
Полная версия:
Aytmatov Araştırmaları
Cengiz Aytmatov da Peyami Safa’nın ifade ettiği soydan sanatçılar gibi, her dem taze güzellikler taşıyan, kıymetini sadece bugünle sınırlamadan sonsuz bir geleceğe doğru aşan, milletine ait binlerce yıllık bir macerayı uzak nesillere duyuran bir ebedî sözcü kimliğiyle karşımıza çıkmaktadır. Aytmatov; İsmail Gaspıralı, Abdülhamit Süleymanoğlu Çolpan, Abdurrauf Fıtrat, Mikail Müşfik, Ahmet Cevad, Hüseyin Cavid, Ziya Gökalp ve burada adını sayamadığımız ama hatıralarıyla, ortaya koydukları eserleriyle bugün kalbimizde yaşayan ulusuna ve yurduna bağlı kahramanlar halkasının Kırgız coğrafyasındaki ebedî temsilcisidir.
Cengiz Aytmatov’un hayatı, babaları zorla evlerinden kopararak geride eşleri dul, çocukları yetim bırakan XX. yüzyılın en büyük trajedilerinden beslenir. XX. Yüzyıl iki büyük dünya savaşına sahne olmuş, özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında, milyonlarca insan Stalin terörü sonucunda hayatlarını kaybetmiştir:
“1937-1939 yıllan arasında uygulanan bu imha politikası sebebiyle, Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk topluluklarından bir milyondan fazla şair, yazar, gazeteci, din adamı, fikir adamı, eğitim görmüş okur-yazar olan her sınıftan insan, bu üç yıl içinde “halk düşmanı” ilan edilerek öldürülmüştür. Öldürülen şair ve yazarların adını anmak, eserlerini okumak ve bulundurmak şiddetle yasaklanmış, buna uymayanlar da aynı şekilde cezalandırılmışlardır. Sovyet rejimini ve ideolojisini benimsemeyen bütün insanların yok edildiği bu soy kırımı, tarihe “kızıl terör”, “kızıl kırgın”, “katağanlık” (yasak) yılları” ve “repressiya” olarak geçmiştir.”83
Modern/medenî dünyanın o zamana dek karşılaştığı ve bugün de yaptığı gibi sadece uzaktan seyretmekle yetindiği en büyük trajedilerden biridir bu. Aytmatov’un yaşadığı coğrafya “ölüm saçan makineler dünyası” haline gelmiştir. Bu büyük trajedi karşısında Albert Camus “Başkaldıran İnsan” adlı eserinde: “Kardeş insanların bu katliamı ile karşılaşan ozanlar bile, kendi ellerinin temiz olduğunu kıvanç ve övünçle haykırıp açıklıyorlar.”84 Derken, Aytmatov da Camus’un haykırdığı gerçeklerin dünyasında bulmuştur kendini.
Kapısını çaldığı her eve ölüm, kıtlık, yoksulluk, kan ve gözyaşı getiren II. Dünya Savaşı yıllarında, Stalin diktasının kendisinden olmayanı dışlayarak, devlet sobasında tüketeceği yakıt insan bulma ya da mankurtlar/modern mankafalar yaratma projesi içinde, milletinin varoluş sorunu ile yüzleşen bir yazar. Babası Törekul Aytmatov, 1937’de Stalin’in Kızıl kırgınında gözaltına alınır. Yıllarca kayıp babanın yolu gözlenir. Gözaltına alınışının üzerinden 20 yıl geçtikten sonra İçişleri Halk Komiserliği’nden gelen bir mektupta: “Törekul Aytmatov’la ilgili bilgi istemişsiniz, gelip cevabını alın” yazmaktadır.85 Cengiz Aytmatov, annesinin heyecanını görünce ağlamaya başlar: “galiba, kendisinden ziyade sevdiği insana için dua eden gerçek sevgi gücü budur.” Der. Kendilerine uzatılan “lanet olasıca kara kâğıt”ta ölmüş olan Törekul Aytmatov’un itibarının iade edildiği yazmaktadır. Dünyanın bütün anlamı uçmuş ve artık yaşam istekleri sönmüştür.
Aytmatov, sadece bu trajedilerden beslenmez. Aynı zamanda halk hikâyelerinin, destanların, masalların, efsanelerin halen canlı olduğu ve yaşandığı, kahramanlarının ruhlarının halk arasında dolaştığı bir çevrede yetişmiştir. Eserlerine bu güzellikleri taşıyan Aytmatov, eserlerinde politik propaganda kaygıları içerisinde olmadan sadece güzelliğe yürümüş ve geçmişten güzellikler derlemiş, eserlerinde millete ait en küçük bir hassasiyeti bile ihmal etmemiştir. Eserlerine atılacak küçük bir bakış bile onda asıl bünyeyi yapanın Kırgız milli kültürü olduğunu gösterecektir. Kendi milletini, coğrafyasını bilmeye, tanımaya, sevmeye başlayan Aytmatov için bu çaba milli edebiyat dediğimiz muammanın kendiliğinden halledilmesidir. Türk Edebiyatı’nın önemli isimlerinden biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar’da 1940 yılında verdiği “Milli Edebiyata Doğru” adlı konferansta da Aytmatov’la aynı hassasiyeti paylaşmak ve evrensel yazar nasıl olunacağının da altını çizmektedir:
“Anadolu’nun her şehrinde, her kazasında ruhun nefha nefha estiği yerler var. Daha hiç kimse onlardan bahsetmedi. Hâlbuki Türk peyzajı, unsurlarının sadeliği ve telkin ettiği hislerin kesafeti itibariyle bahse değen bir şeydir. Bizi Avrupalıların kendilerinden aldığımız şeyler için beğenmesi ve bize hayran kalması mümkün değildir. Olsa olsa aferin der geçerler, bizde asıl bizim olan şeyleri tanıttığımız zamandır ki, bizi beğenip seveceklerdir; çünkü o zaman güzelliğin, kendi kendini tahakkuk ettirmenin yolunda kendileriyle müsavi göreceklerdir.” 86
I. Sovyet Despotizmiyle Yüzleşmek ya da Varlık Alanı Babadan Koparılan Yetim Kurban: Cengiz AytmatovBabasızlık, Batıda modernliğin önemli bir parçasıdır. Thoma’nın ifadesiyle, özellikle, Fransız İhtilali’yle başlayan babaların dünyasından kopuş/uzaklaşma, giderek etkisini arttırır ve ihtilal sonrası dönemde ataerkil babanın geçmişten gelen krallığını tamamen ortadan kaldırmak istenir.87 Ancak söz, babasızlıktan açıldığında, akla sadece modernlik değil, kapısını yokladığı her eve yokluk, kıtlık, ölüm getirmekle kalmayıp, ailenin temel direği olan babaları zorla evlerinden kopararak geride yetim çocuklar bırakan İkinci Dünya Savaşı gelir. Savaş meydanlarında hayatını kaybeden binlerce askerin her biri birer baba, savaş sonrası büyüyen çocukların her biri de birer yetimdir. Bu yetimlik sadece cismani/fiziksel anlamda değil, aynı zamanda zihinsel anlamda da bir yetimlik ya da kaybediştir. Aytmatov romanlarındaki kayıp babaları ve yetim çocukları da bu savaşın açtığı bu pencereden değerlendirmek doğru olur. Bu durum Korkmaz’ın ifadesiyle aynı zamanda bir varoluş problemidir: “Stalin diktasınca zorla evinden koparılıp katledilen ama yolları hep beklenen kayıp bir baba imgesi, İkinci Dünya Savaşı’nın her eve yokluk ve ölüm bırakan uğursuz yılları, soğuk savaş döneminin yakıt insan bulma ve mankurt yetiştirme paranoyası gibi felaketler, Cengiz Aytmatov’u gerçek anlamda varoluş sorunu ile yüzleşmeye yöneltmiştir.”88
Cengiz Aytmatov’un romanlarının önemli izleklerinden biri olan babasızlık ve yetim çocuklar; birbirine yakın bir kaç kaynaktan beslenir. Bu kaynaklardan ilki, Türkistan coğrafyasının 1917 Ekim İhtilali sonrası büyük sıkıntılarla ve hak etmediği bir şekilde karşıladığı yeni ve karanlık dönemdir. Bu yeni dönem, evlerinden/yurtlarından koparılan insanların “Ölüm ve Korku Günleri”yle dolu yok ediliş tarihidir. Kolektifleştirme, köylerde kolhozlaştırılma, dünyanın dört bir tarafına gönülsüz sürgünlük, hapis ve ölümler, ihtilal sonrası çekilen acıların kâğıda dökülen kısa listesidir sadece. Aytmatov’un babası Törekul Aytmatov “1937 yılında repressiyalanıp hakkında hüküm verilmiş”89 ve Stalin döneminde kızıl kırgına kurban edilmiş bir babadır, yazarın kendisi de yıllarca döneceği günü bekleyen bir yetim çocuktur.
İkinci kaynak, 1917 sonrası egemen olan ideolojinin, yerini sağlamlaştırmak adına dayatmaya çalıştığı yaşam biçimidir. Thoma’ya göre, Sosyalizm, aileye düşmanlığı gizleme ihtiyacı duymaz. Sovyetler birliğinin kuruluşundan sonra bu düşmanlığa uygun bir biçimde kolektif eğitimle kitlesel deneyler yapılır. Bunlar ideolojik direktiflere uygundur, ne var ki, bu durum aynı zamanda zaruretten doğar, çünkü savaş ve devrim milyonlarca çocuğu annesiz ve babasız bırakmıştır. İlk Sovyet yılları aynı zamanda büyük eğitim deneyleri, çalışma komünleri ve çocuk yurdu laboratuvarlarının devridir. Başlangıçta bir zaruret olan tüm bu kurumların ilerleyen yıllarda aileyi zayıf düşürmek amacına hizmet ettikleri bilinmektedir. 1918 yılında Milli Eğitim Kongresi’ndeki açıklamada:
“Biz çocukları aile yaşantısının zararlı etkisinden kurtarmalıyız. Bütün çocukları kaydetmeliyiz, açıkça konuşmak gerekirse, onları devletleştirmeliyiz. Yaşama gözlerini açtıkları ilk günden itibaren komünist çocuk yuvaları ve okullarının hayırsever etkisi altında büyüyecekler. Burada komünizmin abecesini öğrenecekler. Burada gerçek bir komünist olarak yetişecekler. Artık fiili ödevimiz; anneleri, çocuklarını Sovyet yönetiminin eline teslim etmekle yükümlü kılmaktan ibarettir.”90
denilmektedir. Bu düşünceler, Sosyalizm ve aile arasındaki ilişkinin değişen boyutuna da işaret eder. Babanın iki fonksiyonu vardır: Aile reisi ve geleneğin taşıyıcısıdır. Toplumun da dünyanın da direği babalıktır. Ancak koruyucu ve kollayıcı babanın yerine bir başka irade geçmekte ve deyim yerindeyse çocuklar devletleştirilmektedir. “Kuz Başındaki Avcının Çığlığı” adlı kitapta, Aytmatov, 1937 yılında Cumhuriyet yöneticilerinin kara listeye alınması ve babasının da bu listede adının geçmesinin ardından babasının nasıl yok edildiğinden söz ederken, babasının annesine söylediği sözlerle bu duruma vurgu yapar: “Çocukları alıp geri dön. Ben tutuklanırsam, “halk düşmanının eşi” diye seni de sorgulamaları, hatta sürgüne gönderme ihtimalleri var. Korumasız kalan çocuklarımızı ağlata ağlata “öksüzler yurdu”na gönderip soyadlarını değiştirirler.”91
Son kaynak ise, binlerce insanın istemeden kurban olduğu, binlerce ailenin babasız, erkeksiz, eşsiz kaldığı, binlerce ocağın söndüğü II. Dünya Savaşı’dır. İnsanın hiçbir yere ait olmadığına, kökeninin hiçlikte kaybolduğuna dair o elle tutulması zor duygu, daha savaş, babaları çocuklarından zorla koparıp almadan önce yayılır. Artık etrafta rastladığımız kayıp oğullar ve kızların işi çok zordur. Çünkü evlerinin adreslerini hiç bilmezler. Eve geri dönmek isteseler bile artık yolu bulamazlar. Aytmatov, bu zor durumu şöyle ifade etmektedir: “Evet savaş yıllarında eli silah tutabilen erkeklerin hepsi cephedeydi ya; ihtiyarlar, koca karılar, dul kadınlar ve çoluk çocuktan başka direği olmayan köye, on üç-on dört yaşındaki bizler büyük güç idik.”92 Aytmatov için sosyal, kültürel, siyasal, toplumsal ve simgesel anlamlar taşıyan “baba” figürüne ve babasızlık/yetimlik kavramına yazarın biyografisi bağlamında bakmak yararlı olacaktır. Aytmatov’un roman ve hikâyeleri incelendiğinde II. Dünya Savaşı’nın ve yazarın içinde yaşadığı dönemin şartlarının yazarın düşünce dünyasının şekillenmesinde çok önemli bir etkiye sahip olduğu açıkça görülmektedir. Onun eserleri bu acılı savaşın ve Sovyet rejiminin Türk halklarına yaptığı baskıların sayısız yansımalarını taşımaktadır. Açıkçası eserin oluşumu, yazarın babası ve yakın çevresindekilerin yaşadığı büyük acılarla yakından ilişkilidir. Daha hayatının ilk yıllarında kök ve geleneğin üzerinde hayat bulduğu varlık alanından yani babadan “kopartılan” yetim kurbandır Aytmatov.
Törekul Aytmatov’un trajedisi, “Gün Olur Asra Bedel” ve “Cengiz Han’a Küsen Bulut” romanlarındaki kahramanı Abutalip Kuttubayev’i hatırlatır. “Gün Olur Asra Bedel” romanında, Sabitcan ve onun soyundan gelen yüzüne bakılmaz insanların aksine, kendilik değerlerine bağlı kalarak mücadele eden, deyim yerindeyse eski düzeni kurtararak altın çağa dönüşü sağlamaya çalışan Abutalip gibi insanlar da vardır. Aytmatov’un Abutalip’le göstermeye çalıştığı şey, kültürün “simgesel babası”nı aramasıdır. Abutalip, Sarı Özek bozkırında büyüyen çocuklarının, hiçbir değeri olmayan berbat bir yerde yaşadıklarını düşünmemeleri için, eski türküleri, efsaneleri yazıya geçirir. Aslında anlamlı bir mirastır bu. Çocukları yetiştiğinde hayat eskisinden de zor olacaktır. Bu miras, çocuklarının daha küçük yaşta akıllarını başlarına almalarına, bir başka ifadeyle tarihselliklerini kavramalarına hizmet edecektir:
“Zaman çarkı dönüş hızını arttırıyor. Bununla birlikte, kendi kuşağımız için son sözü yine kendimiz söylemeliyiz. Atalarımız bu maksatla bazı efsaneler, masallar söylemiş ve kendilerinden sonraki kuşaklara ne kadar büyük insanlar olduklarını anlatmak, kanıtlamak istemişlerdir. Bizde bugün atalarımız hakkındaki yargımızı bu efsanelere bakarak veriyoruz. İşte, çocuklarım için benim yaptığım da bundan farklı bir şey değil” 93
Toplumun yetimliği, Abutalip’i baba arama çabasına götürür: Kültür. Çünkü her toplum kendinden önceki kültürün çocuğu veya devamıdır. Ancak sistem bu kadarına bile tahammül edemez ve onu tutuklayarak hem toplumu hem de çocuklarını bir kez daha yetim bırakır. Yedigey’in bu durumdan dolayı suçladığı Abilov’a söylediği: “O zavallı yavruları niçin yetim bıraktın?” sorusunda gizlidir her şey. Yedigey, çocuklara babalarının uzak denizlere giden bir gemiye tayfa olarak verildiğini ve gemi seferden döner dönmez babalarının da geleceği yalanını söyler ama o yolları sürekli beklenen baba bir daha geri dönmez. Ancak babanın yokluğu, onlara miras bırakılan metinlerle telafi edilmeye çalışılacaktır. Abutalip, “Cengiz Han’a Küsen Bulut” romanının sonunda kendisine yapılan işkencelere dayanamayarak intihar eder.
Toprağın insan yaşamındaki toplumsal, kültürel rolünün trajik çizgilerle ifade edildiği “Toprak Ana” romanında ise sadece toprağı değil, ailenin devamlılığın ifadesi babaları yok eden II. Dünya Savaşı anlatılır. Cengiz Aytmatov, insanlığın büyük bir yıkım ve kayba uğradığı bir döneme işaret ederken, savaşın, insanların bağlanacağı baba düşüncesinin yokluğuna karşılık geldiğini ısrarla vurgular. Savaşın içinde başlayan yeni hayatta önce Kasım, ardından Masalbeg, Suvankul ve Caynak teker teker askere alınır. Savaş, aldığı kurbanlarla sadece babayı değil, aynı zamanda aile kurumunu da ortadan kaldırır. Savaşta yitirilen baba ve çocukların ardından geride kalan çocuk Canbolat’tır. Tolgonay, geçmişten/ babadan edindiği deneyimle Canbolat aracılığıyla yeni bir dünya kurmaya çalışır. Romanın sonunda, yaşadığı bütün trajediye şahitlik eden toprakla konuşan Tolgonay, Canbolat ve diğerlerinden savaşsız, insan sevgisinin egemen olduğu bir dünya beklemektedir: “Bir gün gelince Canbolat’a her şeyi anlatacağım. Eğer doğa, yürek ve akıl verdiyse ona, beni anlayacak. Ya ötekiler, bu güzelim dünyada yaşayan öteki insanlar ne olacak? Onlara da seslenmek istiyorum… Ey güneş! Işıklar saçarak dünyamızı dolaşırken anlat bunu insanlara.”94
“Beyaz Gemi”, romanında ise anne ve babası ayrılmış isimsiz bir çocuğun baba hasreti ön plandadır. Çocuğun babaya dair bildiği tek şey beyaz bir gemide çalışıyor olduğudur. Ancak tüm çabalarına karşın, Aytmatov gibi babasına ulaşamaz. Daha en baştan babanın koruyucu gölgesinden ayrı/yetim bırakılmıştır. Bu boşluğu dedesi Mümin Dede doldurmaya çalışır. Dedenin en büyük katkısı kültürel anlamda çocuğun biçimlenmesine yardım etmektir. İsimsiz çocuk, Mümin Dede aracılığıyla babasızlığını Boynuzlu Maral Ana efsanesiyle telafi eder. Bir millete ait bir metin, onun hükmünü/doğruluğunu kabul edenler üzerinde iktidar sahibi olur. Bu bağlamda, Maral Ana Efsanesi, hem çocuk üzerinde babasızlığı telafi mekanizması oluşturur hem de bu metnin bir toplum üzerindeki otoritesinin altını çizer. Eserin sonunda maralların Mümin Dede tarafından öldürülmesi, isimsiz çocuğun kültürel anlamda da telafi edilemeyecek bir bilince ulaşmasına yol açar ve intiharına sebep olur:
“Çocuk, dedesinin burada toza-toprağa uzanarak yatışının asıl sebebini biliyor muydu? Torununa Boynuzlu Maral Ana’nın kutsallığını anlatmıştı. Onu buna inandırmıştı. Sonra da bütün anlattıklarına, telkinlerine kendisi ihanet etmişti. Hem de bunu talihsiz kızı ve torunu için yapmıştı. İşte bunun için, rezil olduğu için ölü gibi yatıyordu burada. Bunun için cevap veremiyordu…
-Balık olacağım ben, duyuyor musun dede, balık olacağım ve yüzüp gideceğim buralardan. Kulubeg gelirse ona benim balık olduğumu söyle.” 95
Metinden de anlaşıldığı gibi, Kırgızların babayla devam etmesi gereken mirası, baba ortalıkta olmayınca önce Mümin Dede sonra da marallar tarafından üstlenilmiştir. Ancak maralların Mümin Dede tarafından öldürülmesi bu kaotik boşlukta tutunacak bir dal arayan çocuğun ümitlerini tamamen boşa çıkarmıştır.
II. “Her Yazar Bir Milletin Çocuğudur”: Öze Dönüş ve Dirilişin Müjdecisiİbrahim Şahin’in, Cengiz Dağcı için söyledikleriyle ifade edersek, Aytmatov, modern bir destan yazarıdır. Bir destan bize neyi söyler. Bir destan bize kökümüzü, geçmişimizi, kimliğimizi söyler. İsim isim verir. Nerede, nasıl olduğunu, hangi coğrafyada nasıl gerçekleştiğini. Onun eserlerine baktığımızda kaybolmuş bir hafızanın orada gizli olduğunu görüyoruz.96 Kendisi de ömrü boyunca hatırında kalan iki şeyden bahsediyor. Biri, Gürcülerde bugüne kadar değerini kaybetmeyen bir gelenek. Kız evlendirirken, onun çeyizine Şota Rustavelli’nin “Kaplan Postuna Bürünen Kahraman” destanını koyarlarmış. Çünkü bu destan yiğit çocukların cesarete ve namusunu anlatan yüce bir eserdir ve her Gürcü ailesinin en değerli malıdır. Bu destan çeyize koymayınca çeyiz tam sayılmaz. Ana baba için büyük bir ayıptır. Diğeri de Kanada’da yaşlı kavakların madalyayla ödüllendirildikleri bir tören. Geleneğe verilen değer ve tabiata duyulan sevgiye hayranlık duymamızı sağlayacak bir çaba.97
Muhtar Şahanov’la sohbetlerinin yazıya geçirildiği “Kuz Başındaki Avcının Çığlığı” adlı kitapta Muhtar Şahanov’un “Doğduğu yerde hatırı olmayan insanlar, yelin savurduğu saman gibi özsüz ve bahtsız insanlardır.” Demesi üzerine Aytmatov’da doğduğumuz yer yani ata yurdunun her insanın kaderini doğurduğunu söylüyor, ondan aldıklarını gönül süzeğinden geçirip, bal toplayan arı gibi yüreğine koyabilmeyi bilmenin şart olduğunun altını çizerek “Yedi atasına kök sürmeyen insan hamdır” diyor.98 Kök sürmek, millete vücut veren değerler bütünü. Aynı zamanda bir milletin ayırt edici özelliği.
Büyükannesinin onu sürekli götürdüğü dağlardaki yaylalar, Aytmatov için gerçek halk hikâyeleri, yaşanmış ya da hayal edilmiş hikâyeler hazinesi. Orada yerleşik hayata geçildikten sonra kaybolan çadırları ve etrafındaki yaşamı görür. En iyi el işlerini, en güzel yarış atlarını, deve yükünün nasıl bağlanacağını, yolculuk ya da ölüm sırasında kadınların yaktıkları ağıtları yok olmadan kısa süre önce görme imkânı bulur. Akmataliyev, Aytmatov kitabında onun çocukluk günlerinin şehirlerde değil, oba ve kışlaklarda geçtiğini, oralarda büyükannesinden masallar, destanlar dinlediğini, bunları söyleyen ozanlarla karşılaştığını söylemektedir. Ayrıca büyükannesi Ayımkansatan Kızı, onun kızı Karakız annesinin anlattığı masallar, destanlar ve eski ırlarla ayrı bir dünya kurmuştur.99
Aytmatov’un kök sürerek, kendi benini/milletini keşfetme ve geleceğe hâkim olma isteği var. Türk Edebiyatı’nda en güzel örneklerini Yahya Kemal Beyatlı’da gördüğümüz imtidad yani süreklilik düşüncesini önemsiyor. [geçmiş bugün gelecek, üçü birbirine bir zincirin halkaları gibi bağlı. Aslolan bu halkaların dağılmaması] Bu tavır, onun milli romantik bir çaba içinde bulunduğunu da gösteriyor: Milli romantizm, milletlerin tarih içerisinde kültür ve sanatta, dilde ve edebiyatta, mimaride ve vatan ve coğrafyada ortaya koyduğu eserlerin fark edilmesi, bu eserler ve yaşanılan hadiseler karşısında milletin/aydının kendisini bulması demektir.
O halde, Aytmatov’un eserlerinde geleneksel hayata dair pek çok hatırlatmanın olması tesadüfî değil. Bu, kimi zaman Boynuzlu Maral Ana Efsanesinde, kimi zaman Mankurt motifinde, kimi zaman Dişi Kurdun Rüyaları’nda, kimi zaman Raymalı Aga ve Begümay hikâyesinde, kimi zaman Yıldırım Sesli Manasçı hikâyesinde ifadesini buluyor. Aytmatov, eserleriyle öncelikle Kırgız insanına, sonra Türk Dünyasına, oradan da tüm insanlığa bazı değerleri hatırlatmak, oradan da bu değerleri yaşamsal bir pratik haline getirmeye çalışmıştır.
Bir milletin millet olabilmesi için iki şeye ihtiyacı var: “ Ya sınırlarını genişletecek ya da kendi edebiyatını yaratacak” Bu ifade, kültürel kimliklerin yeniden inşasında, edebiyatın bu inşa sürecine katkısı anlamına da geliyor. Yani millet olabilmek için asıl gerekli olan şey, fiziksel sınırları genişletmekten daha çok zihinsel sınırları genişletmek. Millî kültür, millet hafızasının mülküyse ve insanların duyarlılığına etki ederek, milli bir mutabakat oluşturmada bir araç olarak kullanılacaksa, bu etkilemenin edebiyatın katkısıyla olacağı açıktır. Toplumsal ve bireysel anlamdaki tüm kazanımların ortak ifadesi olan millî kültür, bu anlamda bireysel kimlikleri daha büyük bir birliğe bağlar. Bu bağlantıyı sağlayan şey, edebiyattır.
Sanatçının, dünyayı değiştirmek ve dönüştürmek gibi bir işlevi var. Özellikle milletin ve devletin çözülüş dönemlerinde, sanatın her biçimi, yeni bir dünyanın tasavvuru ve yaratılması için bir rol üstlenir. Yalnızlığa itilen toplumun vicdanı olan Cengiz Aytmatov da, totaliter bir sistemin Türk halklarının tarihi hafızasını nasıl ortadan kaldırmaya çalıştığının bilincinde bir yazar olarak, bu hafızayı edebî metinlerde ortaya koyarak, geçmişten kaynaklanan yaratıcılığını yeniden çağdaş bir destan metni haline getirmeye, halkın, özgürlükleri boğan sıkıntılı havanın üstesinden gelebilmesi için millî ruhu, ortak kimliği harekete geçirmeye ve yeniden inşa etmeye çalışmıştır.
Cengiz Aytmatov, “Edebiyatın Kültürel Kimliği Yeniden İnşası” bağlamında okunduğunda; millî kimliğin, millî kültürün ve millî şuurun temellerinin gösterildiğini, bunlara yaslanarak var olmanın yollarının işaret edildiğini açıkça görüyoruz. Ali İhsan Kolcu’nun Cengiz Aytmatov’un romanlarında millî kültür unsurlarının kullanılışına ilişkin yaptığı değerlendirme bu noktada önemli: “Ala Geyik efsanesi veya kesik baş motifi tek başına bir edebi metinden öteye gitmez ve bu hikâyelerin benzerlerini varisi olduğumuz zengin kültür dünyasının içerisinde kolaylıkla bulmak mümkündür. Fakat semboller ve istiareler dünyasında bütün bu unsurlar bir öze dönüş metni haline gelir.”100 Bu durum, kaybedilen insanı ve insanî birikimi arama ve yeniden ortaya koyma noktasında önemli bir çaba olarak değerlendirilmelidir.
O halde, Aytmatov’un eserlerinde destan parçaları, efsaneler, masallar, halk hikâyelerinin zengin bir malzeme olmasının sebebi ortadadır. Ama özellikle Kırgız ansiklopedisi olan Manas Destanı. Kırgızlar, Manas’ın büyük bir destan olduğunu; milli rengi, kokusu, kahramanlığıyla Kırgızların bütün tarihinin, bu uçsuz bucaksız destanda yattığını kabul ediyor. Aytmatov’un eserlerindeki kültürel malzemenin temelinde de Kırgız Geleneği ve Manas Destanı vardır. Kırgızlar; “Manas denince Kırgız, Kırgız denince de Cengiz akla gelir” demesi boşuna değil.
Ancak o sadece geçmişi hale taşımakla kalmaz. Kendisini besleyen coğrafyada öğrendiği efsanenin, destanın, masalın, hikâyenin günümüzdeki karşılıklarını da ortaya koyar. Geçmişte, Colaman başına deve derisi geçirilerek bir mankurt haline getirilir. Bugün de Sovyetlerin toplu meditasyon merkezleri olan yatılı okullardan mezun olmuş Sabitcan gibi mankafalar/modern mankurtlar vardır.
III. Cengiz Aytmatov: Milli Olandan Evrensel Olana GenişlemekMilli olandan evrensele ulaşmada Cengiz Aytmatov’un Türk Dünyası yazarları içerisinde ayrı bir yeri vardır. Eserlerindeki hareket noktası elbette doğduğu, beslendiği coğrafyadır. Ancak sadece o noktada durmayan Aytmatov, bütün hayatını geçirdiği toprakların türküsünü söylerken, bu türküyü tüm insanlığı kucaklayacak bir bilgi, duyarlılık, yaşamsal bir pratik haline dönüştürür. Toprak Ana romanında eşini ve çocuklarını savaşta kaybeden Tolgonay’ın şahsında dünyanın bir başka coğrafyasında ve aynı savaşta yakınlarını kaybetmiş bir başka kadını, Beyaz Gemi romanında sadece Kırgız bozkırında değil, Avrupa’nın başka bölgelerinde de savaşın yetim ve öksüz bıraktığı çocukları vb. kaderin aynı kavşağında birleştirir.
Aytmatov, kendisiyle yapılan bir röportajda da, eserlerinde “geleneksel kültür unsurlarını” işlemesinin sebeplerini şöyle açıklamaktadır:
“Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak, eserlerini kendi milli gelenek ve törelerini kaynak olarak zenginleştirmek zorundadır. Benim yaptığım önce bu, yani kendi milletimin hayatını ve geleneklerini anlatıyorum. Fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varmazsınız. Edebiyatın milli hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu ‘milli’ olanın ötesine doğru genişletmek, ‘evrensel’ olana ulaşmak için gayret göstermek durumundadır. İyi bir yazar ‘tipik insan’ ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.” 101 (Kolcu 2002:97)
SonuçSonuç olarak, “Bence benim kitaplarımın en büyük özelliği gerçekleri yazmasıdır. Hayatın kendisini ve karşılaştığım acı, tatlı her şeyi olduğu gibi kitaplarıma aktardım.” diyerek ömür kitabıyla eserleri arasındaki yakın ilişkiye açıklık getiren Cengiz Aytmatov önce Kırgız Türk Edebiyatı’nın sonra Türk Dünyası’nın ve en sonunda tüm dünya edebiyatının önemli yazarlarından biridir. Bu çerçevede önce Kırgız Türklerinin, sonra tüm Türklerin ve ardından evrensel manada insanlığın varoluş macerasını roman ve hikâyelerinde işlemiştir. Eserlerinin değerleştiği bu nokta mahalli ve milli konuları evrensel anlam taşıyan insani problemlere dönüştürebilmesinde yatmaktadır.
Türkmen yazarla Annaguli Nurmemmet’le yirmi yıl öncesinde yaptığım bir mülakatta kendilerine, romanlarını Türkmen Türkçesi’nden okuduğumu ve kolay anladığımı söylemiştim. Roman sanki Türkiye Türkçesi’yle yazılmış gibiydi. Elbette burada söz ettiğim, eserle okuyucu arasındaki ruhi yakınlıktı. Annaguli Nurmemmet de çocukken Aytmatov’un Cemilesini hem de Rusçasından okurken Türkmence okuduğunu zannettiğini, o eserin kendi ruhunu kaptığını söylemişti. Cemile sanki Türkmencede yazılmıştı ve Cemilenin türküleri sanki Türkmen türküleriydi.