banner banner banner
Yalan
Yalan
Оценить:
Рейтинг: 0

Полная версия:

Yalan

скачать книгу бесплатно


“O da kimmiş?” diye sordu Rıza bey.

“Süveyş kanalını açan adam.”

“O kendi kanalıyla uğraşsa, daha iyi olmaz mıydı?”

“Ferdinand de Lesseps aynı zamanda büyük bir dilciydi, hocam; gerçek ve özgün bir dilciydi.”

“Ben duymadım.”

“Dilciydi, hocam.”

“Ben de değildir demedim, ama bizim dilbilgisi kitapları bize bu adamdan hiç söz etmiyor,” dedi Rıza bey.

Yunus Aksu kendi savını da yaralamak pahasına, ünlü kahkahalarından birini daha kopardı o zaman. Sınıf da onu izledi. Rıza bey kızdı, daha dersin bitmesine en az on dakika bulunmasına karşın, çıkıp gitti. Zorlu bir alkış koptu; çocuklar, bir ağızdan, “Yaşa, Kuşların Oğlu!” diye haykırdılar. Yunus kalktı, alışılmış oyunculuğuyla, gol atmış futbolcular gibi, yumruğuyla aşağıdan yukarıya doğru bir eğri çizerek arkadaşlarını selamladı. Hiç kuşkusuz, sınıfta ve bahçede sık sık yinelenen bu alkışların birer alay belirtisinden başka bir şey olmadığını biliyordu; ama artık iyiden iyiye kaptırmıştı bu oyuna kendini, arkadaşlarının alayı da, öğretmenlerinin eleştirileri de hoşuna gidiyor, en azından tutumunu daha da kesinleştirmesine yardımcı oluyordu. Aykırı önermelerini çoğalttıkça çoğalttı böylece, varsayımlar birbirini bütünlemeye, kopuk kopuk karşı önermeler, çok bulanık bir biçimde, dizgeye benzer bir şeyler oluşturmaya yöneldi. İyice güvene geldi o zaman, öğretmenler dil konusunda ne söyledilerse, hepsinde karşı çıkılacak bir şeyler buldu. Yusuf da, genellikle pek konuşmamakla birlikte, her söylediğine katıldı. Sınıf arkadaşlarına gelince, karşı çıktığı öğretmene besledikleri duyguya ya da o günkü havalarına göre, kendisini desteklediler ya da yerdiler. İngilizce öğretmeniyle giriştiği uzun bir tartışmadan sonra, basketboldan başka hiçbir şeye kafa yormayan, çok uzun boylu bir arkadaşı gülümseyerek yaklaşıp elini başının üstüne koydu, “Yaşa be, Kuşların Oğlu, sen bu işin kitabını yazacak adamsın!” dedi. “Doğru dürüst konuşamadığına, üstelik, yazının dilden önce geldiğini savunduğuna göre, otur da yaz bari!” Yunus kahkahalarla gülerek göğsünü kabarttı, “Evet, bir gün, çok yakın bir gelecekte, boyum bir doksan olunca, ben de bir kitap yazacağım: Evrensel dilbilim,” diye yanıtladı. “Bu kitapta, insanlardan kuşlara, balıklara, böceklere, hatta otlara değin, tüm canlı varlıkların dilini anlatacağım!” Dinleyenler güldüler, hep bir ağızdan, üç kez üst üste, “En büyük dilci bizim dilci!” diye bağırdılar. “Türkiye seninle gurur duyuyor!”

Bir sessizlik çöktü ortalığa. O zaman, çocuklardan biri, Sarı Selim, gözünün içine baka baka, “Hepsi çok güzel, çok hoş da en büyük dilcimiz bir kekeme! Gel de bu ülkede kalkınma bekle!” dedi. Şakanın da bir sınırı olmalıydı: Yunus, okula gelişinden bu yana, ilk kez sinirlendi.

“Bu… bu… bu sınıf bir tımarhane,” diye homurdandı.

“Ağzını topla!” dedi Sarı Selim.

Yunus bu kez gülümsedi.

“Deliyi tımarhaneye koymuşlar da dünya varmış demiş, tıpkı senin gibi,” dedi, arkasını döndü, Yusuf’u da alıp ağır ağır uzaklaştı, bir daha da bu Sarı Selim’in yüzüne bakmadı.

Ne var ki her ilişki böyle kolaylıkla kesilemiyordu. Yunus, o yılın ortalarına doğru, kolejin kızlar bölümünden, kendi yaşında, ama kendisinden en az yirmi santim daha uzun bir kıza tutulduktan sonra anladı bunu. Yusuf, arkadaşının durmamacasına bu kızdan söz etmesine, odasında gitarının yukarısına, yani annesinin fotoğrafının tam karşısına, onun küçücük bir vesikalıktan büyütülmüş, kocaman bir fotoğrafını asmasına bakarak, dostluklarının artık eskisi gibi sürmeyeceğini, gittikçe daha az görüşeceklerini düşündü: Yunus’a öylesine hayrandı ki onun ilgi duyduğu bir kızın sevgisine hemen karşılık vereceğinden, onu başkalarından koparıp zamanını kendisiyle geçirmesini sağlamak için elinden geleni yapacağından kuşkusu yoktu. Ayrıca, Yunus’un kendisini de sürüklediği kimi arkadaş toplantılarında, boyunun kısalığına, konuşmalarının yoruculuğuna karşın, nerdeyse tüm kızların hep onun çevresinde döndüğüne sık sık tanık olmuştu. Onun kızlar üstündeki karşı konulmaz etkisini arkadaşları hep kıskanmışlar, ama kendisinin onlar karşısında genellikle ilgisiz kalmasına bir anlam verememişlerdi. Bu yüzden olacak, bu “yıldırım aşkı” herkesi şaşırtmıştı: Kuşların Oğlu nasıl olurdu da bunca kız arasında Canan gibi bir köylüyü seçerdi ki? Sınıf arkadaşlarından biri kendisine de sormuştu bunu. O zaman, hiçbir şeye kolay kolay kızmayan Yunus, boyuna bakmadan, arkadaşının üstüne yürümüş, ama, ne o gün, ne başka bir zaman, herhangi bir yanıt vermemişti.

Ne olursa olsun, başlangıçta her şey çok iyi gitti. Hatta Yunus’la görüşmeye başladıktan sonra, tüm arkadaşları kızcağızın ortalıkta sarhoş gibi dolaşmaya başladığını söylüyor, “Köylülüğünün üstüne bir de Kuşların Oğlu binince, bizimki feleğini şaşırdı,” diyorlardı. Her fırsatta birlikte olmaya can attıkları da ortadaydı: iki arkadaş kimi hafta sonları görüşemez oldular. Yusuf tam üç hafta süresince bir kez bile Kuşlar’ı dinleyemedi. Maçka’da, arakatta buluştukları ender zamanlarda da Yunus ozanlığın ve kekemeliğin kaynağını bir yana bırakarak hep bu kızdan söz etmeyi yeğledi. Anlaşılan, kötü tutulmuştu: bu kızdan uzakta kalmaya dayanamıyor, hep ondan söz ederek yokluğunun yarattığı sıkıntıyı biraz olsun bastırmaya çalışıyordu. Bulduğu bir başka çözüm de yanından her ayrılışında ondan bir şeyler almaktı: bir fotoğraf, bir mendil, kala kala ucu kalmış bir kurşunkalem, çayını karıştırdığı kaşık, yarım bıraktığı ekmek dilimi. Vesikalık fotoğrafını büyüttürtüp annesinin fotoğrafının karşısına astığı gibi, bu ufak tefek nesnelerin kimileriyle masasını ya da kitaplığının raflarını süsledi, kimilerini de masasının alt çekmecesinde ya da ceplerinde sakladı, derslerde canı sıkıldıkça çıkarıp baktı, çevrelerinde dönerek tutkusunu alaya almaya kalkanlara kulak bile asmadan, sesini alçaltmaya da gerek görmeden, dostuna bu küçük nesnelerin ilginç öykülerini anlattı durdu.

Bir pazartesi sabahı, çok daha gözüpek bir adım attı: sırtında sevgilisinin kırmızı kazağıyla geldi okula. O günlerde, bir erkek öğrencinin kırmızı kazakla dolaşması görülmüş şey değildi; üstelik, bu kazak hem kendisine bayağı büyük geliyor, hem de ne zamandır biçimini aldığı genç kız göğsünün çıkıntılarını belli ediyordu. Çocuklar çığlıklar kopararak çevresinde toplandılar. Orasından burasından, özellikle de göğsündeki şimdi içi boş çıkıntılardan tutup çekiştirmeye kalkanlar oldu, yumruklarla, tekmelerle dağıtmaya çalıştı onları. Ne olursa olsun, arkadaşlarının bitmez tükenmez alaylarına, öğretmenlerin şaşkın ya da kızgın bakışlarına aldırmadan, tüm hafta boyunca, göğsünü gere gere giydi kırmızı kazağı.

Ama, olay öyle büyüdü, öyle dallanıp budaklandı ki, o haftadan sonra, Yunus sevgilisinden hemen hiçbir şey koparamadı, onunla haftada iki gün buluşmak da erişilmez bir düş oldu. İkide bir telefona sarılıp aradı onu, buluşmak için sıkıştırıp durdu, ama bu ayrıcalığa çok seyrek ulaşabildi. İşin şaşırtıcı yanı, kız sanki istemediği için değil de önüne çıkan korkunç bir engeli aşamadığı için geri çeviriyordu kendisini. Çok seyrek bir biçimde, ıssız ve uzak yerlerde, çok kısa süren buluşmalarında, Canan, iki gözü iki çeşme, bu ilişkinin geleceği olmadığını, sanki bir aradalarmış gibi, ayrılmanın daha uygun olacağını söyledi, bir delilik nöbetine tutulmuşçasına, dakikalar süresince, şaşırtıcı bir hızla, iki eliyle birden, yanaklarını, saçlarını, ellerini okşadıktan sonra, hıçkıra hıçkıra, arkasından gelmemesini söyleyerek hızla uzaklaştı.

Eski aşk söylencelerinin kahramanlarını ayıran engeller gibi aşılmaz bir engel vardı sanki aralarında. Oysa ne aileler arası düşmanlık, ne zenginlik ve yoksulluk, ne yerlilik ve yabancılık, ne müslümanlık ve hristiyanlık türünden bir karşıtlık söz konusuydu; kötü sonucun boylar ve konuşma genlikleri arasındaki uzlaşmazlıktan kaynaklandığını düşündürtebilecek bir belirti de yoktu ortada. Yunus, kuramının adamı olarak, yazıdan doğan dilin kurbanı olduğunu, çünkü bu dilin yalnızca yapay bir dil olarak kalmadığını, zaman içinde bir yığın asalak tutku, yalancı gerçek yarattığını, Canan’ın da bu asalak tutkuların, bu yalancı gerçeklerin etkisiyle kendisinden uzaklaştığını söylemişti dostuna. O yıllarda kendilerini oldukça yakından izlemiş, ozan yaradılışlı bir arkadaşın: Kara Özdemir’in yorumuna göre de, söylencelerdekinden daha korkunç bir güç dikilmişti iki sevgilinin karşısına: insan dili kendisini aşağılamaya kalkan ölümlüden öcünü alıyordu: kırmızı kazağın öyküsünün kızlar bölümünde dilden dile dolaşmaya başlamış olması bir yana, Yunus’un sevgilisini okuldan almaya gittiği gün, sınıftaki kızlardan biri, pencereden onu göstererek, yüksek sesle, “Canan’ın cep sevgilisi geldi!” demişti; bir başka kız, gene yüksek sesle ve sanki “cep” sözcüğü cinsellikten başka bir şey çağrıştırmazmış gibi, “Boyunun küçük olması her şeyinin küçük olduğunu göstermez, hatta bir ters orantıdan söz edenler bile vardır!” diye yanıtlamıştı. “Cep sevgilisi” sözünü kullanan kız “O zaman, o işi de konuşmaları gibi uzatırsa, Canan yandı, ya da yaşadı!” diye bağlamıştı. Bir başka zaman, iki sınıf arasındaki bir toplantı sırasında, Yunus’un kekemeliğiyle boyunun kısalığını dillerine dolayan kızların önünde, onun kekelemesinden çok, kendisinin bu kekeme çocuğu dinlemesinin izlenmesinden rahatsız olan Canan “Ne olur, buralarda bu kadar konuşma, fazla uzatma, çabuk bitir sözünü!” diye fısıldayınca, Yunus’un, başına gelecekleri usuna bile getirmeden, çınıltılı bir kahkahanın ardından, “Bu… bu… bundan kolay ne var ki?” diyerek ağızdan söyleyeceklerini hemen cebinden çıkardığı küçük defterin yapraklarına yazarak sayfalar doldukça yırtıp eline vermesi her şeyi bitiriverdi; kızlar “Bunlar gibisi Birleşik Devletler’de bile görülmemiştir: bu kumrular burun buruna mektuplaşıyor!” demeye başladılar: Canan Mersinli’ydi, en çok korktuğu iki şeyden biri dile düşmek, öbürü göze gelmekti, bu işi burada kesinlikle noktalamaya karar verdi. Sevmesine seviyordu, annesi, babası, kardeşleri de işin içinde olmak üzere, bir daha hiç kimseyi böylesine sevemeyeceğini biliyordu; gene de, değil onunla görüşmek, telefona bile çıkmaz oldu. Yunus gene yazıya başvurdu, sayfalarca mektup yazdı her gün. Ama Mersinli kız her sözcükten fışkıran bu taşkın sevinin bir korkunç yıkım getirmesinden korktuğundan, biraz da zamanla kendini gerçekten mektupların koyduğu yerde, yani çok yukarılarda görmeye başladığından, aldığı her mektup kararını biraz daha pekiştirdi. En azından, ondan uzak durmasını kolaylaştırdı. Yunus’sa, her gün biraz daha güçlenen bir tutkuyla bağlanıyordu ona. Daha sonra, kimi arkadaşlarının açıkladığı gibi, sanki sıradan bir kız değil de karşı konulmaz bir güçtü onu çeken, ne olduğu bilinmeyen bir ateşe doğru atıldığını sanıyor, ama, her seferinde, soğuk küllere bulanmış olarak doğruluyordu. Ne var ki bu düş kırıklıklarını bile gittikçe daha seyrek yaşamaktaydı.

Yunus onu ancak üç hafta sonra, kendisinin çağrılı olmadığı bir toplantıda görebildi.

Herkes eğlenirken, o bir köşeye çekilmiş, tek başına, açık pencereden dışarıya bakıyordu. Zayıflamış, hatta nerdeyse boyu Yunus’un boyuna denk gelecek ölçüde küçülmüştü. Yunus kararlı adımlarla yanına yaklaştı, elini tutmak istedi, ateş değmiş gibi geri çektiğini gördü, irkildi. Dayatmadı, “Be… be… ben…” diye kekelemeye başladı; “Sus, konuşma, hiçbir şey söyleme!” diye uyarıldı; güç de olsa gülümsemeye çalışarak cebinden defterini, kalemini çıkardı o zaman; ama, söylemek istediklerini yazıyla dile getirmeye girişince, bir kez daha uyarıldı: “Defterini alıp hemen gitmezsen, kendimi pencereden aşağıya atarım!” Yunus zorlu bir yumruk yemiş gibi sarsıldı o zaman, durduğu yerde sallanır gibi oldu. Gene de bir kez daha zorladı durumu; ancak, daha ilk sözcüğü bile yazamadan, Canan’ın gerçekten kendini pencereden atmaya yeltendiğini gördü, belki de yaşamında ilk kez, sımsıkı beline sarıldı; onu alabildiğine yumuşak bir devinimle kendine doğru çekerek kulağına eğildi, “Ta… ta… ta… tamam: anladım!” diye fısıldadı; ama fısıldaması bile bir bağırmaydı, herkes duydu. Kendisi de anladı bunu, gülümsemeye, olup bitenlere bir şaka görüntüsü vermeye çalıştı. Sonra, tıpkı geldiği gibi, kararlı adımlarla kapıya doğru yürüdü.

Tam çıkacağı sırada, kendisini aramaya gelmiş olan Yusuf’la karşılaştı, durdu, elini omzuna koydu, gözlerini gözlerine dikerek gülümsedi bir süre, sonra, birdenbire, içeride bir şey unutmuş gibi, “Ha! Gel bir dakika!” diyerek, kendisi önde, Yusuf arkasında, toplantı yerine geri döndü. Tüm arkadaşları, oldukları yerde durmuşlar, tek sözcük söylemeden ona bakıyorlardı. Ünlü kahkahalarından birini daha kopardı, konuşurken hep sol göğsüne bastırdığı elini bu kez Yusuf’un omzuna attı, “Aa… aaa… anladım,” dedi: “Sonunu bekliyorsunuz, anlatayım.” Sonra, hep gülümseyerek, ağır ağır, nerdeyse hiç kekelemeden, anlatmaya başladı: “Çocuklarım, eğer insanoğlunun homo sapiens’e doğru gelişmesinde homo erectus’un önemli bir aşama oluşturduğu doğruysa, kendisine en yakın yaratıklar dört ayaklı maymunlar değil, iki ayaklı kuşlar olmak gerekir,” dedi. Topluluğa ilk kez katılmış bir kız gülecek gibi oldu, arkadaşı kolunu sıkarak durdurdu. Yunus gözlerini bu kıza dikti. “Sonrasını hiç düşündünüz mü?” diye sordu, sonra kimi kuşların da, tıpkı insanlar gibi ve insanlarla birlikte, evcilleştikçe dillerini yitirdiklerini, dillerini yitirdikçe de birbirlerine yaklaştıklarını anlattı, önümüzdeki binyılda insanoğlundan sonra konuşacak ilk yaratıkların tavuklar olacağını muştuladı, arkasından kısa bir kahkaha daha attı. “Ben kümesten bıktım artık, uçan kuşların, yani atalarımın arasına geri dönüyorum. Hadi, eyvallah!” dedi.

“Yaşa! Kuşların Oğlu! Helal sana!” diye bağırdı biri.

Birkaç kişi de alkışladı.

Yunus yanıt vermedi. Tam kapıdan çıktıkları sırada, Yusuf’un koluna girdi.

“Senin de dikkatini çekti mi: nerdeyse hiç kekelemedim,” dedi.

“Evet, gerçekten!” dedi Yusuf.

Yunus ayaklarının ucunda yükselerek dudaklarını dostunun kulağına yaklaştırdı, ağır ağır, ama çok da kekelemeden, “Ama dağ dağa kavuşmuş da tavşanın haberi bile olmamış!” diye ekledi, tüm gücüyle sarıldı ona. Bununla birlikte, Yusuf da aynı şeyi yapmak isteyince, durdurdu onu, eliyle yalnız gitmek istediğini belirterek adımlarını hızlandırdı. Yusuf hiçbir zaman onun isteğine karşı çıkmamıştı, bu kez de çıkmadı; öyle durdu kapının önünde, köşede gözden silininceye dek arkasından baktı. Derin bir sıkıntı duyuyordu içinde: gerçeği değiştirme oyununun sonuna geldiğini, daha kötüsü, oyunu en korkunç gerçeğe dönüştürmek üzere olduğunu usuna bile getirmiyordu.

Ertesi gün, küçücük evinde, yatağına uzandıktan sonra, sanki sözcüklerin yolunu hep bu damarlar kapatıyormuş gibi, sol bileğinin damarlarını jiletle açtığını öğrendi.

III

Yusuf Aksu, cenazede, annesinin kolunda, her şey yüzde yüz tersine dönmüş gibi, kendisine gülmeyi öğreten kişinin tabutunun başında, sessiz sessiz, ama nerdeyse soluk bile almadan, sürekli ağladı. İkinci, üçüncü, dördüncü günlerde de gözlerinin yaşı durmadı, okulda da, sınıf, bahçe, yemekhane, yatakhane demeden, her yerde ağladı durdu. Geceleri, çocuklar üzerine eğilseler, yüzünde, gözyaşlarının açtığı iki parlak ve devingen yolu hep görürlerdi. Öylesine doğal ve kesintisizdi ağlaması. Bu nedenle, hiç kimse kendisini susturmaya çalışmadı, annesi bile gözlerini kurulamaya kalkmadı. Altıncı gün, bir cumartesi, sanki cenaze onların evinden çıkmış gibi, Yusuf’la Refika hanımı görmeye geldiğinde, Enis bey de bu konuda herhangi bir gözlem ya da girişimde bulunmadı: acısını çok iyi anlıyordu, çünkü kendi acısı da onunkinden az değildi. Biraz da bu yüzden, yani aynı acıyı paylaşmaları nedeniyle, onlara bir tür birliktelik önermeye gelmişti, Firuzağa’daki küçük daireyi bırakıp kendi evine yerleşmelerini istiyor, bu arada, Yunus’u yitirdiğine göre, eğer onlar için bir sakıncası yoksa, onun en yakın dostunu yasal oğul olarak kendi nüfusuna geçirtmek ve tüm varlığını ona bırakmak kararında olduğunu söylüyordu. Yusuf gene tek sözcük söylemeden sürdürdü ağlamasını: ilk günden içine doğan bir inancın etkisiyle, Yunus’tan sonra fazla yaşamayacağını düşündüğünden, bu başdöndürücü öneri pek de ilgilendirmiyordu onu. Hemen ertesi gün, annesi ortalığı şaşırtıcı bir çabuklukla toplarken de, Maçka’daki kocaman daireye yerleşirken de olup bitenlerle hiç mi hiç ilgilenmeden, sessiz sessiz ağladı gene. Koca evde, görüp de acısı depreşmesin diye, resim, kitap, eşya, Yunus’u anımsatabilecek her şey özenle toplanıp ortadan kaldırılmış, “evim” dediği arakatın kapısının önüne de iki koca dolap yerleştirilmişti. Ne var ki, dostunun acısını benliğinde duymak için, Yusuf Aksu’nun onun odasını ya da eşyalarını görmesi gerekmiyordu: yokluğu da, varlığı da hep içinde, bedeninin tüm gözeneklerindeydi. Sürekli ağlaması bundandı.

Ama, pazartesi günü, Cadillac’tan Yunus yerine dostunun indiğini görünce oldukları yerde donup kalan arkadaşlarının yuvalarından fırlamış gözleri önünde, ağır ağır okulun ana kapısına doğru ilerlerken, birdenbire gözyaşlarının kaynağının kurumuş olduğunu ayrımsadı. Bir daha hiç ağlamadı, dostunun yokluğunu nerdeyse kanında, iliklerinde duyup başını duvarlara vuracak ölçüde acı çektiği dakikalarda bile. Gene eski sessizliğini sürdürdü. Derslerde, hocalardan da gelse, kendisine yöneltilen soruları ya baş sallamalarla geçiştirdi, ya da, kaçınılmaz olunca, tek sözcüklük yanıtlar verdi, çünkü, sözlerini azıcık uzatacak olursa, o yaşarken hep onu dinlediği, dinlerken de yüreğinin vuruşundan beyninin algılama gücüne varıncaya kadar, tüm varlığını onun kekelemesine ayarlamış olduğu için, tıpkı Yunus gibi kekelemeye başlamaktan korkuyordu. Kekelemek kötü bir şey değildi kuşkusuz; tam tersine, Yunus’un ayırıcı niteliklerinden biri olduğuna göre, konuşma biçimlerinin en güzeliydi; ancak, kekeleyecek olursa, bu hiç sevmediği insanlar kendisine güler diye korkuyordu. Kendisinin gülmesine gelince, söz konusu bile değildi: Yunus’un ölümü beslendiği tüm kaynakları kurutmuş gibi, onunla gelmiş olan gülme yeteneği de yokolup gitmişti sanki. En azından, o böyle görüyordu durumu, tüm kazandıklarını yitirdiğini, Yunus’un gelişinden önceki donuk öğrenciye dönüşmekte olduğunu sezinliyordu.

Böylece, kendini fazlasıyla beceriksiz, fazlasıyla bilgisiz, fazlasıyla gereksiz bulduğundan, üstelik, Yunus’un öldüğünü duyduğu anda gelen bir esinle, kendisinin de çok yakın bir gelecekte bu dünyadan ayrılacağına inandığından, her şeye uzaktan bakıyor, hiç kimseyle hiçbir şeyi konuşmak istemiyordu. İlk günlerde, arkadaşları da pek istekli görünmüyordu buna. Yunus’un ölümü karşısında öylesine sarsılmışlardı ki onu anımsatacak bir şey yapmaktan kaçınıyor, sevgisini alaya aldıkları, böylece Canan’ın uzaklaşmasına neden oldukları için, belki de her biri bu ölümden kişisel olarak kendini sorumlu tutuyor, suçu unutmak ve unutturmak düşüncesiyle ondan söz etmemeye özen gösteriyorlardı. Gene de, yavaş yavaş, özellikle adı çalışkana çıkmış öğrenciler, bu arada kimi öğretmenler, Yunus bu dünyadan göçtükten sonra üzerlerinden bir ağırlık kalkmış gibi bir duygu içinde yaşıyor, bundan böyle yanlışlarını, saçmalıklarını ortaya çıkaramayacağını, şakalarının bayağılığını saniyesinde gözle görülür kılarak kimsenin yüzüne bakamaz duruma getiremeyeceğini düşünerek daha rahat soluk alıyor, Yusuf’a da o dönemin kötü bir anısı olarak bakıyorlardı. Bu sönük ve sessiz çocuğun günün birinde Yunus’un yerini alma olasılığına gelince, böylesine aykırı bir şeyi uslarından bile geçirmiyorlardı.

Gene de, ilk haftalardan sonra, ortaya Yunus’un karşı çıkacağı türden bir görüş atıldı mı, çoktan yerleşmiş bir özdeşleştirme sonucu, ama daha çok bir tür öç alma isteğiyle, kimi sınıf arkadaşları gözlerini hemen onun üzerine dikmeye başladılar. Daha sonra, gizliden gizliye Yunus’a yönelen bir meydan okumayla, ikide bir çetrefil sorular sordular ona. Yusuf Aksu, oldukça uzun bir süre, ya hiç yanıt vermedi, ya da “Bilmiyorum,” deyip başını çevirdi. Ama, en inatçılarından biri, babasının ne iş yaptığı sorulunca, şaşmaz bir biçimde, önce “Şoför!” yanıtını verip arkasından “Ama elli kamyonu, on beş taksisi var!” diye ekleyen Kıvırcık Besim, bir gün, Yunus’la çoktan sonuca bağladıkları bir konuda, meydan okumayı alaya dek götürünce, Yusuf birden patlayıverdi. Hem de ne biçim! Bir yandan o çok derinlerden gelen, yumuşacık ve uyumlu sesiyle, sözcüklerini duru bir su gibi art arda sıraladığını, bir yandan her sözcüğü on parçaya bölerek kekelediğini duyuyor, bir yandan da sanki Yunus ölmemiş de şu ya da bu biçimde gelip içine yerleşmiş, bu sözleri söyleyen de oymuş gibi bir yanılsamaya kapılıyordu. Uzun mu, kısa mı konuştu, hiçbir zaman bilemedi; ama, konuşması bittiği zaman, çocukların büyük çoğunluğunun gözlerinde bir hayranlık parıltısıyla kendisini dinlediğini gördü; ne zamandır ilk kez mutluluğa benzer bir şeyler kıpırdadı içinde; Yunus’un güleç yüzü gözlerinin önüne geldi; yanlış bir iş yapmış gibi kızararak başını önüne eğdi. Sonra, anladı ki benzersiz belleği bir kez daha yardımına koşmuştu: Tchang Tcheng Ming’in, Vigenère, Duret ve van Ginneken’in düşünceleri konusunda Yunus’tan dinlediklerini anlatarak çevresinde kendisine gülmek için toplanan bunca insanı büyüleyivermişti.

Tuhaf bir rastlantıyla, aynı günün gecesi, düşünde de üç aşağı beş yukarı aynı şeyi yineledi: yer aynı, yüzler aynı, soru aynı, yanıt aynıydı; ancak, bu kez her sözcüğü bedeninin derinliklerinden, belki de bilek damarlarından sökerek çıkardığını, bu nedenle, uzun uzun kekelediğini iyice ayrımsıyordu; ayrımsayamadığı tek şey kekelediği sözcüklerdi. Gene de o günün ve o gecenin anısını yalnızca bir kez yaşanan bir mutluluğun anısı olarak sakladı.

O günden sonra da kışkırtmaların altında kalmadı; zorla tartışmaya çekilince, Yunus’un benimsemeyeceğini düşündüğü görüşlere gene tüm gücüyle karşı çıktı. Böylece, gülme ve sevinme yeteneğini tümüyle yitirmiş olduğundan kuşku duymamakla birlikte, benliğine Yunus’un kattıklarının onun ölümüyle silinmediğini, daha da iyisi, şimdi Enis beyin kendisini nüfusuna geçirmesinden, bir başka deyişle, Yunus’un yasal kardeşi durumuna getirmesinden sonra, her şeyi eskisinden daha iyi kavradığını, bu arada, dostunu dinlerken belleğine yerleştirdiği ilginç bilgiler ve parlak düşünceler bir yana, ansiklopedilerden eskisinden daha çok ve daha iyi yararlandığını, öğrendiklerini de yeri geldikçe nerdeyse gerektiği gibi kullanabildiğini gördü. Hatta, zaman zaman, Yunus’tan bunca kısa bir sürede bunca çok şey öğrenebilmiş olmasına herkesten çok kendisi şaştı: çok şey biliyordu, bildiğini oldukça düzgün anlattığı da açıktı.

Hiç kuşkusuz, şimdi, Yunus öldükten sonra, hem konuşacak kimsesi bulunmadığı, hem acısını unutmak umuduyla sürekli bir şeylerle uğraşmak istediği, hem de artık aradığı her bilgiyi bulabilecek durumda olduğu için, ansiklopedilere daha çok zaman ayırıyor, her şeye hazır olmak amacıyla, sürekli olarak onlara sığınıyordu. Bu ikili destekte, Yunus’un payının çok daha büyük olduğundan kuşkusu yoktu. Zaman zaman, özellikle de bir tanımın ya da bir düşüncenin usuna birdenbire doğuverdiği anlarda, bir göz kamaşması içinde, öylece susup kaldı, bu tanımı ya da bu düşünceyi daha önce Yunus’tan dinleyip dinlemediği konusunda kuşkuya düştü; ama, hemen her seferinde, hele kişisel düşünceler söz konusu olunca, içinde kendi yerine Yunus’un düşündüğünü, Yunus’un konuştuğunu duydu hep. Bu yüzden olacak, ondan öğrendiklerini yinelerken, hep kekeliyormuş gibi bir duyguya kapıldı. Kısacası, yaşamına Yunus’un getirdiği ışığın bir parçası hep kalmıştı, sürükleyip götürüyordu onu, geri yanı zifir gibi bir karanlık bile olsa.

Ne olursa olsun, sınıf arkadaşları kendisine yıllar önce taktıkları “Hoca” adını o yıl daha sık kullanır oldular. Kendisi de, özellikle Yunus’un ölümünden bu yana, daha çok orta yaşlı bir adamı çağrıştıran seyrelmiş saçları, sararmış yüzü, zayıf bedeni, ağır devinimleriyle bu adlandırmayı haklı çıkardı. Bu arada, alışılmış sessizliğini hiçbir zaman tam olarak üzerinden atmasa bile, dillere ve dilbilime gittikçe daha çok verdi kendini. Yunus’un yapay bir buluş, bir yalan aracı diye küçümsediği dil olgusu bir bakıma onunla özdeşleşmenin başlıca yolu olarak en çok uğraştığı konu durumuna geldi. Biraz da bu yüzden, koleji bitirdiğinde, bir fakülte seçmesi gerekince, hiç duralamadan, “İngiliz dili,” dedi. Annesiyle Enis beye gelince, biricik yaşama nedeni olarak gördükleri Yusuf Aksu’ nun isteğine karşı çıkmaları söz konusu olamazdı. Tam tersine, ikisi de tüm yaşamlarını ona adamış görünüyordu: Enis Aksu, durumlarında hiçbir pürüz kalmaması için, Yusuf’u kendi nüfusuna geçirmekle de yetinmeyip Refika hanımla sessizce evlenmeye karar vermiş, kararı coşkuyla olmasa bile saygıyla benimsenmişti. Şimdi eskisinden de rahat görünüyorlardı, bazı bazı Refika hanım, köşesinde bir şeylerle uğraşırken, eskiden de olduğu gibi, “Gül yüzlülerin şevkine gel nuş edelim mey,” diye mırıldanmaya başladı mı Enis bey de, yüzde doksan, “İşret edelim yâr ile şimdi demidir hey,” diye tamamlamaktaydı, öyle ki Yusuf Aksu bir akşam rakı almak üzere evden çıkıp da bir daha geri dönmeyen adamın Enis bey ya da onu çok yakından tanıyan biri olup olmadığını düşünüyor, ama, hemen sonra, böyle saçma şeyler düşündüğü için, yüzünün kızardığını duyuyordu: en iyisi olayı şarkının çekiciliğine ya da annesinin yeni kocası üzerindeki etkisine bağlamaktı.

Böylece, Refika hanım, geleneksel tüllü şapkasını, geleneksel kara tayyörünü ve dantel yakalı ak bluzunu bir kez daha giydi, Yusuf Aksu, bu önemli gün için özel olarak yaptırtılan lacivert giysisini, tıpkı ilk kez kolejin yolunu tuttukları günkü gibi, anne önde, oğul arkada, Enis beyin kocaman Cadillac’ından inip Edebiyat Fakültesi’nin kapısına yöneldiler. Ne var ki, Refika hanım yıllar öncesinin giysisiyle belirli bir değişmemişlik yanılsaması yaratabilse bile, Yusuf Aksu, yeni ve çok sevdiği bir soyadıyla, ama burada da kalçalarına sonradan, iğreti bir biçimde takılmış gibi görünen, incecik bacaklarının üstünde, şimdiden kamburlaşmış bir sırtla, çiçeği burnunda bir üniversiteliden çok, oradan oraya koşan, gürültücü öğrenciler arasında yaşamaktan bıkmış, geçkin bir hocayı andırıyordu. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde, sınıfa ilk girişinde, kürsüye kurulmak yerine, sıralara yönelmesi yeni sınıf arkadaşlarını şaşırttı. Sonraki günlerde, sabahları, fakülteye benzerlerini ancak filmlerde gördükleri kocaman arabayla gelmesi, öğleleri, büyük bir olasılıkla karnını doyurmak için, en az yarım saat süresince, camlarından içi görünmeyen bu arabada kalması çevresinde yoğun bir gizlem havası yaratarak başka bir gezegenden gelmiş bir yaratık gibi görülmesine yol açtı. Sınıf arkadaşlarıyla konuşmaktan kaçınması, hatta onları görmezmiş gibi davranması da bu izlenimi artırdı. Daha çok uzaktan izlediler onu.

Kısa bir alışma döneminin ardından, usul usul yanına yaklaşarak kendisiyle konuşmayı deneyenler olduysa da tek sözcüklük yanıtlarından ölümlülerle dostluk kurmaya istekli olmadığı sonucunu çıkararak geri çekildiler; ama, fazla yorgun ve fazla yaşlı görünmesi, dolayısıyla içlerinden biri olmaması nedeniyle, tutumunu pek de aykırı bulmadılar; tam tersine, zaman zaman, kendisine yöneltilen sorulara, o herkesi derinden etkileyen sesiyle, soruldukları dile göre, yanlışsız ve vurgusuz bir ingilizce ya da türkçeyle verdiği kısa ve kesin yanıtlarla hocaları şaşkına çevirmesinden olağandışı bir öğrenci karşısında bulundukları, bugün sınıfta sözü edilen bir kitabı ertesi gün çantasından çıkararak bir yandan okuyup bir yandan satırların altını çizmesine bakarak bulduğu yanlışları düzelttiği, dolayısıyla, İngiliz dilini ve edebiyatını, İngiliz uyruklular da içinde olmak üzere, tüm hocalardan daha iyi bildiği sonucunu çıkardılar; böylece, Yusuf Aksu’ya Amerikan Koleji’nde verilen adı bu kez de onlar koydular. Eski sınıf arkadaşlarından biriyle karşılaşan bir öğrenci kolejde de aynı takma adı taşıdığını ve dil konusundaki özgün görüşleriyle tanındığını öğrendi. Bu arada, ister istemez Yunus’tan da söz edildiğinden, ya anlatan iyi anlatmadığı, ya dinleyen iyi dinlemediği için, Yusuf Aksu’ nun kimliği büyük ölçüde unutulmaz arkadaşının kimliğiyle karıştırıldı. Sonuçta, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünün birinci sınıf öğrencileri “yaşlı” arkadaşlarına kolejlilerinkinden çok farklı bir gözle bakmaya başladılar: bir yandan dil konusunda ürettiği sanılan kuram kırıntılarını yalan yanlış demeden tüm fakülteye yayarken, bir yandan da, kolejdeki sınıf arkadaşlarınınkinin tersine bir yönelişle, olağandışı öğrenci etkinliklerini gurur ve hayranlıkla izlediler. O da kendilerini hiçbir zaman düş kırıklığına uğratmadı doğrusu.

Bununla birlikte, Yusuf Aksu yeni durumundan hiç de hoşnut değildi: fakültede birkaç tutarsız ders dinlemek için, haftanın beş günü “tatsız” bir kalabalık ortasında sürüklenmek zorunda olmanın sıkıntısı bir yana, her konu en iyi ansiklopedilerde işlendiğine göre, yapılabilecek en iyi öğrenimin ingilizcesini kusursuzlaştırmasını sağlayacak bir öğrenim olduğu düşüncesiyle girdiği bu bölümde, çelişkin bir biçimde, bir yandan verilen yabancı dil bilgisinin geldiği kurumda öğrendiklerinin çok gerisine düştüğünü, öbür yandan hocaların okunmasını istediği kitapların en büyük ansiklopedilerin en çetrefil maddelerinden bile daha karışık olduğunu, bu da yetmiyormuş gibi, zaman zaman mantığına da, o güne dek Yunus’tan öğrendiklerine de ters düşen şeyler anlattıklarını, bu konuda hocaların da kitaplardan geri kalmadığını görerek kendi kendini yiyordu. Konuşmayı öteden beri sevmediğinden, başlatabileceği bir tartışmanın nereye varacağını da bilmediğinden, tüm dersleri hiç sesini çıkarmadan dinliyor, benimsemese de belleğine yerleştirmeye çalışıyordu. Ama, bölümdeki ikinci yılının ilk günlerinde, herkesin yerine yerleşip hocayı beklediği bir sırada, sınıfa kucağında bir sürü kitapla gencecik bir hanım girip kürsüye yönelince, Yusuf Aksu neye uğradığını bilemedi: bu kadın şaşırtıcı bir biçimde Canan’a, dostunun ölümüne neden olan uğursuz kıza benziyordu. O gün bugün, nerdeyse tüm genç kadınlara içgüdüsel bir kin duymaktaydı, işin içine Canan’a benzerlik de girince, genç öğretim üyesini büyük bir horgörüyle dinledi. Ele aldığı konuyu kavramakta kendisi de zorluk çeker gibi görünüyor, “yapı”, “dizge”, “eşsüremlilik”, “artsüremlilik” gibi birtakım bulanık kavramlar çevresinde dönüp duruyordu. Sonra, “sanki bilim köke inmek değilmiş gibi” dilleri tarihe başvurarak açıklamanın neden yanıltıcı olduğunu örneklerle açıklamaya kalkınca, Yusuf Aksu kendini tutamadı artık: soru sorulmadıkça konuşmama alışkanlığını bozdu; parmak bile kaldırmadan, “Siz bu söylediklerinize gerçekten inanıyor musunuz?” diye sordu.

Genç öğretim üyesi şaşırdıysa da sarsılmadı, bu işin inanıp inanmamakla bir ilgisi bulunmadığını, çünkü açıklamaya çalıştığı kavramların büyük dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün kuramının yöntemsel temellerini oluşturduğunu söyleyerek konuyu kapatacağını sandı. Ama Ferdinand de Saussure Yusuf Aksu için ansiklopedinin on binlerce maddesi arasında birkaç satırlık bir maddeydi yalnızca; buna karşılık, Yunus’tan dinledikleri hava ve su gibi doğal bulduğu şeylerdi, Yunus da her şeyi kökene, ilk kaynağa giderek açıklardı. Genç öğretim üyesi yeniden konusuna dönmeye hazırlanırken, o, kararlı bir biçimde, bu yollardan hiçbir yere varılamayacağını, bize gereken şeyin örneğin kuş dillerinin çözümlenmesiyle başlayacak bir “evrensel dilbilim” olduğunu, bir Türk dilbiliminin de ancak bu yola baş konulduktan sonra doğabileceğini kesinledi. Genç öğretim üyesi şaşırıp kalmıştı, büyük olasılıkla bir deliyle karşı karşıya bulunduğunu düşündü.

“Siz dili nasıl tanımlıyorsunuz?” diye sordu.

Yusuf Aksu sol elini yüreğinin üstüne bastırarak Yunus’un hocalar ve öğrenciler karşısında kim bilir kaç kez yaptığı tanımı bir de kendisi yineledi.

“İnsanları yetersiz bir sözcük dağarcığının içine kapatarak aralarında gerçek bir iletişim kurmalarını önleyen yapay bir dizge.”

Canan’a benzeyen öğretim üyesi, dudağında tuhaf bir gülümseme, hiçbir şey söyleyemeden, şaşkın şaşkın dikilirken, o büyük dostunun ölümünden birkaç gün önce Nietzsche’de bulduğu bir gözlemi anımsadı.

“Öyle görünüyor ki dil yalnızca bayağı, sıradan, iletilebilir şeyler için yaratılmıştır. Kişi sırf konuşmakla bile bayağılaştırır kendini,” dedi. Canan’a benzeyen öğretim üyesi Nietzsche’nin düşüncesini saçma bulduğunu söyleyince de Yunus’un bir başka sözü geldi usuna, “Bunu böyle anlamanız çok acı, benim için değil, sizin için!” diye ekledi.

Sınıf arkadaşlarının gözleri parlıyordu, gerçek bir dilbilim kuramının doğumunda bulunmuş gibi bir duygu vardı içlerinde. Ama bu konuda pek de donanımlı olmadığı aynı şeyleri yineleyip durmasından anlaşılan genç öğretim üyesi çabuk pes etmedi, dilin bir “bildirişimsizlik” aracı olarak sunulmasına karşı çıktı, savını doğrulayacak örnekler aradı, fazla bir şey bulamadı, sonra elindeki tebeşiri yere attı, “Ne yaptım? Tebeşiri yere attım,” dedi, arkasından, “Söylediğimi anlamayan var mı?” diyerek gözlerini öğrencilere dikti. Öğrenciler konuşup konuşmamak konusunda duralarken, Yusuf Aksu “Tebeşiri yere attığınızı söylemenize gerek yoktu, çünkü bunu hepimiz gördük!” diye yanıtladı. Sınıfta zorlu bir kahkaha koptu. Dersin de sonu gelmişti, öğrenciler Yusuf Aksu’dan çok daha genç görünen bu deneyimsiz hanımın gerekçelerini dinlemek bile istemediler. Buna karşılık, biraz da hocalara duydukları öfkenin etkisiyle, sınıfta, koridorlarda, kantinlerde, kahvelerde, sürekli Yusuf Aksu’yu konuştular, çok özgün görüşleri bulunan, gerçek bir düşünür, yerini ve zamanını şaşırmış bir araştırmacı olarak değerlendirmeye başladılar onu.

Yusuf Aksu’nun özgün bir düşünür ve dilbilim kuramcısı olarak ünlenmesi ille de bir rastlantıya bağlanacaksa, Yunus’la karşılaşmasını hiçbir zaman unutmamak koşuluyla, ilk rastlantının o rastlantı değil, bu rastlantı olduğu söylenebilir. Rastlantı gibi yüzeysel açıklamalar bir yana bırakılır da kendi anlayışına uygun olarak olayların kökenine inilmek istenirse, onun dilbilim kuramcılığının bu küçük oluntuyla başladığını söylemek gerekir. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, Yusuf Aksu o günlerde ne ünlenme tutkusuna kapılmıştı, ne de özgün bir dil kuramına öncülük etmeyi düşünüyordu. Bununla birlikte, bir yandan arkadaşlarının, hatta kimi hocalarının soru ya da kışkırtmalarıyla kendisini nerdeyse sürekli biçimde bu alana çekmek istemeleri, öbür yandan, dili bir bildirişimsizlik ya da bildirişimi önleme aracı olarak tanımlamasının daha çok bir meydan okuma içgüdüsünden kaynaklanmasına karşın, şimdi, hocalarını ve arkadaşlarını dinlerken, derslerde salık verilen karışık mı karışık kitapları okumaya çalışırken, unutulmaz dostunun yadsınması olanaksız bir gerçeğe parmak basmış olduğu sonucuna varması, bir başka yandan, şu Saussure denilen adama tanrı gibi tapar görünen kimi hocaların annesinin kafasına daha ilkokulda yerleştirdiği şeyi: bilimin köke inmek olduğu ilkesini yadsır görünmeleri, Yunus’un düşüncesini, bir başka deyişle, kekemeliğin hakkını savunma nedenine yeni bir neden daha ekledi. Elinin altındaki değişik ansiklopedilerde, Yunus’un bile hiç el sürmediği birtakım konuları da araştırmaya girişti. Bu arada, Paris Dilbilim Kurumu’nun daha 1866 yılında dilin kökenine ilişkin araştırmaları göz önüne almamayı tüzüğüne koyduğunu okuyunca, “Bu adamlar toptan pusulayı şaşırmış!” diye söylendi; ünlü kararı adamların altından kalkamayacakları işlere girişme korkularına yasallık kazandırma yolunda bir çaba olarak yorumladı; son günlerde hep çevresinde dolaşan birkaç öğrenciye de aktardı gözlemini.

Bununla birlikte, işi bir kavgaya dönüştürmeyi usundan bile geçirmiyordu. Derslerde de pek öyle sesini yükseltmedi. Yalnız, en fazla üç kez, İngiliz dilbilgisi okutan genç hanım Yunus Aksu’nun görüşlerine ters düşer gibi görünen şeyler söyleyince, kaşlarını çatıp başını sallamaktan kendini alamadı. Daha sonra, nicedir birlikte bir şeyler yiyelim diye dayatan kızlı erkekli bir arkadaş topluluğuna, bir öğle yemeğinde, çok kısa olarak, dilin nasıl yazıdan geldiğini, böylece insanlar arasındaki gerçek ve doğal bildirişimi nasıl önlediğini anlattı. Birkaç kez de, ingilizcesi zayıf olan sınıf arkadaşlarına tüm kitaplarda bulunan kuralları, kimi sözcüklerin yazılışlarını gösterdi, kimilerini uygun tümceler içinde kullandı, kimilerinin yalnızca türkçe karşılıklarını söyledi. Bu arada, dünyanın tüm dillerinde, gerçekte adılların adların yerini değil, adların adılların yerini tuttuğunu vurgulamayı da unutmadı. Böylece, çok kısa bir sürede, tüm fakültede, ingilizceyi üniversite hocalarından, hatta İngilizler’den de iyi bilen öğrenci olarak tanındı; sonra, yavaş yavaş, nerdeyse kendiliğinden, dünya dilbiliminde Türkiye’nin sesini duyurmaya hazırlanan olağanüstü bir genç dilbilimci olarak ünlenmeye başladı.

Ancak, Yusuf Aksu ün karşısında da, ünün sağlayabileceği yararlar karşısında da ilgisizdi. Biraz olağanüstü dilci ününün, biraz da kendisini fakülteye getirip götüren kocaman, parıl parıl arabanın etkisiyle, birtakım kızlar çevresinde dört dönüyordu, bu tür girişimler karşısında da soğuk davrandı. Yunus Aksu’nun ölümünden beri, Mersinli Canan’ın günahını tüm türdeşlerine yükleyerek onlardan olabildiğince uzak durmaya çalışmaktaydı. Hem de dostunun ölümünün üzerinden epey bir süre geçmiş olmasına karşın, çok yakında ona kavuşacağı duygusu hep canlıydı içinde: ölümün çok yakınlarda olduğunu, her an yakasına yapışmaya hazır durumda, çevresinde dönendiğini duyuyor, hatta, arada bir, derste, yemekte ya da yatakta, ortada hiçbir neden yokken, iyice yaklaştığını, artık ölmek üzere olduğunu sezinler gibi oluyor, “Tamam, Yunus beni yanına çağırıyor!” diyerek bir an, hiç korkmadan, ama soluk da almadan, kekelerken iki hece arasında donup kalmış gibi, kanının bilek damarlarından boşalmasını bekliyordu; kısacası, Yusuf Aksu dünyada daha çok bir konuk gibi görüyordu kendini, yaşamdan bir beklediği yoktu.

Bu nedenle, öğrenimini bitirmesine bilemedin bir buçuk yıl kalmışken, ölüm, kendisi yerine, önce Refika hanımın, onun hemen arkasından da Enis beyin yakasına yapışınca, bir daha fakülteye dönmedi: artık kendisinden diploma bekleyen bir kimse kalmadığına göre, öğrenimini sürdürmenin bir anlamı kalmadığını düşünmekteydi. Buna neden olarak Enis beyin kendisine bıraktığı bir yığın taşınmaz, değişik ortaklık payları ve işyerleriyle ilgilenmek zorunda kalmasını gösterenler de olmadı değil. Doğrusu ilgilendi de. Babasının yaşlı avukatı Münür beyin yardımıyla, tüm ortaklık paylarını paraya dönüştürdü, yalnız Enis beye bağlı olan birkaç işyerini, avukatının uyarılarını dinlemeden, gülünç paralar karşılığında elden çıkardı. Buna karşılık, satılmaları durumunda, Yunus’tan ve Enis beyden bir şeyler gidecekmiş gibi, taşınmazlara dokunulmasına izin vermedi. Aynı biçimde, Maçka’daki evde de hiçbir değişiklik yapmadı, tek koltuğun, tek sehpanın, hatta tek sigara tablasının yerini değiştirmediği gibi, bir şeyler değişir korkusuyla, evde hep ayaklarının ucuna basarak gidip geldi. Sessiz ve kımıltısız kaldığı oranda yitirdiklerine yaklaştığını, buna karşılık, konuşup devindiği, yani kendi ağırlığını duyurduğu oranda onlardan uzaklaştığını sezinlediğinden olacak, izlerini silmemeye özen gösterdi. Buna bir değişiklik denilebilirse, evde yaptığı tek değişiklik annesiyle Enis beyin odasını erişilmez kılmak oldu: Enis bey “Yunus’un evi”ni nasıl kapattıysa, o da öylece kapattı onların odasını, hiçbir şeye dokunulmasına, hatta yatağın yapılmasına bile izin vermeden, kapısını dikkatle kilitleyip anahtarını masasının gözündeki küçük kasaya sakladı.

Kendisi de onların zamanındaki gibi yaşadı. Dışarıya çok az çıkmasına karşın, her sabah sakalını özenle kazıdı, her akşam ve her sabah dişlerini fırçaladı, yemeklerini, Enis beyin ve Refika hanımın yaşadığı günlerdeki gibi, gene büyük masada, kendi yerinde yedi, salonun uzantısı durumunda olan kitaplıkta, gene her zamanki yerine yerleşip ansiklopedilerini karıştırdı, yabancı radyoları dinledi, değişik dillerin dilbilgilerine daldı, kendi yatak odasında yatmayı hep sürdürdü; ancak, hem Enis beye saygısından, hem de onu orada bulamamanın acısına katlanamamaktan korktuğundan, Yunus’un evine hiç çıkmadı; çıkmak şöyle dursun, kapısının önünü kapatan dolaplara bile dokunmadı. Evde öteden beri çalışan uşaklardan, hizmetçilerden, aşçı kadından, kapıcı Vartan efendiden hiç yakınmadı. Uşakların ve hizmetçilerin çoğu yaşlıydı, kimileri öldü. Ölüm çok acı olduğu ve başka bir ölümü anımsattığı için, Yusuf Aksu zorunlu olmadıkça yeni uşak almadı. Bu arada, Cadillac’tan artık çok az yararlanmakla birlikte, şoför Ahmet efendinin aylığını hep ödedi. Yaşlı adam, tıpkı eskisi gibi, bir başka çağı düşündüren özel kılığı içinde, hep bekledi aşağıda. Ama Yusuf Aksu’nun şaşmaz bir biçimde kendisine gereksinim duyduğu günler yalnızca bayram günleriydi. Yunus’un, Enis beyin ve Refika hanımın yan yana sıralanmış mezarlarının başına dikilip uzun süre, ama bir fatiha bile okumadan, öylece duruyordu; neden sonra, bacakları bedenini taşıyamayacak kadar yorulunca, arabaya dönerek Ahmet efendiye Edirnekapı’ya çekmesini söylüyor, bu kez de Merkez Efendi’de, anneannesiyle teyzesinin mezarlarının başında dikiliyor, en sonunda, bayağı uzun bir süre, babasının mezarını arayan bir çocuk gibi, mezarlar arasında dolaşarak taşlarının yazılarını okuyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, yalnızlığının ilk zamanlarında, arada bir koca Cadillac’la dolaşmaya çıktığı da oldu, ama, nereye giderse gitsin, insanların sürekli üzerine dikilen şaşkın ve düşman bakışları onu hem ürküttü, hem yaşamdan uzaklığını kesinledi. Gittikçe kalınlaştırdı kabuğunu.

Oysa, yaşamını biraz olsun renklendirme konusunda çözüm önerenler yok değildi. Örneğin babasının emektar avukatı Münür bey bunlardan biriydi: işlerinin yönetimini kendi yorgun omuzlarından alması için sürekli dil dökmekteydi. Ancak, en kararlı ve en coşkulu görüneni annesinin çalıştığı okuldaki en yakın arkadaşı Sulhiye hanımdı. Sulhiye hanım Refika hanımın Enis beyle evlenmesinden sonra da birkaç kez gelmişti Maçka’ya, ama, ölümünden sonra, nerdeyse her hafta gelmeye başladı. Her gelişinde Yusuf Aksu’yu karşısına alıp oturuyor, onun için bir ikinci anne sayılabileceğini vurguladıktan sonra, yaşamının yönetimi konusunda öğütlere girişiyordu. Başlıca öğüdüyse, kolaylıkla kestirilebileceği gibi, bir an önce doğru dürüst bir kız bulup evlenmesiydi; böylece, hem yalnızlıktan kurtulur, hem babasının adını yaşatır, hem de adamcağızın bıraktığı büyük servetin ileride devlete kalmasını önlerdi. Söylediğine göre, bilgili, görgülü, namuslu, eli yüzü düzgün birkaç aday tanıyordu; isterse, kendisini onlarla görüştürebilir, bir tanışma dönemi geçirmelerini sağlayabilirdi. Ne var ki, önerisini her yineleyişinde, Yusuf Aksu, saygılı ve kararlı bir biçimde, şimdilik evlenmeyi düşünmediğini söyledi. Sulhiye hanım da fazla üstelemedi. Bir süre, gelip gitmelerini seyrekleştirdi, evlenme konusuna da hiç dokunmadı. Sonra bir gün yepyeni bir öneriyle geldi: tanıdıklarından okumuş bir kız, tıpkı kendisi gibi, anasını ve babasını birbiri ardından yitirdikten sonra, sözcüğün tam anlamıyla ortada kalmıştı, ne bir gelir kaynağı vardı, ne oturacak bir odası. Ufak bir ücretle yanına alacak olursa, kızcağız her işine bakar, evini düzene sokar, uşak ve hizmetçileri denetim altında tutardı. Yusuf Aksu kızcağızı böyle bir işte çalıştırmaktansa, kendisine yardımda bulunmayı önerdi. Ancak, Sulhiye hanım “Burada olursa, gözüm arkada kalmaz,” diye dayattı, bu arada, sanki bir ayrıcalık söz konusuymuş gibi, ikide bir, “Adı Necla’dır,” diye yineleyip durdu. Öyle çok yineledi ki Yusuf Aksu boyun eğmek zorunda kaldı.

Ne var ki, sıradan ve üstü başı dökülen bir hizmetçi kız beklerken, güzel giyimli, alımlı çalımlı, ekonomiden politikaya, neden söz açılsa, kendi yorumunu getiren, bu arada, solculara atıp tutmak konusunda hiçbir fırsatı kaçırmayan, güvenli havasıyla insanı ezen bir hanım buldu karşısında. Elden geldiğince uzak durdu ondan, yanına gelip söyleşime girişmek istediği zamanlarda da işi başından aşkınmış gibi davrandı. Buna karşın, aradan iki hafta geçmeden, bir gece, uykunun en tatlı yerinde, çırılçıplak yatağında buldu onu: pijamasının altını çıkarmış, üstünü de çıkarmaya çalışıyordu. Tepeden tırnağa titredi. “Ne oluyor? Siz kimsiniz? Nerden geldiniz?” diye sordu yüksek sesle. Kız parmağını dudaklarına bastırdı, “Yavaş! Bütün evi uyandırmak mı istiyorsun?” dedi. Yusuf Aksu kiminle karşı karşıya olduğunu o zaman anladı, hemen çıkıp gitmesini söyledi ona, istediği de buydu. Ama Necla oralı bile olmadı, kulağını dudaklarının arasına almaya çalıştı, “Sen sus, hiçbir şeye karışma,” diye fısıldadı, “Sen öyle dur, bana bırak her şeyi.” O da boyun eğdi sonunda, çırılçıplak kaldı, kendisinden istendiği gibi, hiçbir şeye karışmadan, öylece durdu, beklenmedik konuğunun bir yandan elleri, bir yandan dili ve dudaklarıyla, bedeninin her yanını öpüp okşayışını dinledi. Karşılık vermedi, dudaklarını dudaklarına yapıştırmaya kalkmadıkça, fazla bir tepki de göstermedi. İçinde tuhaf bir korku vardı, yüreği de kötü çarpıyordu, bu yüzden fazla bir haz duymuyordu; ancak bu gittikçe hızlanan dokunuşlar çok da kötü gelmiyordu. En iyisi kızın kendisini karşılık vermeye zorlamaması ve artık hiç konuşmaması, kendini nerdeyse tüm varlığıyla devinimsiz bedenini okşamaya vermesiydi. “Tanrım, çok geç uyanıyorsun!” diye söylendiğini duydu bir ara, bir süre sonra da “Ama hiç uyanmıyor da değilsin, işte uyanıverdin!” dediğini, hemen arkasından da, kendisi bacaklarını karnına doğru çekerken, en sonunda kollarını gevşeterek, “Olamaz! Boşalıverdi!” diye inlediğini işitti, yüzünü duvardan yana döndü. Ama kız yılmadı, eğilip yanağını öptü, “Sen sıkma canını, bunun yarını da var!” diye fısıldadı kulağına.

Ertesi gece de, sonraki gecelerde de geldi. Üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yaptı, üç aşağı beş yukarı aynı sonuçları aldı, aynı sözcükleri yineledi: “Geç uyanıp erken boşalıyorsun, ama sıkma canını, bunun yarını da var!” Gündüz, evin adamları arasında gidip gelirken, kendisine, genellikle kendi uygun bulduğu saatlerde, çay ya da kahve getirdiğinde ya da yakınında bir koltuğa ilişip solcuları çekiştirirken, gece karşılaştığı başarısızlık hiç keyfini kaçırmamış gibi görünüyordu; tam tersine, anlatılmaz bir şenlik havası yayıyordu çevresine; bu yüzden olacak, kadın, erkek, herkes kendisine hayrandı evde, elini sıcaktan soğuğa vurdurtmamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Yusuf Aksu’ya gelince, yatağına geldiği ilk geceden beri, onu her görüşünde başını önüne eğmesi bir yana, avukatından kapıcısına, bir insanla karşı karşıya geldiği her seferde, o gece yatağında olanlar gözlerinden ellerine her yanında açık açık okunuyormuş gibi, yüzünün kızardığını duyuyor, en sıradan soruları yanıtlarken bile Yunus gibi kekeliyor, yatak odasının kapısını kilitlemeye karar veriyordu. Annesi onu cinsel konulardan hep uzak tutmuş, mutlu olmak istiyorsa, kadın ardından koşmamasını, özellikle de erkek düşkünü kadınlardan uzak durmasını yinelemişti hep, o da öğütlere uymuştu. Üstelik, Yunus’un kendini öldürdüğü günden beri kadınlara gücül düşmanlar olarak bakmaktaydı. Gelişlerinden çok hoşlandığını söylemek de zordu. Uykunun en derin yerinde çırılçıplak yatağına dalması, bedeninin her yanında dilini ve dudaklarını gezdirmesi tüylerini diken diken etmişti her zaman, gelmekten vazgeçse, sevinirdi, rahat rahat uykusunu uyurdu. En azından, o yatağındayken hep böyle düşünüyordu. Buna karşılık, gündüzleri, çalışma odasında kitap karıştırırken, salonda otururken, geceleri, yatağında, uykuya dalmadan önce, ikide bir onu düşlemeye başlıyor, kolay kolay da bu düşten sıyrılamıyordu: kimsesiz kız, dili, dudakları, göğüsleri, elleri, kalçaları ve bacaklarıyla kolay kolay veremediği, verince de nerdeyse başlamadan biten hazzı bu yarı uyanık düşlerde veriyordu ona: beden kısa sürede uyanıp geriliyor, gerginliği de bayağı sürüyordu. Öyle ki Yusuf Aksu aynı şeyin o yatağa gelince de süreceğine inanmaya başlıyor, bir kez daha, kapısını açık bırakıyordu. Ama bir kez bile gerçekleşmedi umduğu. “Bu iş ancak bu kadar olur,” diye düşündü. Ondan aldığı, daha doğrusu onun zorla verdiği hazzın başka kadınlardan alabilecekleri konusunda iyi bir ölçüt olduğunu düşünmekten de kendini alamadı, her geçen gün biraz daha soğuk davrandı ona, hiç böyle bir alışkanlığı bulunmamasına karşın, arada bir terslediği bile oldu. Böylece, kısa sürede tüm evin gözdesi olan Necla hanım bir sabah erkenden sokağa çıktı, akşamüzeri Sulhiye hanımla birlikte döndü, evde nesi var, nesi yoksa hepsini topladılar, hiçbir açıklamada bulunmadan alıp gittiler. Bir daha da ortalarda görünmediler. Yusuf Aksu bir süre bekledi, gergin düşleri birkaç ay eskisinden de güçlü bir biçimde sürdü, sonra, yavaş yavaş, hem zayıfladı, hem seyrekleşti, sonra her iki kadın da çıkıp gitti düşüncesinden: böyle şeyler hiçbir zaman fazla çekmemişti onu.

Alışılmış düzenine geri döndü böylece, her şey değiştikten sonra, o pek bir şey değişmemiş ya da değişmeyen yalnızca nesneler ve alışkılarmış gibi davrandı, ölüm düşüncesi de yavaş yavaş yakasını bıraktı. Dışarıdan bakılınca, bundan hoşnutmuş, evin eski düzeninin ve eski görüntüsünün sürmesi kendisini mutlu etmeye yetiyormuş gibi görünüyordu: günlerce, pencereden denize ve karşı kıyılara bile bakmadan, sanki ivedi yetiştirilmesi gereken bir çalışma hazırlarcasına ansiklopedilerle oyalanması, dünyayı sarsacak bir olay bekliyormuş gibi yabancı radyo istasyonlarını dinlemesi de bunu kanıtlar gibiydi. Üzerine birdenbire koyu bir sis gibi çöken yalnızlığın yaşamında açtığı boşluğu bunlarla dolduruyordu. Ayrıca, denilebilirdi ki, ansiklopedi de, yeni diller de, yabancı radyolarda onda biri anlaşılıp onda dokuzu anlaşılmayan konuşmalar da birer kekelemelik edimiydi, dolayısıyla, çok yetersiz bir düzeyde bile olsa, Yunus’la özdeşleşmenin değişik biçimleri olarak değerlendirilebilirdi. Bununla birlikte, Yunus’la özdeşleşmenin kekelemeden sonra en anlamlı ve en ilginç biçimi kendi deyimiyle “kuşların konuşmalarını dinlemek”ti belki.

Bir mayıs günü, akşamüstü, uzaktan denize ve karşı kıyılara, yukarıdan apartmanın kocaman bahçesine bakan bir pencerenin önünde, dalgın dalgın otururken, nerdeyse kendiliğinden başlamıştı bu alışkanlık. Yunus’un kuşların dili çevresinde söyledikleri hep usundaydı, onun her sözü gibi bu sözlerine de hâlâ inanıyordu, ama Yunus gibi o da inandığının doğruluğunu denemeyi hiçbir zaman düşünmemiş, o da çevresindeki canlı kuşlara hiç mi hiç ilgi duymamıştı. Ancak, o akşamüstü, pencerelerde, bahçede, damların ve denizin üstünde, özellikle denizin üstünde, öyle çok kuş vardı ki, öyle çok gidip geliyor, öyle çok ve öyle canlı, öyle sevinçle ötüyor, birbirlerine sesleniyor, birbirlerini yanıtlıyorlardı ki ilgisiz kalmaya olanak yoktu, o da etkilendi ister istemez, her şeyi unutarak onları izlemeye başladı. “İstanbul’da bu kadar çok, bu kadar değişik kuş bulunduğunu bilmezdim,” dedi kendi kendine. “Ne bu böyle? Kuşların bayramı mı bugün?” Kalktı, pencereyi açtı, uzakta, denizin üstünde dönenen martıları, kimi zaman uzaktan, kimi zaman çok yakından uçan, ok gibi içeriye dalacakmış gibi yapıp son anda yön değiştiren kırlangıçları, bahçede, yerde, dallarda, oraya buraya atlayan serçeleri, sakaları, çalıkuşlarını, sığırcıkları, kumruları, güvercinleri, kargaları hayranlıkla izledi. Nereden geldiğini bilmediği, belki de insanlığın dil öncesindeki arılık dönemlerine bağlanan bir özlemle başı döndü. Aynı anda, uçsuz bucaksız ve göz kamaştırıcı bir aydınlıkta, kuş seslerinin aydınlığında buldu kendini, gözlerini yumdu, öyle durup kuşların sesini dinledi bir süre, “Evet, Yunus haklı, Yunus yerden göğe haklı: kuşlar konuşuyor işte, ama bu konuşmadan da fazla bir şey,” diye söylendi. “Fazlasıyla fazla bir şey!” Fazla olan neydi? Tüm kuşların ortak ezgisi mi, doğanın mayıs dinginliğinin etkisiyle kuş konuşmalarının ezgiye dönüşmüş biçimi mi? Fazla oyalanmadı bunun üzerinde. Doğa hiçbir zaman fazla ilgilendirmemişti onu. Kuşların konuştuğuna inandığına göre, doğada doğal olmayanı daha ilginç bulduğu da söylenebilirdi. Gerçek olan bir şey varsa, o da bu şenlik karşısında büyülendiği, kendini her şeyden soyutlanmış, Yunus’un yokluğunun acısından bile uzaklaşmış olarak bu seslerin odağında bulduğu ve burada kalmaktan başka hiçbir şey istemediğiydi. Kaldı da, uzun süre kaldı. Mutfak yanında bir ayak sesi işitip de gözlerini açtığı zaman, güneş batmış, ortalık kararmaya yüz tutmuştu, dışarıdan değil de kendi içinden geliyormuş ya da yalnızca gözkapaklarının açılıp kapanmasına bağlı bir oyunmuş gibi ezgi de yok oluverdi. İçini çekti. Aynı anda, önündeki pencerenin pervazından daha önce hiç görmediği iki ak kuş havalandı, bir çift ışık çizgisi gibi, yan yana, birbirine değecek kadar yakın, ok gibi uzaklaşıp göğün mavisinde siliniverdiler. Yusuf Aksu gözlerini gökyüzünde dolaştırdı, pencereden eğilip bahçenin ağaçlarına baktı. Nerdeyse tüm kuşlar ortadan çekilmişti. “Olur şey değil!” diye mırıldandı, şurada en az iki saattir yaşadıklarının yalnızca bir düş olup olmadığını düşündü.

Gene de, o günden sonra, kuşlar hep çekti ilgisini, radyo dinlerken, ansiklopedi karıştırırken, koltuğunda uyuklarken, güvercin kuğurdaması bile olsa, şöyle biraz canlı, biraz farklı bir kuş sesi işitti mi nereden geldiğini ve kuşun bu sesi çıkarırken ne yaptığını anlamaya çalıştı. Bu arada, örneğin güvercinlerin ya da kumruların karşılıklı ötüşlerine eşlik eden devinimlerin anlamını çözmekte hiç zorlanmadı, konumlarını kendisininkinin tam tersi olarak nitelediği de çok oldu. Ama, belki de yalnızca konuşmanın varlığını saptadığı, hiçbir zaman tümce ya da sözcük düzlemine inmediği için, hiçbir biçimde bir üzüntü nedeni çıkarmadı bu karşılaştırmadan. Buna karşılık, kimi geceler, ama ayda yılda bir kez, çok yakınlarda bir yerlerde, birbirine saniyesinde yanıt veren iki görünmez kuşun ince, yumuşak, anlaşılmaz söyleşisi karşısında gözleri yaşardı her zaman, görünmediklerinden olacak, tüm ilişkileri bu seslerdeymiş, bu seslerle yalnızca konuşmakla kalmıyor, aynı zamanda oynaşıyor, sevişiyorlarmış gibi bir duyguya kapılıyor, onların sesini işitti mi her şeyi bırakıyor, sabaha kadar da konuşsalar dinliyordu. Nerdeyse bir dostluk gereğiydi bu, çünkü, ona öyle geliyordu ki, bu iki kuş olsa olsa kuş bayramı diye nitelediği gün pencereden bir ok gibi fırlayarak göğü delip geçen ak kuşlar olabilirdi. “Yunus’un kuşları,” diye söyleniyordu.

Yusuf Aksu o günden sonra hep dinledi ve izledi kuşları. Ancak, onlar da dünyaya bağlayamadı kendisini: hâlâ arada bir ölümün geldiğini duyarak soluğunu tutup elleri göğsünde, öylece beklemesi, beklediği gerçekleşmeyince, derin derin göğüs geçirerek ıslak gözlerini silmesi göz önüne alınınca, bu koca evde kendini yalnızca bir konuk olarak gördüğü, hiçbir şeyi bozmamaya özen göstermesinin de bundan kaynaklandığı düşünülebilirdi. Enis beyin emektar avukatı Münür bey, iş görüşmelerine geldiğinde, babasının, şimdi de kendisinin bir dostu olarak, onu biraz silkelemeye çalıştı, biraz açılmaya zorladı, kimi işlerin çözümü için birlikte çıkmayı önerdi, tasarılarını öğrenmeye, yaşamına birtakım amaçlar sokmaya çalıştı, ama çabaları sonuç vermedi. Bu arada, gerek kolejden, gerek Edebiyat Fakültesi’nden birtakım eski sınıf arkadaşları arasında, kapısını çalanlar da oldu. Bunlara arkadaş denilebilirse, kolejdeki arkadaşlarının, kimileri sonradan konduğu büyük servetin başında ne yaptığını öğrenmek, kimileri ortak iş önermek, kimileri kendisini bir yakınıyla başgöz edip yalnızlıkta boğulmasını önlemek, çok azı da, hiç değilse görünüşte, büyük dostunun unutulmaz anılarını canlandırmak istedi; Edebiyat Fakültesi’nden gelen arkadaşlarıysa, konuşmayı daha çok bilimsel konulara doğru çekiyorlardı. Hepsine de iyi davrandı. Ama hiçbiri ilgisini çekmiyor, hiçbiri içinde bir sevinç kıpırtısı uyandırmıyordu; tam tersine, hepsi de Yunus’un yokluğunu her zamankinden de acı bir biçimde duyurmaktaydı. Yavaş yavaş, özellikle lise arkadaşlarından başlamak üzere, kapısını herkese kapatmaya başladı. Edebiyat Fakültesi’nden ayrılmasından şöyle böyle üç yıl sonra, evde çalışanlar ve işlerini yürüten avukat dışında, hiç kimseyle görüşmez oldu.

Ne olursa olsun, Amerikan Koleji’ndeki arkadaşları adını daha çok Yunus Aksu’dan söz ettikleri zamanlarda ya da sözü Yunus Aksu’ya getirmek için anarken, Edebiyat Fakültesi’ndeki arkadaşları bambaşka bir yol izlediler: hem yalnızca kendisi olarak, hem de gittikçe artan bir saygıyla, nerdeyse önlerini ilikleyerek andılar onu, ne zaman bir hoca dersi biraz karışık anlatsa ya da ingilizce bir sözcüğü yanlış söylese, ne zaman arkadaşlarından biri olmayacak bir saçmalık yapsa, ne zaman dilin doğasından ya da yapısından söz açılsa, İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencileri hemen onun benzersiz bilgisine ya da konuya mantığın damgasını vurduğunu düşündükleri kuramına ilişkin öykülere giriştiler. Hem de bunu öyle sık ve öyle bir coşkuyla yaptılar ki gelenek kendisini doğrudan tanımış öğrencilerin bölümü bitirmelerinden, kendisine ders vermiş olan kimi hocaların emekliye ayrılmasından sonra da sürdü; üstelik, ünü hem fakülte sınırlarını aşarak çok değişik öbeklere yayıldı, hem de, örneğin fazla bilgili ve fazla yaratıcı bir öğrenci olması nedeniyle ileride karşılarına bir profesör olarak çıkmasından çekinen kıskanç ve yeteneksiz hocalarca bölümden ayrılmak zorunda bırakıldığı gibi temelsiz söylentilerle zenginleşerek yeni boyutlar kazandı. Bu arada, kolaylıkla kestirilebileceği gibi, ünü yaygınlaştıkça görüşleri konusundaki yetersiz bilgiler her geçen gün biraz daha bulanıklaştı. Ne var ki, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bırakmasından yirmi yıl sonra bile, fakülte içinde ve dışında, gerek üniversitenin gerçek üniversite olduğu günleri özlemle anımsayanlar, gerek Türk bilim adamlarının Batılı bilim adamları yanında ezilmeyeceği parlak bir bilimsel gelecek düşleyenler için, Yusuf Aksu aynı zamanda hem göğüs kabartan, hem iç sızlatan bir söylendi.

Ama o her geçen yıl biraz daha içine kapalı, biraz daha yalnız, biraz daha yaşlı bir adam olmakta, bulanık ününden tümüyle bağımsız bir yaşam sürmekteydi. Yalnızlıktan haz duyuyordu sanki. Maçka’daki daireler boşaldıkça, sırf yeni insanlarla karşılaşmak korkusuyla, kapıyı kapatıp anahtarını masasının dolabına atıyor, bunları bir daha kiraya vermediği gibi arada bir şöyle bir dolaşıp bakmayı bile düşünmüyordu. Bu arada, yıllar yılı insanların dilini küçümsedikten sonra, yazgının bir çelişkisiyle, koltuğunda otururken, kitaplıktan bir ansiklopedi cildi alırken, radyo dinlerken, hatta yatağında yatarken, kendi kendine konuşmakta olduğunu ayrımsayarak irkiliyor, ama, irkilme nedeni önemini saniyesinde yitirmiş gibi, gene yüksek sesle, “Ne oluyor? Yoksa deliriyor muyum?” diye soruyordu. Delirmiyordu kuşkusuz, alışılmış yaşamını sürdürüyordu. Bununla birlikte, kimi zorunlu durumlarda, on beş yirmi yıl öncesinin giysileriyle büyük kapıdan çıkıp da emektar Cadillac’a yöneldiği zaman, insanlar bir hortlak görmüş gibi irkiliyor, çocuklar en çekici oyunlarını bile bırakıp birbirlerine, “Adam sokağa çıktı!” diye seslenerek içlerinde incecikten bir ürpertiyle arabaya yaklaşıyorlardı. Bereket, Yusuf Aksu’yu dilbilimci ünüyle tanıyanlar kendisini bir üniversite öğrencisi olduğu zamanlardaki gibi, önünde çok parlak bir gelecek bulunan, genç bir bilim adamı, yani ünüyle uyumlu bir kişi olarak düşünmeyi sürdürüyorlardı.

Uluslararası Dilbilim Günleri’nin gerçekleşmesi kesinleştikten sonra, ne pahasına olursa olsun, onun bu günlere katılmasını sağlamaya karar veren genç doçent Tamer Altınsoy da Yusuf Aksu’yu yalnızca bir söylen olarak tanıyanlardandı. Bu nedenle, uzun araştırmaların ardından, Maçka’daki apartmanı bulduktan sonra, kapıcıya ve hizmetçiye dökülen diller, avuçlarına sıkıştırılan okkalı bahşişler yardımıyla, pek öyle herkese açılmayan kapısından girerken, bin yıldır kapalı kalmış bir tapınağa giriyormuş gibi bacakları titredi; pencereleri yüzyıl başlarından kalma koyu kırmızı kadife perdeler arasından Kızkulesi’ni aşarak Salacak’a ve Sarayburnu’na bakan görkemli salonda, kocaman bir koltuğun ucuna iliştikten sonra da uzun süre yenemedi titremesini. İlk dakikalarda, gerek kendisini karşılayan kır saçlı, uzun bacaklı adamın kötü onarılmış robot yürüyüşüne, diz verip kısalmış pantolonuna ve koltuk altları sökülmüş, lekeli, kalın balıkçı kazağına, gerek anlamsız yanıtlarına ve çocuksu tepkilerine bakarak doğru yerde, ama yanlış adam karşısındaymış gibi bir izlenime kapılarak ürperdi. Sonra, yavaş yavaş, nicedir yabancılardan uzak duran Yusuf Aksu ürkek ve şaşkın davranışlarının, özellikle de bakımsız giyiminin yaptığı çağrışımın etkisiyle güvene gelerek daha candan davranmaya başladıkça, o da ilk bakışta yoksulluk, sakatlık ve alıklık izlenimi uyandıran bu belirtilerin gerçekte birer alçakgönüllülük ve bilgelik göstergesi olduğunu düşündü, sol yanda büyük boy kitaplarla dolu, kocaman kitaplıkta, görkemli bir masanın ve antika sehpaların üzerinde kimi açık, kimi kapalı, üst üste, yan yana duran, kocaman ciltli kitapların varlığından da kendi özgün kuramını geliştirme yolundaki araştırmalarını sürdürdüğü sonucunu çıkardı. Önerisini yapmanın tam zamanı olduğunu düşündü.

Yusuf Aksu, öğrenciliğinde, çok sevdiği bir arkadaşıyla birlikte, dil konularına büyük bir ilgi gösterdiğini, ama hiçbir zaman kendi başına bir kuram oluşturmaya yeltenmediğini söyledi; dilin kökeni ve yazıyla ilişkileri üzerine “ufak tefek birtakım kişisel gözlemleri” bulunmakla birlikte, “alaylı” niteliğiyle büyük bilim adamları arasında “sırıtacağını” belirtti, Uluslararası Dilbilim Günleri’ne katılma önerisini kesin bir dille geri çevirdi. Ancak, bu saygılı, güler yüzlü, iki dirhem bir çekirdek adamın evin değişmez ortamında serin bir hava estirdiğini, ona pek benzemese bile, gençliği, aklığı ve ufak tefekliğiyle uzaktan uzağa Yunus’u çağrıştırdığını düşünüyor, sözü üniversiteye ve burada yarattığı büyük etkiye getirmesi hoşuna gidiyordu. Kendisi de şaştı buna: bunca yıldır çevresinde evde çalışanlar ve baba dostu yaşlı avukat Münür bey dışında, kimsecikleri görmüyordu; yalnız birkaç yıl önce, Vartan efendinin ölümü üzerine, Münür beyin Müslüm adında orta yaşlı, ama tıpkı Vartan efendi gibi çocuksuz bir kapıcı bulmasından, onun ardından artık çok yaşlanmış olan aşçının da değişmesinden sonra, tüm yaşamı altüst olmuş gibi bir duyguya kapılmış, bu iki sıradan yardımcıya alışmakta bile güçlük çekmişti. İlk kez gördüğü bir yabancıdan hoşlanacağını hiç sanmazdı, ama durum ortadaydı işte: belki yalnızlık çok uzun sürdüğünden, belki yaşlanmaktan, belki Yunus’la dolup taşan gençlik anılarının büyüsünden, belki de gelen konuk canayakın ve içten göründüğünden, yavaş yavaş gevşedi, hem, karşısındakinin de ikide bir kesinlediği gibi, bilgisinin ötekilerinkine göre daha sağlam ve daha yeterli olabileceğini düşündü, hem de aracı böylesine kibar ve dürüst bir bilim adamı olunca, topluluk karşısına çıkmayı pek de aykırı görmemeye başladı. Doç.Dr. Tamer Altınsoy’un, “Sizin yazı ile dilin ilişkisi konusundaki özgün düşünceleriniz kimi belleklerde yer etmiş, ama yalnızca kimi belleklerde ve bulanık bir biçimde; bunu somutlaştırmak bir yurttaşlık, hatta insanlık görevidir,” demesi üzerine, hem koltukları kabardı, hem de bir zamanlar Yunus’un kendi görüşlerini benimsetmek için nasıl çırpındığını anımsayarak genç adamın istediği bildiriyi sunmanın gerçekten bir görev sayılabileceğini düşündü, “Evet, ben ve arkadaşım van Ginneken’in kuramını temellendirmeye ve geliştirmeye çalışmıştık,” dedi.

Doç.Dr. Altınsoy bu adı hiç duymamıştı, hemen defterine yazdı, sonra övgünün oranını yükselttikçe yükseltti. Yusuf Aksu duygulandı, kendini Yunus’un yaşadığı günlerde bulur gibi oldu; daha da önemlisi, bu görev kendisinden değil de Yunus’tan isteniyormuş gibi bir duyguya kapıldı; bayağı yumuşadı. Sonunda, direnci tümden kırıldı, konuyu düşüneceğini söyledi. Genç öğretim üyesinin üçüncü gelişinde, daha önünde dört buçuk ay gibi uzun bir süre bulunduğunu, dolayısıyla kararını her an değiştirebileceğini düşünerek “Peki, sizin dediğiniz olsun,” dedi. O gittikten sonra, oturup görüşlerini kâğıda dökmeyi denedi, bu amaçla bir sürü ansiklopedi karıştırdı, ama, tarih dersindeki tartışmanın olduğu gibi gözlerinin önüne gelmesine, Yunus’un varsayımlarını ve karşı-tanımlarını çok iyi anımsamasına karşın, alışkanlığını yitirdiğinden olacak, tek satır yazamadı. “Günümde değilim bugün,” diye düşündü; birkaç gün sonra bir kez daha denedi, gene olmadı. “Olsun, nasıl olsa hepsi belleğimde, hatta dilimin ucunda,” diye düşündü, sonra tümden unuttu konuyu.

Görüldüğü gibi, Yusuf Aksu’nun Southampton Üniversitesi’nden gelmiş bir yaşlı profesörle İngiliz uyruklu bir hanım okutman ve Amerika Birleşik Devletleri basın ataşesinin de katılımı sağlandığı için uluslararası olarak nitelenen bu dilbilim toplantılarına rastlantıyla katıldığını ya da, gene rastlantıyla, birdenbire ünlendiğini söylemeye olanak yoktu. Hiç kuşkusuz, ünü o güne dek hem çok sınırlı, hem yalnızca sözel bir ündü: bilindiği kadarıyla, ne gazetelerde adı geçerdi, ne dergilerde; ancak, biraz da Doç.Dr. Altınsoy’un girişimleri sonucu, toplantının ikinci günü, yani bildirisini sunacağı gün, iki büyük gazete kendisinden “efsanevi dilbilimci” diye söz etti, bir başkası “büyük Türk dilbilimcisi emekli profesör Yusuf Aksu” diye andı; ayrıca, gazetecilerin, açılışlar ve şölenler dışında, bu türlü toplantılara pek uğramamalarına ve geceden beri ortalığı sele veren zorlu bir kasım yağmurunun ulaşımı altüst etmiş olmasına karşın, uzmanlara ve izleyicilere ayrılan sıralar gibi basına ayrılan sıraların da tümden dolmuş olması sözel ününün bayağı etkili olduğunu ya da, Doç.Dr. Altınsoy ve dostlarının katkısıyla, birden büyüyüverdiğini kanıtlıyordu; çünkü, ikinci sırada, sırtında modası geçmiş, üstelik oldukça yıpranmış bir kahverengi ceket, boynunda sıkıca bağlanmış bir incecik kravat, gözleri ürkek ve şaşkın, kendisini bu toplantıya nerdeyse zorla getirmiş olan genç doçentin yanında büzülüp otururken, kimileri gelip saygıyla elini sıkıyor, kimileri yanındakilere onu göstererek adını fısıldıyordu. Ama o, tıpkı sokakta bıyıklı adamlardan korktuğu günlerdeki gibi, tüm bu insanlardan çekiniyor, kendi evinde güleç bir insanla görüşmekle yabancı bir ortamda kalabalık içine çıkmanın aynı şey olmadığını düşünüyor, genç adamın güzel sözlerine kandığı için kendi kendine kızıyordu. Oturumun başkanlığını yapan keçi sakallı profesör “Şimdi tarih içinde yazı ve dil arasındaki ilişkiler konulu bildirisini sunmak üzere büyük hocamız sayın Yusuf Aksu’yu kürsüye çağırıyorum; hocamızın Türk dilbilimindeki önemli yerini herkes bilir; bu nedenle, kendisini ayrıca tanıtmayı gereksiz buluyorum,” dediği zaman, tüm salon güçlü bir akımla dalgalandı, sonra, uzun ve coşkulu alkışların ardından, derin bir sessizliğe gömüldü.

Yusuf Aksu, genç doçentin dürtmesi üzerine, korka korka doğruldu, sonra, kulaklarında yalnızca kendi ayak sesleri, bozuk robot yürüyüşüyle kürsüye doğru ilerledi. Kürsüde, tüm bedeninin zangır zangır titremekte olduğunu ayrımsadı, en az bir dakika süresince, yerine dönmekle bildirisine başlamak arasında duraladı; sonra, birdenbire, Yunus gibi kekelemeye başlayacakmış, hatta, daha şimdiden, için için kekeliyormuş gibi bir duygu uyandı içinde; aynı anda, ak kâğıt üstüne kara kalemle yazılmış gibi, belleğinde, daha da iyisi, gözlerinin önünde, Yunus’un tümceleri belirdi, birden rahatladı. Kalmaya karar verdi. Sağ elindeki kâğıt tomarını açıp önüne koyarak kaçmasını önlemek istercesine parmaklarını uçlarına bastırdı, bu tomara doğru eğildi, en ufak bir saygı girişi yapmadan, “İnsanoğlu uygarlık yolunda dev adımlarını atmaya başladığı zaman, henüz konuşmasını bilmiyordu, ama yazmayı ve okumayı biliyordu,” dedi. Durdu, başını kaldırdı, sanki az önce elleri titreyen adam kendisi değilmiş gibi, meydan okumak istercesine, ön sırada oturanlara baktı, “Dilciler genellikle tersini söylerler, ama yazının resimden çıktığını benimsiyorsak, eklemlenimli dilden önce yaratıldığını da benimsememiz gerekir,” diye sürdürdü. Yunus’un sözlerinin gerisi de sözcük sözcük belleğindeydi, gene de duraladı, az önce söylediklerini pekiştirmek için, coşkulu bir kekeleme içinde, Yunus’un bir tümcesi daha geldi diline: “Okumayı ve yazmayı demiyorum, yazmayı ve okumayı diyorum,” diye ekledi.

Tam bu anda, ön sıralardan arka sıralara doğru bir başka dalgalanma başladı. Toplantının başlıca düzenleyicilerinden olan seksen sayfalık Sistematik ingiliz idyomları sözlüğü yazarı yaşlı profesör kızgın bir at gibi ayağını yere vurdu, “Korktuğum başıma geldi: bilimi bırakıp soytarılığa başladık!” diye homurdandı; yaptığı açıklama üzerine, yanındaki Southampton’lı profesör de şaşkınlık ve kızgınlıkla ellerini havaya kaldırarak kendi dilinde bir şeyler geveledi; Sistematik ingiliz idyomları sözlüğü yazarı ayağa kalktı.

“Peki, yazısız toplumlara ne diyorsunuz?” diye bağırdı. “Yazının y’sini bilmeden bülbül gibi konuşan ilkel toplumlar ne oluyor?”

Yusuf Aksu gözlerini yaşlı profesöre dikti, bir süre korkunç bir hüzünle, acır gibi süzdü adamı, gözlerini gene kâğıtlarına çevirdi, hiç sesini yükseltmeden, Yunus’un yıllar önce türkçe öğretmenine verdiği yanıtı yineledi.

“Sayın hocam, yo… yo… yoksa siz ilkel toplumların tarih öncesinden beri, Tanrı’nın bıraktığı yerde, hep aynı ilkel topluluklar olarak durduğunu mu düşünüyorsunuz?”

Yaşlı profesör yanıtın mantığını da, amacını da anlamadı, ama, altta kalmak istemediğinden, sesini daha da yükseltti.

“Hayır, ama bu toplantı resmi bir toplantıdır, burada yazının dilden önce bulunduğunu söyleyemezsiniz,” dedi.

Yusuf Aksu, hep aynı kekelemeyi sürdürme duygusu içinde, bilgece gülümsedi.

“Doğru, ben resmi dilbilim yapmıyorum; sizin gibi ‘Önce söz vardı,’ diyecek değilim, ama, yazı da tıpkı dil gibi bir bildirişimsizlik aracı olabilir,” diye yanıtladı, öfkeli adam, gırtlağının tüm gücüyle, saçmalığın bu kadarının fazla olduğunu söyleyince de Yunus’un böyle durumlarda başvurduğu en etkili yanıtı anımsadı, “Bunu anlayamamanız gerçekten acı, benim için değil, sizin için. Benim bunda bir suçum yok!” dedi.

Başta kendisi olmak üzere, Yusuf Aksu’nun ne demek istediğini hiç kimse tam olarak anlamış değildi, ama, ön sıralarda oturan bilim adamları onun Amerikan Koleji’ndeki arkadaşlarına pek benzemiyorlardı, öğrendiklerinin tartışma konusu edilmesini somut, hatta bedensel bir tehlike gibi algıladılar, salon çökmek ya da sular altında kalmak üzereymiş gibi, hep birden ayağa fırladılar, birbiri ardından patlayan flaşların parıltısı altında, gırtlaklarının tüm gücüyle yuh çekerek yumruklarını sallamaya başladılar. İçlerinden birkaç kişi de, yumrukları havada, “İn aşağı, in aşağı!” diye bağırarak kürsüye doğru yürüdü. Yusuf Aksu, tepeden tırnağa titredi, Yunus’u sınıftan atan tarih öğretmenini görür gibi oldu, hocaların, nerede olursa olsun, saldırganlık alanında öğrencileri fazlasıyla aştıklarını düşündü, bu düşünce bir ölçüde içini rahatlattı: kendisi de Yunus gibi tepki gördüğüne göre, doğru yolda olduğu kesindi. Ne var ki, tüm engellemelere karşın, adamlar üzerine geliyorlardı; bir an, yuvalarından fırlamış gözleri, yardımına koşacak birini arar gibi, tüm topluluğu taradı; çocukluğunda, top oynayan çocukların arasına düştüğü zamanlardaki gibi, belki de umutsuzluğun getirdiği esenlikle, gülümsedi. Bu sırada, kızgın bilim adamları kürsünün çevresini sarıvermişti. En irisi, Yusuf Aksu’yu kravatından yakalayıp aşağıya doğru çekerken, bir başkası cebine koymak üzere topladığı kâğıtlarını almak amacıyla koluna yapıştı; Yusuf Aksu, bilgece gülümsemesi bir an bile gölgelenmeden, “Bir dakika, bir dakika, kolumu koparacaksınız! Kâğıtlarımı istiyorsanız, buyurun!” dedi; sonra, kızgın bilim adamlarının, hangi içgüdüyle, bilinmez, bıraktığı kâğıtların üstüne üşüşmelerinden yararlanarak aralarından sıyrıldı, kimi resmini çekmeye çalışan, kimi ilk tümcesinin yarattığı tepkiler konusunda sorular yağdıran gazetecilerin varlığının ayrımında bile değilmiş gibi, başı yukarıda, gözleri uzak bir noktada, ağır ağır kapıya doğru ilerledi, çıktıktan sonra, usuna bir şey gelmiş gibi birden koşmaya başladı, kara Cadillac’a zor attı kendini.

“Hadi, Ahmet efendi, hemen gidelim buradan!” dedi.

Daha sonra, tam kapıdan çıktığı sırada, tüm duvarı kaplayan kocaman “Uluslararası Dilbilim Günleri” yazısı altında fotoğrafını çekmeye çalışan bir gazeteci, “Üniversitenin ikinci bitişi” ya da “Üniversiteyi ikinci bitirişim” gibi bir şey mırıldandığını ileri sürecekti. Ancak, o anda oldukça uzun bir söyleve girişmiş bile olsa, pek işiten olmayacaktı, çünkü, çoğu gazetecilerin gözünden kaçmış olması bir yana, tam o anda, kâğıtlarını elinden almış olan dilbilimci (ileri sürdüğüne göre, amacı bildiriyi yok etmek değil, içindeki savları inceleyerek tek tek çürütmekti), kürsüde, öfke ve şaşkınlık içinde, çok daha önemli bir gerçeği dile getiriyordu: “Ama bu kâğıtlar bomboş! İşte görüyorsunuz! Bu adam tek satır yazmamış!”

Yusuf Aksu’nun kendisi de bir ölçüde doğruladı bu saptamayı: birkaç gazeteci, kızgın bilim adamlarına inat, gazetelerinde olduğu gibi yayımlamak üzere, bildirisini istedikleri zaman, “Bende bildiri yok,” demekle yetindi. “Benim hiçbir bildirim yok!” Onlar da, yanıtın bulanıklığından yararlanarak, bildirinin göz göre göre çalındığını, günün birinde, dünyanın herhangi bir yerinde, başka bir bilim adamının, büyük olasılıkla bir Amerikalı’nın imzası altında “insanlığa ulaşacağını”, bundan da, her zaman olduğu gibi, Türkiye’nin zararlı çıkacağını yazdılar. Kendi uzmanlık alanının dışında kalan her konuya yakın ilgi gösteren, ama, yaşam ilkesi gereği, herhangi bir konuda açıkça yan tutar görünmekten özenle kaçındığı için patırtıyı oturduğu yerden izlemiş olan ünlü bir toplumbilim profesörüyse, ser verip sır vermeyen dar arkadaş çevrelerinde, basının bu olaya ve Yusuf Aksu’nun kişiliğine gösterdiği büyük ilgiyi “halkımızın ümmilik tutkusuyla” açıkladı; bildirisini yazılı olarak sunan bir Yusuf Aksu’ nun yaratabileceği ilginin boş kâğıtlarla yarattığı ilginin gölgesi bile olamayacağını, kısacası, her şeyi bu boş kâğıtların belirlediğini anlattı. Boş kâğıtlara ayrılan satırların oranı da kendisini haklı çıkarır gibiydi: kimi konularına fazlasıyla egemen olduğu, kimi gözlemlerini kâğıda dökmeyi kendini beğenmişlik sayacak ölçüde alçakgönüllü davranmak istediği, kimi bizim bilim adamlarımızın henüz onun düşüncelerini anlayacak düzeye gelmediklerini önceden bildiği için, bildirisini yazma yoluna gitmeyip “bir Fransız atasözünün dediği gibi yürekten okuduğunu” yazıyor, ama konunun bu yönüne hepsi de özel bir önem veriyordu.

Hangi açıklama benimsenmiş olursa olsun, konuya büyük ilgi gösterildiği kesindi: Uluslararası Dilbilim Günleri’nin açılış törenine tek sözcükle yer vermemiş olan gazeteler bile Yusuf Aksu olayına birinci sayfalarında yer verdiler. Böylece, yayımladığı çıplak kadın fotoğraflarının çarpıcılığıyla ünlü bir gazete Yusuf Aksu’nun elinden alınan boş kâğıtların fotoğrafını renkli göğüs ve kalçalar arasında, “Soymadığımız bir bilim adamları kalmıştı!” başlığıyla sunuyor, “bildiri söğüşçülüğü”nün öyküsünü oyuncu ve şarkıcıların aşk öykülerinden daha uzun bir yazıyla veriyordu; ilerici diye adlandırılan ünlü bir gazete aynı ayrıntıları “Üniversitede sansür” başlığı altında sıralıyor ve Yusuf Aksu’nun alçakgönüllü kılığı üzerinde özenle durduktan sonra, bizi bu büyük dilcinin kim bilir hangi gerekçelerle bilim kurumlarımızın dışında bırakıldığını düşünmeye çağırıyordu; kendine özgü yorumlarıyla ün salmış sağcı bir gazete “Devlet dilbilimine karşı çıkan Yusuf Aksu susturuldu” başlıklı haberinde, olayı oldukça yansız bir biçimde özetledikten sonra, Yusuf Aksu gibi “dünyaca ünlü” bir bilim adamının siyonistlerin oyununa gelmesinin üzücü olduğunu yazıyordu. İşin ilginç yanı, hepsinin de Yusuf Aksu’yu kamuoyunun yakından tanıdığı “dünya çapında dilbilimcimiz” olarak sunmasıydı. Öfkeli profesörlerin resimlerini “İncil’in paralı askerleri” yazısıyla sunduktan sonra, Yusuf Aksu’yu Kuran’ın savunucusu olarak niteleyen dinci gazete bir yana, hiçbirinin üzerinde durmadığı bir konu varsa, o da insanlığın konuşmaya mı, yoksa yazmaya mı daha önce başladığıydı.

Ancak, olayı izleyen günlerde, konuya geri dönenler hiç de az değildi, özellikle Uluslararası Dilbilim Günleri’nde toplantı salonunu yuhalarla çınlatmış olan dilciler, davranışlarını aklamak amacıyla tüm gazetelere yollanan ortak bir yazıda, Yusuf Aksu’nun görüşüne şiddetle karşı çıktıktan sonra, yazının bulunuşunun dilin oluşumundan binlerce yıl sonra geldiğini kanıtlamak için birçok bilim adamına göndermede bulunup birçok tarih ve olgu sıraladılar. Ne var ki gazeteciler arasında bu yazıya değer veren olmadı: kimi, “Adam saçmalamış olsa, bu kadar patırtı kopar mıydı?” diyerek gülüp geçti, kimi, kanıtları geçerli bulduğu zaman bile, “Bu hocalar gerçekten kelek: Yusuf Aksu’nun kendileriyle ince ince alay ettiğini hâlâ anlayamamışlar!” dedi; kimi, “Adamı konuşturmadılar bile, gerçekten böyle dediğini kanıtlayacak bir belge yok ki ellerinde! İki çift lafını da kıçından anladılar herhalde!” diye gülüp geçti; kimi de, yayımlansın diye yollanmış uzun yanıtı buruşturup çöp sepetine atarken, “Sen herifin sözünü daha ilk tümcesinde ağzına tıka, sonra da söyletmediğin sözlere sayfa sayfa yanıt ver! Onun da bir bildiği vardı herhalde, önce onu dinlemek gerekir!” diye homurdandı.

Bu olanağı kendileri yaratmak için ellerinden geleni yaptılar doğrusu: hem “bilimsel olduğu söylenen bir toplantıda” bilim adamlarınca engellenen söz hakkını gazetede kendisine fazlasıyla sağlamak, hem de yaşamı ve görüşleri konusunda ayrıntılı bilgi edinmek için, nice gazeteci günler boyunca Maçka’daki tarihsel apartmanın kapısını aşındırdı. Şimdi bunu yapmak daha bir doğal, daha bir gerekli görünüyordu: başlangıçta fısıltıdan doğmuş ünü ve alçakgönüllü görünüşü, kendini tüm varlığıyla bilime adamış adam imgesi çekmişti onları, şimdi, uzaktan bile olsa, kendisini somut olarak görüp izlemelerinden sonraysa, oturduğu bu görkemli apartman, bu apartmanın tümünün kendi malı olması, bindiği eski model, ama pırıl pırıl Cadillac ve özel kılığıyla bir önceki yüzyıldan kalmış izlenimi uyandıran ak saçlı şoförü büyülüyordu. Onu yüceltmek için elinden geleni yapmaya hazırdı hepsi. Ama Yusuf Aksu kalabalığı, gürültüyü ve gevezeliği oldum olası sevmemişti; umulmadık bir gözükaralıkla, patırtının odağına dek gittikten sonra, bu tatsız deneyimi unutmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Gene de, bir akşamüstü, tam on gündür sabahın sekizinden akşamın dokuzuna kadar apartmanın önünde nöbet tutan bu genç insanlara acıyarak dairesinin kapısının önünde görüştü onlarla, ama Uluslararası Dilbilim Günleri’nde kendisine yapılanlar konusundaki bitmez tükenmez soruları karşısında, ya sustu, ya da bilim adamlarına her zaman saygı duyduğu, bu olayın da saygısını azaltmadığı gibi pek de inandırıcı görünmeyen sözler söyledi; geliştirdiği özgün dilbilim kuramına ilişkin sorular sorulunca da Yunus’un alaycı bakışlarının üzerine dikildiğini görür gibi oldu, ermişlere yaraşır bir alçakgönüllülükle boynunu büktü, “Kuram mı? Hangi kuram? Ben kimseye bir kuram geliştirdiğimi söylemedim,” demekle yetindi.

Bir bayan gazeteci birden ileriye fırladı o zaman.

“Peki, efendim, Sezen Aksu’yla bir akrabalığınız var mı?” diye sordu.

Yusuf Aksu şaşırdı.

“Sezen Aksu mu? Hangi Sezen Aksu?” dedi.

“Hangi Sezen Aksu olacak, hocam? Sanatçı Sezen Aksu, yani Minik Serçe. Yoksa siz bir Sezen Aksu daha mı tanıyorsunuz?” dedi bayan gazeteci.

Yusuf Aksu şaşkın şaşkın başını salladı.

“Hiçbir Sezen Aksu tanımıyorum, hiç kimseyle de akrabalığım yok,” dedi, “Sözcükler her şeyi çorbaya çeviriyor,” diye söylenerek evine girdi.

Genç gazeteciler, Yusuf Aksu’dan bundan fazlasını koparamayacaklarını anlayınca, yaşadığı ortamdan bir şeyler çıkarabilmek umuduyla, kendilerine evini gezdirmesini rica ettiler, o da isteklerini geri çevirmedi. Bu insanlar, fazlasıyla sıkıntılı bir akşamüstü, loş bir sahanlıkta, kapalı bir kapı önünde uzun süre ayakta dikildikten sonra, kendilerini, birdenbire, batmaya yüz tutmuş bir kasım güneşinin karşısında buluverince, nerdeyse hep birlikte, derin bir oh çektiler, amaçları Yusuf Aksu’nun evini gezmekken, bu yoğun ışığın kaynağına ulaşmak istercesine, gene hep birlikte pencerelere doğru yürüdüler, gözlerinin önüne serilen görünümün enginliği, derinliği ve yakınlığı karşısında başları döndü, bedenleri de bakışları gibi, başdöndürücü bir hafiflikle, Dolmabahçe Camisi’nin ve Kızkulesi’nin üstünden aşıp Salacak’ın damlarında, Topkapı Sarayı’nın ağaçları üzerinde dolaşırcasına, yürekleri denizin yüzeyinde parçalanan ışıklar gibi kıpır kıpır ve bu ışıklarla özdeşleşmiş durumda, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey söylemeden, öylece dikilip kaldılar. Yusuf Aksu’nun oturup biraz dinlenmelerini önermesi üzerine, nesnelerin insanlardan daha önemli olduğunu vurgular gibi görünen bu evde, her birinde ikişer buçuk adamın rahatlıkla oturabileceği, aslan ayaklı koltuklara yerleşip kollarını kocaman dirsekliklere dayadıkları zaman, bu gizemli özdeşlik duygusuna bir de şaşkınlık ve hayranlık eklendi; ayrıca, gözleri bilinmedik bir altın çağdan kalmış ve nerdeyse başka tür yaratıklar için yapılmış izlenimini veren, dev sehpaların, vazoların, halıların, tabloların bulunduğu çok geniş salona açılan ikinci bir salonun duvarlarında, Yusuf Aksu’nun görkemli çalışma masasının arkasında ve yanlarında, gül ağacı raflarda dizili pırıl pırıl ansiklopedi ve sözlüklerin görüntülerine alıştıkça, özdeşliğin odağı burasıymış, Dolmabahçe, Üsküdar, Salacak, Topkapı Sarayı, hepsi bu benzersiz dairenin birer uzantısı, ayrılmaz parçalarıymış gibi geldi onlara. Bu izlenimin etkisiyle olacak, karşılarında açılmaya başlamış alnı, ensesini aşmış kır saçları, tuhaf bir biçimde solgun yüzü, yakalarının uçları yukarı doğru kıvrılmış, damalı gömleği, fermuarı tam kapanmayan, ütüsüz pantolonu, hafiften uç vermiş göbeğiyle, kendilerine çocuksu bir utangaçlıkla gülümseyen Yusuf Aksu’ya da büyülü bir perdenin ardından bakar gibi baktılar, bu görkemli ortamla çelişen, sıradan ve nerdeyse yoksul görünüşüne karşın, bilinmeyen bir dinin peygamberi karşısındaymış gibi titrediler ve içlerini dolduran özdeşlik tansığını onun yarattığını düşündüler. Sonra, çevresine dalga dalga ağır bir ter kokusu yayan iriyarı kapıcının dağıttığı çaylarını yudumlarken, nesneleri ve insanları gerçek boyutlarına daha yakın bir düzlemde görmeye başlamakla birlikte, yarı bilinçli, yarı bilinçsiz bir biçimde, bu görkemli evi Yusuf Aksu’nun uzun bilimsel çalışmalarının bir ürünü olarak değerlendirmekten kendilerini alamadılar. Bir ara, içlerinden biri, belki de en gerçekçileri, arkadaşının kulağına, “İnsan bu evde bilim adamı da olur, ozan da!” diye fısıldayarak sanının tersinin de doğru olabileceğini vurguladı. Bir başkası “Derviş de!” diye ekledi. “Ya da her üçü birden: bilim adamı, ozan ve derviş.” Aynı kişi, birkaç gün sonra, gazetesinde, bu yarım saatlik konukluk üzerine yarım sayfalık bir içli yazı yayımlayarak savının pek de temelsiz olmadığını kanıtlamaya çalıştı. Ama, yazısının sonlarında, “Hangi profesörün evinde bu kadar çok ansiklopedi var?” diye sorarken, ağırlığı evden çok, içinde oturana veriyor, dolayısıyla öteki düşünceyi de yabana atmadığını gösteriyordu.

O dönemde, Uluslararası Dilbilim Günleri ve Yusuf Aksu’ya ilişkin haber ya da söyleşi nitelikli son yazı bu oldu. Ancak Yusuf Aksu adı köşe yazılarında uzun süre boy gösterdi.

Söylemek bile fazla, yazarlarımızın elinin altında daha yazıya bile dökülmemiş bir tümceyle yıllar öncesinden gelen bir söylen dışında hiçbir kaynak yoktu, Yusuf Aksu’nun kişiliği ve düşünce evreni çevresinde uzun boylu yorumlara girişemezlerdi; “dünya çapında bir bilim adamı”, “tarihi felsefeyle harmanlamış bir dilbilimci”, “ulusal bir onur” ya da “bildiğini açıklamak için kâğıda bakmak gereksinimini duymamakla birlikte, cüceler aşağılık duygularının altında ezilip büsbütün cüceleşmesinler diye bildirisini kâğıttan okur gibi yapan dev” gibi nitelemelerle yetindiler; ancak, “bilime yuh çeken diplomalı cehalet”i, “bilinçsiz İncil savunuculuğu”nu, “gerçeği her gördüğü yerde ezen kara cüppeli despotluğu”nu, “yolunu şaşırıp amfiye girmiş stadyum amigoluğu”nu yerden yere vurmaları için bu nitelemeler de az değildi. Sonra, bir ad ve bir olaydan öte hiçbir ağırlığı bulunmadığından, Uluslararası Dilbilim Günleri nerdeyse tümden unutuldu, ama Yusuf Aksu adı bilgiyle bilgisizliğin, özgürlükle baskının, özgünle beyliğin, yeniyle eskinin, kısacası, iyiyle kötünün karşıtlaştırılmak istendiği her durumda, şaşmaz bir biçimde olumlu terimle özdeşleşen bir gönderge olarak kaldı. Böylece, kürsüden indirilişinin üzerinden en az iki yıl geçtikten sonra bile, çok ünlü bir köşe yazarı, ülkenin genel durumunu eleştirirken, “Başbakan konuşur, halk susar; kayınbirader karşılıksız kredi, işçi emek karşılığı hava alır; profesör kürsüde sabah akşam kapitalizmi över, kimseden çıt çıkmaz; ama kırk yılda bir bir Yusuf Aksu çıkıp da kralın çıplak olduğunu söyleyince, yaka paça kürsüden indirilir,” diye yazıyor; ondan tam altı ay sonra, bir başka köşe yazarı, üniversite diplomasının nasıl değer yitirdiğini anlattıktan sonra, yazısını, “Yusuf Aksu belki de diploması olmadığı için böylesine büyük!” diye bitiriyordu.

Şu var ki, ne denli “en büyük” olursa olsun, ününü bir anda tüm ülkeye yaymış olan olay unutuldukça, Yusuf Aksu’yu ananlar da gittikçe azalıyordu. Yusuf Aksu’ysa, eski durgun yaşamına dönmüştü gene: sabah kalkınca ilk işi dişlerini fırçalayıp tıraş olmak oluyor, sonra, nereden kaynaklandığını kendisinin de bilmediği bir esinle, belki yıllar önce büyük dostuyla birlikte yaptığı dil araştırmalarının, belki yalnızlığın getirdiği durgunluğun etkisiyle, daha az çaba ilkesini yaşamına da uyguluyor; salondan yatak odasına, kitaplıktan banyoya ya da mutfağa giderken, daha önceden belirlenmiş en kısa yoldan yürümeye özen gösteriyor, dalgınlıkla çizginin dışına çıktığı olunca da geri dönüp baştan başlıyordu. Hiçbir zaman fazla konuşkan olmamıştı, ama, böyle ne yaptığını sordukları zaman, aşçıya, hizmetçiye ya da kapıcıya bunları bir ansiklopedi maddesi okur gibi, düzgün ve yöntemli bir biçimde anlatmaktan da çekinmiyordu. Onlar da kendi aralarında, “Yusuf bey bir tuhaf oldu,” diye konuşuyorlardı. Öyleydi gerçekten, yani eskisinden daha tuhaftı. Ne var ki, birkaç ayrıntı bir yana, fazla değiştiği de söylenemezdi. Hayır, eskiden olduğu gibi, gazetede gördüğü ya da radyoda işittiği bir sözcüğün esiniyle sözlüklerine ve ansiklopedilerine eğiliyor, yorulunca radyosunu karıştırıyor, ondan da bıkınca, bilmediği bir dile ilişkin bir kitap açıyor, sanki hâlâ Yunus’un dostu olmayı hak etmek söz konusuymuş gibi, canla başla öğrenmeye çalışıyordu. Şu var ki, şimdi dikkati çok daha çabuk dağıldığından, elindeki sözlük ya da ansiklopedi ona çok geçmeden Yunus’u çağrıştırıyor, o da Yunus’un tükenmez anılarına dalarak kimi zaman gülümsüyor, kimi zaman basbayağı gülüyor, kimi zaman da acıyla içini çekiyordu; arada sırada avukat Münür bey, yeni kapıcı Müslüm efendi ve öteki adamlarıyla giriştiği kısa söyleşiler bir yana bırakılırsa, durumunu değiştirme, alışkılarının kalın kabuğunu kırıp insanların arasına dönme yolunda parmağını bile oynatmıyordu; son deneyim herhangi bir değişiklik girişiminin ne kadar tehlikeli olabileceğini göstermişti: “Boyumun ölçüsünü aldım,” diyordu kendi kendine. Hatta insanlardan bayağı ürküyordu. Bunu da beklenmedik bir oluntuya borçluydu.

Sokağa çıktığı ender günlerden birinde, arabasını beklerken, belki kılığının, belki yaşının, belki başka bir şeyin etkisiyle, kapının önünde, sokakta oynayan çocuklardan birinin, atmak üzere olduğu topu bağrına basıp öylece durarak “O adam!” dediğini duymuş, bunun üzerine, sokaktaki tüm çocukların oldukları yerde durup yarı şaşkınlık, yarı ürperti, biraz da saygıyla kendisine baktıklarını, araba gelince bile, bir süre öylece kaldıklarını görmüştü. Daha sonra, çevreye biraz daha dikkat edince de gördü: ne zaman kapının önüne çıktıysa, çocuklar oyunu kestiler, birdenbire yeni bir oyuna başlarcasına, “O adam! O adam! Apartmanın adamı!” diye fısıldaştılar. Evet, “apartmanın adamı” diyorlardı, “apartmanın tini” ya da “apartmanın hayaleti” der gibi. Ne olursa olsun, bir yabancılık ve aykırılık izlenimi uyandırdığı kesindi. Böylece, daha uzak durdu insanlardan. Boşalan dairelere yeni kiracı almamakta ne kadar haklı olduğunu düşündü.

Gene de, arada bir, özellikle kimi akşamüstleri, salonun beş penceresinden birinin önüne oturarak denizin üstünde durmamacasına bir yerlere doğru yol alan büyüklü küçüklü tekneleri izleyip kentin uğultularını dinlerken, kendinden uzaklarda sürüp giden bir yaşamın varlığını duyar gibi oluyor, gözleri dolacak ölçüde içleniyordu. Çok karışık bir biçimde, babalarının ya da annelerinin elinden tutmuş çocuklar, daracık bir odada bir sofranın çevresinde sıkışmış kadınlı erkekli topluluklar, mezarlıkta mezarların başına dikilip fatiha okuyan kadınlar ve çocuklar, çok ender olarak da bir ağacın altında birbirine öyküler anlatıp kahkahalarla gülen insanlar geçiyordu gözlerinin önünden. Ama o yaşamlar konusunda olumlu ya da olumsuz bir görüşü bulunmadığı gibi şu yaşadığı yaşamı seçmekle iyi edip etmediğini de, hatta gerçekten seçip seçmediğini de bilmiyordu. Tüm bildiği, bazı bazı, çevresindeki nesnelerin, içindeki anıların da açıkça tanıklık ettiği gibi, gerçekte çoktan bitmiş bir yaşamın bekçiliğini yaptığıydı. Bekçiliğini yaptığı yaşam biraz yakından bildiği tek yaşam olduğuna göre de fazla yakındığı yoktu. Nasıl olsa, altmışının eşiğinde, yeni bir yaşama başlaması söz konusu olamazdı.

Bununla birlikte, bazı bazı, dışarıda kentin ışıkları yanıp da çevresindeki karanlık gittikçe yoğunlaşırken, belli belirsiz bir biçimde, örneğin Doç.Dr. Tamer Altınsoy gibi genç ve candan bir insanın özlemini duyduğu, hatta, nerdeyse kapıyı çalmak üzereymiş gibi, onu basbayağı beklediği oluyordu.

Birinci bölüm

I

Bayram Beyaz günde en az üç gazete okur, üstelik, yıllardan beri hiçbir olayı atlamamakla övünürdü. Bu nedenle, bir akşamüstü, gazetede, saymanlık müdürü Şemsi Çamlı’nın odasında, söz yolunu şaşırıp da Uluslararası Dilbilim Günleri’nin çevresinde dönmeye başlayınca, hele bir de Şemsi beyin gözde dostu, Valéry ve Mallarmé tutkunu iç hastalıklar uzmanı Prof.Dr. Osman Nuri Balcı “Bayram’cığım, senin belleğin çok güçlüdür; o toplantının altını üstüne getiren şu büyük dilcinin adı neydi, söylesene!” deyince, tepesi attı, ünlü hekimin yaşına başına bakmadan kendisini işletmeye kalktığını düşündü: olayı da, adamı da hiç mi hiç anımsamıyordu. O sırada emeklilik işlemleri konusunda müdürle bir ayrıntıyı konuşmaya gelmiş olan yaşlı bir spor yazarı “Böyle adlar unutulmaz: Yusuf Aksu!” dedi, gazeteye birkaç hafta önce girmiş olan ünlü köşe yazarı Firuz Polat da “Evet, şimdi anımsadım: Yusuf Aksu,” diye onayladı ya o gene hiçbir şey anımsamadı. “Siz beni işletiyorsunuz: böyle bir adam yok, böyle bir olay da olmadı,” diye çıkışarak herkesi şaşırttı: en karmaşık saymanlık işlemlerini bile bir kez açıklandıktan sonra tıkır tıkır yürütürken, en sıradan yaşam sorunları karşısında eli ayağı birbirine dolaşan, dünyanın en uzak köşesinde geçen olayları ayrıntılarıyla bilirken, çalıştığı gazetede gözleri önünde olup bitenleri anlamakta güçlük çeken, yayayken büyükçe bir caddede karşıdan karşıya geçmesi başlı başına bir sorun olurken, dostlarının Kızıl Tosbağa diye adlandırdıkları ünlü Volkswagen 303’üyle en dar ve en kalabalık yollarda suda balık gibi dolaşan bu hem palaçor, hem özenli, hem becerikli, hem bön arkadaşlarını biraz da bu tutarsızlıkları için severlerdi. Gene de tepkileri karşısında sık sık şaşkınlığa kapılır, gün görmüş saymanlık müdürünün onun gazetede işe başlamasından bilemedin üç ay sonra dile getirdiği gözlemi bir kez daha anımsarlardı: “Bu çocuğun beyninin bir yarısı çalışırken, öbür yarısı güzellik uykusundadır.”

Gözlemin geçerliliği benimsenirse, Bayram Beyaz’ın müdürü bir kez daha haklı çıkardığı söylenebilirdi: hindi gibi kızardı, insanları uzlaştırmadaki başarısı yanında, ülkenin yakın tarihi konusundaki geniş bilgisi ve kendine özgü yorumlarıyla da herkesin saygısını kazanmış olan, ayrıca müdürü olarak geleceğini elinde tutan Şemsi Çamlı’ya da, son yıllarda gerek hekimliği, gerek arada sırada yayımladığı düşünce yazıları ve arada sırada yaptığı televizyon konuşmalarıyla yetkesini herkese benimsetmiş olan Prof.Dr. Osman Nuri Balcı’ya da sert çıktı, şakanın da bir sınırı olduğunu söyledi. Şemsi Çamlı bu tepki karşısında bilgece gülümsedi, hayranlık verici bir dinginlik içinde, Yusuf Aksu’ya ilişkin en kapsamlı yazılardan birini yazmış olan deneyimli gazeteci Hakkı Köse’yle Uluslararası Dilbilim Günleri’ni baştan sona izlemiş olan fotoğrafçı İbrahim Küpeli’yi çağırttı. Bayram Beyaz onlara da pek inanmadı. O zaman, Hakkı Köse “Buyur öyleyse!” diyerek kolundan tuttuğu gibi gazetenin belgeliğine götürdü onu.

Bayram Beyaz burada uzatılan tahta iskemleye bir oturdu, bir daha da uzun süre kalkmadı: işlerini yüzüstü bırakmak pahasına, tam iki gün süresince, sabah dokuzdan akşam dokuza, üç yıl öncesinin gazetelerinde Yusuf Aksu’nun ilginç serüvenini izledi. Kimi zaman yumruğunu masaya vurarak “Olamaz!” diye homurdanıyor, kimi zaman “Böyle bir şeyi düşümde görsem, inanmazdım!” diye söylenerek dalıp gidiyordu. Yusuf Aksu olayını gözden kaçırmış olduğunu anlaması için, iki gün boyunca belgelikte gazete karıştırmasına gerek yoktu kuşkusuz: ne denirdi, insanlar her baktıklarını görmüyorlardı; ama, olayın ayrıntılarına daldıkça, tuhaf bir şeyler oluyordu Bayram Beyaz’ın beyninde: bilinmez bir gücün kendisini bu adama doğru çektiğini duyuyor, adını daha yeni işittiği bu olağanüstü bilim adamının nereye varmak istediğini pek kavrayamamakla birlikte, “Sanırım, aradığım adamı buldum!” diye söyleniyordu.