banner banner banner
Yalan
Yalan
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Yalan

скачать книгу бесплатно


“Öç almak için mi?”

“Öç alacak olsam, dünyada adam kalmazdı,” dedi Erkek Cemile, elinin tersiyle gözlerini kuruladı, ama gözyaşları gene ince ince akıyordu.

Bayram Beyaz, onunla karşılaştığından beri ilk kez, Erkek Cemile’nin yüzünün çok güzel olduğunu ayrımsadı, sonra, birdenbire, bir küçük kız yüzüne dönüştüğünü gördü, yüreği duracak gibi oldu, parmaklarının ucuyla gözyaşlarını kurulamaya çalıştı.

“Ağlama, beni de ağlatacaksın,” dedi. “Her şey çoktan olup bitmiş; ne diye ağlıyorsun ki?”

“Hiç olup biter mi? Öyle kolay mı?” diye inledi Erkek Cemile, yatağa uzandı, konuğunu da kendine doğru çekti, sonra, alabildiğine değişmiş, yumuşamış bir sesle, kendisi daha ana rahmindeyken, babasının askerliğini yapmak üzere Merzifon’a gidip bir daha dönmeyişini, küçücük toprak evlerinde anasının yatağında kocaların, kendi yatağında kardeşlerin birbirini izleyişini, evin nerdeyse tüm işlerinin kendi sırtına yüklenmesi yetmiyormuş gibi, son üvey babanın her fırsatta orasını burasını elleyip çimdiklemeye kalkmasını, bu üvey babadan kurtulmak için o Allah’ın belası kamyon şoförüyle Sivas’tan kaçışını, hepsi birbirinden tatsız, hepsi birbirinden alçaltıcı nice serüvenden sonra, Müslüm efendiyle karşılaşıp buraya yerleşmesini anlattı. “Bir yatağım bile olmamıştı hiç; şimdi her şeyim var. Ama yokluk da, pislik de, anam da, kardeşlerim de, yüzleri de, sesleri de hep duruyor: hepsi şurada!” dedi, parmağıyla sol göğsünü gösterdi. “Bazı bazı öyle sıkıştırıyorlar ki bağıracak gibi oluyorum.”

Bayram Beyaz, büyülenmiş gibi, hiçbir şey söylemeden, dakikalar süresince, onun kocaman küçük kız yüzüne baktı, sonra, gene dakikalar süresince, yüzünü, dudaklarını, burnunu, çenesini, nerdeyse tüm yastığı kaplayan kınalı saçlarını okşadı, sonra birden Cemile hanımın son üvey babasının, Allah’ın belası kamyon şoförünün ve tüm ötekilerin yaptığını yaparak onlarla özdeşleşmekten korktu, hemen toparlandı, masanın üstünden kitabını alıp çıktı.

Ancak, apartmanın kapısından çıkar çıkmaz, Cemile hanımın kokusu ve dokunuşları tüm varlığını sarıverdi, başı döndü, orada, hemen arkasındaymış gibi bir duyguya kapıldı. Gözlerini yumup öylece durdu bir süre, çok kadınlar tanımış gibi, “Bu kadın başka türlü bir şey!” diye düşündü, başına gelenleri bir kez daha, tüm yoğunluğuyla duymak, hafiflik ve sıcaklığın esenliğini yeniden yakalamak istedi, bir ölçüde başardı da. Bu yüzden olacak, Kızıl Tosbağa’ya doğru ilerlerken, memleketinde söylendiği gibi, ayakları gidiyor, topukları geri geliyordu. Ayrılmakla doğru bir şey yaptığından kuşku duyuyordu. Aynı kuşku Kızıl Tosbağa’da da sürdü, Maçka’dan Fatih’e gelinceye kadar en az üç kez önündeki arabaya çarpmasına ramak kaldı.

Bununla birlikte, terliklerini giydikten sonra, Saussure’ün kitabını masasının üstüne bırakırken, Yusuf Aksu’nun anısı her şeyi bastırıverdi: Maçka’daki uçsuz bucaksız dairenin salonunda, kocaman koltuklardan birinde, onun karşısında oturur buldu kendini: “Büyük dilci”, gözleri tavanda bir noktada, sol eli yüreğinin üstünde, ayakları boşlukta, nerdeyse soluk bile almadan konuşuyor, kendisi de, aynı biçimde, soluk almadan dinliyor, daha da güzeli, her sözcüğü, her tümceyi anlıyor, aralarındaki bağlantıları kavrıyor, bu olağanüstü söylemin bütünüyle ve bir daha hiç çıkmamak üzere belleğine kazıldığını duyuyordu. Proust’un anlatıcısının, bir kış günü eve döndüğünde, ıhlamura batırılmış çöreğin tadıyla gelen mutluluğa benzer bir mutluluk doldu içine. Ancak, Proust’un anlatıcısının mutluluğunun Combray’in gittikçe zenginleşip bütünlenen görüntüsüyle büyümesine karşılık, Bayram Beyaz, benzersiz söylemi defterine geçirebileceğini düşünür düşünmez, Yusuf Aksu’yla kendisi arasına yarı saydam bir perde indi, hızla kararmaya başladı, ses de hiç mi hiç duyulmaz oldu. Sonra, konuşmalarından usunda kalanları ajandasına geçirmek üzere masanın başına oturunca, hiçbir şey anımsayamadı, şaşırıp kaldı, konuşmanın hiç değilse ana çizgilerini anımsamaya çalıştı, ama, Yusuf Aksu’nun varla yok arası gülümsemesi, soluklanıp soluklanıp yeniden başlaması dışında, hiçbir şey kalmamıştı belleğinde. “Olamaz!” diye mırıldandı. “Hayır, olur şey değil! Ben bu kadar salak mıyım?” Her şey bu bedensel çabaya bağlıymışçasına, dişlerini sıkarak anımsamaya çalıştı. Böylece, en az yarım saat zorladı kendini, tek tümce çıkaramadı. “Olur şey değil! Oysa tüm söylediklerini anladığımı ve kafama yazdığımı sanıyordum, ben salağın tekiyim!” dedi kendi kendine. Hemen arkasından, tüm bunların belleğinin ve anlığının değil de Tokatlı Müslüm’le Sivaslı Cemile’nin kusuru olabileceğini düşündü. Umutsuzluk içinde yatağa attı kendini.

Korkunç bir akşamüstü ve korkunç bir gece geçirdi. Öyle ki, Yusuf Aksu’dan aldığı kitap hep gözlerinin önünde dururken, kapağını açıp şöyle bir bakmaya bile yeltenmedi. Ertesi sabah, gazetede, odasının kapısından girerken, yüzü kâğıt gibiydi, ayakta zor duruyordu; üstelik, zorlu bir utanç duygusu altında eziliyordu, dostlarına Yusuf Aksu’yla ikinci kez görüşmeyi de başardığını söylemesi durumunda, davranışlarından Cemile hanımla yaptıklarını ve Cemile hanımın acıklı öyküsünü de çıkarmalarından korktu, müdürün kapısını vurmayı ya da herhangi bir arkadaşına uğramayı göze alamadı. Masasının üstüne yığılmış belgelere elini sürmek bile istemedi. Odasına gelen birkaç kişi de kalın bir camın arkasında devinir gibiydi, söylediklerini üç dört kez yinelettirdi. Bununla birlikte, arada bir, göğsü çocuksu bir gururla kabarıyor, gerçekte yalnızca kendisine söyleneni yapmış olmakla birlikte, Cemile hanımla yaşadıklarını bir kez daha anımsayarak bir başka dünyaya doğru yol alıyor, zaman zaman da birden bastırıveren bir utanç duygusuyla tüyleri diken diken oluyordu. Böylece, sürekli olarak gururla utanç arasında gidip gelmek yüzünden, doğru dürüst çalışamadı. Bir ara, bilemedin iki adım ötesinden, müdürünün şaşkın şaşkın kendisine bakmakta olduğunu gördü, ayağa kalktı, ama, kendini zorlamasına karşın, tek sözcük çıkmadı ağzından, suçüstü yakalanmış gibi gözlerini yere dikti. Onun yerine müdür konuştu böylece: “Anlaşılan, sen bu gece hiç gözünü kırpmamışın, ya da hastasın. En iyisi, hemen eve git.”

Bayram Beyaz, nicedir böyle bir öneri beklermiş gibi, evinin yolunu tuttu. Başı öylesine dumanlı, bedeni öylesine gevşek ve ezikti ki arabasını park edip kapısını kilitledikten sonra, her zaman yaptığının tersine, akşam için bir şeyler almadan, dosdoğru evine yöneldi, evinde ilk yaptığı buzdolabını açıp birbiri ardından iki bardak suyu tepesine dikmek, ikinci yaptığı tuvalete girip tuhaf bir mutluluk duygusu içinde uzun uzun işemek, üçüncü yaptığı, Yusuf Aksu’nun kitabını zarfından çıkardıktan sonra, en az on dakika süresince, öylece oturup elinde tutmak oldu. Sonra kalktı, ceketini, pantolonunu çıkarıp önündeki iskemleye attı. Arkasından, kravatını, gömleğini, çorabını çıkarıp yatağa girdi, Sivaslı Cemile’nin üstünden kalkmasından sonraki duruşunu yeniden bulmak istercesine toplanıp büzüldü. Ama, tam uyumak üzereyken, Tokatlı Müslüm’le Sivaslı Cemile’nin patron havalarını ve Yusuf Aksu konusunda söylediklerini anımsadı, doğrulup oturdu, “Belki de masal anlatıyor bunlar bana, kötü bir oyun oynuyorlar! Bunu nasıl düşünmedim?” diye mırıldandı. Yusuf Aksu’nun yabancı radyo dinleme tutkusundan okuma biçimine, kapıcı Müslüm’ün güvercinlerinden Maçka çevresindeki saygınlığına, Sivaslı Cemile’nin daire ve eşya düşkünlüğünden ürkütücü, ama karşı konulmaz çekiciliğine kadar, birkaç gündür tanık olduğu her şeyi yeniden gözden geçiriyor, kimi zaman iyi yanından alıp rahatlıyor, kimi zaman kötü yanından alıp bunalacak gibi oluyordu.

Ama tüm bu olup bitenler içinde belirlemekte en çok zorlandığı şey kendi yeriydi. Hiç kuşkusuz, her biri kendi kişiliğine göre, ama üçü de kucak açmıştı ona: pek öyle çekici bir yanı bulunmamasına karşın, büyük bir yakınlık göstermişlerdi, hele Müslüm’le Cemile yakınlığın da ötesine geçmişlerdi. O güne dek hiç kimseden görmemişti böyle bir yakınlığı, görmediği için de tutumlarını kimi zaman onlar gibi hemşeriliğe bağlamaya yöneliyor, kimi zaman da kendisine, daha korkuncu, dünyadan el etek çekmiş görünen Yusuf Aksu’ya kötü bir oyun hazırlamalarından korkuyordu. Nasıl bir oyun? Uzun uzun düşündü bunu, büyük adamın dairelerini kendisinden izin almadan, gizlice, kapılarına anahtar uydurarak hoyratça kullanmalarını başkaldırtıcı buldu, daha kötüsünü de yapabileceklerini, canına bile kıyabileceklerini, kendisine bu kadar iyi davranmalarının tasarlamakta oldukları suça güvenilir bir ortak aramalarından kaynaklanabileceğini düşündü. “Durumu en kısa zamanda duyuracağım ona, gerekirse polisi de uyaracağım!” dedi kendine kendine. Gözlerini odasının tavanına vuran solgun ışıklara dikti. “Peki, polise ne diyeceğim?” diye mırıldandı. “Hangi durumu duyuracağım ki onlara?” Dalıp gitti, kafasının içinde yüzlerce imge birbirine karıştı. Çok geçmeden, yüzünde, omzunda, kollarında, kabalarında Sivaslı Cemile’nin kocaman ellerinin sıcacık dokunuşunu duydu, aralık ağzının içinde iki altın dişinin ışıldadığını görür gibi oldu, her yanı tere battı birden, “Benim onlara ne yararım olabilir ki?” diye mırıldandı. “O zaman…” Bu Müslüm efendi Türkiye’nin en büyük düşünürünü avcunun içine alıp dünyayla ilişkisini kesmiş olsa, hemşerilik memşerilik dinlemezdi, kendisini yanına bile yaklaştırmazdı. O zaman? O zaman, şeytanca bir tasarıları yoksa, durum çok da kötü değil demekti. Uyuyabilirdi. En sonunda, uyuduğunda, sabah ezanı okunmak üzereydi. Uyandığındaysa, Fatihliler öğle namazını çoktan kılmışlardı. Hemen fırlayıp kalktı, bir bardak çay bile içmeden gazetenin yolunu tuttu.

Böylece, büyük muştuyu: Yusuf Aksu’yla bir kez daha görüştüğü ve dostluğu bayağı ilerlettiği haberini dostlarına üç günlük bir gecikmeyle iletebildi, Yusuf Aksu’nun düşüncesine ulaşma yolunda birtakım ipuçları sağlayabileceğini umduğu meşin ciltli kitaba gelince, çok daha sonra, ancak eve dönüp yemeğini yedikten sonra eline alabildi. Ne var ki, iç kapağını açıp da Ferdinand de Saussure adının altında Cours de linguistique générale sözcüklerini görünce, büyük bir düş kırıklığına uğradı, “Olamaz, hayır, olamaz!” diye inledi. “Bu kitap ingilizce! Hoca bana kitabın ingilizcesini vermiş!” Derin bir umutsuzluk içinde, masanın üstüne bıraktı kitabı, hatta nerdeyse attı. Dirseklerini masaya dayayıp yüzünü avuçlarının içine alarak gözlerini yumdu, öylece donup kaldı. Neden sonra, birdenbire, kitabın dışının ingilizce, içinin türkçe olabileceği geldi usuna, elleri titreye titreye açtı, ilk sayfaları ağır ağır çevirerek başlıklara baktı: Préface, Introduction, Chapitre premier. “Hayır, baştan sona ingilizce,” dedi.

Tam kitabı kapatmak üzereyken, yeniden üzerine eğildi, baştan sona, hızla çevirdi sayfalarını, “Ama hepsini çizmiş bu adam, her şeyi, her şeyi çizmiş! Tüm kitabı çizmiş!” diye söylendi. Başa döndü, sayfaları tek tek incelemeye girişti: hayır, tüm kitabı çizmemişti; başlangıçta insanda böyle bir izlenim uyanıyorsa da yakından incelendiği zaman, bölüm başlıklarına ve ara başlıklara dokunulmadığı görülüyordu. Bayram Beyaz, daha özenli bir inceleme sonunda, metin içinde de, çok seyrek bir biçimde bile olsa, kimi sözcüklerin, hatta kimi tümcelerin çizilmediğini, çizgilerin de en az üç ölçüye göre çekildiğini saptadı: ince, orta, kalın. Çizgiler arasındaki bu ayrım, ince çizgilerin hem açık hem koyu, orta kalınlıktaki çizgilerin ne açık ne koyu, kalın çizgilerin yerine göre yok denecek ölçüde açık, yerine göre sözcüğün okunmasını engelleyecek ölçüde koyu olması da işin içine girince, bayağı kafasını karıştırdı. Bu kurşunkalem izlerinin bir anlamı olsa gerekti, ama nasıl eklemleniyordu bu anlam? İncelik/kalınlık karşıtlığında mı, açıklık/koyuluk karşıtlığında mı, varlık/yokluk karşıtlığında mıydı, yoksa üç karşıtlık birlikte mi işliyordu? Hepsi tek bir okuma süresi içinde mi çizilmişti, birbirini izleyen okumalar sırasında mı? Çizgiler arasındaki bu ayrımların anlamla bir ilgisi var mıydı? Bilemiyordu, ama bu iş tuhaf bir biçimde çekiyordu onu, bir anlamda yazıların yorumu, en azından onlara ilişkin birer ipucuymuş gibi inceleyip duruyordu çizgileri. Nerdeyse gün ağarmak üzereyken, alt çenesini üst çenesinden koparacak kadar zorlu bir esnemenin ardından, geriye yaslanarak kitaptan kendine döndü: hem düşünsel bir konu üzerinde saatlerce durabildiği, hem birbiri ardından bunca soru üretebildiği için her şeye karşın belirli bir hoşnutluk duydu: bu da bir ilerleme sayılırdı. Yusuf Aksu kendisini bir sınavdan geçiriyordu belki, belki kafasını çalıştırma yolunda yeni bir yöntem denemekteydi. Ne olursa olsun, nerdeyse her satırını çizmiş olmasının açıkça gösterdiği gibi, beğenmese de çok değer verdiği bir kitabı alıp evine getirmesine izin verdiğine göre, kendisine hem güveniyor, hem de ingilizceyi iyi bilen bir adam olduğunu düşünüyor demekti. Derin bir soluk aldı. Kitabı çantasına koydu.


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 10 форматов)