banner banner banner
Yalan
Yalan
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Yalan

скачать книгу бесплатно


Bayram Beyaz’ın aradığı bir adam yoktu, ama, en az iki yıldır, havasız ve ışıksız bir hücrede dört döner gibi, bir boşluk ve aldatılmışlık duygusu içinde gidip geliyor, herhangi bir çıkış yolu da göremiyordu. Dostlarının anlattığına göre, yaklaşık beş yıl önce, hem çok çalışkan bir öğrenci, hem tek namazını aksatmamış, orucunu yolculukta ve hastalıkta bile bozmamış, ödünsüz bir müslüman olarak, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdiği zaman, böyle bir sorunu yoktu. Bugün olduğu gibi o zaman da dünyaya ve ülkeye ilişkin her şeyi bilmeye, her şeyi birbirine bağlamaya büyük önem veriyordu; genellikle bunu başaramamakla birlikte, ta Tokat Lisesi’nde okuduğu günlerden beri, Tanrı aşkını dünyaya egemen kılmanın her aksaklığı düzelteceğine inanmaktaydı, bu nedenle de içi rahattı: en azından çözümü biliyordu. Böylece, bu ülkede inanmış kişilerin haklarını savunmak üzere politikaya atıldığını söyleyen güçlü bir işadamının yanında oldukça dolgun bir aylıkla iş bulup da her konuda ona yardımcı olmaya başlayınca, daha bir rahatlamıştı: hem iyi para kazanarak gönlünce yiyip içiyor, hem de kutsal bir amaç için çalışmanın mutluluğunu duyuyordu; patron da yanında çalışanların her sorununu düşünen, yücegönüllü bir insana benziyordu doğrusu; örneğin, o günlerde pek az insan böyle bir gereksinim duyarken, “Parasını aylığından keseceğim,” diyerek avcuna az kullanılmış bir kırmızı Volkswagen 303’ün anahtarını sıkıştırmış, bir an önce sürücülüğü öğrenip ayaklarının yerden kesilmesi için de şoförünü tam iki ay onun buyruğuna vermişti.

Ne var ki Bayram Beyaz’ın Volkswagen 303’ün direksiyonuna geçmesiyle patronun özel yaşamını tanımaya başlaması aynı zamana rastlamıştı: dindar adam tecimini yüzde doksan “gayrimüslimlerle” yürütüyor, haftada en az iki gecesini küçük kızı yaşındaki metresinin yatağında geçiriyor, kızlarının baş bağır açık gezmelerine hiç sesini çıkarmıyor, yandaşlarına yalan üstüne yalan söylemekte hiçbir sakınca görmüyordu. Bayram Beyaz böyle bir dinsiz için çalışmayı sürdürmenin Tanrı’ya da, Peygamber’e de saygısızlık olduğunu düşündü: borcunun bitmesini bile beklemeden adamla ilişkisini kesti, birkaç işe daha girip her birinde bir başka ikiyüzlülük ya da dolandırıcılık türüne tanık olduktan sonra, namazı ve orucu da, din yolunda savaşmayı da işin uzmanlarına bıraktı: her şeyi bilen ve gören yüce Tanrı, geçici bir biçimde bile olsa, yolundan gittiklerini söyleyen madrabazların insanları böyle utanmazca aldatmasına izin veriyorsa, sorunlarını kendisi çözsündü, Bayram Beyaz bu işte yoktu. Sonunda, tüm geçmişine meydan okurcasına, yansızlığıyla ün yapmış olan bu gazeteye girdi. Burada, patron değilse de çalışanlar ille de söylediklerinin tersini yapmak ya da yaptıklarının tersini söylemek zorunluluğunu duymuyorlardı; öte yandan, görevi gazetenin hesap işlerine bakmakla sınırlı da olsa, politikaya ve felsefeye meraklı bir insan olduğundan, düşünce ürettiği varsayılan bir kuruma katkıda bulunmak hoşuna gidiyordu; müdürü de hoş bir adamdı doğrusu, her konuda bir görüşü, her çevreden dostları vardı; ayrıca, aralarındaki büyük yaş farkına karşın, kendisine arkadaş gibi davranıyor, dost söyleşilerine onu da katmakta bir sakınca görmüyordu. Böylece, ilk seçtiğine yüzde yüz karşıt bir yolda da olsa, bayağı ilerlediğini, düşünsel çevreninin gittikçe genişlediğini sezinlemekteydi.

Bununla birlikte, ilk işinden ayrılmaya karar verdiği günlerden beri içinde çırpınmaya başladığı boşluk duygusu hep sürmekteydi. Bu duyguyu yenebilmek için, Şemsi Çamlı’nın salık verdiği, kimilerini de kendi evinden getirdiği felsefe kitaplarını okumaya girişti. Platon’ dan Aristoteles’e, Schopenhauer’den Nietzsche’ye, birçok filozofu elden geçirdi. Ama, doğrusunu söylemek gerekirse, hiç girişmemiş olmayı yeğ tutardı: başlangıçta her şey çok iyi gidiyor, hangi felsefeciyi okursa okusun, hem yüzde yüz anlıyormuş gibi bir izlenime varıyor, hem de söyleneni tümüyle benimsiyordu: “İşte aradığım adamı buldum!” diye söyleniyordu her seferinde. Ne var ki, ilk sayfaları aşıp da ayrıntılara gelince, gerçek yaşamın açıklarına düşmüş gibi bir duyguya kapılıyor, her şeyi karıştırmaya başlayarak yeniden başa dönüyor, ancak daha iyi anlayayım diye geri döndüğü sayfa, bu kez sorgulayarak okuduğundan, çok daha karmaşık geliyor, yazarının haklı mı, haksız mı olduğunda bir karara varmak şöyle dursun, tam olarak ne dediğini anlamakta bile zorlanıyordu. Her şeye karşın, bir meydan okuma duygusuyla, dişini sıkıp kitabın sonuna dek gidiyordu, ama sonuç hep aynıydı: tarihleri, yer ve kişi adlarını, olayları belleğine yerleştirmekte öteden beri fazla güçlük çekmezken, felsefe kitaplarından belleğinde ezici bir yorgunluk izleniminden başka hiçbir iz kalmıyor, böylece, Kant da, Schopenhauer da, Nietzsche de, Platon da onun için hep aynı çizgide birleşiyordu: filozoflar kulağını tersinden gösteren adamlardı, hiçbir zaman kavrayamayacaktı onların gerçek düşüncelerini. Böylece, felsefe defterini şimdilik kapatmıştı, ama umudunu kesmiş değildi, kafasını ta çocukluğundan beri veli ve pir öyküleriyle doldurmuş olmasının da etkisiyle, bu işin bir odaya kapanıp kitap okumakla gerçekleştirilemeyeceği, felsefenin de tıpkı saymanlık, tıpkı sürücülük gibi, bir hocadan ya da bir ustadan öğrenilebilecek bir uğraşım olduğu sonucuna vardı. Böyle soğuk ve soyut kitapların ötesinde, karşısına diz çöküp oturulacak, ne öğrenmesi gerekiyorsa onu öğretecek, bir usta, bir ayrıcalıklı adam düşlemeye başladı.

Yusuf Aksu işte böyle bir dönemde çıktı karşısına.

Bayram Beyaz, “bilim ve düşün çevrenimizden bir kuyrukluyıldız gibi geçen” bu gizemli bilgin üzerine söylenenleri okumaya giriştikten sonra, belki üçüncü, belki dördüncü yazıda, bir tür içgüdüyle, aradığı ustanın bu adam olabileceğini düşündü. Besbelli, ünden, şandan, gösterişten tiksinen, gerçek bir bilgeydi. Ünlü köşe yazarlarımızdan birinin kendisini “dili ve tarihi felsefeyle harmanlayan büyük bir bilgin” diye nitelediğini görünce, sanısı daha da güçlendi; arkasından, gazetecilere söylediği “Sözcükler her şeyi çorbaya çeviriyor!” tümcesini okuyunca, felsefe kitaplarını neden anlamadığını da kavrar gibi oldu, herkesin önderliğe kalktığı bu tuhaf toplumda kendi sessiz köşesine çekilmeyi yeğleyen bu adamın gerçekten büyük bir düşünür, her şeyin kökenine inmeye çalışan bir bilge, dolayısıyla kendisini bu boşluk ve aldatılmışlık koşulundan kurtaracak tek adam olduğundan kuşkusu kalmadı, “Ne pahasına olursa olsun, ona ulaşacağım!” diye söylendi, düşüncesini arkadaşlarına da açtı.

Arkadaşları güldüler: bir kez, alanını şaşırmıştı: bunca zamandır iyi bir felsefeci diye sayıklayıp durmuştu, bu adamsa, adı üstünde, dilbilimciydi. İkincisi, “Hemen gidip görüşeceğim onunla,” diyordu, oysa, Yusuf Aksu olayını ayrıntılarıyla inceledikten sonra, bunun olanaksız olduğunu bilmesi gerekirdi. Hakkı Köse müdürün kulağına eğildi, “Abi, gerçekten haklıymışın: seninkinin beyninin bir yarısı sürekli kestiriyor,” dedi. Gene de, iş çıkışı, Bayram Beyaz Kızıl Tosbağa’yı önünde durdurup “Abi, ne olur, şu evi bir gösteriver bana,” deyince, isteğini geri çevirmeye yüreği elvermedi.

Ama, yol boyunca, “Değil onunla konuşmak, yüzünü bile göremeyeceksin; yaşayıp yaşamadığını da bilmiyoruz, belki çoktan ölmüştür zavallı!” türünden sözler edip durdu. Arabadan inince de her şeyin söylediği gibi olduğunu düşündü: görkemli yapı tümden bırakılmış gibiydi, girişindeki donuk ışık bir yana, baştan aşağı karanlık içindeydi; üstelik, bu karanlık gündüz gidip gece gelen bir karanlığa değil de bir daha gitmemek üzere yerleşmiş bir karanlığa benziyordu. “Sanırım, yanılmamışım, zavallı adam! Çok da yaşlı sayılmazdı,” diye mırıldandı. Bu nedenle, iki hırsız gibi, sessizce girdikleri apartmanda, otomatiği ve asansörü çalışır bulunca, hem şaşırdı, hem sevindi. Beşinci katta, birkaç kez, hem de uzun uzun, parmağını zile bastırdı. Kulağını kapıya dayayıp dinledi. Rengini yitirmiş bir yüzle kendisini izleyen Bayram Beyaz’a baktı, “Bu zil çalmıyor,” dedi. Cebinden bir anahtar çıkarıp önce usul usul, sonra gittikçe daha sert bir biçimde kapıya vurmaya girişti. Aradan iki dakika geçmeden, pos bıyıklı, kara kasketli, kara avcı yelekli ve çok iri adam belirdi yanlarında. “Kimsiniz? Burada ne arıyorsunuz?” diye sordu, Hakkı Köse Yusuf Aksu’yla görüşmek istediklerini söyleyince de horgörüyle dudak büktü, “Evde yok, Avrupa’ya gitti, ayrıca burada da olsa kimseyle görüşmez,” diye ekledi. Bayram Beyaz’ın dili tutulmuş gibiydi. Adamla yalnız Hakkı Köse konuştu: Yusuf Aksu’yu tanıdığını, kolay kolay telefona çıkmadığını da bildiğini belirtti, bu durumda kendisiyle görüşmek istediğini önceden nasıl bildirebileceğini sordu. Adam, adlarını verip görüşme konusunu da kendisine bildirmeleri durumunda, haberin yerine ulaşacağını söyledi ya Hakkı Köse’nin görüş alışverişinde bulunma gerekçesini saçma buldu, “Bizim patron avukat değil!” dedi, sonra, hiç eveleyip gevelemeden, kas gücünü fazlasıyla aşan bir güce dayandığını sezdiren bir havayla, burada daha fazla oyalanmalarının kendileri için iyi olmayacağını bildirip asansörün kapısını gösterdi. Hakkı Köse arkadaşının kulağına eğildi, “Kapıcı numarası yapıyor, ama sıkı bir koruma: boya posa baksana!” diye fısıldadı. “Bizden başka korumasız adam kalmadı şu memlekette!” Hem bir kez daha haklı çıktığı, hem de, büyük adam olmasının daha çok bir ölü gibi düşünülmesini kolaylaştırmasına karşın, Yusuf Aksu’nun ölmediğini öğrendiği için hoşnuttu. Bayram Beyaz’sa, bayağı düş kırıklığına uğramış olmakla birlikte, tümden umudunu kesmiş değildi.

Ertesi gün, işe giderken de, işten dönerken de yolunu uzatıp Maçka’daki apartmanı kolaçan etti, akşam karşılarına çıkan iriyarı adamın kapıda oturduğunu görünce, beklenmedik bir korkuyla titredi, herhangi bir girişimde bulunmaktan vazgeçti. “Nasıl olsa adres belli!” diye söylendi. Eriştiği bu biricik veriyi değerlendirerek tam iki hafta süresince, Yusuf Aksu’ya her gün bir başka mektup yazdı, her gün biraz daha zorlu bir tutkuya dönüşen dileğini yineledi. Hiçbir yanıt gelmedi. O zaman, gazeteden izin alarak, tam sekiz gün süresince, Yusuf Aksu’nun sokağa çıkmasını bekledi; dokuzuncu gün, öğleüzeri, havanın oldukça sıcak ve pırıl pırıl olmasına karşın, sırtına uzun bir yağmurluk giymiş, orta boylu, zayıf bir adamın kapıdan çıkarak ürkek adımlarla kaldırımın kıyısına dikildiğini, Yusuf Aksu’nun gazetelerde yayımlanan fotoğrafına da çok benzediğini gördü, Kızıl Tosbağa’yı çalıştırmasıyla yolu geçip önüne varması bir oldu. Arabadan fırlayıp karşısına dikildi, “Hocam, yardımcı olabilir miyim?” diye sordu. Adam, elleri yağmurluğunun ceplerinde, korkuyla karışık bir şaşkınlıkla yüzüne baktı, sonra, hiçbir şey söylemeden, kendisi arabadan çıktığı sırada yanaşıp durduğu anlaşılan ve şimdi açılmış kapısının önünde, özel kılıklı, iriyarı, ama bayağı yaşlı bir adam bekleyen kocaman arabaya doğru yürüdü.

Bayram Beyaz büyük adama ulaşmanın belki de tek yolunun kendilerini kabaca geri çevirmiş olan iriyarı kapıcı ya da koruma olduğunu düşündü o zaman; bir hafta da ona yaklaşmanın yollarını araştırdı, bir iki kez polis gibi uzaktan uzağa izledi onu, bakkaldan, kasaptan, çiçekçiden, yakınlarda bir kahvenin garsonundan bilgi almaya çalıştı. Hepsinin de ondan saygı ve korkuyla söz ettiklerini gördü: “Müslüm abinin sağı solu belli olmaz!” diyor, başka bir şey demiyorlardı. O gene de umudunu kesmedi. Bir sabah, koltuğunun altında üç ekmek ve bir gazeteyle bakkaldan döndüğü sırada, birden karşısına dikildi.

“Merhaba, Müslüm abi,” dedi.

“Merhaba,” diye yanıtladı kapıcı, öyle durup ölçüsünü alır gibi tepeden tırnağa süzdü onu. Bu bıyığıyla kravatından başka her şeyi bir yumuşaklık ve yuvarlaklık izlenimi uyandıran, hiç güneş görmemiş gibi apak, ablak yüzlü, seyrek saçlı, nerdeyse boyunsuz, ufak tefek, karpuz göbekli adamı tanımaya çalıştı, bir yerlerden çıkarır gibi oldu, ama belli bir uzama ve belli bir zamana bağlayamadı, herhalde çok eskiden ve bir başka yerde, örneğin memlekette gördüğünü düşündü. “Kusura kalma, bir yerlerden gözüm ısırıyor seni, ama tanıyamadım. Tokatlı mısın?” dedi.

Bayram Beyaz şaşırdı, ama, bir an sonra, gözlerinde bir parıltı belirdi.

“Evet, Tokatlıyım,” dedi sevinçle.

“İçinden mi?”

“Evet, içinden.”

“Adını bağışla.”

“Adım Bayram.”

“Soyadın?”

“Soyadım Beyaz.”

“Hiç duymadım, ama ben Tokat’ın köylüğündenim, hem de yedi yıldır memlekete gidemedim,” dedi Tokatlı Müslüm, gözlerini bilinmedik hemşeriye dikti, zararsız, üstelik okumuş birine benzediğini, iyi bir hemşerinin yeri gelince çok yararlı olabileceğini düşündü. “Bir emrin mi vardı?” diye sordu.

“Estağfurullah. Hemşerim olduğunu duydum, tanışmak istedim,” dedi Bayram Beyaz.

Tokatlı Müslüm hemşerisine düşlerindeki apartmanı gösterdi.

“Gel, buyur, eve gidelim,” dedi.

Bayram Beyaz, başka hiçbir yoldan sağlanmaz görünen bir olanağı belki de beklenmedik bir hemşeriliğin sağlamak üzere olduğunu görmenin sevinci ve şaşkınlığı içinde, Tokatlı Müslüm’ün ardından iki merdiven inip karanlık bir odaya girdi.

Hemşerisi ışığı açınca, dolap, masa, koltuk, iskemle, kanepe, somya, şilte, bozdolabı, çamaşır makinesi, fırın, radyo, televizyon, tavana dek yükselen, karmakarışık bir eski eşya yığını karşısında buldu kendini, sonra, üstüne çiçekli bir muşamba örtülmüş bir çelik yazı masası, çelik masanın çevresinde hiçbir zaman cila ya da boya görmemiş, ama kullanıla kullanıla parlamış üç tahta iskemle, biraz ilerisinde, duvar girintisi içinde, sarı bir muslukla birkaç yerinden çatlayıp onarılmış, avuç içi gibi bir lavabonun iki yanında, üstünde kırmızı bir plastik leğen, içinde tabak ve bardaklar görünen bir küçük tahta dolapla aynı boyda bir başka dolabın üstünde üçlü bir havagazı ocağı gördü. Ocağın üstünde mavi çinkodan, şişkin göbekli bir çaydanlık tıkırdıyordu. Tokatlı Müslüm üç tahta iskemleden birini geriye çekti, konuğuna oturmasını söyledi, cebinden Parliament paketini ve çakmağını çıkarıp bir sigara yaktı, sonra paketi ve çakmağı hemşerisinin önüne koydu.

“Buyur, yak bir tane,” dedi.

“Sağ ol, Müslüm abi, ben sigara kullanmam,” dedi Bayram Beyaz.

Tokatlı Müslüm hiç sesini çıkarmadı, paketi ve çakmağı alıp cebine koydu, sonra, kırmızı çizgili bir bardağı sırf demle doldurdu, üstüne küçük bir plastik kaptan dört kaşık şeker attı, getirip önüne bıraktı.

“Sen çayını içerken, ben şunları yerine vereyim,” dedi, üç ekmekten ikisiyle gazeteyi bıraktığı yerden aldı. “Hemen dönerim, pek bir kiracı yok apartmanda, çünkü patron çıkanların yerine yenisini almıyor.”

“Neden?”

“Çocuklu mocuklu istemiyor, köylü möylü de, tüccar müccar da istemiyor; kısacası, adam istemiyor.”

“Neden?”

“Gürültü mürültü istemem diyor. Uğraşamam diyor. Ben şunları yerine vereyim.”

Bayram Beyaz iriyarı kapıcının arkasından bakakaldı: kendisine yaşam boyu unutamayacağı bir oyun hazırlamıyorsa, kesinleştirilmemiş bir hemşerilik uğruna bunca yakınlık ve güven göstermesine şaşmamak elde değildi. Ama döndükten sonra da açık bir biçimde belli etti yakınlığını: hemşerisinin terlemiş, pembe yüzünün daha da pembeleşmiş olduğunu görünce, odanın kapısının tam karşısına düşen başka bir kapıyı açtı, “Bir çay da bahçede içelim,” dedi. Kocaman ağaçlarla dolu, geniş bir bahçeye çıktılar. Bayram Beyaz Maçka gibi bir yerde böyle kocaman bir bahçede bulunmanın şaşkınlığı içinde bocalarken, hemşerisi “Şuraya bak: on apartman dikilebilir içine,” diye söylendi. “Biz de bir köşesine sebze mebze ekiyoruz, yani ben komşu kapıcının karısı Cemile’ye ektiriyorum: salatalık, domates, biber, patlıcan, yaz kış maydanoz. Cemile patrona da salatalık, domates götürüyor. Yusuf bey Cemile’nin salatalıklarını çok sever.”

Bayram Beyaz birden irkiliverdi, hemşerisine şaşkınlıkla baktı.

“Sahi mi, Müslüm abi?” diye sordu, bir bilim adamının salatalık sevmesini usuna sığdıramamışa benziyordu.

“Elbette sahi, hemşerim. Niye sevmesin ki? Ayrıca bizim Sivaslı ne yaparsa güzel yapar. Öbür uçta da koca bir kümesimiz var,” dedi Tokatlı Müslüm. Kapıcı odasına gidip iki iskemle getirdi, sonra, ikinci çaylar içilirken, yani daha şöyle bir oturup havaya girmeyi bile beklemeden, nerdeyse ta başından başlayarak yaşamını anlatmaya girişti, kimi zaman hızlı, kimi zaman ağır bir uyumla, şöyle böyle on yıl önce, bahçeyi ve tarlaları karısıyla kaynına bırakarak İstanbul’a gelip yapı işçiliği, arkasından buralarda bir yerlerde kapıcılık yaparken, kaç kez her şeyi bırakıp köye dönmesine ramak kaldığını, ancak, bir kez alıştıktan sonra, bu kenti memleketten daha çok sevmeye başladığını, böylesine büyük bir apartmanın kapıcılığıyla bile yetinmeyip türlü işlere el atarak durumunu iyiden iyiye düzelttiğini, böylece, şimdi, bu apartmanın kapıcısı olarak görünmekle birlikte, işçiden çok işveren konumunda bulunduğunu, örneğin bu yapının temizlik işlerini ücret karşılığında arka sokaktaki küçük apartmanın kapıcısıyla karısına yaptırttığını, biraz ileride bulunan büyük apartmanın yaşlı kapıcısının genç karısının, yani az önce sözünü ettiği Cemile’nin de hem kendisinin, hem patronun yemeğini yaptığını, yaşlı kocası gibi onun da Sivaslı olduğunu anlattı, “Sivaslı’dır, ama yaman kadındır, her iş gelir elinden,” diye ekledi.

Üçüncü çaylar içilirken, daha önemli iş etkinliklerine geçti, İstanbul’un değişik semtlerinde “diktiği” gecekonduları saydı, yüzölçümlerini, oda sayılarını sıraladı, kaçının tek, kaçının iki, kaçının üç, kaçının dört katlı olduğunu söyledi: hepsi birkaç bin metre kare tutuyordu.

Bayram Beyaz hem şaşırdı, hem de elinde olmadan ürperdi.

“Hepsi gecekondu mu, tapusuz mu yani?” diye sordu.

“Hepsi değil. Ama çoğuna tapu alamadık daha.”

“Tapusuz topraklara bunca ev dikmekten korkmadın mı?”

Tokatlı Müslüm şaşırdı.

“Niye korkayım ki? Bu memleket bizim,” dedi, gözlerini gözlerine dikti, “Ayrıca, biz Tokatlılar her şeye bir çare buluruz,” diye ekledi.

Bayram Beyaz başını önüne eğerek sustu bir süre, sonra birden gözlerini hemşerisinin gözlerine dikti.

“Peki, Müslüm abi, bunca taşınmazın varken, neden böyle kapıcılık yapıyorsun ki?” diye sordu.

Tokatlı Müslüm gülümsedi.

“Bu apartmanı seviyorum, tam benim kuşlara göre, hem de Maçka her yere yakın,” dedi, sonra başka konuya geçti.

“Kuşlar mı? Ne kuşları?” diye sordu Bayram Beyaz, ama Tokatlı Müslüm hiç oralı olmadan sürdürdü konuşmasını.

Bayram Beyaz’ın iyice kafası karıştı: anlatılan olayların kendisinden çok, arkalarında gizlenen anlamı kavramaya çalıştı. Ancak, bütün çıkardığı, patronunun vebbigoç gibi zengin ve tıpkı vebbigoç gibi eli sıkı bir adam olmasının aynı zamanda bir tür çocuk, bu yaşında sürekli eve kapanarak çocuklar gibi kitap karıştırmakla oyalanan, televizyon dururken, radyoda nerede cızırtılı bir gâvur istasyonu varsa, onu bulup çıkaran bir yarı deli olmasını önlemediği, bir de kendisinin ve patronun yemeklerini yaptığını ve bedeni gibi elinin de çok lezzetli olduğunu söylediği Sivaslı Cemile’nin yaşamında büyük bir yer tuttuğu, Maçka’yı çok sevmesinin bir nedeninin de bu olduğuydu. Öyle anlaşılıyordu ki “hamur gibi” sözcükleriyle tanımladığı bu kadınla ilişkisini Tokatlılar’ın Sivaslılar’a karşı bir yengisi olarak değerlendiriyor ve kendini tüm Sivaslılar’ın eniştesi olarak görüyordu. Bayram Beyaz ülkenin en büyük bilim adamını çocuk olarak niteleyen bu kocaman adamın çocuksu tutumu karşısında gülümsedi. Sonra yavaş yavaş bir memleket özlemidir büyüdü içinde, Müslüm abinin konuşmasının akıcılığını, sözcüklerinin uyumunu bir tür ezgi gibi algılamaya başladı. Sonra, çelişkin bir biçimde, gene bu ezginin etkisiyle, burada, elinden gelse tüm ülkeyi kendi iyeliğine bağlayacak olan bu adamın yanında ne aradığını sordu kendi kendine, yaşamda ulaştığı konumun bu ezgiyi, doğduğu yerin bu benzersiz dilini bırakmaya değip değmediğini düşündü, içini çekti.

Tokatlı Müslüm’se, hep anlatıyordu. Ancak, öyküsünü bitirdikten sonra, karşılığı önceden ödenmiş bir malı ister gibi, “Peki, sen ne zaman düştün buralara? Sen neler yaparsın, hemşerim?” dedi. Bayram Beyaz gazetede çalıştığını, uğraşının hesap uzmanlığı olduğunu söyleyince de “Yani okumuş adamsın, senet sepet, çek mek, tapu mapu, hepsinden anlarsın, değil mi?” diye sordu.

Bayram Beyaz yüzünün kızardığını duydu.

“Öyle sayılır,” dedi.

“Nerede okudun?”

“İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdim.”

“Üniversiteyi mi yani?”

“Öyle sayılır.”

“Beyazıt’takini mi?”

“Öyle sayılır, bizim akademi Sultanahmet’teydi, Beyazıt’a çok yakındı yani.”

“Biliyorum. Çok iyi! Çok iyi!” dedi Tokatlı Müslüm, belki bir hemşerisinin başarılı olmasına sevindiği, belki de böyle okumuş bir hemşeriye her zaman gereksinim duyabileceğini düşündüğü için, mutlulukla gülümsedi. Ama uyanık adamdı: her sözcüğünün üstüne basa basa kendisinden ne istediğini sorup da hemşerisinin, fazlasıyla dolambaçlı bir girişin ardından, Yusuf Aksu’yla görüşmek istediğini öğrenince, kaşları çatılıverdi: bu işin altında bir tuzak bulunabilirdi. Hemen toparlandı, konuğunun amacını anlayıp oyunu kendisi oynamak düşüncesiyle, hiçbir şeyden kuşkulanmamış gibi davranmaya çalıştı, “Onunla ne görüşeceksin ki? Hesap uzmanlığı ona sökmez! Ne mal satar, ne kiraya verir!” dedi. Bayram Beyaz Yusuf Aksu’yu mal almak ya da konut kiralamak için değil, bilgisinden yararlanmak için görmek istediğini söyleyince, kuşkuları daha da arttı: bu tombalak hesap uzmanının hemşeri ayaklarına yatarak kendisini ya da patronunu oyuna getirmeye çalışması büyük olasılıktı. Gene de, biraz daha dinleyince, kuşkuyu elden bırakmamakla birlikte, belki de tıpkı patron gibi bir “çatlak” karşısında bulunduğunu düşündü, “Hangi bilgisinden yararlanacaksın ki!” diye güldü. “Ben diyeyim bir gerzek, sen de bir çocuk! Sen üniversite bitirmiş adamsın! Ondan ne öğreneceksin ki!”

“Her şeyi.”

“Allah Allah!” dedi Tokatlı Müslüm, başını önüne eğip bir süre düşündü. “İlk gelen sen değilsin ayrıca. Arada bir birileri gelip sorar, görüşmek ister. Kimi yalvarır, kimi parayla kandırmak ister beni. Ama senin gibi aklı başında bir adamın ondan ders almaya kalkması tuhaf.”

“Bu gelenler nasıl insanlar?”

“Ne bileyim nasıl insanlar! Kimi gazeteciyim der, kimi hocayım der, kimi öğrenciyim der; kimi kadındır, kimi erkek. Ama hep tuhaf birileridir. Ne kılıkları kılığa benzer, ne suratları surata. Böyle dünyasında ölmüş birini görecekler de ne geçecek ki ellerine? Sen de görmek istiyorsun demek?”

“Evet, çok.”

Tokatlı Müslüm başka soru sormadı. Bir Parliament yaktı, sonra paketi ve çakmağı hemşerisine doğru uzattı, bir kez daha “Kullanmam” yanıtını aldı. Hiç sesini çıkarmadan ağır ağır içti sigarasını. Biraz meraktan, biraz bu işin altında bir oyun olması durumunda girişimi yakından izleyip kendisi de bir pay koparmak, biraz da bir hemşeriye yardım etmiş olmak için, Bayram Beyaz’a bu adamı ille de görmek istiyorsa, hemşerilik hatırına, onunla görüşmesini sağlamak için elinden geleni yapacağını, ancak, bir yarı deli karşısında bulunduklarına göre, sabırlı olması gerektiğini söyledi. Bayram Beyaz, büyüklüğünde tüm günlük basının birleştiği bir bilim adamının bir tür deli olarak nitelenmesi karşısında ürperdi, karşı çıktıysa da fazla diretmedi: daha önce de kaç kez düşündüğü gibi, Yusuf Aksu’ya gerçekten ulaşmak istiyorsa, bu adama katlanmak zorundaydı.

Böylece, Tokatlı Müslüm tam üç hafta oyaladı onu. Buna karşılık, büyük bir yakınlık gösterdi, her gelişinde bir başka kebapçıya götürdü, hesabı da hep kendisi ödedi. Bayram Beyaz bu üç hafta içinde yalnız bir kez elini cebine soktu: Ümraniye’de hemşerisinin yeni aldığı bir arsanın tapu işlemlerini yaparken, masrafı kendisi ödedi, daha sonra, Tokatlı Müslüm borcunun ne olduğunu sorunca da “Borç ne demek, Müslüm abi!” diyerek kapattı konuyu. Belki de bu tutumunun sonucu olarak, Tokatlı Müslüm, aynı akşam, kebaplarını yiyip kahvelerini içmelerinden sonra, tam ayrılacakları sırada muştuyu verdi: “Unutmadan söyleyeyim, yarın seninle Yusuf beye gidiyoruz, akşamüstü, altıya doğru gel,” dedi.

Bayram Beyaz hemşerisinin boynuna sarılıp yanaklarını öpmemek için zor tuttu kendini, ama evine dönerken de, ertesi gün Maçka’ya gelirken de sevinçten uçacak gibiydi. Sonra, önünde açılmasından zaman zaman tümüyle umudunu kestiği kapıdan içeriye girince, üç yıl önce gazetecilerin kapıldığı yanılsamaya kapıldı: gözlerini kamaştıran çifte salonun büyüklüğünü, koltukların, sehpaların, tabloların, avizelerin, halıların görkemini, hatta pencerelerin ötesindeki görünümün güzelliğini Yusuf Aksu’nun düşünce evreninin doğal uzantısı, daha da iyisi, doğal ürünü olarak algıladı. Ama, her şeyden çok, eski terlikleri, diz vermiş pantolonu, dirsekleri eprimiş hırkasıyla kapıyı açıp ellerini sıktıktan sonra, “Kusura bakmayın, radyoda bir şey dinliyordum,” diyerek her adımda dünyayı yeniden biçimlendirircesine, ince bacaklarının üstünde sallana sallana ikinci salona doğru ilerlediğini görünce, biraz şaşırmakla birlikte, sevindi: yüreğinin gümbür gümbür vurduğunu, yüzünün kıpkırmızı kesildiğini duyuyordu, bu arada biraz toparlanabileceğini düşündü. Doğrusunu söylemek gerekirse, pek toparlanamadı, ama, oturduğu yerden, kocaman masasının başında, dünyadan kopmuş bir durumda, belki çeyrek saat, belki daha da fazla, canlı et üstünde testere gibi gidip gelen cızırtılar içinde birtakım anlaşılmaz sesleri dinleyen bu altmışlık adam onu büyüledi, böyle görkemli bir evde dirsekleri eprimiş bir hırkayla oturmasını üstünlük, özgünlük ve bilgelik göstergesi olarak algıladı, dev kitaplar arasında kaşlarını çatıp gözlerini kısarak kafa sallayışını bir tür tansık gibi izledi, elini yüreğinin üstüne bastırdı, Tokatlı Müslüm’ün kulağına eğildi.

“Gazetelerdeki resminden çok daha büyük görünüyor,” diye fısıldadı.

Tokatlı Müslüm başıyla onayladı.

“Haliyle, öyle olacak,” dedi.

Yusuf Aksu, konuklarının fısıldaştığını görünce, öyle oturup beklemekten sıkıldıklarını düşündü.

“BBC: gemicilere denizlerdeki son durumu bildiriyor, şimdi biter,” dedi.

Bu kez de Tokatlı Müslüm Bayram Beyaz’ın kulağına eğildi.

“Ben sana söylememiş miydim? Kitabından başını kaldırıp pencereden bile bakmaz, okur ha okur, sonra tutar, gâvurlardan gâvur denizlerinin durumunu dinler,” dedi.

Bayram Beyaz büyük adamın ingilizce bilgisi gibi ilgi alanlarının enginliği karşısında da kendinden geçmişti, ya işitmedi, ya söylenenin anlamını algılayamadı. Hemen sonra, Yusuf Aksu radyosunu kapatıp yanlarına geldiği zaman da toparlanmakta güçlük çekti: kendisiyle hangi konuda görüşmek istediğini ikinci kez soruşunda, “Müslüm efendi size söylemedi mi?” diye kekeledi.

Yusuf Aksu anlayışla gülümsedi.

“Müslüm efendi çocuk gibidir, dün akşam ne yediğini bile söyleyemez. Sizi alıp getirebildiğine şükredin,” dedi.

“Şükrediyorum, efendim, Tanrı ondan razı olsun,” dedi Bayram Beyaz.

“Beni neden görmek istediniz? Kiralık miralık arıyorsanız…”

“Hayır, hocam,” diye atıldı Bayram Beyaz, kira gibi bayağı bir konunun sözü bile yüzünü kızartıyordu. “Hayır, ben Uluslararası Dilbilim Günleri konusundaki tüm yazıları okudum, sizin hayranınızım,” diye ekledi.

Yusuf Aksu büyük bir düş kırıklığına uğramış gibi yüzünü buruşturdu; konuğuna kaygıyla baktı.

“Ben o defteri çoktan kapattım,” dedi.

“Nasıl olur, hocam?” diye dayattı Bayram Beyaz. “Tüm bilim dünyası biliyor ki siz büyük bir dilcisiniz.”

Yusuf Aksu konuğuna kuşkuyla baktı, düşmekten korkuyormuş gibi arkasına yaslandı.

“Hayır, ben o defteri kapattım, dilcileri de hiç sevmem,” dedi, sonra birden kaşları çatıldı. “Peki siz? Siz de dilci misiniz?” diye sordu.

“Değilim, hocam.”

“Öyleyse?”

“Gazeteciyim, hocam.”

“Gazeteci mi?”

“Evet, ama buraya gazeteci olarak gelmedim.”

“Peki, ne olarak geldiniz?”

“Ben mi, hocam?”

“Evet, siz.”

Yusuf Aksu hep birilerini beklediğini anımsadı birden, bu adamın o olup olmadığını anlamak için yukarıdan aşağıya bir süzdü onu: yalnızca Yunus’un değil, her yılbaşı Nebraska’dan kart yollayan Doç.Dr. Tamer Altınsoy’un da tam tersi gibi görünüyordu.

“Gazetede çalışıyorum, ama gerçek işim saymanlıktır, efendim,” dedi Bayram Beyaz, Yusuf Aksu gibi bir büyük adamın önünde böyle sıradan bir uğraştan söz etmek zorunda kaldığı için kızardı.

Ama Yusuf Aksu’nun gözlerinde birdenbire bir ışık parladı.

“Saymanlık mı? Çok güzel! Benim ilk babam da saymanmış,” dedi, bu kez ona babasından bir şeyler taşıyormuş, eline, yüzüne iyice bakınca babasının nasıl bir adam olduğunu anlayacakmış gibi, gözle görülür bir ilgiyle baktı. Böylece, alıcı gözle bakınca, doğrudan omuzlarına oturan, boyunsuz başı, başlangıçta görmeye alıştığımız insanlardan ayrı bir türdenmiş gibi bir izlenim uyandıran peltemsi yüzü, küçücük gözleri, incecik bıyığı, yumuk elleri, tombul bedeni, kısa bacakları, kısa ve dar ceketi, her şeyi geçmişten, babasının zamanından kalmış gibi geldi ona. Acımayla karışık bir sevgiyle, “İşsiz misiniz?” diye sordu.

Bayram Beyaz “ilk babam” sözünün tuhaflığının ayrımına bile varmamıştı, ama soruyu anladı.

“Hayır, işsiz değilim, hocam; söylediğim gibi, bir gazetede saymanım,” dedi. “Ama insanlar kafamı çok karıştırdı: yeryüzünde işim ne, bilemiyorum, şu yaşadığımız yaşama bir anlam veremiyorum, insanların çoğu davranışlarına akıl erdirmekte güçlük çekiyorum.”