı Togulan ve yüzbaşı Erdene’nin idamını emreder. Bu emir ve emrin yerine getirilişi, “Büyük Han’ın buyruklarına uymayanların başlarına gelen kendi gözleriyle gören”161 diğerleri için de bir uyarı niteliğindedir. Bu idam sırasında da yine kulakları sağır edercesine davullar çalınır. Cengiz Han’ın kendiliğinin sesi olan davul, öfkeli kalabalığın sesi ile daha da vahşi bir nitelik alır. Erdene ve Togulan öldürüldükten sonra, Cengiz Han ve ordusu hiçbir şey olmamış gibi ve en önemlisi de hizmetçi kadın Altın ve bebek Kunan’ı bozkırın ortasına terk ederek yollarına devam ederler. Eylemin yaşayan kurbanları Altın ve Kunan’ın bu yalnız ve çaresiz terk edilmişliği, acıkan çocuğa yaşlı kadının göğsünden imgesel su olan sütün gelmesi ve beyaz bulutun koruyuculuğunun Cengiz Han’dan onlara geçişi ile aralanır; yaşanan mucizelerin etkisi ile umutsuzluktan kurtulurlar:

“Altın memesini hafifçe çocuğun ağzından çekti ve apak süt damladığını görünce bağırmaktan kendini alamadı. (..) Etrafına bakındı. Hiçbir şey, hiç kimse yoktu görünürde. Uçsuz bucaksız düzlükte küçük bir hayvan bile yoktu. Yalnız güneş vardı. Bir de, tam tepesinde, yukarıda, o küçük beyaz bulut. (..) Ona bu mutluluğu veren yer, Gök ve süt idi. Bunların beraberliği idi.” 162

Besleyiciliği ile birlikte ruhu ve bedeni gevşeterek “anneleşen su”ya163 dönüşen süt, “bir madde, bir töz, mutlu bir izlenim verecek kadar yoğun yatıştırıcıların ilki”164 olarak derin bir imgeleme sahiptir. Altın, kavramsal düzlemde “hiç kullanmadığı bir kapıyı kullanıp gül bahçesine çıkabilme, dirilişi anlama ve onu yeniden yaşayabilme gücü”165 ile tinsel varoluşun sürekliliğini işaret eden bir norm karakterdir. “Kökende yatan verici sezgi”166 ile bebeği besleyen ve ona anne olan yaşlı kadın, toprak ve su/süt ile bütünlenen varlığı ile Gök’ün/ Tanrı’nın yaratıcı gücün temsilcisi olur.

“Kadının dünyası erkeğidir, ailesi, çocukları ve evidir” anlayışının bir sonucu olan bu rol ödünçlemesi ile kadınlar, “itaatkar, edilgen, hareketliliği düşük ve yaşam alanı sınırlı”167 bireylere dönüşürler:

“En önemlisi üç oğlumuz oldu. Üç su damlası gibi benzerlerdi birbirlerine. Yüreğim sızlıyor, bir gariplik çöküyor onları hatırlayınca. (..) Yavrularım benim, yüreğim yanıyor ondan söylüyorum bunları, ana yüreği…” 168

“beni en çok sevindiren şeyin ne olduğunu bilmiyordum: Suvankul’un köye ilk traktörü getirmiş olması mı, o gün çocuklarımızın nasıl büyümüş olduklarını babalarına nasıl da çok benzediklerini görmek mi? Yaşlı gözlerle onları uzaktan izliyor ve mırıldanıyordum: Hep böyle bir arada olun sevgili evlatlarım!” 169

Kadın, toplum tarafından bir kurtuluş ve kurtarılma umudu olarak kendisine ezberletilen ve benimsetilen evliliği yani eş olma durumunu tüm acılara ve sıkıntılara rağmen özveriyle sürdürür. Bireysel varlığını öteler, evi yani eşi ve çocukları için yaşamaya başlar. Onu mutlu eden her şey kendi dışındaki gelişmelerdedir. Böylece “kadınla erkek arasındaki uzlaşma ve dengenin karakteristik özelliği”170 olan ebedi arkadaşlık gerçekleşir:

“Belki de mezara kadar, onun kaderini paylaşacak bir kadın…”171

“Küçük anne mert, hatır sayan, kimseye kötülük düşünmeyen bir kadındı. Ark kazarken olsun, küçük su yolu açarken olsun, hiçbir işte gençlerden aşağı kalmazdı. Sözün kısası ketmene sıkıca yapışır ve onu çok iyi kullanırdı.” 172

“Cemile, çalışkanlıkta annenin bir benzeriydi. Yorulmak nedir bilmez, her işten anlayan ama hareketleri biraz farklı bir kadın.” 173

“Büyük ailemiz huzur içinde, uyum içinde yaşamasını benim anneme borçluydu. Her iki evi o, tam yetkiyle ve kusursuz yönetirdi. Aile ocağının bekçisiydi o. Dedelerim, ninelerim henüz göçebe hayatı yaşarlarken, çok genç yaşta onlara gelin gelmiş. Sonra ailelerimizi liyakatle dürüstlükle, yönetmiş ve atalarımızın hatırasına tam saygı göstermiş. Köyde onu en akıllı, en tecrübeli, en üstün nitelikli ev kadını olarak görür, saygı gösterirlerdi. Evde her şeyi annem idare ederdi.” 174

Zorunluluklar karşısında “evin erkeği” olmak zorunda kalan kadın, içe/ eve hapsedilişten kurtulur ve ekmeğini getiren, düzenin koruyucusu kimliğini üstlenir. Böylece kadın olarak erkeğin en önemli üstünlüğünü ele geçirilir, erkeğe bağımlılık aşılmış olur. Bu yönelim “erkeksi bir davranışa başvurarak yazgılarını düzeltmeye kalkışan”175 kadınların varoluş çabası ile örtüşür niteliktedir.

Acıların yıldırmadığı aksine güç kazandırdığı kahraman kadın Tolgonay, ölüm ve yaşamın burun buruna geldiği coğrafyada (Sarı-Özerk, Tanrı Dağları, Ala Mengü dağları, Mujunkum bozkırı) nefes almaya çalışır. Kavurucu sıcaklar, dondurucu soğuklar, bıçak gibi kesen rüzgar ve ayazın hakim olduğu iklim koşullarında ekmek için savaş verir. Diğer tarafta savaşın ruhsal baskısı devrededir; bu kaosta yaşamaya, askerlere cephane ve yiyecek yollamaya çalışan elleri nasırlaşmış, saban süren kadınların yıkımı iki katına çıkar. Tren istasyonunda şafak vakti Maysalbek’i bir kerecik görmek umuduyla bekleyen, yürekleri dağlayan Tolgonay, savaşın bittiği haberini aldığında tüm kadınların psikolojisini yansıtır:

“Sanırdınız ki büyük bir güç bize kanat vermişti. Kollarımızı açıp ona doğru koşarken, kucağımızda bütün hayatımızı, çektiğimiz bütün acıları, sıkıntılı bekleyişimizi, uygusuz gecelerimizi, ağaran saçlarımızı, dullarımızı, yetimlerimizi, gözyaşlarımızı, iniltilerimizi, cesaretimizi her şeyimizi taşıyor, zaferle dönen o askere götürüyorduk.” 176

Ağaran saçlar, uygusuz geceler, iniltiler ve cesaret, sevgi, fedakârlık ile yoğrulan bu kadınlar kavramı hiçbir zaman yıkılmazlar, vazgeçmezler:

“Sanki o anda birbirlerinin öz kardeşi olmuşlardı. Seyde’nin yüreğinde de onlara karşı bir anne sevgisi uyandı; gencecik yiğitlere acımakla birlikte göğsü gururla doldu. Ah, onlara yardım edebilseydi!.. İçinden, ayağa kalkıp şöyle bağırmak geçti: ‘ Durun, ey yiğitler, durun! Yaşamınızın baharında yerinizi, yurdunuzu bırakıp gitmeye kalkıyorsunuz. Oysa sizlere doya doya yaşamak yaraşır. Bırakın, ben gideyim; yerinize ben öleyim!..’

Tam böyle düşündüğü sırada İsmail’e kavurga götürmesi gerektiğini hatırladı. Kocası onu bekliyordu. Başı önüne düşerken aklına evi geldi: ‘Daha kavurgalar dövülecek, bebek emzirilecek… Amma da oturmuş kalmışım!..’” 177

Bir eş ve anne olarak tüm erkekleri koruma içgüdüsüyle hareket eden Seyde, “bağımlılıkla bağımsızlık arasındaki iç ruhsal çatışma”178 yaşar. Ev ve ev dışı tüm işleri yapabilecek ruhsal hazırlığını tamamlar. Önceliği evinden yana yapsa da cephe de dâhil her yerde erkeğin yerine ya da yanında olabileceği noktasında kendine güvenir. “Bence gerçek mutluluk bir yaz yağmuru gibi apansız geliyor insana. Farkına varılmadan, yaşadıkça, başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerde yavaş yavaş birikiyor, sonra bir yere toplanıyor. Biz buna mutluluk diyoruz.”179

Yeni evli bir çift olan İsmail ve Seyde merkezli olarak II. Dünya Savaşı’nın sıkıntılı ortamındaki yaşama mücadelesinin anlatıldığı Yüz Yüze anlatısında, kadın karakter savaş karşıtıdır. Seyde, eşinin yokluğunda üç yetim çocuğu ile birlikte dul bir kadın iken tek geçim kaynağı olan ineğin kesilip yenilmesini kabul edemez ve bağışlayamaz. Seyde ve kadınların büyük çoğunluğu savaşın olumsuzlukları ile kuşatılmışlardır, maddi ve manevi yoksunluklardan bunalmışlardır:

“Düşüncelere dalan Seyde o anda yeryüzünde her şeyi unutmuş gitmişti. Gözlerinin önünde asker dolu bir tren vardı şimdi. İçinden tünel geçen dağın arkasındaki tren uçsuz bucaksız Kazak ovasından uçarcasına koşuyor, vagon pencereleri önünde biriken delikanlılar sıra sıra uzanan Ala Dağlar’a bakarak ellerini sallıyorlar, türkü söylüyorlardı. Sonra dağlar da gerilerde kalıyor, mavi bir sis bürüyordu onları. Trenin arkasından yetişmeye çalışıyordu Seyde. Fakat tren gidiyor, ovanın ortasında o yalnız başına kalıyordu. Oradaki bir telgraf direğine kulağını dayıyordu o zaman. Direk inledikçe kopuzdan dinlediği ‘Anaç devenin ağıtı’ türküsünü duyar gibi oluyordu. Bu ayrılık türküsünden çok duygulanan Seyde ağır ağır başını doğrulttu.” 180

Bir eş ve anne olarak ayrılık karşısında direnci kırılan başkişi, tükeniş anlarında tutunma noktası olarak türkülere yönelir. O, kendisi gibi anaç devenin türküsü ile savaşın ve ayrılığın yıkımlarını aşmaya çalışır. Kararlı, sevgi dolu, fedakâr bir Türk kadını olan Seyde, gidenlerin değil kalanların hikâyesinin kahramanıdır. Savaş nedeniyle ayrılan tüm insanlar benzer trajedileri yaşarlar: “Düşünüyorum da dünyada bütün insanlar, oğullarını, kardeşlerini, kocalarını bizim beklediğimiz gibi, sevgiyle, umutla bekleselerdi savaş olmazdı yeryüzünde.”181

Savaş, tehditkâr ve yok edici yüzüyle kadınları zorlu yaşam koşullarında ve tek başına mücadeleye zorlar. Bu durum tüm aşkların yarım kalmasına, tüm dayanak noktalarının sarsılmasına neden olur; her şey eksik kalır:

“Suvankul’la iyi kötü, uzun yıllar birlikte yaşadık. Mutlu günler gördük acılarımızı paylaştık. Yuvamız çocuklarımız oldu. Savaş olmasaydı ömrümüzün sonuna kadar birlikte yaşayacaktık. Ya Kasım’la Aliman? Ne yaşamışlardı onlar? Bütün hayatları yarınları düşünmekle geçmişti. Gençliklerini en güzel yıllarını savaş kararttı. Zaman geçtikçe Aliman’ın yarası da kapanacaktı. Yeryüzünde tek başına değildi ki insan. Belki Aliman’ın seveceği bir insan çıkar o zaman hayat yeni umutlarla dönerdi ona.

Savaşta kocaları ölen pek çok kadın da böyle yaptı. Savaş bitince evlendiler. Kimi yeniden sevdi, mutlu oldu, kimi kavuşamadı mutluluğa. Ama hiçbiri yalnız kalmadı. Kocalarının kadını oldular. Ama bütün insanlar bir değil. Bazıları acılarını, üzüntülerini kolayca unutuveriyorlar, yeni bir hayata başlıyorlar. Bazıları içinse zor oluyor bu. Geçmişin acı anılarını kolayca atamıyorlar. Aliman da böyleydi. Kasım’ı unutmadı. Bende destek olamadım ona. Kendimi hep suçlarım bu yüzden. Güçsüz davrandım. Üzüntülerimden silkinip kurtulamadım.” 182

Uzun ve umutsuz bekleyişlerin sona erdiği anlarda ise, kadınlar evrendeki yolculuklarına yenilenerek başlarlar:

“Bulutların ardından güneş sıyrıldı çıktı. Yeni doğmuş bir bebek gibiydi. Yağmurla yıkanmıştı. Aliman çıplak ayakla ıslak toprakta yürüyor, her adımda bir avuç toprak serpiyordu. Gülümsüyordu. Bildiğimiz tohum değildi bunlar. Uzun bir bekleyişin umut tohumlarını serpiyordu.”183

Bak Arsen, bu dağlar var ya, hep benim aşkımı bekliyorlardı, ben de bu nedenle buralara sık sık geliyordum. Böyle olacağına inanmadığım halde yine de bekliyordum. Çünkü buralarda, bizim köylerde, Ebedi Nişanlı’nın dağlarda dolaştığına inanırlar” dedi. 184

Evdeki melek kimliğindeki kadın, masumiyet, yumuşak başlılık, uysallık, erkeği memnun etme ve kendini ona/ çocuklara adama erdemleri ile donatılmıştır. Asalet sahibi olarak doğurganlık özelliğini yuvanın koruyuculuğu ile daha da kutsal bir misyon taşır. O artık ideal eş, ideal anne, ideal ev hanımı sıfatlarının gereğini yerine getiren bir savaşçıdır. Hassasiyetlerle örülü dünyası ile evi aidiyet hissinin ve güvenlik alanının adı olarak belirler; güvenlik alanını kapsayan ev merkezli hareket etmeyi tercih eder.

Ateşle Varoluşu Aşan Kaynak: Sevgili

Aşk, mutluluk beklentisi içerisinde yaşamını şekillendiren birey için “yazgıyla özgürlüğü bağlayan çözülmez bir düğüm”185 halindedir. Kadın, birey olarak erkek gibi yani özgürce ve varoluşunu sorgulamaksızın sevmek ister. Böylece aşksız cehenneme dönüşen evreni tekrar cennet yapar. Yaşam, ölüm, bilgi, dostluk, insan, toplum, kültür, evren, zaman, düşünce, mutluluk vs. en varlıksal sözcüklerim ana-kavramı olarak aşkı belirler.

Aytmatov kadınları için aşk, kader ve seçim kesişen eyleme dönük bir bütünleşme isteği ile yaşanır. Kadının mutluluğa olan açlığını ve doyumsuzluğunu yansıtan aşk kültü, sürekli bir güzellik ve mutluluk isteği taşır. Aytmatov anlatılarında Abutalip-Zaripa, Yedigey-Ukubala, Raymalı Aga-Begümay (Gün Uzar Yüzyıl Olur), Erdene-Tolugan (Cengiz Han’a Küsen Bulut), Kasımcan-Saadet (Beyaz Yağmur), İlyas-Asel (Al Yazmalım Selvi Boylum), Tanabay-Bibican (Elveda Gülsarı), Cemile- Danyar (Cemile), İsmail-Seyde (Yüzyüze) birliktelikleri aşkın kadın ve erkek için tamamlayıcı işlevini netleştirici niteliktedir.

Louis Aragon tarafından “dünyanın aşkı anlatan en güzel hikâyesi”186 olarak nitelenen Cemile öyküsünde aşk, “yücelten olgu”187 olarak önce başkişinin yaşadığı davranışsal değişimlere yansır:

“Cemile de değişmişti birden bire! O kahkahacı, saldırgan, çok konuşan Cemile yoktu şimdi. Sönük gözlerine soluk bir bahar hüznü dolmuştu. Yolda giderken hep inatla bir şeyler düşünüyordu. Dudaklarında hülyalı bir gülümseme vardı. Hep dalgındı. Yalnız kendisinin bildiği bir şeye için için sevindiği, mutlu olduğu da anlaşılıyordu. Bezen bir çuvalı omuzlar, sonra olduğu yere dikilip durur, önünde azgın bir sel varmış gibi, anlaşılmaz bir sessizlik içinde bekler, adımını atıp atmamaya karar veremezdi. Danyar’dan uzak duruyor, onun gözlerine hiç bakmıyordu.” 188

Danyar’ın varlığı, sönük gözlerine duru bahar hüznü çöken Cemile’ye insan olduğunu, kadın olduğunu hatırlatır. Kocası cephede savaşırken kolhozlarda yaşam mücadelesi veren Cemile, bu duyguları ilk kez Danyar’a karşı hisseder, bunu bastırmaya çalışır ve duygularının peşinden koşar. İç benliğinin sesine kulak verir, kimseye aldırış etmez; Danyar’ın eski pabuçlarına, Kürkürü vadisinde söylediği türkülere gider. Onu Danyar’a yönelten sadece kocası Sadık ve Sadık’ın ailesine gösterdiği bir tepki değildir; savaşa, felakete, kaosa, sözde komünist parti üyeleri olan yöneticilere başkaldırıdır:

“Cemile’m! O geniş bozkırda, hiç ardına bakmadan yürüyüp gittin! Yoruldun mu, kendine olan inancını mı yitirdin mi? Öyleyse Danyar’a yaslan. Sana aşk üstüne türkülerini söylesin! Bozkır canlansın ve bütün renkleriyle oynamaya başlasın! Git Cemile, git! Hiç pişman olma, sen mutluluğunu en sarp yollarda yürüyerek buldun!…” 189

Cemile geleneğe karşı çıkar, öze dönüşün bütün seslerine kulak verir. Onun için aşk, “bedenlerin açılması, bedenlere içten sahip olunması”190 ve bir olmak demektir. Oysa askerden yolladığı mektuplarda Sadık, Cemile’ye mektubun son kısmında kuru bir selam gönderir ki bu durum onu derinden yaralar:

“Annem mektubu birkaç kez okuturdu bana, sonra mektubu elimden alır, sofuca bir sevgiyle, sanki uçup gidiverecek bir kuşu tutuyormuş gibi, çatlamış ellerinde beceriksizce evirip çevirir, kıvırarak kâğıdı üç köşe katlardı. Bu sırada gözleri yaşarırdı annemin, titreyen sesiyle:

-Ah, yavrularım, mektubunuzu işte böyle muska yapıp saklarız, diye mırıldanırdı. Bir de analarının, babalarının, akrabalarının hatırını sorarlar. Nasıl olalım biz, köyümüzde yaşayıp gidiyoruz işte. İki satır sağlık haberlerinizi alalım, yeter bize.

Elinizdeki üç köşe katlanmış kâğıda bir süre daha bakar, sonra bunu, içinde bütün mektupları sakladığı, meşin bir torbaya koyar, sandığa kilitlerdi. (..) Mektup aldığı sırada Cemile evdeyse okuması için ona da verirdi. Yengem üçe katlanmış kâğıdı eline alınca yüzü utançtan kıpkırmızı kesilirdi. Gözlerini satırlarda hızla gezdirerek yutarcasına okurdu mektubu. Yalnız sona yaklaştıkça omuzları düşer, yanaklarının kızartısı yavaş yavaş sönerdi. O sırada kaşları da çatılmış olurdu. Son satırları okumadan, ödünç aldığı bir şeyi geriye verirmiş gibi, mektubu anneme soğukça verirdi.

Gelinin duygularını kendisine göre yorumlayan annem, mektubu yerine koyup sandığı kilitlerken yengemin gönlünü almaya çalışırdı.

-Sana ne oluyor, kızım? Sevineceğine üzülüyorsun. Kocası askerde olan yalnız sen değilsin ki! Senin gibi bütün genç kadınlar dertli, hepimiz dertliyiz. Herkes gibi sen de dişini sıkıp bekleyeceksin. Kocasını özlemeyen, dört gözle gelmesini beklemeyen kadın var mı? Yalnız belli etme, acını içinde sakla!

Yanıt vermezdi Cemile. Fakat karasevdalı, durgun bakışlarıyla bakarken; ‘Anneciğim, siz halimden ne anlarsınız?’ demeye getirirdi.” 191

Cemile ataerkil düzenin baskısı ve kuşatılmışlığına karşı aşkın gücünü kullanır. Fakat bu tercih ve eyleme taşınması kolay değildir. Çünkü “‘kadınlık’, pasiflikle özdeşleştirilmiştir, hakkını savunmayla değil; itaatle özdeşleştirilmiştir, bağımsızlıkla değil, kendini feda etmeyle özdeşleştirilmiştir, kendini kutlamayla değil.”192 Bu bedensel tutukluluktan kurtulma, varoluşsal haklarını yeniden/geri alma ile mümkündür:

“Sevdiği başka bir şey de türkü söylemekti. Yanındaki büyüklerden çekinmez, bir şeyler mırıldanırdı hep. Bütün bunlar köylerde yeni gelmiş bir gelinin davranışlarıyla bağdaşmıyordu elbette, fakat iki annem de zamanla Cemile’nin durulup ağırlaşacağını söyleyerek avunurlardı. Şimdiki gençler hep böyle değiller miydi? Bana sorarsanız, Cemile yengemden iyisi yoktu. İkimiz alabildiğine eğlenirdik. Vara yoğa güler, avluda birbirimizi kovalardık.

Cemile güzeldi de. Kalın iki örgü yapıp omzuna salıverdiği saçları ince, uzun boyuyla ona pek yakışırdı. Başına sardığı beyaz yazmasını hafifçe alnının üstüne indirmesi düzgün esmer yüzüne ayrı bir güzellik verirdi. O güldükçe koyu lacivert badem gözlerinden sanki gençlik fışkırır, açık saçık köy türküleri söylerken bu gözlerde haşarı bir oğlanın bakışları parlardı.” 193

Aşka, sevgiye, ilgiye duyduğu ihtiyacını gideremeyen Cemile, sessizliği, derinliği, gizemliliği ve söylediği “iki sevgilinin arasında sağlam bir köprü kuran bozkırın türküleri”194 ile içten içe Danyar’a bağlanır. Bu türküler Türküler, binlerce yıllık ezgilerin gücünde bireylerin kendini keşfini sağlar. Ölü ilişkiler ağındaki Cemile, gerçek aşkı ruh güzelliğinde keşfeder. Cemile’nin iki öyküsü vardır; kendisinden üstün olmasını hazmedemediği Cemile’yi kaçıran Sadık ve türküler eşliğinde aynı yöne bakarken ruhuyla buluştuğu Danyar ile yaşadıkları. Cemile, Danyar aşkı ile içinde bulunduğu çıkmazı, labirente dönüşen mekânı anlamlandırmaya çalışır. Onun aşkı, mutsuzluk ile mutluluk arasındaki çizgide seyreder:

“Danyar’ın müziğinden duygulanan Cemile’nin elini usulca ona uzattığını görürdüm. Fakat Danyar bunun farkına varmazdı. Başını arkaya atıp bir elini ensesine koyarak gözlerini yükseklerde bir noktaya diker, sallana sallana yürümesini sürdürürdü. O zaman Cemile’nin boşta kalan eli çaresizce düşerdi arabanın kenarına. Sonra da titreyerek elini arabadan çeker yolun ortasında kalakalırdı. Onun, başını önüne eğmiş, şaşkın bir halde Danyar’ın arkasından uzun uzun baktığını, sonra da peşimizden yürüdüğünü görürdüm.” 195

Bu aşk, sadece bir kadınla erkeğin birbirine yönelimi ile sınırlı değildir; kendini aşarak bir başkasında yenilenmektir. Louis Aragon, bu aşkı türkülere, efsanelere, Kürkürü ırmağına, at arabalarına, Issık gölüne, Orta Asya bozkırına, hayata duydukları aşka bağlar:

“-Danyar işte geldim, gelmeye karar verdim.(..)

-Seni ona değişir miyim hiç! Sen öyle mi sandın? Hayır, hayır asla! O beni hiç sevmedi. Mektubunun en sonunda bana bir tek selam söylüyordu, o kadar. Bundan sonra sevse de istemem. Kim ne derse desin. Sevgilim, kimsesiz sevgilim benim! Seni hiç kimseye kaptırmam! Uzun zamandan beri seviyorum seni… Bildiğim zamanlardan beri seni sevmiş, seni beklemişim ben. Ve işte geldin, seni beklediğimi biliyormuş gibi geldin!” 196

Aşk için özgürlüğünden, özneliğinden, ruhundan vazgeçen Cemile, varoluşsal kaygılarını maskeleyen bir söylem içindeki Cemile, “kendisinin bile fark edemediği bir dürtünün nesnesi”197 halinde özgürce ve varoluşunu sorgulamaksızın sever; bunaltılarını aşmak için umut sığınağı olarak aşka tutunur:

“Başı önüne eğik yürüyen Cemile arabanın kenarına sımsıkı tutunmuştu. Danyar’ın sesi tiz bir perdeye yükselince başını arkaya attı, araba yürürken içine sıçradı, geçip Danyar’ın yanına oturdu. Ellerini göğsünde çaprazladı, taştan bir heykel gibi dondu kaldı.(..) Danyar, Cemile’nin yanına oturduğunu fark etmemiş gibi, türküsünü kesmedi. Az sonra Cemile’nin kolları ağır ağır kucağına düştü. Danyar’a doğru sokularak başını onun omzuna yasladı. Kamçıyı yiyen rahvan atın birdenbire sıçraması gibi, Danyar’ın sesi de bir anlık irkilmeden sonra daha bir güçlendi. Şimdi bir aşk türküsü söylemeye başlamıştı. (..) Dünyada her şeyi unutarak türkünün temposuyla bir ileri, bir geri sallanan bu iki insanı artık tanımıyordum. Oysa sırtında, yıpranmış asker fanilasıyla arabanın önünde oturan Danyar hiç değişmemişti. Yalnız gözlerinin karanlıkta alev alev yandığını sanıyordum. Cemile de öyle, o bildiğimiz Cemile’ydi yalnız, Danyar’a iyice sokulmuş, gözlerinde yaşlar ışıldarken sessizleşip ürkekleşmiş… Mutluluk buydu işte. Danyar, Cemile’den esinlenerek söylediği türküleri ona adıyor, onun için söylüyor, onun türküsünü söylüyordu…” 198

Cemile için “sevmek, suskunluktu, sevmek dokunamamak, erişememek, sevişememektir.”199 O, “âşık olan kadın, çoğu zaman mutsuzluk içindedir, çünkü sevdiği adamı, sanki hiçbir zaman bütünlüğü içinde göremez.”200 kaygıları ile aşkı, yüreklerden çıkıp eylemsel bir düzen arayışına dönüştürür:

“Cemile bir kere daha arkasına bakarak dönüp Danyar’a sarıldı, sonra boylu boyunca yanına uzandı. Onu sımsıkı kucaklayan Danyar’ın kollarının arasında omuzları titriyordu… (..) Cemile ateşli ateşli fısıldıyordu:

-Seni ona değişeceğimi mi sandın? Hayır, yapamazdım bunu. çünkü Sadık hiçbir zaman sevmedi beni. Tanrı selâmını bile mektubun en sonuna kordu. Gecikmiş sevgisi kendinin olsun, artık istemiyorum onu. Başkasının ne diyeceğine de aldırdığım yok. Sevgilim sensin, garibim, seni kimselere vermem. Çoktandır vurgunum sana; meğer bilmeden de sever, beklermişim seni. Beklediğimi bilmiş gibi bana geldin işte…” 201

Bu aşk Seyit’in “Fırçayı her vuruşumda Danyar’ın türküsü çınlasın! Fırçayı her vuruşumda Cemile’nin yüreği çarpsın”202 sözleri ölümsüzleşecektir. Cemile’nin yaşadıklarını başka bir safhada Togulan yaşar. O da aynı şekilde aşkının Yüzbaşı Erdene’nin peşinden koşar. Cengiz Han’ın koyduğu yasayı çiğneyerek ölüme gider:

“Asılarak öldürülecek olan bu son mahkûm arabanın üzerinde ayakta tutularak birliklerin, kafilelerin önünden geçiriliyordu. Entarisi göğsünden çekilip yırtılmış, saçlarının örgüleri çözülmüş ve dağılmış, sabah güneşinde ışıl ışıl parlıyor ve onun solgun yüzünü örtüyordu. Ama mağrurdu, başını dimdik tutuyordu, nefret dolu gözlerle ama mutsuzca bakıyordu kalabalığa… Saklayacak hiçbir şeyi yoktu artık. Evet o, bir adamı sevmişti, hayatından fazla sevmişti! Yavrusu da işte böyle bir sevgiden doğmuştu!” 203

Aşk, insanın içindeki bütün kötülükleri atan, ona kimi zaman çocukluk heyecanı veren, kimi zaman da beklenmedik şeyler yaptıran gerektiğinde insanı esir alan yüce bir duygu halidir; özne olunca kendisinden önceki halinden sıyrılır. Cengiz Han aşka, sevgiye, insana ait duygulara, doğa yasasına karşı çıkar. Batı seferinin gerçekleşmesi için hiç kimseye çocuk doğurma hakkı vermez; sevmek, sevilmek ve aşk ateşini yaratıcı bir özne olarak çocukla kutsama hakkını insanın elinden almaya kalkışır. Bu ancak Tanrı tarafından yapılabilecek bir müdahaledir ki, Tanrı insana bu hakkı hediye etmiştir. Cengiz Han, davul sesi ile kendisini ötekilerden ayırır ve sadece kendisini ve gücünün sessel simgesi olan davulu dışındaki bütün uyarılara kapatır:

“Yüzlerce davul gümbürtüsü onun savaş narası, vahşi acımasızlığının bir simgesi (..) Böyle zamanlarda Cengiz Han, sarhoş gibi oluyor, kudret hırsı dinmiyor, yatışmıyor, fetihler arttıkça daha da artıyor ve bundan kaçınılmaz olarak bir tek sonuç çıkıyordu ortaya: Yararlı olan, yalnız onun emelini gerçekleştirmek için çalışan, canla başla buna katkıda bulunan idi. Ötekilerin yaşamaya hakları yoktu.” 204

Emelini gerçekleştirme yönünde kendisine faydası olmayanların yaşama hakkının bile olmaması gerektiğini düşünmesi, noktasal aşamadan dalgasal aşamaya geçişin göstergesidir. Geçmiş ile şimdi’nin kırık aynasına yansıyan bu bilinç yansımaları, Moloch, Stalin ve Cengiz Han’ı aynı noktada birleştirir. Zira, geçmiş sürekli bir doğuş halinde şimdi’yi belirlemektedir. Bu üç tiran için hedeflerine ulaşmalarını engelleyecek olan ötekilerin yaşama hakkı bile yoktur:

bannerbanner