banner banner banner
Yalan
Yalan
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Yalan

скачать книгу бесплатно


“Yani siz de orta mı içersiniz demek istedim,” diye açıkladı. Kalktı, nerdeyse bir salon kadar geniş mutfağa götürdü onu, kahvenin, şekerin, cezvenin yerini gösterdi. “Ben beceriksiz bir adamım, hele mutfak işlerinden hiç anlamam,” dedi. “Bereket, Müslüm efendi var, her şeye yetişir, çok iyi bir adam. Cemile hanımı da o buldu.”

“Müslüm efendi güvercinlerden de iyi anlıyor, efendim.”

“Evet, kuşları sevmesi bile iyi adam olduğunu gösterir. Kuş sevenden kötülük gelmez. Kuşların dilinden anlamak insanların dilinden anlamaktan daha önemli.”

“Kuşlarını gördünüz mü, hocam?”

“Hayır, görmedim.”

Bayram Beyaz bir yerlerde büyük adamların genellikle biraz çocuksu olduklarını okumuştu, gene de Türkiye’nin en büyük dilcisinin bir kahve bile pişirememesini, kuşlara bu kadar önem verip de Müslüm efendinin güzel güvercinlerini görmemiş olmasını tuhaf buldu; başını çevirince, Yusuf Aksu’nun, düşüncesini anlamış gibi, sessiz sessiz kendisine bakarak gülümsediğini gördü, bir onay beklediğini sezinledi.

“Evet, hocam, çok iyi bir insan,” dedi, cezveyi ocağa koydu.

“Gerçekten öyle,” diye sürdürdü Yusuf Aksu. “Cemile hanım da çok iyidir. Çok da beceriklidir. Önceki kadın da iyiydi. Ama Müslüm efendi küçük hırsızlıklarını yakaladı, hem de bir kişinin yemeği için evde her gün aşçı bulundurmanın savurganlık olduğunu söyledi. Doğru. Cemile hanım haftada üç dört gün gelir, yemekleri yapıp gider, eline çabuktur, güvercin gibi de konuşur; yemekleri köy yemeğidir, ama lezzetlidir; yalnız, nasıl söylemeli, çok iri bir kadın bu Cemile hanım, sanki insanın başının üstünde tepinir.”

Bayram Beyaz ne eski kadını tanıyordu, ne Cemile hanımı, yanıt vermedi, kahveyi fincanlara boşaltıp pırıl pırıl gümüş tepsinin üstünde salona götürdü. Salonda, Yusuf Aksu kahvesini höpürdete höpürdete, büyük bir hazla içti, “Elinize sağlık, çok güzel olmuş! Cemile hanımınkilerden daha güzel. Müslüm efendininkilerden bile güzel!” dedi, sonra aradaki farkı Cemile hanımla Tokatlı Müslüm’ün kahve konusunda cimri davranmalarıyla açıkladı. “İkisi de abartır, çok abartır!” diye söylendi.

Bir sessizlik çöktü üzerlerine, tek sözcük konuşmadan, ağır ağır içtiler kahvelerini. Bayram Beyaz boş fincanı usulca sehpanın üstüne bıraktı, ikinci salonun raflarındaki sıra sıra ansiklopedilere ve sözlüklere baktı bir süre.

“Hocam, sözlük ve ansiklopedileri çok sevdiğiniz anlaşılıyor,” dedi.

“Doğru, çok severim,” dedi Yusuf Aksu. “Sözlükler ve ansiklopediler az ve öz yazan kitaplardır, hemen öze inmek isterler.”

Bayram Beyaz biraz şaşırdı.

“Sizce öteki kitaplar hiç öze inmez mi, hocam?” diye sordu.

“Belki inenleri olmuştur, ama ben ansiklopedileri yeğ tutarım,” dedi Yusuf Aksu.

Söz, ağır ağır, kitap ve ansiklopedi karşılaştırmasından tarihe, dilbilime, oradan da o günlerde adı oldukça sık geçen Saussure’e geldi. Yusuf Aksu, kitap dolaplarından birine doğru yürüdü, meşin ciltli bir kitap çekti, çekmecesinden bir zarf alıp içine koydu, getirip sehpanın üzerine bıraktı.

“Buyurun, kitabı burada, evde okur, sonra bana görüşlerinizi anlatırsınız,” dedi, gözlerini yukarılarda bir noktaya dikti, arkasından, deneyimli bir ansiklopedi okuru olarak, “Ferdinand de Saussure, İsviçreli dilbilimci, doğumu Cenevre, 1857, ölümü Vaud kantonu, 22 Şubat 1913,” diye ekledi. Varlığından güç almak istercesine, elini kitabın üstüne bastırdı. “Büyük bir dilbilimci olduğunu söylerler; ama, çok eskiden, bir arkadaşımdan duyduğuma göre, sarhoşun biriymiş; bu yüzden olacak, doğruyla yanlışı birbirine karıştırıp durmuş.” Eli hep kitabın üstünde, bir şeyleri anımsamaya çalışır gibi, gözleri yukarıda, “Sese gösteren adını verir, sonra tutar, nesneyle ses arasına bir de kavram sokuşturur; nesneyle sesin arasında nesnenin kavramı ne oluyor ki?” diye söylendi, sonra, bir şeylerden ürkmüş gibi, gözlerini Bayram Beyaz’ın gözlerine dikti, “Anladınız, değil mi?” diye sordu.

Bayram Beyaz kızardı.

“Tam olarak anlayamadım, hocam,” dedi çekine çekine.

Ama Yusuf Aksu yanıtını doğal buldu.

“Anlamasanız da olur,” diye yanıtladı. “Kafası karışık bir adamdır, nesne ortada dururken neden araya bir de kavram sokarak işleri büsbütün karıştırmalı ki?”

“Evet, hocam, çok haklısınız,” dedi Bayram Beyaz. “Öyle ya, neden karıştırmalı?”

Yusuf Aksu içini çekti.

“Dilciler böyledir, her şeyi birbirine karıştırırlar,” dedi. “Yalnız onlar mı? Dilcisi de, felsefecisi de, politikacısı da, hukukçusu da, matematikçisi de, hepsi, hepsi karıştırıyor, çünkü hepsi de dile belbağlamış, dili gerçek bir iletişim aracı sanıyorlar.”

Bayram Beyaz, bilgisizliğini ortaya koymak pahasına, “Neden, hocam?” diye sordu.

“İnsan dilinin temel özelliği böyle, yani onların düşündüklerinin tam tersi; Babil söylenini uyduranlar boşuna uydurmamışlar,” dedi Yusuf Aksu, “her şeyi birbirine karıştırmamıza dil neden oluyor.”

“Çok doğru, hocam,” diye onayladı Bayram Beyaz, ancak içi pek de rahat değildi: böyle olunca, günahı insanların defterine değil, dilin defterine yazmak, böylece belki ilk patronu da bağışlamak gerekirdi, ters mers, ama böyle. Gene de Yusuf Aksu’yu haklı bulmaktan kendini alamıyordu: örnek ortadaydı işte, İsviçreli adamın savını anlamıyordu, Yusuf Aksu’nun buna ilişkin açıklamasını da pek kavrayamamıştı, ama, Yusuf Aksu’nun dilin anlaşılmazlığına ilişkin savını anlamış olması bir yana, şurada saatlerdir karşılıklı konuşup anlaşıyorlardı, bu anlaşma bir yanılsamaysa, ondan ışık almaya çalışması da boşunaydı. Küçümsenip azarlanmayı göze aldı, “Ama sizin açıklamanızı çok iyi anlıyorum, hocam; öyleyse, siz de dili kullandığınıza göre, kusurun dilin kendisinden çok, dili kullananlarda olduğu söylenemez mi?” diye sordu.

Yusuf Aksu gülümsedi, nerdeyse elle tutulur bir esenlik içinde, Yunus’un bu konudaki gözlemlerini anımsadı, sonra, o çok derinlerden gelen uyumlu sesiyle, ağır ağır, anımsadıklarını Bayram Beyaz’a açıklamaya girişti: o, yani kendisi, hep gerçek bildirişimin, yani dil öncesinin bildirişiminin, daha insanların kekelediği dönemlerin bildirişiminin arkasından koşmuştu, yani onun aradığı bildirişim yalın bildirişimdi; oysa, hemen her toplumda, insanlar, bir yandan sözcük sayısını sürekli artırmaya çalışıyor, bir yandan da tek bir sözcüğe beş anlam birden yüklüyorlardı; böylece, sen “ekmek” ya da “toprak” dediğin zaman bile, karşındakiler bambaşka şeyler anlıyorlardı. Ama insan, doğası gereği, yaşadığına bakardı; açlık, susuzluk, gitme, gelme, isteme, geri çevirme, kızma, sevinme gibi duyum ve edimleri iletmek için hep somut göstergeler kullanırdı; bu duyum ve edimler dile hiç başvurulmadan da iletilebilirdi ya, dil binlerce yıldır süregelen bir toplumsal araç olduğundan, sözcüklere başvurmak daha kolay geliyor, bu da en açık şeylerin bile karıştırılmasına yol açıyordu. Ona göre, karmaşık söylemleri biraz olsun anlaşılır kılabilmek için, somutun düzlemine dönmek gerekirdi. Yazık ki, gereçleri öncelikle dil olduğundan, ansiklopediler bile bu amacı gerçekleştirmiş olmaktan uzaktı.

Yusuf Aksu, alnında boncuk boncuk terler, sol eli göğsünün üstünde, soluğu kesilmiş gibi duruverdi birden, başını önüne eğerek gözlerini yumdu. Sanki bir düş görüyordu da iyi seçemiyordu: kendisi mi konuşmuştu, yoksa Yunus’u mu dinlemişti, bilemiyordu, ama Yunus’un düşüncesini ilk kez böyle kesintisiz, nerdeyse eklemlenimsiz bir biçimde dile getirmiş gibi bir duygu vardı içinde. Bayağı uzun konuştuğunu da tüm benliğini sarmış olan ateşten anlıyordu. Gözlerini açtı, başını kaldırdı. Karşısında nerdeyse soluk bile almadan kendisine bakmakta olan Bayram Beyaz’ı gördü, tüm bunları ona anlattığını unutmuş gibi şaşırdı. Kendisi de ona baktı bir süre.

“Anlatabildim mi?” diye sordu.

“Evet, hocam, çok güzel anlattınız,” dedi Bayram Beyaz.

Başlangıçta, gözünü bile kırpmadan, nerdeyse soluk bile almadan, ağzı açık dinlemiş, sonunda, Chateaubriand gibi ağlamış ve inanmıştı: Yusuf Aksu usuyla, belleğiyle, bilgisi ve insanlığıyla, şu yeryüzünde bulabileceği en büyük ustaydı; üstelik, felsefe, hukuk, politika, matematik, her alanı bilir göründüğüne göre, yaşamın her alanında öncülük edebilirdi insana. İşte, gerçeğe ulaşma yolunda, kuramın ve uygulamanın ilk öğelerini büyük bir cömertlikle önüne seriyordu. Öyleyse daha dün uzak bir düş gibi görünen yetişim sürecinin bir anda gerçekleşme evresine girdiğini düşünebilirdi. Kendini tutamayarak birden ileriye fırlayıp ellerine yapıştı, üst üste birkaç kez öpüp alnına götürdü.

“Evet, hocam, çok güzel anlattınız,” diye yineledi. “Gözlerimin önündeki perdeyi kaldırıverdiniz.”

Yusuf Aksu “Bu çocuk deli mi yoksa? Önce el sıkıyordu, şimdi tutmuş el öpüyor! Böyle birdenbire ne oldu buna?” diye geçirdi içinden, sonra aradığı açıklamayı bulduğunu sandı, “Demek gidiyorsunuz,” dedi, gülümseyerek ayağa kalktı, “Umarım, gene görüşürüz: siz akıllı bir gençsiniz.”

Bayram Beyaz gitmeyi usundan bile geçirmemişti, ama soruya ister istemez olumlu yanıt vermek zorunda kaldı. Yusuf Aksu ne zamandır böyle uzun süre, hem de böyle coşkuyla konuşmamıştı, konuğunun, tam da böyle gençliğinin en güzel konusuna dönmüşken, birdenbire gitmek istemesine üzüldü, bu buluşmanın çok rahatlatıcı olduğunu, dünyasını genişlettiğini düşünüyordu. İçini çekerek elini omzuna koydu; bundan böyle, Müslüm efendinin aracılığına gerek kalmadan, istediği zaman kendisini görmeye gelebileceğini, bunun için birkaç saniyelik aralarla üç kez kapıya vurmasının yeteceğini söyledi. Sonra Saussure’ün kitabını koltuğuna sıkıştırdı.

“Bir de siz göz atın bakalım,” dedi. “Doğrusunu isterseniz, bana hep karışık, yer yer de saçma gelmiştir. Şu gösterge, ses, kavram, nesne konusunu o mu karıştırıyor, yoksa ben mi anlamıyorum? Okuyun da sonra bunu görüşelim.”

Bayram Beyaz göğsünün genişlediğini duyar gibi oldu.

“Peki, hocam, emriniz olur,” dedi, asansörle giriş katına, oradan da, merdivenle kapıcı dairesine inerken, bir an, başdöndürücü bir hızla göğe yükseliyormuş gibi bir duyguya kapıldı. Sanki bir düş evreninde deviniyor, ayakları yere değmiyordu.

Tokatlı Müslüm kapıyı açıp da “Buyur, hemşerim, şöyle buyur!” dediği zaman, gökten yere düşmüş gibi bir ürperti duydu. Ama o da bu yüceliğe uygun bir coşkuyla karşıladı kendisini. “Şimdi sıra kafaları çekmede!” diyerek çelik masanın üstüne damalı bir muşamba serdi, her biri başka bir boyda, başka bir biçimde, çatallar, kaşıklar, bardaklar, tabaklar getirdi. Bardaklara rakı koydu, Bayram Beyaz’ı zorla müdür makamına oturttu, rakı kadehini kaldırarak “Hadi, şerefe!” dedi.

Tam kadehlerin tokuşturulduğu sırada, kapı açıldı, buraya daha önceki gelişinde Müslüm efendinin sözü döndürüp dolaştırıp kendisine getirdiği Sivaslı Cemile, Müslüm’ün kendisinden bile iri bir kadın, başında çenesinin altından bağlanmış bir güllü yazma, sırtında kendinden kuşaklı, bol ve uzun bir basma giysiyle içeriye girdi, her şeyi önceden bildiğini kanıtlamak istercesine, “Oho! Bizim herifler sofrayı kurmuşlar bile!” dedi, ikisi altın, gerisi altın gibi pırıl pırıl dişlerini göstererek bir kahkaha attı. Kocaman kollarını dirseklerine kadar sıvayıp ak, yumuk ellerini birer makine gibi işleterek çoban salatası yaptı, sucuk doğradı, mezeleri ve yemekleri tabaklara koydu, geceye daha büyük bir katkıda bulunmak üzere, bol salçalı bir makarna hazırlamaya girişti. Bu arada, kendisi de “rakısını” alıp “Tokatlılar”la kadeh tokuşturdu; ama, kaç kez önerilmesine karşın, belki kocaman kalçalarını iskemleye sığdıramayacağını düşündüğü, belki kadın olarak ayakta kalmayı yeğlediği için, sofraya oturmadı; gelip gittikçe şöyle bir yudum aldı kadehinden, her seferinde de sol elinin tersiyle ağzını silmeyi unutmadı. Bu arada, yanından her geçişinde, Tokatlı Müslüm abartmalı bir biçimde dolgun kalçalarını, iri göğüslerini okşuyor, üzerinde üçer çift altın bilezik şıkırdayan tombul kolunu tutup öpüyor, bunun Tokatlılar’a özgü bir ayrıcalık olduğunu göstermek istercesine, hemşerisine göz kırpıyor, Sivaslı Cemile’nin harbiliği, cilvesi ve çekiciliği konusunda yorumlara girişiyor, “Ona Erkek Cemile demişler, baksana şu göğüslere, kollara ve bacaklara, on kadına bedeldir o!” diyordu. Sonra kuşağından yakaladı, çenesinin altındaki düğümü çözerek yazmasını çekip aldı. O zaman, Sivaslı Cemile’nin omuzlarına, sonra omuzlarından aşağıya doğru, en az on kadına yetecek bollukta, dalga dalga kınalı saçlar aktı. Ama Tokatlı Müslüm bununla da yetinmedi: bir şeyler getirip götürmek için yanına yaklaştığı her seferde, kolundan, belinden ya da ensesinden yakalayıp kendine doğru çekti onu, hamur, kurabiye, elma, karpuz, kavun benzetmeleriyle değişik yerlerinden öpüp durdu. Cemile hanım, aralarındaki açık ilişkiyi gizlemek gibi boş çabalara girişmemekle birlikte, hep utanır gibi yaptı, “Ayıp, rahat dur! Yaramazlığı bırak! Benden utanmıyorsan, hemşerinden utan!” türünden sözlerle kollarından sıyrılmaya çalıştı. Ama, öyle anlaşılıyordu ki, utanmak gerekmiyordu: hemşeri bir başka “ben”di, ondan utanmak kendi kendinden utanmak gibi bir şeydi, hep birlikte ikinci küçüğü yarıladıkları sırada, Erkek Cemile, bunu kanıtlamak istercesine, Tokatlı Müslüm’ün kollarından bir kez daha sıyrılarak “Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar!” deyip Bayram Beyaz’ın iskemlesini kaşla göz arasında geriye çekti, ata biner gibi kucağına oturdu, iyice eğilerek sol kulağının memesini dişlerinin arasına aldı, ısırmak için bir buyruk beklermiş gibi, öylece durdu. Bayram Beyaz, yüzünde sonsuz bir acı, korku ve utanç anlatımı, içgüdüyle ellerini arkasına çekerken, Tokatlı Müslüm’le göz göze geldi; en beklenmedik durumda ölümle burun buruna gelmiş gibi, tepeden tırnağa titredi. Ancak, korktuğunun tersine, Tokatlı Müslüm gülümsüyordu.

“Bak şu işe, bu gece de canı seni çekti kancığın! Sen Tokatlı, o Sivaslı olmasanız, ikinizin de karnını deşerdim!” dedi.

Bayram Beyaz, Sivaslı Cemile’nin kollarında, boz bir yılanın ağzında bir yeşil kurbağa gibiydi, tek sözcük söyleyemedi. Tokatlı Müslüm “Anlaşıldı!” diye söylendi. “Ben biraz dolaşacağım; siz de ne bok yerseniz, yiyin!”

Hemşerisi kapıdan çıkarken, Bayram Beyaz umutsuzca arkasından baktı, seslenmeyi, gitmemesi için yalvarmayı düşündü; ama, düşünceden eyleme geçmesine zaman kalmadan, Sivaslı Cemile kollarını çözüp kucağından kalktı, hemen arkasından, çocukluktan analığa geçer gibi, elinden tutup çekerek arkadaki odaya götürdü onu; sonra, hiç duralamadan, kendini kapının hemen solunda duran kırmızı koltuğa bıraktı, terliklerini karşı duvara doğru fırlattı, bacaklarını ayırıp ensesini koltuğun arkalığında avuçlarına aldı, “Soy beni!” dedi. Bayram Beyaz çocukluğunda yasadışı ilişkilerin günahı konusunda dinlediklerini anımsayarak irkildi, ama, buyruk bir kez daha yinelenince, bir uyurgezer gibi, ağır ağır, kırmızı koltuğa doğru ilerledi; buyruğu yerine getirmeye girişti, Sivaslı Cemile’nin göğsündeki üç sedef düğmeyi çözerken, çocukluk günlerinde belki yüz kez işittiği “Ateş, Kerem, tutuş, Kerem, yan, Kerem!” dizesini anımsadı, bir kez daha irkildi, gene de, Sivaslı Cemile’nin gönüllü katılımıyla, oldukça başarılı bir biçimde sürdürdü işini, ama, nerdeyse gözlerini yumarak indirdiği çivit mavisi, uzun ve bol donunun ardından, iç gömleğini sıyırıp da Sivaslı Cemile’nin dev bedeni tümüyle ortaya çıkınca, iki kocaman bacağın arasına yığılıverdi.

Onu soymak da Erkek Cemile’ye düştü böylece: kolundan çekerek az önce kendi oturduğu koltuğa atıp ceketinden çorabına, anadan doğma soyduktan sonra, bir kez daha elinden tutarak göbeği havaya gelecek biçimde, boş bir çuval fırlatır gibi, dipte, masa, iskemle, somya, buzdolabı, çamaşır makinesi, radyo, dolap yığınının arasında sıkışmış, daracık yatağın üstüne attı, gelip üstüne yumuldu, kısa bir süre sonra da, nerdeyse yalnızca kendi çabasıyla, gittikçe hızlanıp sertleşen bir devinimi başlattı, devinimi hızlanıp sertleştikçe, birbirine yaslanıp sıkışmış dolaplar, masalar, somyalar, iskemleler, radyolar, televizyonlar, buzdolapları, merdaneli çamaşır makineleri, büyüklü küçüklü fırınlar ve bir Remington yazı makinesi, alt alta, üst üste, Sivaslı Cemile yalnızca Tokatlı Bayram’ın değil de Maçka’nın tüm erkeklerinin üstünde deviniyormuş gibi gıcırdadı. Bir ara, Sivaslı Cemile çok güzel bir yemek düşünmüş gibi dudaklarını şaklattı, Tokatlı Bayram’ın başını ensesinden tutup göğsüne doğru çekti, “Bu odanın gıcırtısına bayılırım,” diye fısıldadı. “Ama bu gece daha da başka, çünkü, iki gözüm içine aksın ki, sen avrat altına ilk bu akşam yatıyorsun.”

Yüzde yüz doğruydu gözlemi. Ne var ki, kendisi doğrulup kalktıktan sonra, kocaman göğüslerini hoplata hoplata dolaptan su içmeye giderken, birileri içeriye girse de Bayram Beyaz’ı öyle kıpkırmızı, öyle terden sırılsıklam, kolları yanında, bacaklarını karnına doğru çekmiş, sırtüstü yatar durumda görseydi, Sivaslı Cemile’nin altından değil de karnından çıktığını söylerdi. Tokatlı Müslüm de, kapıyı aralayıp şöyle bir baktıktan sonra, “O ne, kız, oğlan mı doğurdun?” demekten kendini alamadı.

II

Bayram Beyaz çok aşağılardan, nerdeyse toprağın derinliklerinden geliyormuş gibi bir izlenim uyandıran birtakım insan ve araba sesleriyle gözlerini açtı, ama açmasıyla kapaması bir oldu: tüm varlığının hoş bir hafiflik, sıcaklık ve esenlik içinde yüzdüğünü duyuyor, bu yepyeni duygunun uçup gitmemesi için, değil çevresine bakmak, soluk almaktan bile çekiniyordu. Kollarının arasında bir yastık, uzun süre, parmağını bile oynatmadan yattı öyle. Sonra, bilincinde düşünceye, hatta anıya benzer hiçbir şey belirmemekle birlikte, bu hafiflik, sıcaklık ve esenliği akça pakça bir kadının kocaman kollarının ve kocaman göğüslerinin tadı olarak algıladı; yastığı bıraktı, yatağın iki yanında, elleriyle bu kadını aradı, bulamadı; bedenini bu kadının bedeniyle değiştirmiş, böylece, yüzü, elleri, göğsü, göbeği, bacakları eskisiyle karşılaştırılamayacak ölçüde daha sıcak ve daha yumuşak bir nitelik kazanmış gibi bir duyguya kapıldı. Hep bu tuhaf, ama çok hoş duygu içinde, ellerini bedeninde dolaştırdı bir süre; sonra, bu umulmadık duygunun nedenini anlamak istercesine, birden gözlerini açtı. Tepesinde çok yüksek ve çok geniş bir tavan ve çok büyük bir avize gördü. “Allah Allah! Allah Allah! Ben buraya ne zaman geldim ki?” diye söylendi. “Yoksa sarhoş muyum?” Doğrulup oturdu, gözlerini çevresinde dolaştırdı.

Önce karşısında kapalı bir kapı, sonra kapıdan ayaklarının dibine dek gelen bir kırmızı yolluk, sonra, sağ yanında, koyu kırmızı kadife perdeleri kapalı iki kocaman pencere, sonra, duvar diplerinde, odanın ortasında, boy boy, biçim biçim sehpaların çevresinde, yan yana, karşı karşıya, boy boy, biçim biçim, renk renk koltuklar, bir köşede, kocaman bir yuvarlak masa, çevresinde yüksek arkalıklı iskemleler, en dipte içi silme porselen tabakla dolu, çok eski bir camlı dolap gördü, sonra üstünde oturmakta olduğu geniş ve yüksek pirinç karyolaya dikti gözlerini, titremeye başladı, “Buraya nasıl geldim ki? Peki, burası neresi?” dedi kendi kendine, kalktı, bir koltuğun üstünde pantolonuyla ceketini, onların üstünde de Yusuf Aksu’dan aldığı kitabı gördü, kapıya gitti, dört ayrı odaya açılan kapıları araladı, odaları da birbiri ardından dolaştı, ilk ikisi boştu, öbür ikisinde, tıpkı Müslüm’ün evinde gördüğü gibi, karmaşık bir biçimde, üst üste, alt alta, dağ gibi bir iskemle, masa, sehpa, dolap, buzdolabı, çamaşır makinesi, fırın yığını yükseliyordu. En üsttekiler nerdeyse tavana değecekti. Öyle durup baktı bir süre. “Bunca eşyayla ne yapılır ki?” dedi kendi kendine. Sanki uzun bir yolculuğa hazırlanıyorlardı, sanki hep yolculuktaydılar, sanki birileri tüm bu nesneleri ileride, en sonunda varacakları yerde, ikinci bir yaşamda kullanacaktı. Sonuncu odada, bir yarı karanlık içinde, birden başı döndü, olduğu yere yığılıp kaldı, sırtı duvarda, gözleri bir önceki odada gördüğüne çok benzeyen bir eşya yığınında, öylece durdu, sonra, birdenbire, kendisi de bu odanın bir parçasıymış ya da bu eşyalardan birine dönüşmek üzereymiş, en azından, bundan böyle hep bu eşyalar arasında kalacakmış gibi bir korku büyüdü içinde, titremeye başladı. Birkaç kez kalkmaya çalıştı, tam başardığı sırada, yeniden yığıldı olduğu yere, korkuyla gözlerini yumdu. En sonunda, büyük bir çabayla kalktı, duvarlara tutuna tutuna giriş kapısına doğru ilerledi, açmak istedi, kapının dışarıdan kilitli olduğunu anladı. Yatağın bulunduğu odaya döndü. En yakın pencerenin önüne geldi, perdesini çekti, içeriye yumuşak bir ışık doldu. Uzakta, ağaçların ve bir caminin ötesinde, deniz ışıl ışıldı. Pencereyi açmaya çalıştı, açamadı. Aşağıda, yoldan geçmekte olan arabaları gördü. Bir kez daha, buradan hiçbir zaman çıkamayacağını düşündü. Öylece, yalınayak, don gömlek, pencerenin dibine yığılıp kaldı.

Kapının anahtarla açılmakta olduğunu işittiğinde uyuyor muydu, yoksa hiçbir şey düşünmeden bekliyor muydu, ayrımına varamadı; ama, o anda, hemen kalkmak, eşya yığınları arasında bir yerlere saklanmak istediği kesindi. Erkek Cemile’nin, bir elinde bir kasetçalar, öbür elinde bir tepsi, içeriye girdiğini görünce, daha da güçlü bir biçimde duydu bu isteği. Kapının önünde, odayı bir süre gözden geçirdikten sonra, gülümseyerek kendisine doğru yöneldiği sırada da olduğu yerde büzülerek başını korkuyla önüne eğdi. Cemile hanım tepesine dikilerek ortalık koltuk doluyken neden böyle yerde oturduğunu sorunca da ürkek bir hayvan gibi yerinden fırlayıp yatağın yanında, bir iskemlenin üstünde duran giysilerine doğru atıldı, kaşla göz arasında giyiniverdi.

“Ne oluyor sana böyle, oğlum?” diye güldü Erkek Cemile. “Sanki hiç don gömlek görmedik mi seni?”

Bayram Beyaz yüreğinin gümbür gümbür vurduğunu duyuyordu, yanıt veremedi. Erkek Cemile gözleriyle masayı gösterdi ona. Sonra kendisi de masaya yaklaşıp tepsiyi ve kasetçaları üstüne koydu.

“Sen bu sabah bir tuhafsın! Otur şuraya da kahvaltını et,” dedi, kasetçalarının düğmesine bastı, yanık bir kadın sesi yükseldi.

Bayram Beyaz elini ekmeğe, peynire, bardağa uzatacak gücü bile bulamadı. Çayını da, peynirini, ekmeğini de Cemile hanım verdi ağzına. Birbiri ardından üç bardak çay içtikten sonra, yavaş yavaş, korkusu geçmeye başladı. Odaya girişinden beri ilk kez, Cemile hanımın yüzüne bakmayı göze aldı.

“Ben buraya nasıl geldim?” diye sordu.

“Ben getirdim,” dedi Cemile hanım.

“Nasıl getirdin?”

“Kucaklayıp getirdim.”

“Evin burası mı?”

“Evet, burası,” dedi Cemile hanım, arkasından bir kahkaha attı. “Neden dersen, en çok burayı severim.” Durdu, neler düşündüğünü anlamak, ya da bir hayranlık belirtisi aramak üzere, uzun uzun yüzüne baktı. “Ama tek evim değil,” diye ekledi. “Öteki evlerimi de görmek ister misin?”

Bayram Beyaz’ın herhangi bir yanıt vermesine zaman kalmadan, elinden tuttu, öteki elinde koca bir anahtar destesini şakırdatarak kapıya doğru sürükledi. Kapının önünde, Bayram Beyaz birden durdu.

“Burası Yusuf beyin apartmanı değil mi?” diye sordu.

“Evet, iyi bildin,” dedi Cemile hanım, karşısında durup yukarıdan bakarak anlamlı anlamlı gülümsedi, destedeki anahtarlardan biriyle yandaki dairenin kapısını açtı. Odaları dolaştılar. Bayram Beyaz burada da üç aşağı beş yukarı aynı düzeni, aynı eşya yığınlarını gördü. Bir alt kattaki bir başka daire de üç aşağı beş yukarı aynı görünümü sunmaktaydı: masa, iskemle, koltuk, dolap, buzdolabı, çamaşır makinesi, fırın, ayaklı ayaksız dikiş makineleriyle doluydu.

“Bunca daireyi, bunca eşyayı ne yapacaksın?” dedi Bayram Beyaz. “En az on beş buzdolabın var!”

“Fazla mal göz çıkarmaz,” dedi Cemile hanım. “Eşyaları müşterisi çıkarsa, satarım, olmazsa, yoksullara veririm. Evlerimin de hangisini canım isterse onda otururum, ayağımı uzatıp kasetimi dinlerim.” Belki dördüncü, belki beşinci dairenin kapısını açtı. “Burası da benim,” dedi. Bir elinde anahtar demeti, bir eli Bayram Beyaz’ın omzunda, bu daireyi de gezdirdi ona, sonra üzerine doğru eğildi, “Neyse, bu kadarı yeter! Şimdi yukarıdaki dairemize gidelim,” diye fısıldadı kulağına.

Bayram Beyaz öylece dikilip kaldı.

“Kiraladın mı bunları?” diye sordu.

“Yok, neden kiralayayım ki!” dedi Cemile hanım. “Müslüm anahtar uydurdu. Yusuf bey çok zengin, kiraya vermiyor. Biz de ona ortak çıktık.”

Öyle bir konuşuyordu ki her daire düşman elinden kurtarılmış bir yurt parçasıydı sanki. Bayram Beyaz, şaşkınlıkla kendisine bakıyordu.

“Ortak mı? Yusuf beye mi?” diye sordu.

“İyi bildin! Ortak!” dedi Cemile hanım. “Evet, Yusuf beye.” Anahtar destesini şakırdattı. “Canım neresini isterse, orada yatabilirim, canım neresini isterse, orada dinlerim teybimi.” Asansöre bindirip üçüncü kata çıkardı onu, az önce çıktıkları kapıyı açtıktan sonra, elinden tutup bir çocuk gibi pencereye doğru sürükledi. Perdeyi iyice açtı. “Buradan deniz de görünür. Şehirliler denize bakmayı çok sever. Sen de sever misin?” diye sordu.

Bayram Beyaz yanıt vermedi, bir şaşkınlıktan başka bir şaşkınlığa düşmüştü. Kafası belki eskisinden de karışıktı. Evin insanları ortadan çekilince, deliklerinden çıkarak kilerde ve mutfakta birer ev sahibi gibi keyif çatan fareleri anlatan bir masalı anımsadı. Bu kadınla bu adamın büyük ustanın arkasından dolap çevirdiklerini, onu aldattıklarını düşündü, gırtlağına bir şey takılmış gibi yutkundu. Aynı anda, Erkek Cemile koluna yapıştı, sürüklercesine yatağa götürdü onu, oturttu, sırtından ceketini, ayaklarından ayakkaplarını çıkardı, kucaklayıp kaldırmasıyla sırtüstü yatırması bir oldu, “Rakıyı fazla kaçırdığın belli, çok yorgun görünüyorsun, ama dert etme, ben seni kendine getiririm,” dedi, yanına oturdu, ensesini, sırtını, karnını okşadı, elini pantolonunun içine soktu, kulağına doğru eğildi, “Şimdi sen de bize ortak çıktın,” diye fısıldadı.

Bayram Beyaz büzüldükçe büzülüyor, bacaklarını birbirine yapıştırıp geriye doğru kaymaya çalışıyor, ne diyeceğini bilemiyordu.

“Peki, kocan?” dedi sonunda.

“Hangi kocam?”

“Şu yaşlı adam.”

“Hangi yaşlı adam?”

“Müslüm abi yaşlı bir kocası var diyordu.”

Cemile hanım bir kahkaha attı, artık nerdeyse duvara yapışmış olan konuğunu kendine doğru çekti.

“Kocam mocam yok benim,” diye yanıtladı. “Müslüm’ün uydurması o. Müslüm hep uydurur, bilmez misin? Doğruyu söylerken bile uydurur.”

“Neden uydursun ki durup dururken?”

“Neden olacak? Birilerini boynuzluyormuş gibi görünmek için,” dedi Sivaslı Cemile, bir kahkaha daha attı. “Desin, ne yapalım, biz ortağız.” Durdu, hiçbir şey söylemeden, Bayram Beyaz’ı bacaklarını açmaya zorladı. “Sen de bize ortak çıktın,” diye ekledi.

“Ben kimseye ortak çıkmadım, çıkmaya da niyetim yok,” diye sızlandı Bayram Beyaz, biraz daha büzüldü yattığı yerde, dönüp yüzükoyun yatmaya çalıştı.

Cemile hanım bu çabasını da boşa çıkardı, bacaklarını indirip elini göbeğinden aşağıya doğru uzattı.

“Çıkmasan da çıkacaksın, biz hemşeriyiz,” dedi.

“Evet, hemşeriyiz,” diye kekeledi Bayram Beyaz, başı dönüyordu, boşaldı boşalacaktı. “Ağır ol,” diye yalvardı. “Böyle şeyler gündüz olmaz. Utanıyorum.”

“Utanıyorsan, gözlerini yum,” dedi Cemile hanım, sonra daha da hızlandı. “Biz hemşeriyiz,” diye yineledi.

Bayram Beyaz kurtulmak için son bir çaba daha harcadı, ama başaramadı.

“Evet, hemşeriyiz,” diye doğruladı. “Ağır ol, ağır ol, ağır ol!” Bedeni tepeden tırnağa dalgalandı. Pantolonun üstünden Cemile’nin eline yapıştı, var gücüyle sıktı. Ama işe yaramadı. “Oldu mu şimdi?” dedi üzüntüyle, öylece uzanıp kaldı. “Hocaya böyle nasıl giderim?”

“Hoca aşağı, hoca yukarı! Aklın hep onda! Neden böyle bu çatlak İstanbullu’nun çevresinde dolanıp durursun ki? Kafanın içindeki ne?”

“Kafamın içinde bir şey yok. Yusuf bey çok kafalı bir adam.”

“Çok kafalı mı?”

“Evet, çok kafalı.”

“Adam çok kafalı oldu mu malı da çok mu olmalı? Ağzımı açtırtma şimdi!” dedi Cemile hanım, gizemli bir biçimde göz kırptı. Göründüğü kadarıyla, Tokatlı Müslüm gibi o da Bayram Beyaz’ın Yusuf Aksu’dan bir şeyler koparmayı tasarlamasından kuşkulanıyordu. Doğrulup kalktı. “Neyse, biz hemşeriyiz, Müslüm de, ben de senin arkandayız,” dedi.

“Sağ ol. Ama benim artık gitmem gerek,” dedi Bayram Beyaz.

“Burada su mu çıktı? Hem de sen hocaya gitmeyecek miydin?”

“Belki akşam. Şimdi gitmek zorundayım. Şu zarftaki koca kitabı okuyup bitirmem gerek. Neden hep okşamak istiyorsun ki beni?” dedi, sonra kolundaki altın bileziklere baktı. “Sana bilezik alayım diye mi?” diye üsteledi.

Cemile hanım birden sinirlendi.

“Sen Erkek Cemile’yi ne sandın, sığırcık cücüğü? Erkek Cemile bilezikle satın alınmaz! Açtırma şimdi ağzımı!” diye azarladı. Ama, Bayram Beyaz’ın ağlamaklı olduğunu görünce, yumuşayıverdi. “Benim hiç çocuğum olmadı. Sen de apak, bıngıl bıngılsın, yumurta gibi,” dedi, derin derin içini çekti. Gözleri yaşlarla doldu birden, “Beni memleketten kaçıran orospu çocuğu karnımı da, içindeki çocuğu da öyle bir kazıttı ki kuruttu beni: ne çocuğum oluyor, ne bir şey. Ben de, senin gibi birini bulunca, inadına…”

“İnadına?..”

“İnadına altıma alıyorum.”