banner banner banner
Yalan
Yalan
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Yalan

скачать книгу бесплатно

Yalan
Yücel Tahsin

© 2002, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.

Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının

yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: 2002

12. basım: Mayıs 2015, İstanbul

E-kitap 1. sürüm Eylül 2015, İstanbul

Mayıs 2015 tarihli 12. basım esas alınarak hazırlanmıştır.

Yayına hazırlayan: Faruk Duman

Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design

ISBN 978-975-07-1764-2

CAN SANAT YAYINLARI

YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.

Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul

Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33

www.canyayinlari.com (http://www.canyayinlari.com)

yayinevi@canyayinlari.com

T

AHSİN

Y

ÜCEL

YALAN

ROMAN

2003 ÖMER ASIM AKSOY ROMAN ÖDÜLÜ

2003 YUNUS NADİ ROMAN ÖDÜLÜ

Tahsin Yücel’in Can Yayınları’ndaki diğer kitapları:

Aykırı Öyküler, 1989

Haney Yaşamalı, 1991

Peygamberin Son Beş Günü, 1992

Bıyık Söylencesi, 1995

Vatandaş, 1996

Ben ve Öteki, 1998

Komşular, 1999

Kumru ile Kumru, 2005

Mutfak Çıkmazı, 2005

Yapısalcılık, 2005

Yazın, Gene Yazın, 2005

Göstergeler, 2006

Gökdelen, 2006

Dil Devrimi ve Sonuçları, 2007

Golyan Devrimi, 2008

Yazın ve Yaşam, 2008

Sonuncu, 2010

Gün Ne Günü?, 2010

Kimim Ben?, 2011

Kendine Doğru Yolculuk, 2012

TAHSİN YÜCEL, 1933’te Elbistan’da doğdu. Galatasaray Lisesi’ni ve İÜ Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Aynı bölümde uzun yıllar öğretim üyeliği yaptıktan sonra, 2000 yılında emekli oldu. Yazın araştırmalarına 1969’da yayımladığı L’Imaginaire de Bernanos ile başladı. 1973’te Figures et Messages dans la Comédie Humaine’i, 1979’da Anlatı Yerlemleri’ni, 1982’de Dil Devrimi ve Sonuçları ve Yapısalcılık’ı yayımladı. 1976’dan itibaren Yazın ve Yaşam, 1982’de Yazının Sınırları, 1991’de Eleştirinin Abecesi, 1993’te Tartışmalar, 1995’te Yazın, Gene Yazın, 1997’de Alıntılar, 1998’de Söylemlerin İçinden (1999 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü), 2000’de Salaklık Üstüne Deneme, 2003’te Yüz ve Söz, 2006’da Göstergeler, 2010’da Gün Ne Günü? ve 2011’de Kimim Ben? ile deneme ve eleştirilerini okurla buluşturdu. İlk romanı Mutfak Çıkmazı 1960’ta yayımlandı. Bunu 1975’te Vatandaş, 1992’de Peygamberin Son Beş Günü (1993 Orhan Kemal Roman Ödülü), 1995’te Bıyık Söylencesi, 2002’de Yalan (2003 Yunus Nadi ve 2003 Ömer Asım Aksoy roman ödülleri), 2005’te Kumru ile Kumru, 2006’da Gökdelen (2007 Balkanika Ödülü) ve 2010’da Sonuncu izledi. Öykü kitaplarından 1956 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan Haney Yaşamalı 1955’te, Düşlerin Ölümü 1958’de (1959 TDK Öykü Ödülü), Ben ve Öteki 1983’te, Aykırı Öyküler 1989’da, Komşular 1999’da (1999 Dünya Kitap Yılın Kitabı Ödülü) ve Golyan Devrimi 2008’de yayımlandı. Tahsin Yücel’e 1984’te Azra Erhat Çeviri Yazını Üstün Hizmet Ödülü, 1997’de Fransız hükümeti tarafından Palmes Académiques Nişanı Commandeur derecesi verildi.

www.tahsinyucel.com

Önöykü

I

Yusuf Aksu’nun bir açıdan olağandışı, bir açıdan fazlasıyla durağan serüvenini yakından izlemiş olanlar arasında, ününü hak ettiğini söyleyenler çoğunluktadır, hiç hak etmediğini söyleyenler üç beş kişiyi geçmez. Ancak, küçümsenmeyecek bir bölümü bu ünü her şeyden önce rastlantıya borçlu olduğunu savunur. Bunlar arasında da yorumlar kişiden kişiye değişir: kimi, açık gerçekleri görmekte her zaman ağır kalmış bir toplumda gerçek değerler olsa olsa rastlantıyla saygınlığa erişebileceğine göre, Yusuf Aksu gibi bir düşünce adamının ününün rastlantıdan başka bir açıklaması olamayacağı görüşündedir; kimi gerçeklerin en kalın kafalara bile ulaşabildiği ayrıcalıklı anlardan söz eder; kimi Tanrı babanın zaman zaman çaktırmadan yeryüzüne inip birtakım görünmez derelerin yatağını değiştirdiğini öne sürer; kimi daha da aykırı varsayımlar sıralar. Kısacası, kişisel yorumlar ne olursa olsun, rastlantının yerlemlerinde ve belirleyiciliğinde herkes birleşir: “Yusuf Aksu o gün, o toplantıda, o görkemli çıkışı yapmamış olsaydı, yaşam boyu bizler gibi sıradan bir insan olarak kalacaktı!” Bu ortak görüşe karşı çıkmak zor: bilindiği gibi, Yusuf Aksu adını geniş kitleye ilk kez Uluslararası Dilbilim Günleri’ndeki umulmadık çıkışıyla duyurdu; oysa, gene bilindiği gibi, o çok ünlü Uluslararası Dilbilim Günleri’nde birkaç saniyeliğine boy gösterdiği kürsü kendisini toplumsal konumunun getirdiği bir kürsü değildi. Gene de, iş ille de rastlantıya bağlanacaksa, Yusuf Aksu’nun1 yaşamındaki rastlantıların en büyüğünün annesiyle babasının karşılaşması, en belirleyicisininse, orta üçte sınıfa ilk kez giren Yunus Aksu’nun, yüzünde anlatılmaz bir gülümseme, herkesi şöyle bir süzdükten sonra, kararlı adımlarla ona doğru ilerlemesi olduğunu söylemek gerekir.

Ancak, her bağlamda olduğu gibi bu bağlamda da, konuya biraz daha sorgulayıcı bir bakışla yaklaşmayagörelim, her rastlantının altından yeni rastlantılar fışkırır, en sıradan olgular bile birer rastlantı yumağına dönüşür. İç içe girmiş rastlantılar arasında bir önem basamaklandırması yapmak da kolay değildir. Örneğin Yusuf Aksu’ nun babası Ahmet Nusret Elbasan’la annesi Refika hanımın karşılaşmaları temel rastlantıdır da Ahmet Nusret Elbasan’ın Refika hanımla karşılaşmasından birkaç gün önce ya da birkaç gün sonra Yunus Aksu’nun babası olacak kişinin iş yerlerinden birinin saymanlığından emekliye ayrılmış yaşlı ve sessiz bir adam olması ve, oğlunun dünyaya gelmesine üç ay kala, bir akşam rakı almaya çıkıp bir daha geri dönmemesi, annesi Refika hanımın henüz üç yıllık bir ilkokul öğretmeni, hem de bayağı güzel bir kadınken, üstelik, Ahmet Nusret beyin böyle birdenbire yok oluvermesine pek de üzülmüş gibi görünmezken, tüm yaşamını oğluna ve kendisini karnında altı aylık bir çocukla yüzüstü bırakıp gitmiş yaşlı kocanın anısına adamış gibi yaşaması aynı ölçüde belirleyici rastlantılar değil midir? Bir ara bayağı kafa yormasına karşın, Yusuf Aksu’nun kendisi bile doyurucu bir sonuca varamamıştır bu konuda. Ama bizim belirleyici rastlantı dediğimiz şey kendisini izleyen olguyu zorunluluğa, yani kendi karşıtına dönüştüren olguysa, o zaman, ya aşılmaz bir çelişki karşısındayız demektir, ya da rastlantı kavramının açıklamakta güçlük çektiğimiz her olgunun üstüne geçirdiğimiz bir kılıftan başka bir şey olmadığını kesinlememiz gerekir. Ne olursa olsun, Yusuf Aksu’nun çevresinde olanların bilincine varmaya başladığı günlerden annesini yitirdiği güne dek, aralarındaki ilişkinin en azından derin bir uyumun ürünü gibi görünmesi bizim alçakgönüllü gözlemimizi doğrular gibi.

Bununla birlikte, belki yıllardır tekdüze bir yaşam sürmesinin etkisiyle, belki bu tekdüze yaşam biçimini çevresinde koruyucu bir kabuğa dönüştürmek istediğinden, Refika hanımın rastlantı payını en aza indirerek yaşamını dümdüz bir çizgi üzerinde geliştirmeyi seçtiğini kendisini biraz yakından tanımış olanlar özellikle vurgulamışlardır. Şöyle böyle üç dönem boyunca, birden alıp beşin sonuna dek götürdüğü öğrencileri gibi Yusuf Aksu da Yunus’un kimilerine göre bir, kimilerine göre iki dizesiyle birlikte düşünmüştür onu:

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir.

Söz konusu dizelerin Refika öğretmen için taşıdığı anlama gelince, bu konuda tüm öğrencilerinin gözlemi aynıydı: hem kafayı, hem bedeni geliştirmek. Ancak, Yusuf Aksu için durum biraz daha değişikti: sokakta koşarken düşüp dizini kanatmak, terliyken su içip hastalanmak ya da kalemin ucunu sürekli çiğneyerek hem mala, hem cana zarar vermek de, gereğinden fazla konuşmak da bu tek ya da çift dizede dile getirilen ilkeye ters düşmek anlamına gelirdi; ilkeye uygun davranmaksa, soğuktan, sıcaktan, gürültü, gevezelik ve devinimden uzak durup yaşamı daha ilk ikiden başlayarak ansiklopediler arasında geçirip ansiklopedilere göre yönlendirmekti. Bu ayrım da, büyük bir olasılıkla, Yusuf’un, büyümüş de küçülmüş gibi, çok düzgün tümceler ve çok yerinde sözcüklerle, durmadan konuşmasından, daha da can sıkıcısı, durmamacasına sorular sormasından kaynaklanmaktaydı. Refika hanım ne çok konuşmaktan hoşlanırdı, ne çok konuşanlardan. Bu nedenle, oğlunun okuyup yazmayı iyice sökmesinden sonra, nerdeyse her soru soruşunda ona ansiklopediyi gösteriyor, izlenebilecek en doğru tutumun her konuda ansiklopediye bakmak ve ansiklopedide yazılana uymak olduğunu söylüyordu. Oğlunun tam beş yıl süresince kendi sınıfında okuması da onu ilkelerine kolaylıkla uydurmasını sağladı: en azından ekim başından mayıs sonuna dek, sırtına çifte fanila, çifte kazak, uzun yün pantolonunun altına uzun yün don giydirerek bedenini doğadan olabildiğince yalıtlayıp devinilerini en aza indirgemesi yetmezmiş gibi, derslerde de çabasını sınırladı: tüm öğrencileri gibi onu da güçlüklerini ansiklopediler aracılığıyla çözmeye alıştırdı, ders aralarında öğretmenler odasına getirip yanına oturtarak İlkokul Ansiklopedisi’ni eline verdi hep; evdeyse, derslere, nesnelere ya da insanlara ilişkin bir soru sorduğu zaman, çenesiyle kırmızı ciltli Hayat Ansiklopedisi’ni gösterdi.

Çocuk doğru dürüst konuşmayı beceremese, bu tutumu açıklamak daha kolay olurdu, ama bülbül gibi konuşuyordu işte. Sınıfta, ansiklopedilerden nasıl yararlanmak gerektiğini ya da bir matematik probleminin nasıl çözüleceğini çoğu öğretmenlerden daha güzel açıklıyordu. Gene de, en azından oğluyla baş başa olduğu zamanlarda, belki gereksiz gevezeliklerin işleri karıştırmaktan başka bir işlevi bulunmadığına inandığından, belki yokluğun ya da yalnızlığın etkisiyle, Refika hanım gereksiz devinimlerden de, gereksiz söylemlerden de hiç mi hiç hoşlanmadığını hemen belli ediyordu. Her şey şu ya da bu ansiklopedide yazılıyken, yazılmışı yinelemeyi bir savurganlık olarak görmekteydi. Başvurulacak kitapları tek bir türe: ansiklopedilere indirgemiş olması da savurganlığa karşı bir tutumun sonucu olarak nitelenebilirdi. “Dünyadaki kitapları okumakla bitiremezsin, hiç kimse bitiremez! Ama dünyanın en iyi ansiklopedilerini elinin altında bulundurabilirsin; üstelik, dünyanın tüm bilgilerini ansiklopedilerde bulabilirsin!” deyip durması da bunu gösterirdi. Böylece, Yusuf Aksu daha kitabın ne olduğunu bilmezken, içinde bulundukları ortamı ve dakikayı azıcık aşan bir soru soracak oldu mu Refika hanım ya bu soruyu ileride, daha uygun bir zamanda yanıtlayacağını söylüyor, ya da soruyu ve yanıtı somut durumlardan, özellikle de kendi kendilerinden: Refika ve Yusuf’tan yalıtlamak, nesnelleştirip uzaklaştırmak ister gibi, oğlunu yanına, ansiklopediyi kucağına alarak tekdüze bir sesle okumaya başlıyordu. Bu da sonucunu veriyordu doğrusu: Yusuf Aksu’nun olağanüstü bir belleği vardı, okuduğu ya da dinlediği her şey dakikasında varlığının bir parçası oluyor, sorular tükenmese bile, yinelemeye düşülmüyordu. Ne var ki, ansiklopedi her soruyu yanıtlamıyor, ansiklopediden ya da anneden alınan yanıtlar da, en azından kimi konularda, soruları tüketmek şöyle dursun, durmamacasına yenilerini doğuruyordu. Örneğin babaların ölümü hastalıkla, yüreğin durmasıyla, kefenle, tabutla, mezarla açıklanıp betimlenebiliyordu, ama belli bir babanın rakı almak üzere evden çıkıp da bir daha dönmeyişini ne İlkokul Ansiklopedisi açıklayabiliyordu, ne Hayat Ansiklopedisi. Yusuf Aksu’nun soruları da yıllar yılı bu konuda yoğunlaştı. Kör çocuğun nesneleri elleriyle yoklaya yoklaya kendine göre belirlemek istemesi gibi, o da hiç görmediği babasını annesinden aldığı yanıtlarla imgeleminde canlandırmaya çalışıyor, saçları, gözleri, burnu, yanağı, boyu, terliği, gömleği, kravatı, huyu suyu ve neler yaptığı konusunda kimsenin usuna gelmeyecek sorular soruyor, annesiyse, işkenceyi bir an önce bitirmek için, ayakkaplarından giysilerine, dolmakaleminden şemsiyesine, nesi var, nesi yoksa, her şeyini yoksullara verdiğini yineliyor, Yusuf Aksu soruları sürdürünce de çabuk çabuk, sözcüklerini pek tartmadan yanıtlıyordu.

“Her akşam iki duble rakı içerdi,” diyordu örneğin.

“Rakı içerken ne yapardı?”

“Bir şey yapmazdı, şarkı söylerdi.”

“Hangi şarkıyı?”

“Hep aynı şarkıyı,” diye yanıtlıyordu Refika hanım, sonra, zaman zaman kendisinin de mırıldandığı eski bir şarkının bir iki dizesini içli bir sesle söylemeye başlıyordu:

“Mecliste çalındı yine tambur ile neyler

Aşık-ı bîçarelerin gönlünü eğler

Daire semaî tutarak ney neye söyler ne der

Dümderelâdir nâtenedir nâtenedir ney.”

Ama, şarkı biter bitmez, alışılmış sorulardan biri daha geliyordu:

“Babam nasıl bir adamdı?”

Refika hanım derin derin içini çekiyordu.

“Herkes gibi bir adamdı işte,” diye geçiştiriyordu çoğu kez, ya da, eline küçük bir ansiklopedi verir gibi, bir daha dönmemek üzere gitmiş babadan kalan tek görüntüyü, yani nikâh masasında defteri imzalayan genç ve güzel geline hayran hayran bakan geçkin adamın bulanık mı bulanık fotoğrafını koyuyordu önüne. Bir süre dinlenebiliyordu böylece. Ancak, özellikle bu fotoğrafı inceledikten sonra, Yusuf gene Ahmet Nusret beyin gidişine ilişkin sorulara başlıyordu. Refika hanımın en sevmediği sorular da bu sorulardı. Konuya her dönüşünde, “Gene mi?” diye söylenerek suratını asıyor, sonra, olayın ürkütücülüğünü artırmak, dolayısıyla yeni soruları önlemek umuduyla, “Bilmiyorum, görmedim, belki de casuslar kaçırdı,” diyordu.

“Hangi casuslar?”

“Düşman casuslar.”

“Nasıl düşman casuslar?”

“Ne bileyim, Türk gibi görünen ecnebi casuslar herhalde.”

“Bıyıkları var mıydı?”

“Bilmiyorum, gözlerimle görmedim. Ama vardı herhalde.”

“Babam hiç bıyık bıraktı mı?”

“Sanmıyorum. Tanıştığımızda bıyıksızdı.”

Yusuf Aksu, hep o büyümüş de küçülmüş havasıyla, kollarını göğsünde kavuşturup bir süre düşünüyor, sonra, derin derin göğüs geçirerek düşüncesinin sonucunu bildiriyordu: “Hepsi de bıyıklıydı.”

Refika hanımsa, aşırı söz savurganlığı sona erdiği için rahat bir soluk alıyordu.

Alay etmek gibi olmasa, yaşlı bir adamla altı aylık bir evlilikle tek bir çocuk, değişmeyen bir iş ve tekdüze bir yaşam da yüzde yüz savurganlık karşıtı bir tutumun sonucu olarak gösterilebilirdi. Bununla birlikte, yaşamlarında savurganlığa hiç mi hiç yer vermediklerini söylemek de olanaksızdı. Örneğin, dinsel bayram günlerinde, havanın güzel olması koşuluyla, Refika hanım sırtına ak yakalı kara tayyörünü, başına okumuşluk ve kentlilik simgesi kara şapkasını, Yusuf Aksu en kalın ve en yeni giysilerini giyer, erkenden Merkez Efendi mezarlığının yolunu tutarlardı; burada, Refika hanım, şapkasının tülünü yüzüne iyice indirerek annesiyle küçük kızkardeşinin birlikte yattıkları mezarın başına çömelip dua ederken, Yusuf Aksu, bir süre onun başında dikildikten sonra, gittikçe yüreklenerek yanından uzaklaşır, mezar taşlarının yazılarını okuyarak ya da bitkileri okşayıp koklayarak ağır ağır dolaşır, dua ve dolaşma bittikten sonra da şaşmaz bir biçimde Fatih’te Huzur Muhallebicisi’ne gidip tavuklu pilav ve kazandibi yerlerdi. Ne olursa olsun, Yusuf Aksu, biraz büyüdükten sonra, Merkez Efendi gezilerine özel bir anlam vermeye başlamıştı: sanki dünyanın tüm ölüleri burada gömülüymüş, babası da artık onlardan biriymiş gibi mezarlığı kesimlere ayırarak babasının mezarını arıyordu. Dolaştıkça, kapıldığı bulanık umudun etkisiyle olacak, anlatılmaz bir mutluluk, nereden geldiğini bilemediği bir egemenlik duygusuyla doluyordu içi. Yazık ki hem gezileri oldukça kısa sürüyor, hem de Refika hanım gezi sonunda daha bir sessizleşiyor, tavuklu pilavını ve kazandibini tek sözcük söylemeden bitirdiği oluyordu.

Bu ender mezarlık gezileriyle haftada altı kez yinelenen okul seferleri bir yana bırakılacak olursa, her şey tam bir durgunluk içinde geçmekteydi. Bu yüzden olacak, hangi nedenle olursa olsun, evden dışarıya çıkmak her zaman tehlikeli bir serüven gibi görünürdü Yusuf Aksu’ya. Sokakta, insanlardan korkarak annesinin elini sımsıkı tutar, kalabalıkta, boyları hep kendisininkini geçen yetişkin insanların arasında yürürken, yüreğinin daha hızlı çarptığını duyar, hele birden pos bıyıklı, uzun boylu ve esmer bir adamla burun buruna geldi mi içgüdüyle titreyerek annesinin bacaklarının arasına girmek, başını eteğinin altına sokmak isterdi. Casus açıklaması bir yana bırakılacak olursa, Refika hanımın pek de payı yoktu oğlunun korkularında: kendisinin, hele böyle gün ışığında, sokaktaki insanlardan korkmak gibi bir huyu bulunmaması bir yana, oğlunu birilerinden ya da bir şeylerden korkutmak gereksinimini hiçbir zaman duymamıştı. Ama o korkardı işte, uzun boylu, esmer ve bıyıklı kişilerin ortada hiçbir şey yokken üzerine çullanarak kendisini ayakları altında çiğnemelerinden, daha kötüsü, demir gibi elleriyle ensesine yapışarak annesinin ulaşamayacağı bir yerlere götürmelerinden korkardı. Prof.Dr. Osman Nuri Balcı’nın, çok ünlü bir ruh hekimiyle birlikte, eski tanıklıklardan çıkardıkları bir sonuca göre, bu korku büyük olasılıkla hiç tanımadığı babasından kaynaklanmaktaydı: babası, kendisinden kalan tek fotoğrafta, bıyıksız ve sarışındı; öyleyse kendisini götüren haydutlar ancak bıyıklı ve esmer olabilirlerdi; kentin polisleri kendisini kurtarmadıklarına göre, haydutlarla işbirliği etmişler demekti, öyleyse polislerden de haydutlardan korkar gibi korkmak gerekirdi. Böyle diyorlardı. Yusuf Aksu’nun belirli bir dönemden sonra annesine babası konusunda hiç mi hiç soru sormaması da bundandı belki: korkuyu yeniden yaşamamak içindi. Ama, bir gün, yanında oturan kızın kitabında, İsa Peygamber’imizin babası, Meryem anamızın da kocası bulunmadığını okuyunca, aldatılmış gibi bir duyguya kapıldı: belki kendisinin de hiç babası olmadığını düşündü, bundan sonra, tüm sarışınlığına karşın, babasını yavaş yavaş düşlerinden ve düşüncelerinden sildi.

Ne olursa olsun, Yusuf Aksu ilkokulu başarıyla bitirdiği zaman, bir kez bile sokağa tek başına çıkmamış, bir kez bile herhangi bir satıcıdan kendi eliyle herhangi bir şey almamıştı. Buna karşılık, okuldaki genç öğretmenlerden birinin deyimiyle, her türlü ansiklopediyi “bir virtüoz gibi” kullanıyordu. Hiç kuşkusuz, birtakım sakıncaları yok değildi bu işin: evde, nesnelerden ve insanlardan uzakta, ansiklopedi karıştırırken, hep orada olmayan, elle tutulmadığı gibi, resimler ve fotoğraflar sayılmazsa, gözle de görülmeyen şeyler üzerinde oyalandığını usuna getirmiyor, dünyanın ancak eliyle dokunabildiklerinden oluştuğunu sanan bir kör gibi, fazlasıyla sınırlı ve fazlasıyla tekdüze bir günlük yaşamın sıradan nesneleri ve oluntuları dışında, tüm yaşamı ansiklopedide gördükleriyle sınırlı sanıyordu. Ne var ki, rastlantısalı, bilinmeyeni değil, bilineni, denetlenip sınıflandırılmışı sunması, bilinemezi bile yalın tanımlara indirgemesi nedeniyle, ansiklopedi insanı daha bir rahat ettirtmekteydi. Üstelik, yararlıydı da: Yusuf Aksu, hem benzersiz belleğinin, hem ansiklopedi kullanma ustalığının desteğiyle, Amerikan Koleji’nin giriş sınavını kolaylıkla başararak annesinin iki yıldır arada bir sözünü ettiği büyük ödüle hak kazandı: otuz ciltlik Encyclopædia Britannica. Hazırlık sınıfını başarıyla bitirip orta bire geçince de kitaplığında kimi ciltleri nerdeyse yıpranmaya başlayan Encyclopædia Britannica’nın bir altındaki rafa The Encyclopedia Americana’nın pırıl pırıl otuz cildi dizildi.

Hiç kuşkusuz, nerdeyse her gün karıştırmasına karşın, ilk yıllarda bu yapıtlardan gereğince yararlanabildiğini söylemek zordu. Bununla birlikte, aynı türden, ama daha dar kapsamlı yapıtlar aracılığıyla, “ilim ilim bilmektir”i de, “ilim kendin bilmektir”i de “ilim köke inmektir” önermesine dönüştürüp hep en başından girmek üzere, her konuya el atıyor, bu da, çelişkin bir biçimde, onu nerdeyse her şeyden yalıtlıyordu. Sonra, bir gün, Encyclopædia Britannica’yı karıştırırken, Diderot’nun Encyclopédie ou Dictionnaire raisonné des arts et des métiers serüvenini okuyunca, alışılmadık bir coşkuyla titredi, ansiklopedi sözcüğü bile içinde hayranlık uyandırmaya başladı, annesinin kendisine en doğru yolu göstermiş olduğuna inandı ve yaşamına yeni ansiklopediler katabilmek amacıyla, evet, yalnızca bu amaçla, fransızca ve almanca öğrenmeye girişti. Bu amaçla, okulda kimi almanca ve fransızca derslerine girdi, bu derslerde izlenen kitapları aldı, bundan sonra, boş zamanlarında, kendi başına almanca ya da fransızca çalıştı. Gözleri bir almanca ya da fransızca kitabının açık bir sayfasına dikili, donmuş gibi oturduğunu görenler onun gerçekten dil öğrenmekte olduğundan kuşku duyabilirler, en azından bu işi hiçbir zaman olumlu bir biçimde sonuçlandıramayacağını söyleyebilirlerdi. Sonuçlandıramıyordu da: kendi dilini ve ingilizceyi çok düzgün konuşmasına, hele şimdi, on üçünü geçtikten sonra, türkçe yapılan derslerde olduğu gibi ingilizce yapılan derslerde de, o çok derinlerden gelen, yumuşak, ama güçlü ve ezgili sesiyle, örneğin tahtada bir ders anlatırken, yüksek sesle şiir okuyormuş gibi bir izlenim uyandırmasına karşın, almanca ve fransızca sözcüklerin nasıl okunup nasıl vurgulanacağını bilemiyordu. Bununla birlikte, kendi başına sürdürdüğü yabancı dil çalışmaları yeni bir yetenek doğurdu Yusuf Aksu’da: ingilizce bir ansiklopedinin ardından almanca ya da fransızca bir ansiklopedi açarak az önce okuduğu maddeyi bir de buradan okuduğu zaman, bayağı anladığını saptadı. Annesine de gösterdi bunu. Refika hanım, tutumluluğun yeni bir utkusu gibi görünen bu ilginç başarı karşısında hem şaşırdı, hem gurur duydu; birkaç hafta sonra, ne yaptıysa yaptı, her türlü tutumluluğu bir yana bırakarak, oğlunun bir öğrenci odasından çok, bir avukat ya da müdür odasını andırmaya başlayan odasında, nicedir elinin altında bulunan Encyclopædia Britannica ile The Encyclopedia Americana’nın yanına on ciltlik Grand Larousse encyclopédique’le yirmi iki ciltlik Der Grosse Brockhaus’u da ekledi.

Yusuf Aksu’nun sevincine diyecek yoktu: bundan böyle tüm dünya elinin altındaydı sanki; üstelik, pek de gereksinimi bulunmamakla birlikte, bilgilerini dört kez pişirmek ya da dört ayrı kaynaktan doğrulamak gibi herkesin erişemeyeceği bir ayrıcalığa kavuşmuştu. Onlara başvurmak için kafasında tanımlanacak bir kavram, çözümlenecek bir sorun bulunması gerekmiyordu: önünde bir ansiklopedi bulunması, onun herhangi bir sayfasını açması ve gözünün burada herhangi bir sözcüğe, bir fotoğrafa ya da bir çizime takılması yetiyordu. Gerisi kendiliğinden geliyordu artık, ip üstünde usta cambazlar gibi, tarihten tarihe, kavramdan kavrama, tanımdan tanıma, betimden betime, çizimden çizime zıplayıp duruyordu. Böylece, o güne dek hiç tanımadığı bir genişlik ve esenlik duygusu içinde yaşamaya başladı: küçük bir odada, her an üzerine yıkılacakmış gibi bir izlenim uyandıran, koca ciltler arasında değil de alabildiğine aydınlık, geniş ve devingen bir görünüm içinde dolaşıyormuş gibi hafif ve mutluydu. Yatağına uzanıp ışığı söndürmesinden sonra bile çevresini gene ansiklopediler sarıyordu: Yusuf Aksu, düşlerinde bile, ansiklopediler arasında buluyordu kendini.

Ansiklopedilerden uzak kalınca da ister istemez bu geniş ve esenlikli ortamı arıyordu. Örneğin, kimi aydınlık pazartesi sabahlarında, Eminönü-Bebek otobüsünde, annesi, öğretmenliği tutup da kendisine parmağıyla birtakım semtleri, yapıları ve bahçeleri göstererek açıklamalara giriştiği zaman, Yusuf Aksu bu uzam parçalarına, başlığı konulmamış, satırları yerli yerine yerleştirilmemiş sayfalar gibi bakıyor, kolejin kapısından içeri girer girmez, hemen kitaplığa koşuyor, ansiklopedide yerlerini bulup okuyarak onlara gerçeklik ve geçerlilik kazandırıyordu. Şu var ki, kendisi ve annesi bu durumu hiç de öyle kaygı verici bulmamakla birlikte, dışarıdan bakan biri, tıpkı devinimlerini ağırlaştıran kalın ve kat kat çamaşırlar gibi ansiklopedilerin de onu yaşamdan ve insanlardan gittikçe daha çok yalıtladığını düşünebilirdi. Düşünenler de yok değildi. Ancak, o yıllarda kendisini yakından tanımış olanlar ansiklopedilerle yaşamanın Yusuf Aksu’nun nerdeyse doğal koşulu olduğunu, onun bu noktaya yaşamının ilk yıllarında, daha Diderot’nun adını bile duymadan gelmiş olduğunu kesinliyorlardı.

Sınıf arkadaşları, her pazartesi sabahı okula annesiyle gelen, her çarşamba görüşme saatinde bir ağaç altında ya da bir duvar dibinde annesinin elinden kuş gibi pasta yiyen, her cumartesi eve dönmek için sınıfta ya da bahçede oturup annesini bekleyen, geri kalan zamanını da dalgın profesör yürüyüşüyle sınıfla kitaplık arasında gidip gelmekle geçiren ve nerdeyse donunu bile çift giyen bu ilginç çocuğun bulunmaz bir eğlence kaynağına dönüştürülebileceğini düşündüler; bunu denediler de; arkasından sessizce yaklaşıp çelme takmadan kitabını havuza atmaya kadar yapmadıklarını bırakmadılar; ama Yusuf Aksu, biraz annesinin öğretmen olduğu okulda böyle durumlarla hiç karşılaşmadığı, dolayısıyla şakanın şaka olduğunu anlamadığı, biraz da okulu her şeye karşın sokaktan daha güvenli bir yer olarak değerlendirdiği için, fazla tepki göstermedi; onlar da en ağır ağız şakalarını bile kendisini hiç mi hiç ilgilendirmeyen birer açıklama gibi dinlediğini, en tehlikeli ve en yakışıksız el ve ayak şakalarını bile birer doğal terslik gibi karşıladığını, kısacası, hiçbir ataklarına bekledikleri karşılığı vermediğini görünce, açıklanması zor bir yenilmişlik duygusu içinde uzaklaştılar yanından. İçlerinden biri, derslerdeki başarılarını ve öğretmenlerin sorularına verdiği oldukça kısa, ama yaşlı adam konuşmaları gibi bilinmeyen sözcüklerle dolu, düzgün yanıtlarını da göz önüne alarak, daha üçüncü ayda Hoca adını taktı ona, ötekiler de bu adı dakikasında benimseyiverdiler; ama, açıkça görülüyordu ki, kendisine seslenmek için değil, arkasından konuşmak, daha da iyisi, kendileriyle onun arasındaki uzaklığı belirlemek için bulunmuş bir addı bu: artık çoktan aralarından ayrılmış bir insanın adı gibi, en çok da bir benzetme öğesi olarak kullandılar, benzetme yerini buldukça da güldüler. Buna karşılık, benzetmenin kaynağının yanına yaklaşmak ya da kendisiyle bir şey konuşmak zorunda kalmak zamanla hemen hepsinde buz gibi bir ürküntü uyandırdı, elden geldiğince uzak durdular ondan. İlk yıllarda, özellikle ezbere dayalı derslerde çok başarılı bir öğrenci olması nedeniyle, sınavlarda bilgisinden yararlanmak umuduyla kendisiyle dostluk kurmak, en azından yanında oturmak isteyen birkaç dalgacı çıkmadı değil, ama hem kâğıdının üstüne yüzü değecek kadar eğildiğinden, hem tüm sorularını yanıtsız bıraktığından, onlar da çabucak uzaklaştılar yanından. Böylece, kaç yıldır, hiç kimse yanında oturmak istemediğinden, arka sıralardan birinde tek başına oturuyor, bundan da fazlasıyla hoşnut görünüyordu.

Seçme olanağı bulunsaydı, hiç kuşkusuz daha derin bir sessizliği ve daha köklü bir devinimsizliği yeğlerdi, ama, bahçede küçük bir topa bir an ayaklarını dokundurabilmek için deliler gibi birbirlerini kovaladıklarını, hatta, önlerinde dokunacak top bile olmadan don gömlek koştuklarını, sınıfta olur olmaz şeylere gülüp olur olmaz şeyler söylediklerini gördükçe, kendisininkinden başka türden bir yaratık sürüsünün ortasına düşmüş gibi bir duyguya kapılmasına yol açan bu azgın çocuklar yanına yaklaşmadıkları için mutluydu. Her fırsatta tekmeleyip durdukları toplardan biri üzerine gelecek gibi oldu mu tiksintiyle çekiliyor, kendisi için hiçbir anlam taşımayan devinimlerine küçümseyerek bakıyor, gürültülerini işitmemek için bahçenin en uzak noktalarına gidiyor, burada, kuşları, böcekleri, yaprakları, çiçekleri görmeden, koca ağaçların gölgesinde bir ağaç gibi dikilerek kitabını açıp okumaya başlıyordu. Bazı bazı, uzaktan zilin sesi gelince, ağaçlar arasında bir ağaçken insana dönüşüyormuş gibi irkiliyor, hiç de böyle bir alışkanlığı bulunmamasına karşın, eski bedeninden kaçar gibi sınıfa koşuyordu. Ama, kimi geceler, yatakhanede, arkadaşlarının gürültüsünden uykusunun kaçtığı zamanlarda, o kadar da aykırı bulmuyordu bu yanılsamayı; tam tersine, bir tür meydan okumayla, kendini kocaman ve yapayalnız bir ağaç biçiminde düşleyerek uyumaya çalıştığı oluyordu. Nereden bakılırsa bakılsın, yaşamı da düşünü doğrulayacak gibi görünüyordu. Ama karanlık mı karanlık bir kasım günü, öğle yemeğinden önceki son derste, Mr. Grey dilek kipini açıklayıp öğrencilerden uygun örnekler isterken, her şey değişiverdi: Yusuf Aksu’nun yalnızlık yaşamı birdenbire benzersiz bir birlikteliğe bıraktı yerini, yani nerdeyse bir tansık gerçekleşti.

Evet, böyle, o yağmurlu kasım günü, usulca kapı açılıp da yeni bir öğrenci, Yunus Aksu, sisler arasından çıkmış, yarı saydam bir hayalet, kımıldamadan dururken bile sürekli devinirmiş gibi bir izlenim uyandıran, her an her biçime, her renge girebilecek ve her an, nasıl belirdiyse öylece, birdenbire silinip gidebilecek bir düş yaratığı gibi, Mr. Grey’i selamlayıp elindeki kâğıdı kürsüye bıraktıktan ve bir an herkesi şöyle bir süzdükten sonra, yüzünde anlatılmaz bir gülümseme, kendisine doğru gelerek kırk yıllık bir dost gibi elini uzattığı, elini avcuna aldıktan sonra, onu kendine doğru çekerek yanaklarını öptüğü zaman, tüm öğrenciler kahkahalarla güldüler, içlerinden birince hazırlanmış iyi bir oyun karşısında bulunduklarını düşündüler; oysa, daha önce de söylediğimiz gibi, o anda Yusuf Aksu’nun yaşamının en belirleyici rastlantısı ya da, hepsi aynı kapıya çıkar, en kesin zorunluluğu gerçekleşmekteydi. Ancak, ister rastlantı denilsin, ister zorunluluk, tansık yanı daha ağır basar gibiydi. Bu nedenle, tüm sınıf, yeni gelen öğrencinin Yusuf’un ellerini avuçlarına alarak, sanki gırtlağından değil de tininin ve bedeninin derinliklerinden sökülüp gelen bir sesle, “Be… be… ben…” diye başlayıp “Ben Yu… Ben Yu… Ben Yu…” diye yerinde sayarken, birdenbire, tam da gerisini getirmesinden herkesin umudu kestiği anda, bundan böyle tüm kolejin yüz metre öteden tanıyacağı ünlü kahkahanın sınıfta ilk kez patlayışını, belki de “Ben Yu…”ların gerisini beklerken, harcar göründüğü korkunç çabaya kapılarak tüm varlığını onun varlığının yönelimine uydurduğundan, Yusuf’un da nerdeyse aynı anda, nerdeyse aynı kahkahayı koparışını, arkasından, bu kahkaha sözün önündeki engeli az da olsa açmış gibi, Yunus’un “Be… be… ben Yu… Yu… Yunus, Londra’dan geldim,” deyişini, Yusuf’unsa, sesin güzelliği ya da anlamın derinliği karşısında büyülenmiş gibi, “Ben de Yu… Yusuf!” diye yanıtlayışını koca bir yaşamda ancak bir kez görülebilecek bir tansık gibi izledi. Dersten sonra, Yusuf’un Yunus’u yemekhaneye götürüp yanına oturtmasını, Yunus’un da, bahçede, herkesten uzakta, onunla epey bir süre dolaştıktan sonra, yöneticilere giderek yatakhanede Yusuf’un yatağının yanındaki boş yatakta yatmak istediğini bildirmesini, neden o yatağı istediği sorulunca da “Sı… sı… sıra arkadaşımın yatağının yanı da ondan!” diye yanıtlamasını bile bir tür tansık gibi algıladılar: her şey gözler önünde olup bitmekteydi, gene de alabildiğine karmaşık görünüyordu.

1.

Yusuf’un ilk soyadının Elbasan olduğunu hemen belirtelim.

II

Yusuf Aksu, yıllar yılı, sık sık düşünmekle birlikte, hiçbir zaman doğru dürüst açıklayamadı bu olanları, hiçbir zaman tam olarak anlayamadı, yeniden yaşamakla kaldı. Böylece, çok kısa sürmüş bir iki kuşku dönemi bir yana bırakılacak olursa, o ilk karşılaşmayı ve bunu izleyen büyük dostluğu tüm yaşamı boyunca bir tansık olarak düşündü. Üstelik, birkaç tansık birden giriyordu işin içine: Yunus’un koca sınıfta başka birine değil de, en arkada, yalnız başına oturmasına karşın, kendisine yönelmesi, kendisinin de, genel olarak herkese surat asarken, birdenbire başka bir insan oluvermiş gibi, ona gülümsemeye başlaması, daha da önemlisi, sınıfta hiçbir öğrencinin bu dostluğu bozma yolunda en küçük bir girişimde bulunmaması. Bir de, nasıl söylemeliydi, Yunus’un kendisi tansıktı.

Alabildiğine ak, nerdeyse dokununca yok olacakmış gibi saydam yüzü ve elleri mi, çevresini aydınlatır gibi görünen saçları mı yaratıyordu bu izlenimi, insanlara hep aşağıdan bakması gibi tatsız bir durum yaratan kısa boyu mu, yaşıtlarının tersine, daha sakalı çıkmamış olmasına, çıkacağa da benzememesine karşın, en kendini beğenmiş kızların bile göz göze gelince bir akıma kapılmış gibi titremesine yol açan çekici ve güleç yüzü mü, her an düğüne gidecekmiş gibi, tiril tiril, kusursuz giyimi mi, ne zaman bir başka gözle karşılaşsa, karanlıkta üzerine ışık vurmuş bir su gibi ışıldayan gözleri mi, her şeyden bir kahkaha nedeni çıkarması mı, kendisini dışlamış olanları alaya alması mı, canlı bir ansiklopedi gibi her şeyi bilmesi, ansiklopediyi de aşarak olguları, nesneleri ve sözleri birbirine kendince yeniden bağlayıp yeniden anlamlandırması mı? Başkaları gibi Yusuf Aksu da herhangi bir yanıt getiremiyordu.

Anlamaya çalışmadığından değil; tam tersine, çok kafa yordu bu konuya, uzun yıllar süresince, nice deviniyi, nice sözü, nice kahkahayı, nice bakışı, belki ilk doğdukları andakinden de kapsamlı bir biçimde, belleğinde yeniden canlandırdı, ama iş anlamlarını, en azından nedenlerini çıkarmaya gelince, varlığını ancak sezmekle kaldığı bir nesneye ulaşmak üzere, çok derin bir suya dalmak gibi bir şeydi: soluğu tükeniyor, çevresi karanlığa kesiyor, yarı yola bile varmadan geri dönmek zorunda kalıyordu. Bir kez daha, yaşanmışı yeniden yaşamaktı tüm yapabildiği. Örneğin Yunus elleriyle göğsünü döverek gülmeye başladığı zaman, kendisi de hemen o saniyede, aynı biçimde, elleriyle göğsünü döverek, gözlerini onun gözlerine ya da baktığı noktaya dikerek gülmeye başlıyordu. Onun gülünç bulduğunun gülünçlüğünü de apaçık görüyordu. Ama burada duruyordu her şey, nesnenin kendisi mi gülünçtü, yoksa Yunus’un bakışı ya da kahkahası mı gülünçleştiriyordu, o zaman olduğu gibi yaşını başını aldıktan sonra da çıkaramadı, çünkü her şeye gülebiliyor, ama ne zaman neye güleceği kolay kolay kestirilemiyordu. Örneğin yazın öğretmeni bir tatlıdan söz edecekmiş gibi dudaklarını şaklatarak, “Bakın, bugün ne okuyacağız,” deyip de “Birçok gidenin her biri…” diye şiir okumaya giriştiği zaman kopardığı kahkahaya da bir açıklama bulamamıştı. Tüm bildiği, nerdeyse saniyesinde, aynı kahkahayı kendisinin de kopardığıydı

Hiç kuşkusuz, Yunus benzerine kolay kolay rastlanmayacak bir çocuktu, nerdeyse her şeyi bildiği gibi, her konuda hep en kestirme çözümü buluyor, tahtada bir matematik ya da fizik problemi çözerken, tebeşir tutan elini izlemek bile zor oluyordu, ama, hele biraz coşunca, öyle bir kekeliyor, en kısa ve en sıradan sözleri söylemesi bile öylesine uzun bir süre gerektiriyordu ki kolejdeki ilk günlerinde bunu oyun olsun diye, yani “milletle dalga geçmek için” yaptığını ileri sürenler olmuştu. Daha sonra, varsayımın yanlışlığı anlaşılmış olmakla birlikte, Yunus’un kekemeliği çevresindekileri hep rahatsız etmişti: her konuda arkadaşlarınınkini kat kat aşan bilgisine, inci gibi yazısına ve sınav kâğıtlarında sergilediği kusursuz türkçeye, aynı ölçüde kusursuz ingilizceye karşın, en deneyimli hocalar bile bu özelliğini bir sakatlık olarak gördüklerini belli etmekten kendilerini alamıyor, Yunus’un belki çok doğru, çok anlamlı, ama kesintili konuşması uzadıkça, yerlerinde kıvranmaya, esnemeye, gözlerini ovuşturmaya başlıyorlardı; öte yandan, Yunus, sözcükleri dosdoğru yüreğinden fışkırtmak istermiş gibi, sol eli hep sol göğsünün üstünde, belki bir tür meydan okumayla, belki gerçekten başka türlü yapamadığından, hep yüksek sesle, nerdeyse bağıra bağıra kekelediğinden, onu dinlerken ister istemez dişlerini sıkıyor, parmaklarını kulaklarına bastırmamak için kendilerini zor tutuyorlardı. Onlar bunu yapmasa da kendisi görüyor, tahtaya çağrıldığı zaman, bir süre hecelerle boğuştuktan sonra, hiçbir biçimde, hiçbir gerekçe göstermeden, tümcesini birdenbire yarıda keserek gidip yerine oturduğu, şaşkınlık içinde kendisini izleyen hocaya buradan dostça gülümsediği oluyordu. Ayrıca, yüzlerine hep alabildiğine içten bir gülümsemeyle bakmasına karşın, belki de böyle alabildiğine içten bir gülümsemeyle baktığı için, içlerinden geçenleri olduğu gibi görüyormuş gibi bir duyguya kapılarak ürküyorlardı ondan, gözlerini gözlerinden kaçırmaya çalışıyorlardı.

Böylece, onun karşısında kendilerini daha yüzeysel, daha yetersiz, daha içinden pazarlıklı bulduklarından, gene de bunun suçunu ona yüklediklerinden olacak, nerdeyse tüm öğretmenler kendisiyle ilişkilerini en aza indirgemişlerdi. Öğrencilerin tutumu da çok farklı değildi bu konuda; ama onlar daha açıktı hiç değilse: heceler arasında geçirdiği süre çok uzun olduğundan, tümcenin başında işittiklerini ortasında unuttuklarını söyleyerek kahkahalarla gülmekte hiçbir sakınca görmüyorlardı. Yunus’a gelince, topu topu iki hecelik adını dünyanın en uzun adı olarak nitelemelerine, adının başına bir hece daha ekleyerek Yuyunus’a çevirmelerine, bununla da yetinmeyerek “Yuyunus ne olabilir? Kekeme bir yunus!” türünden soğuk mu soğuk söz oyunları çıkarmalarına kızmadığı gibi buna da kızmıyordu, ünlü kahkahasını bir kez daha koparıyordu yalnızca. Öyle de içten görünüyordu ki böyle zamanlarda yaşamı kesintisiz bir şenlik olarak algıladığı söylenebilirdi. Tersi de söylenebilirdi kuşkusuz. Örneğin bir gün, elleri pantolonunun ceplerinde, başı önünde, ağır ağır bahçede yürürken, ilgisiz biri, hiçbir şeyden anlamaz görünen genç jimnastik öğretmeni, yanındaki arkadaşına onu göstermiş, “Şu çocuğu görüyor musun, hiçbir zaman mutlu olamayacak!” demişti. En azından o sırada, pek de haksız sayılmazdı: arada bir, birden dalıp gittiği anlarda, Yunus’un yarı yumulmuş gözlerini görenler bu genellikle gülen gözlerin ardında derin bir kederin, daha da kötüsü, aşılmaz bir umutsuzluğun yattığını düşünebilirlerdi. Ne var ki böyle birden dalıverdiği zamanlar hem çok azdı, hem de çok kısa sürüyordu: çabucak topluyordu kendini.

Öyle görünüyordu ki her zaman söyleyecek bir şeyleri vardı, hem de, heceleri yinelerken yitirdiğini daha çok konuşarak kurtarmak mı istiyordu, neydi, yalnızca sıra arkadaşı Yusuf’la değil, öteki arkadaşlarıyla da konuşmak için hiçbir olanağı kaçırmıyordu. Onlarsa, özellikle anlamakta güçlük çektikleri fizik ya da matematik konularını soluklarını kesintili hecelerin akışına uydurarak sonuna dek dinleseler bile, belki çok daha ilginç, ama çıkarları dinlemelerini gerektirmeyen konulara geçtiği zaman, solukları hemen düzlem değiştiriyor, yüzlerinde yavaş yavaş alaycı gülümsemeler beliriyordu. Kim bilir, belki de ağzını açmasına bile gerek kalmadan tüm varlığından yayılan o başkalık ve üstünlük havası neden oluyordu buna. Kendisi de bunu bilir ve vurgular gibi davranıyordu. Örneğin, zaman zaman, özellikle de sınıfta çalışkan diye bilinen arkadaşlardan biri yanına gelip içinden çıkamadığı bir fizik ya da matematik problemini çözmesini isteyince, her işi bırakıp istenileni yapıyor, ama konuyu bir kez de sormuş olana açıklattırdıktan sonra, “Çok güzel! Ama sen de herkes gibisin: üstesinden geliyorsun da altından kalkamıyorsun, tıpkı benim gibi,” diyordu. Belki yaşamında gerçekten altından kalkamadığı bir şeyler bulunduğundan, belki şaka olsun diye, belki de, bu sözden sonra hemen herkes “Eşşoğlu eşşek!” diye söylenerek uzaklaştığına göre, onları minnet borcundan kurtarmak ya da yardımı bir söz alışverişine dönüştürmek için böyle konuşuyordu. Ancak, üstün bilgisi ve çekici görünüşü de işin içine girince, bu türden davranışların sınıfla arasındaki uzaklığı daha da büyüttüğü kesindi. Okula gelişinin daha üçüncü ayında, ilk günden dosdoğru Yusuf’a yanaşmasını da bir gösterge gibi değerlendirerek, bir tür deli olarak niteliyorlardı onu. Bir tür deli olarak niteledikleri için de ne bilgisini kıskanıyor, ne ona gereğinden fazla kızıyorlardı.

“Yetti, be! Fazla uzattın!” deyip uzaklaşıyorlardı yanından.

Ama Yunus’un bu tür davranışlara öteden beri alışkın olduğu belliydi: hiç alınmadığı gibi, onları tutmaya da çalışmıyordu, “Hıyarlar, insan ne kadar çok kekelerse, o kadar doğru konuşur, çünkü aralarda düşünür. Bunu anlayamamanız çok acı, benim için değil, sizin için!” diyerek meydan okuyordu onlara. Şu var ki tek kaygısının doğruyu dile getirmek olmadığı da belliydi: çoğu zaman, sözü uzattıkça uzatıyor, onlar için katlandığı özverinin karşılığını almak istercesine, sol elini sol göğsüne bastırıp her konuda uzun mu uzun ayrıntılara dalıyor, her mevsimi meyveleri ve renkleri, her insanı boyu posu, kenti, evi, dostları ve düşmanları, her evi eşyaları ve insanlarıyla anlatmaya girişiyor, sanki sözcüklere ne denli çok başvurulursa, iletişimin o denli olanaksızlaştığını kanıtlamaya çalışıyordu. Amacı buysa, kanıtlıyordu da: çocuklar, anlayamadıkları bir konuyu sormak için gelmişlerse, ona gene işleri düşeceğini düşünerek dayanmaya çalışıyorlardı; ama, amaçsız bir biçimde bir araya gelmiş olmaları durumunda, söyleşi fazla uzamıyor, kimi, “Yeter! Bundan fazlasını kaldıramam!” diye açıkça sözünü kesiyor, kimi de, sanki gerçek sakatlığı tek elle konuşmakmış ya da el yerinden oynayınca konuşma bitecekmiş gibi, ikide bir sol kolunu çekerek elini yüreğinin üstünden uzaklaştırmaya çalışıyordu; en sonunda, içlerinden biri, uzun bir tümcenin orta yerinde, “Yuyunus, sen adamı öldürürsün: gene çok uzattın!” deyip kalkıyor, yanındakileri de ardına takarak uzaklaşıyordu. Yunus, anlatılmaz gülümsemesinin içinde incecik bir gölge, kısa bir kahkahanın ardından, “Orospu çocukları!” diye haykırıyordu. “Du… du… durun! Bi… bi… bitiyor şimdi!” Çocukların arkasından seğirtir gibi yapıyor, sonra, gene aynı topluluğa seslenir gibi, gene yüksek sesle, ama yalnızca Yusuf’a anlatıyordu öyküsünü. Yusuf’sa, kim bilir kaçıncı kez, güçlü bir akıntıya kapıldığını duyuyordu. Ona öyle geliyordu ki Yunus’un değil sözleri, kahkahası bile her anlama açık bir sözce gibiydi, kimi zaman bir olayı başlatıyor, kimi zaman noktalıyor, kimi zaman olgunun kendisi olarak belirip haksızlık karşısında başkaldırı biçiminde yükseliyor, kimi zaman da tüm anlamları ve tüm tutumları birden üstleniyordu. Açıklıkla dile getiremese bile, kesinlikle seziyordu bunu. Bu nedenle, ötekilerin tersine, dudaklarının her devinimini hayranlıkla izliyordu. Kendisi, eskisi gibi şimdi de fazla konuşmamakla birlikte, her sözcüğü beş tümcenin süresini de alsa, dostunu dinlemekten bıkmıyor, üstelik, o ne söylerse söylesin, doğru ve anlamlı buluyordu. Bir iki deneyimden sonra, çocukların dostunun düşüncelerini alaya almaları karşısında, “Yunus’un söylediği yanlışsa, ne doğru olabilir ki?” diye düşünüyor, onun söylediğiyle, hatta söyleme biçimiyle alay edilmesini gerçeğin alçaltılması olarak değerlendiriyor, biraz da bu yüzden, Yunus’un başkalarıyla iletişim kurmaya çalışması hiç hoşuna gitmiyordu. Başlangıçta, kekelemesinden rahatsız olmasa bile, kekeme olması canını sıkmıştı: söyledikleri incir çekirdeğini doldurmayan bunca insan saçmalıklarını rahat rahat sıralarken, hep doğru, anlamlı ve güzel şeyler söyleyen dostunun üç sözcüklük bir tümceyi karşısındakine iletebilmek için uzun süre elini yüreğine bastırıp gırtlağını paralamasını boyun eğilmesi olanaksız bir haksızlık olarak değerlendirmekteydi. Bununla birlikte, çocukları dostundan biraz da kekemeliğin uzaklaştırdığının ayrımına varınca, daha bir hoşgörüyle değerlendirdi bu sakatlığı. Sonra, iyice alıştı, hatta, bir adım daha atarak, kekemeliği düşünen insanın doğal koşulu olarak değerlendirmeye başladı. En sonunda, gerçekte en rahat olmasa bile, en güzel konuşanın Yunus Aksu olduğunda karar kıldı.