Читать книгу Kestaneler Altında (Yakup İsmail) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Kestaneler Altında
Kestaneler Altında
Оценить:
Kestaneler Altında

5

Полная версия:

Kestaneler Altında

“Buyur, dedim, kadınlara hürmetimiz daha tükenmedi.”

“Ama siz üçüncü sınıftasınız. Ben sizden bir yıl geriyim.”

“Olsun. Kadın olmanız çok daha önemli.”

“Nerede kaldınız? Dağ gezisinden sonra sizi hiç görmedim.” diye sordu yemeklerimizi alıp masaya oturduğumuzda.

“Buradaydım. Okumaya biraz vakit ayırmam gerekiyordu. Seminerimiz vardı da…”

Öğle yemeğinden sonra kahveye davet ettim.

“Ben de seminere gidiyorum, dedi. Ama yarın öğle yemeğinden sonra kahveyi beraber içebiliriz.”

Çok sakin ve mütevazi bir tutumu var.

20.04.1983

Doçent’i bu defa ben aradım. İki gündür ses çıkarmıyor. Öykü gibi makaleyi de gözden geçirmeden gazeteye götürmesin diye kurt düşmüştü içime.

Dün iş yerinde yoktu. Yardımcısına sordum.

“Yakında çıktı, bir gazeteye uğrayacakmış. Bugün artık gelmeyecek. Probleminizi ben halledebilir miyim?” diye sordu.

“Acele değil. Bir şeyler soracaktım…”

“O zaman yarın yine uğrayın.”

“Acele değil” dedim ama yardımcının cevabı telaşımı daha da arttırdı. Madem gazeteye uğrayacak… Makalede ise değişmesi gereken yerler olmasın olmaz…

Bugün dersten çıkar çıkmaz yine dayandım kapısına. “Okudum.” dedi beni görür görmez. “Bir şeyler ilave etmek, bazı yerlerini de kısaltmak gerekiyor. Biliyorsun gazetede hacim meselesi çok mühim. Notlarım kara kalemle işaretli. Gerekeni yap ve temize çıkar. Yarın akşama kadar hazır etmeye bak.”

“Baş üstüne öğretmenim! dediğiniz gibi olacak!”

Sevindim yazıyı henüz gazeteye teslim etmemiş diye. Teslim etmiş olsaydı muharrir mutlaka beğenmeyecekti. Ben rezil olacaktım ama Doçent’ i de utandıracaktım.

O sevinçle yemekhaneye girdim. Semra oradaydı ve beni bekliyordu.

“Seni burada bulamayınca geç kaldım diye düşündüm. Hayri herhalde beni bekledi bekledi ve gitti dedim içimden.”

Öyle candan konuşuyordu ki, ‘düşündüm’ değil, ‘üzüldüm’ demek istiyordu sanki.

“Sen değil, ben azıcık geç kaldım. Filoloji öğretmeninin yanına gitmek icabetti.”

“Herhangi bir problem mi var?”

“Hayır… Yakında olacak olan seminer ile ilgili.”

‘Bir makale ile ilgili’ diyecektim az kaldı. Demedim. Övünüyormuşum gibi düşünürdü belki.

Yaz tatilinde onların fakültesi, Deliorman’ da bir ziraat kooperatifinde çalışacaklarmış. Geçen yıl gittikleri yerde tatili çok iyi geçirmişler. Onun için bu yıl da orasını seçmişler. Kooperatif yönetmenleri olsun, köy halkı olsun, çok iyi karşılamışlar onları. Yaşam, yatak, yemek şartları çok iyiymiş. Her akşam sinema, dans yahut kamp ateşi başında şarkılar… Unutulmayacak gibi bir yaz tatili geçirmişler. Bu yıl da çok iyi geçer diye umut ediyor. Yaz tatilinde bizim nerede çalışacağımızı sordu.

“Köyde, bizimkilerin yanında olacağım,” dedim. “Her yıl yedisekiz dekar tütün ekiyorlar. Tam yaz aylarında iş eli lazım. Ben eve toplanıncaya kadar ekim ve kazım işleri bitecek, sıra toplamaya gelmiş olacak. Hakiki zorluk o zaman başlıyor. Sabahın erken saatlerinden başlayarak sıcak çıkıncaya kadar toplamak, sonra dizmek, kuruntuluğa asmak, kuruyanları harmanlamak… Bu her gün böyle, bütün yaz boyunca devam ediyor.”

Tütün üretimi hakkında konuştuk uzun uzun. Onların bölgesinde bu bitkiye pek zaman ayrılmıyormuş. Bu hususta bütün bilgileri gazeteden okuduklarından ve başkalarından işittiklerinden ibaret. Benim anlattıklarım ona çok ilginç geldi.

“Bütün bu söylediklerini kendi gözümle görmeye çok meraklıyım,” dedi.

“Buyur, bizim tarafa misafir gel.”

“Gelirim, neden gelmeyeyim. Deliorman kooperatifinde iş bittikten sonra gelirim. Yalnız tütün istihsalini değil, Rodopları da görmüş olurum.” diye cevap verdi.

“Söz mü?”

“Söz!”

Semra bakalım sözünde duracak mı?

07.05.1983

Makale bugün gazete sayfalarında belirdi. Okul arkadaşlarım münderecatını bakalım nasıl karşılayacaklar.

11.05.1983

Düne kadar oda arkadaşımdan başka makale için beni tebrik eden olmadı. Aralarında gazeteyi okumayan yoktur. Kısa değil, hemen hemen yarım gazete sayfası. Yoksa müellifi başka bir kimse diye mi düşünüyorlar yine? Aralarında kıskananlar olabilir ama hepsi mi? Bu düşüncelerimi akşam Bedri’yle paylaştım.

“Öyle mi?” diye şaştı kaldı. Arkasını getirmedi.

Bu sabah birinci ders için odaya girdiğimde herkes yerine oturmuş, öğretmenin gelmesini bekliyordu. Kapıdan girdiğimde oda arkadaşım Bedri hemen yerinden fırladı:

“Hey, tebrik ederim! Çok güzel yazmışsın! Başarılı bir yazı olmuş. Ama bu iş ıslatmadan olmaz. İleride daha iyi başarılar elde edebilmen için bir şeyler ısmarlaman gerekiyor. Arkadaşlar, Hayri’nin adına bu akşam hepinizi bizim odaya davet ediyorum!”

Bizim Bedri öyle candan, öyle yürekten konuştu ki, makaleyi ilk kez bu sabah görmüş gibi beni bile inandırdı. Şaşkın şaşkın, ne konuştuğunu anlamamış gibi bakan diğerlerine döndü sonra:

“Kalkın be! Kalkın ve Hayri arkadaşımızı tebrik edin! Çok iyi makalesi var “Şafak” gazetesinin son sayısında!”

Ta o zaman bütün sınıf arkadaşlarım, yani on yedisi de, birer birer gelip beni tebrik ettiler. Bedri’nin konuşması o kadar ateşliydi ki, utanmaya başlamıştım artık. Ama o durmadı, konuşmaya devam etti:

“Hayri,” dedi yerine oturduğunda, “devam et kardeşim! Bir gün gelir belki hepimiz seninle övünürüz. Gazetede adını her gördüğümüzde biz onunla beraber okuduk başkentte, diye anlatırız başkalarına!”

O öyle konuşurken kapıdan Doçent girdi. Bedri gitti, ona da ‘müjdeledi’ makaleyi. O da umumi havaya uyarak elimi sıktı, ilerisi için de başarılar diledi. Makalenin yazılmasında ve gazetede çıkmasında tabii ki Doçent’in payı çok büyüktü. Bunu belirtmem gerekiyordu. Ama sustum kaldım. Neden, ben de bilmiyorum.

30.06.1983

Yılsonu sınavları geldi çattı. Hepimiz kitapların üzerine düştük. Ara sıra yemekhanede görüşüyoruz birbirimizle. Sade gündüzleri değil, geceleri de okuyoruz harıl harıl. Şenlikler, danslar, Pazar gezileri, hepsi bitti desem yeri var.

Bugün çalışırken aklıma Semra geldi. Bir haftadan fazla oldu onu görmeyeli. Tabii o da sınav hazırlığı ile meşgul. Öğle yemeğinde görürüm dedim içimden ve yine sarıldım kitaba. Fakat yemeğe gelmedi. Akşamüstü yine geldi aklıma; “Ne oluyor Hayri,” diye sordum kendi kendime, “sevdalanıyor musun yoksa?”

“Ne oluyor sana?” diye sordu oda arkadaşım. “Niye gülüyorsun öyle? Hem, kendi kendine konuştun gibime geldi.”

“Okuduğum mısralardan hiçbir şey anlamadım da…”

Semra’yı akşam yemeğinde de göremedim. İsteksiz isteksiz yurda döndüm, yine sarıldım kitaplara. Zaten hava da yağmurlu idi. Damlacıklar camlara sık sık vuruyor ve uykumu getirmeye çalışıyordu.

12.07.1983

Son! Bu sınavlar da sona erdi! İyi bir yaz tatili geliyor ve ondan sonra son yıla başlıyorum! Son! Son! Çok iyi bir sözmüş bu ‘son’ sözü. Üçüncü yıl da ardımda kaldı. Önümde sadece son ders yılı ve devlet sınavları.

İki haftadan beri sessizlik içinde duran öğrenci yurdu iki günden beri usul usul canlanmaya başladı. Sınavları başarıyla alanlar, mutlu, odaları daha gürültülü. Alamayanlar başka bir heyecan içinde. Kimi öğretmenine kızgın imtihanı vermedi diye, kimi bu işin yazı varsa güzü de var diyerek mutlu görünmeye çalışıyor. İmtihanın birini güze bıraktım diyen de var, profesör vermedi diyen de. Bazıları acele acele çantayı kavrayıp memleketin yolunu tutuyor, diğerleri ne acelesi var diyerek cebindeki son paraları da harcayıp eğlenmeye bakıyor.

Dördüncü imtihanı da aldıktan sonra ne yapacağımı bilemeyerek okul önünde dikildim kaldım. Şimdi nereye? Okunacak ders yok, acele gidecek yer yok. Oda arkadaşım Bedri daha dün “Hoşça kal” diyerek köyün yolunu tuttu.

Büfeye gidip bir kahve aldım ve oturdum. Yola çıkmadan önce yapmam gereken işleri bir plana koymaya çalıştım. Öncelikle, Doçent’ e hoşça kal demem lazım. Habersizce kaybolmak olmaz. İkinci, gazeteye uğrayarak veznedardan başka, Başmuharrir yardımcısını de görmem gerek. Bir defa tütün istihsalinde çalışan gençlerin hayatına dair bir makaleye ihtiyaç duyduğunu anmıştı. Teferruatları belli etmek zamanı geldi artık. Üçüncü, Semra…

Öğleden sonra Doçent’ i de gördüm, veznedarı da, muharriri de. Bir Semra kaldı. Onu akşamüstü yemekhanede arayacaktım. Bayağı beklemem gerekti. İki kahve içtim yaptım ve yanıma aldığım gazeteyi baştan başa üç defa okudum. Yemekhaneyi kapatmak zamanı geliyordu artık. Şimdiye kadar hangi öğrenci yurdunda, hangi katta, kaçıncı odada yaşadığını hiç sormamıştım. Amma da mütevazılık ediyorum ha, diye kendi kendime çekiştim durdum. Dört aydan beri tanışıyoruz, haftada en az iki defa karşılaşıp hal hatır soruyoruz ama tam adresini bilmiyorum.

Geldi en nihayet. Yemekhane kapıları kapanmaya yakındı artık. Görür görmez önüne çıktım ve yemekhaneye beraber girdik. Hem yedik, hem son iki günün nasıl geçtiğini anlattık birbirimize. Son imtihanı da başarıyla geçtiğime sevindi.

“Benim son sınavım yarın.” dedi. “Öğleye kadar çıkacağım. Saat on ikide okulun giriş kapısı önünde buluşuruz.”

Düşünceli gibi geldi bana. Sormak geldi aklıma, bir üzüntüsü mü var diye. Vazgeçtim. Sınavlar zamanı kim yorulmuyor ki?

13.07.1983

Ne güzel bir yaz sabahı! Başka zamanlar çok gürültüden uyanırdım, bu sabah öğrenci yurdunun sessizliği uyandırdı beni. Suyu kesilmiş değirmene dönmüştü bütün bina. Burada benden başka kimse mi kalmamıştı ne? En nihayet bütün gece doya doya uyumuş, sınav öncesi gerginliğini sıyırıp atmıştım üzerimden.

Tren akşama. Bavulum hazır. Okunacak ders yok, sınav yok önümde!

15.07.1983

Evdeyim nihayet. Sınavlar, başkent sokaklarındaki gürültü, öğrenci yurdundaki o değişik hayat, bir taraftan her sınavın yarattığı gerginlik, diğer taraftan her başarılı geçen sınavın doğurduğu sevinç, şenlikler, spor oyunları, seminerlerdeki kavgalar, tartışmalar, hepsi geride kaldı. Hiç olmazsa iki aylık bir zaman için…

Son sınavdan çıktıktan sonra karşılaştığımızda Semra yine düşünceli gibi göründü bana. Soru dolu bakışlarıma ‘Bu sınavı da aldım,’ dedi sakince ve yakındaki kahvehaneye oturduk. Oturur oturmaz da dayanamadım ve bana birkaç günden beri düşünceli göründüğünü söyledim.

“Yok bir şey, sana öyle gelmiştir. Sınavların yarattığı gerginlik ve yorgunluğun tesiridir herhalde.” diye cevap verdi.

“Köye toplandığında iyi bir dinlenirsin.”

“Dinlenirim …”

“Köyümüzü görmeye geleceğini söz verdin. Unutma.”

“Evet.”

Bu defa cevabı biraz daha canlıydı.

“Ne zaman bekleyeyim?”

“Öğrenci kampı sona erdiğinde. Zaten karar değişti. Sizin bölgeye yakın olacağız bu yaz.”

“Nerede?”

“Eski Zağara’ nın köylerinde. Her ihtimale karşı ağustos ayının ortasında sona erdireceğiz oradaki işi.”

“Bekleyeceğim.”

“Önceden mektup yazarım veyahut telgraf salarım.”

Bir saat sonra trene kadar uğurladım onu. Ondan üç saat sonra da benimki geldi. Şimdi köyde, ondan bu kadar uzakta oturmuş, günlük defterimi karalıyorum.

Başka daha neler yazsam? Evet. Köyde beklediğim gibi tütünün dikimi ve kazımı çoktan bitmiş, toplama zamanı gelip çatmıştı. Bütün komşular şimdi bu işle meşgul. Her gün geçtikçe hız artıyor. Yalnız bu konuşuluyor insanlar arasında. Kadın, erkek, genç, yaşlı, çoluk çocuk… İki kişi bir araya geldi mi sözün başı da tütün, sonu da. Kazılması bitti mi, toplamaya başladınız mı, günde ne kadar topluyorsunuz, kaç dizi kaldırıyorsunuz, kuruması nasıl…

Bu sabah uyandığımda evde yalnızdım. Annem ve babam erkenden tütün tarlasına gitmişlerdi. Herhalde yorgunum diye düşünmüşler ve beni kaldırmamışlar. Hemen tarlanın yolunu tuttum. Ama onlar sıcak çıktı diye toplamayı bırakmışlar ve eve doğru yola çıkmışlardı. Yarı yoldan döndüm. Yol boyunca annem sordu durdu nasıl uyumuşum, yorgun değil miyim, kahvaltı ettim mi, ne yemem lazımsa masaya bırakmışlar, görmedim mi, sınavlar beni bayağı yormuş herhalde ki iyice zayıflamışım, biraz dinlenmem gerekiyormuş… Tütün daha iyice olmamış, yanma tehlikesi yokmuş. Onlar toplamayı da dizmeyi de bensiz yetiştireceklermiş… Ana yüreği işte, ne desem boş.

Evin önündeki asmanın altına oturduk ve bu sabah topladıkları tütünü beraberce dizdik. Artık akşam oluyordu. Biraz sonra köy içine çıkıp konu komşuyla görüşmeye niyetim var.

16.08.1983

Bir aydan beri köydeyim. Bu zaman zarfında not defterini ne açmak geldi aklıma ne de yine açmamı gerektiren bir hadise oldu. Günler öyle sakin, öyle sakin geçti ki! Her gün yapılacak olan iş belli. Her sabah tan ağarırken tütün tarlasına gitmek, sıcak basınca eve, asmanın serin gölgesine oturmak var. Toplanan tütünü akşama kadar dizmek. Dizerken ya havadan sudan konuşuyoruz ya da susuyoruz. İyi ki, radyo bari susmuyor. Onun vasıtasıyla hem saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyorum hem de memlekette ve dünyada olup bitenleri öğreniyorum. Diğer zamanlarımı elbette ki bir şeyler okumakla geçiriyorum.

Bir hafta öncesi çok iyi yağmur yağdı. İki gün tarlaya giremedik. Oturdum ve birkaç zamandan beri kafamda dönüp duran öykünün karalamasını hazırladım. Temize çıkarmaya şimdilik vakit yok.

Sıcaklar gene aldı yürüdü. Tütün yaprakları çabuk sararıyor, bir gün toplamasak hemen yanma korkusu beliriyor. Babamın ise kovanlıkta işinin bittiği yok. Tütüne, toplamaktan başka yardım edemiyor. O da her gün değil. Sık sık evde kalıp kurumuş olan dizileri iskeleden indirip ambarlaması lazım. Bazı akşamlar lokantaya uğrayıp bir kahve içimi kadar oturduğum oluyor ama bu sıralarda orası da tenhalık. Tütün kimsenin aylak durmasına müsaade etmiyor.

21.08.1983

Bugünlerde misafirlerim vardı!

Evvelki gün tütün dizilerini astıktan sonra elime aldığım not defterini tam kapamıştım ki, Semra bir okul arkadaşıyla birlikte kapıya dayanıverdi. Telgraf yahut mektup salarım diye söylemişti ama vazgeçmiş, sürpriz yapmak istemiş. En yakın arkadaşıyla birlikte almışlar kendilerini, kente gelen otobüse atlamışlar. Oradan da haydi bizim köye. Benim için hakikaten de büyük bir sürprizdi. Annem için ise gayet büyük bir yaşantı oldu. Her ev gibi bizimkinin kapısını tanıdık tanımadık misafirlerin açtığı oluyordu. Erkek arkadaşlarımdan gelenler de ama kız arkadaşım bize misafir geldiği yoktu şimdiye kadar. Hem de iki tanesi birden. Ansızın gelmeleri annemi iyice şaşırttı. Misafir geleceğini biliyormuşum ama ona sürpriz olsun diye söylememişim düşüncesiyle kaldı hep. Yani sürprizi benden bildi.

Asma altındaki masaya oturduk ve hem kahvelerimizi içtik, hem tatlı tatlı konuştuk. İkisi de eğlendiler. Yardıma gittikleri ziraat kooperatifini, çalışmalarını, oranın insanlarını ballandıra ballandıra anlattılar. Akşamüstü köyü gösterdim onlara. Burası okul, burası muhtarlık, burası lokanta, burası postane. Sonra köy dışına çıktık. Tütün tarlalarını görmekmiş arzuları. Bu isteklerini de yerine getirdim. Tütün tarlamız neredeymiş, onu da öğrendiler.

“Köyde günün hangi saatini nerede geçirdiğini biliyorum artık,” dedi Semra ve gözlerimin içine baktı.

Akşam yemeğine oturduğumuzda tekrarlayıp durdular: Yarın sabah tütün toplamaya onlar da iştirak edeceklermiş. Annem onları bu fikirden bir türlü vazgeçiremedi. Nihayet onlar için de iş elbisesi hazırladı ve emretti:

“Haydi o zaman yatın, uyuyun! Zira tütün tarlasına erken gitmek var. Tan yeri ağarırken herkes toplamaya başlıyor. Geçe kalırsak hem gün çabucak kızdırmaya başlar ve bir şey toplayamayız, hem de komşular günlerce alay edip dururlar.”

Annemin tutumu dikkat çekici. Siz misafirsiniz, tarlaya gelmeseniz de olur diye birkaç defa tekrarlamış olsa da, tütün toplayabilecekler mi, böyle iş yaptıkları var mı, becerebilecekler mi diye merak ediyordu. Diğer taraftan ise birkaç dizi daha fazla toplansa yine bir fayda, bir yardım olacaktı. Tütünü yakmaya çalışan ağustos sıcağından bir gün daha ileri olmamız elbette ki daha iyiydi. Kızım, kızım diye hitap ediyordu her ikisine de ve her ikisini de kaş altından süzüp duruyordu tarlada da, evde de. Hele Semra’nın sofra hazırlıklarına katılması çok hoşuna gitti. Bunlardan biri bize gelin olabilir ama hangisi, diye soruyordu kendi kendine herhalde. Dedim ya, ana yüreği işte.

Misafirler gideli artık üç gün oluyor ama annem durup durup Semra’dan ve arkadaşından söz ediyor. Çalışkanmışlar, güzelmişler, konuşkanmışlar, elleri her işe yakışıyormuş, hele de Semra. Tütün dizmeye bile yarım saat içinde alışıvermişler. Sofrayı koymaya da, kaldırmaya da yardım etmişler. Yemek de seçmiyorlarmış. Evde ne bulunduysa, sofraya ne konduysa onu yemişler. Hele de Semra. Babamın taze çıkardığı gömeçli balı çok beğenmişler. İkisi de çok güzelmiş, hele de Semra…

Dünden beri annemi gören komşu kadınları hep misafirlerimizle ilgilenip duruyorlarmış. Neredenmişler, niçin gelmişler, annemin mi hısımlarıymış, yoksa babamın mı… Hatta aşağıdaki mahalleden Hafize nine bile sormuş. İki elinde iki değnek, beli dört kat bükülmüş, kulakları güya hiç işitmiyor ama o bile ne zaman, nerede görmüş, kimden işitmiş misafirimizin geldiğini, annemi sokak ortasında durdurmuş ve pek güzel kız, herhalde bizim Hayri evlenmiş, annesine gelin getirmiş diye geçirdim aklımdan, demiş.

Misafirler üçüncü gün akşam otobüsüne bindiler. Bizimle birlikte durağa kadar annem de geldi. Yerlerine oturdular ve otobüs tam kalkıyordu ki, Semra açık duran kapıya geldi ve kimsenin duymayacağı şekilde kulağıma fısıldadı:

“Yazdıklarını kimseye gösterme. Ama kimseye!”

Yüzünde bayağı bir ciddilik vardı. Hemen sonra otobüs çekildi ve arkasından bakakaldım. Ne demek istiyordu? Neden böyle ciddi bir tavırla tembihliyordu beni? Bu tembihin manasını bir türlü anlayamamıştım… Otobüsün ardından hayli bir zaman bakmış olacağım ki, yanı başımdan bir ses geldi:

“Kuşlar uçup gitti mi Hayri? Kaldın mı yalnız?” Baktım. Bizim komşulardan biri.

“Misafirim vardı, Hasan ağabey.” dedim.

“E, bugün misafir, yarın gelin. Bir defa gelmiş, gene gelir. Ama ikinci defa geldiğinde kaçırma. Salma!”

“Okul arkadaşlarım Hasan ağabey. Uzaklardan. Bizim buraları görmeyi merak ettiklerini söylüyorlardı ikide bir.”

“Evet, evet.”

Hem sigarasına asılıyor hem uzaklara bakıyor, hem de bıyık altından gülümseyip duruyor. ‘Ah Hasan ağabey, ah Hasan ağabey. Ne şeytansın sen, ne şeytan!’ dedim içimden ve şakalarına devam edemesin diye sordum: .

“Ne var ne yok? Gençler bu sıcaklarda tütün toplamayı yetiştirebiliyorlar mı?”

“Tütün onların. İster başarsınlar ister başarmasınlar. Benim işim ayrı. İki inek bana yetiyor da artıyor. Zaten işte o iki ineğin hatırı için bir parça ekmek koyuyorlar önüme.”

“Ya aldığın emekli maaşı? Onun hatırı yok mu? Hep daha sen onlara yardım ediyorsun galiba?”

“Ne yapacaksın. Şimdi yeni, kanun çıkmış Hayri.”

“Nasıl kanun?”

“İhtiyarlar ölünceye dek bakacaklar oğullarına, oğullar da kendi oğullarına. Geride olan nesillere doğru dönüp bakmak yok.”

“Sen uydurmuşsun bu kanunu Hasan ağabey!”

“Ben değil, hayat. Şimdiki devrin kanunu bu.”

“..............?!”

Hiçbir şey anlamamış gibi gözlerine baktım. Ciddi ciddi duran yüzünde şaka, alay izi aradım, fakat bulamadım.

“Gel Hayri, gel de şu lokanta taraçasında birer kahve içelim seninle.”

Gittik, oturduk. Kahveler gelir gelmez başladı: “Hayri, sana bir hakiki masal anlatayım.” “Anlat Hasan ağabey.”

“Leylekler, bilirsin, başka yerlerde yaşar. Buraya sadece yavru yetiştirmeye gelirler. Bir yıl leylek yine gelmiş, yuvasını tamir edip yavru yetiştirmiş. Bütün yaz onlarla uğraşmış. Beslemiş, büyütmüş, onlara uçmaya öğretmiş. Güz gelince yine uzak yol görünmüş. Koca leylek yavrularını arkasına takıp yola çıkmış. Uça uça denizin kenarına varmışlar. Yavru leyleklerin kanatları hala iyice kuvvetlenmediği için dururmuş. Baba leylek onları arkasına birer birer alıp denizden geçirmesi gerekiyormuş. Birincisini almış ve çekilmiş. Suyun ortasına geldiğinde sormuş: ‘Ee, oğlum, seni bütün yaz besledim, büyüttüm. Bu hale getirdim. Şimdi de kanatların sağlam olmadığı için arkama alıp sudan geçiriyorum. Gün gelip ihtiyarladığımda sen de beni böyle taşıyacak mısın?’ ‘Evet, baba. Taşıyacağım, taşımaz olur muyum?’ diye cevap vermiş yavru. Leylek baba usulcacık bir tarafına eğilip yavru leyleği arkasından indirmiş. Geri dönüp ikincisini almış. Suyun ortasına geldiğinde aynı soruyu ona da sormuş. Ondan da aynı cevabı almış. ‘Evet baba. Seni arkama bindireceğim ve denizden geçireceğim.’ Leylek baba onu da usulcacık arkasından indirmiş, yine geri dönmüş. Üçüncüsünü de denizin ortasına kadar götürdükten sonra aynı soruyu ona da sormuş: ‘Oğlum, kanatların daha sağlam değil, denizi uçarak geçemiyorsun. Onun için de arkama aldım seni. Gün gelip uçamaz olduğumda sen de beni böyle arkana bindirip denizin diğer tarafına geçirecek misin?’ Üçüncü yavru leylek ne cevap vermiş, biliyor musun?’

“Ne cevap vermiş?”

“Hayır baba, ben seninle uğraşamayacağım. O zaman benim yavrularım olacak, onları taşımam gerekecek!”

Üçüncü yavru doğru cevap vermiş. Doğru cevap verdiği için de baba leylek yoluna devam etmiş ve onu denizin diğer tarafına geçirmiş. Birinci ve ikinci yavru yalan söyledikleri için ve baba leylek onları cezalandırmış.”

Bu hikâyeden sonra Hasan ağabeyle hayatın çeşitli kuralları üzerine uzun uzun konuştuk. Ayrılırken kulak dolusu haykırdı:

“Hem bu akşam otobüs yanında dediklerimi unutma!”

“Hangi dediklerini?”

“Bir gencin omzuna kuş bir defa konar, en çok iki defa. Üçüncü defa konsun diye bekleme, hiç umut etme. Delikanlılık babayiğitliktir ama bir zamana kadar!”

Ah şu Hasan ağabey. Boşu boşuna Şakacı Hasan dememişler. Lafı döndürür dolaştırır, usulcacık bir şaka salmadan olamaz. Ama ben de kalkıp evleneceğim en nihayet. Evleneceğim en nihayet ki, komşular konuşup durmasınlar.

01.09.1983

Artık tütünü kolayladık. Olgun yapraklar iyice azaldı. Yanma tehlikesi şöyle dursun, her gün toplamak bile icap etmez oldu. Yeni yetişen yaprakların olgunlaşması için beklemek gerekiyor.

Baş muharrir yardımcısının tütün istahsilinde çalışan ve bu işle hane geçindiren gençler için teklif ettiği röportaj kafamda olgunlaşmış gibiydi. Oturdum ve yazdım. Yazdım ama Semra’nın tembihleri bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Nedendi bu tembih, bir türlü anlayamıyordum.

Tatil sonu artık ufukta görünmeye başladı. Okul arkadaşlarımı da çok özlemiştim. Hele de Semra’yı…

07.09.1983

Röportajı bugün gazeteye postaladım.

Dört günlük bir ara verdikten sonra olgunlaşan tütün yapraklarını toplamaya devam ettik.

Sabah erken, tan yeri ağarırken tütün tarlasının yolunu tuttum. Babam ve annem atı arabaya koşuncaya kadar biraz yürümek istiyordum. Hava tertemiz. Hoş ve hafif bir yel esiyordu. Etrafı nefis bir tütün kokusu sarmış. Köy içinde kuru tütünün kokusu, kırlarda olmaya yüz tutmuş olan yaprakların kokusu. Köyün alt tarafından geçen Kapandere boyundaki çalılıklarda ötüşüp duran bülbüller gece konserine son vermek üzere. İçimde bir hafiflik, bir hoşluk var. Kırların temiz havasını soludukça biraz daha dinçleşir gibi oluyor insan.

Tarlaya girdim ve sıranın birini önüme kattım. Kafamda başka bir makale dolaşıyor. Bu defa ana dilimizin temizliği için yazmak istiyorum. Yeni yetişen öğrencilerimiz ve okulu artık terk etmiş olan gençlerimiz son zamanlarda öyle bir dilde konuşuyorlar ki, değme gitsin. Bazı sözleri yerli yersiz kullanmak, cümlelerin yıkıklığı, yumuşak sesleri sert telaffuz etmek, vurguyu olur olmaz yere koymak en küçük kusurlardan sayılır. Kullandıkları sözlerin yarıdan fazlası yabancı. Yabancı sözleri Türk dili gramerine uydurmak, Türkçe sözleri yabancı dil kaidelerince kullanmak… Bütün bunlar hem gülünç hem acınası haller…

Hem kırdığım tütün yapraklarının çıtırtısını dinliyorum, hem de yazacak olduğum makalede değinmek istediğim sorunları belirliyorum.

“Kolay gele Hayri!” diye haykıran bir ses geldi kulağıma. Baktım, yine bizim Şakacı Hasan ağabey. İnekleri önüne katmış, küçük torununu yanına almış ve köy altındaki çayırlığa doğru yola koyulmuş. Doğruldum ve cevap verdim:

“Allah razı olsun Hasan ağabey! Bugün yalnız değilsin demek. Yanında konuşacak kişi olacak. Leylek yavrusunun yavrusu. O da palazlanıyor artık, uçmaya hazırlanıyor… “

“Sen yine derine dalmıştın. Sesimi bir defada iletemedim!”

“Yok, yok…”

“İşler çok düşünmekle hallolunmaz, Hayri! Faaliyete geçmek lazım, faaliyete! Yarın nişan falan, öbür gün davul zurna ve düğün. İşler uzatmaya gelmez!”

Hasan ağabeyin ağzı durmaz ki…

“O da olacak Hasan ağabey, o da olacak!”

… Şu dil temizliği konusu bir defa kafama girmiş, beni artık rahata bırakmaz. Ne zaman yazacağım? Ama Semra’nın şu tembihi nereden çıktı, hala akıl erdiremiyorum.

05.10.1983

Tütün tarlası boşalır gibi olmuştu ki, tatil de sona erdi. İşte yine başkentteyim. Öğrenci yurdundaki oda arkadaşım benden önce gelmiş. İlk haberleri, yenilikleri ondan öğrendim: Doçent yanına yeni yardımcı almış, birinci ders yılına ayak basanların arasında epey kız öğrenciler varmış, yeni yıldan sonra bir ay için tatbikata gideceğimiz okullar daha şimdiden belli olmuş, ders yılının ikinci haftasında Rila dağlarında bir köye patates çıkarmaya gidecekmişiz. Bu sabah biyoloji fakültesinde Semra’yı görmüş. Yanında bayağı güzel bir kız arkadaşı varmış, onunla tanışmış. Konuşkan, senli benli bir şeymiş.

bannerbanner