
Полная версия:
Kestaneler Altında
“Yani arıcılıktan anlıyorsun?’ diye sordu Başmµharrir.
“Birazcık.”
“O zaman arıcılar haftası münasebetiyle yayınlayacağımız yazıyı sen hazırlayacaksın.” dedi. Ben de kabul ettim.
Kahveden toplanırken Edebiyatçı sordu:
“Geçenlerde verdiğim şiiri beğendin mi?”
“Evet. Gazetenin sayfalarında yer verecek misin?”
“Yakında.”
Şiirde Bulgaristan’da Türk dilinde yaratılan edebiyatın son senelerde gördüğü kısıtlanmalarla ağaç dalında olmak üzereyken kurumaya yüz tutmuş bir elmaya benzetiliyordu. Bu bir hakikat idi ama böyle bir şiire gazete sayfalarında yer vermek için cesaret gerekiyordu…
18.02.1984Başmuharrir işimden memnun. Gazeteye her gelen mektubu geciktirmeden okumaya ve gereken cevabı vermeye çalışıyorum. Verdiğim cevapları şimdilik doğru buluyor.
Bu sabah kahveye gitmeden önceydi. Oda arkadaşım önündeki kağıda bir şeyler yazmaya devam ederken sordu:
“Dün sabah kitapçılara ‘Faşizm’ diye yeni bir kitap salmışlar, haberin oldu mu?”
“Hayır, işitmedim. Neden sordun? Çok mu ilginçmiş?”
“Dün sabah erken erken satışa salmışlar. Satılan satılmış, satılmayan nüshalar bu gece raflardan toplanmış.”
“Neden? Kusurlu muymuş yoksa?”
Arkadaşım kalemi elinden bıraktı, bana doğru baktı: “Anlamıyor musun? demek ki, münderecatı bizim idarecilere yaramıyor.”
Bu haber beni iyice ilgilendirdi.
“Başlığına bakarsan faşizmin ne demek olduğunu anlatıyor. Yazılması ve neşredilmesiyle ilgili makamlar münderecatının ne olduğunu ta şimdi mi anlamışlar? Basılmadan önce o kitabı okuyan olmamış mı? Ben bu işten hiçbir şey anlamadım.”
“Anlamayacak ne var? Büyüklerden biri kitabın neşriyatına izin vermiş. Büyüklerden biri bir kusur bulmuş ve toplanmasını emretmiş. Bu sabah otobüslerde, kahvehanelerde hep bu konuşuluyordu.”
“Müellifi kimmiş bu kitabın?”
“Doktor Jelü Jelev. Felsefe enstitüsünde çalışıyor. Ama bu hadise için her yerde ve herkesle konuşulmaz. ‘Altıncı şube’nin her yerde kulağı var.”
“O da ne demek?”
Arkadaşım tekrar baktı gözlerime:
“Öğrenirsin.”
Yavaş yavaş işin içine giriyorum demiştim ama bilmediğim şeyler daha çok.
15.03.1984Bütün gece kar yağmıştı. Trotuarlar temizlenmediği ve yayaların işi zorlaştığı için otobüsler ve tramvaylar tıklım tıklımdı. İşe zar zor yetişmiş olan herkes odasına kapanmıştı. Azıcık ısınmış olanı hemen bir salıklık, bir uyku basıyordu. Halim ağabeyle ikimizi de aynı… Bugün ben hatırlattım ona kahve zamanını. Kâğıdı kalemi hemen attı elinden. Saate baktı ve:
“Gidelim, dedi, bugün acele bir iş yok. Gereken yazıları yardımcıya daha akşamdan teslim ettim.”
Her gün ziyaret ettiğimiz büfe bugün tıklım tıklımdı. İçerisi arı sepetine benzemişti. Konuşanlar, sigara içenler…
“Gel, arka sokaktaki kahvehaneye gidelim.”
Orası hakikaten de tenhaydı. Oturduk. Bu defa haber sırası bendeydi:
“Bu sabah yine bir kitap meselesi konuşuluyor,” dedim fısıltıyla.
“Öyle mi?”
“Bir roman. Başlığı ‘Şahs’. Müellifi ünlü bir kadınmış.”
“Çok mu güzelmiş?”
“Kadın mı?”
“İşi alaya çevirme. Romanı sorduğumu çok iyi biliyorsun.”
“Güzelliğini bilmem ama o da kitapçılardan geri alınmış.”
“Sen kimden öğrendin?”
“Otobüste konuşuluyordu. Bir şey daha konuşuluyordu.”
“Ne konuşuluyordu?”
“Önceki kitabın neşriyatına da, şimdikine de izin cumhur reisinin kızından geliyormuş ama yine de satışı durdurdular. Demek senin dediğin “Altıncı şube” hepsinden kuvvetli.”
“Öyle anlaşılıyor.”
“Halim ağabey, senin böyle… satılması sonradan yasak edilmiş kitap gördüğün var mı hiç?”
“Yok. Böyle şeyleri ne sor ne ben cevap vereyim. Öyle daha iyi. İkimiz için de. Öyle bir kitap eline geçtiğinde oku, fakat kimseye söyleme.”
05.04.1984Her boş vaktimizde Semra ile beraberdik. Yakında toplanmak niyetindeydik. Tatbikattan döndüğümde bir daire kiralayacağız ve artık bir arada yaşayacağız. Benim devlet sınavları, onun da yılsonu sınavları geçtiğinde önce onun köyüne gideceğiz, sonra da bizimkileri ziyaret edeceğiz. Onun daha bir yılı var. Üniversiteyi o da ikmal ettikten sonra nerede yaşayacağımızı, nerede çalışacağımızı bir karara bağlayacağız.
Sık sık gelecek için çeşitli planlar kuruyoruz. Hemen hemen her akşam beraber çıkıyor ve merkez sokakta kestaneler altında el ele verip geziniyoruz. “Yıldızların Altında” diye bir şarkı var ya, işte onu birlikte söylüyoruz ama bir ağızdan değil, bir mısra o, bir mısra ben. Yalnız nesi var “yıldızların” sözü yerine “kestaneler” diyoruz. Bunu daima sokağı doldurmuş olan kalabalık, bizim gibi akşam gezisine çıkmış olanlar seyrelmeye başladığı zaman yapıyoruz. El ele vermiş yürürken başlayıveriyoruz:
O “Benim gönlüm sarhoştur kestaneler altında,”
Ben “Sevişmek ah ne hoştur kestaneler altında”
O “Yanmam gönül yansa da, ecel beni ansa da”
Ben “Gözlerim kapansa da kestaneler altında”
O “Mavi nurdan bir ırmak, gölgede bir salıncak”
Ben “Biz de ikimiz kalsak kestaneler altında”
O “Yanmam gönül yansa da, ecel beni ansa da”
Ben “Gözlerim kapansa da kestaneler altında”
O “Bir nefes bin “ah” olur kestaneler altında”
Ben “Çakıllar elmas olur kestaneler altında”
O “Yanmam gönül yansa da, ecel beni ansa da”
Ben “Gözlerim kapansa da kestaneler altında”
Gelen geçen bizi duyuyor mu, bize gülen, dikkat ayıran var mı, yok mu, hiç umursamıyoruz. Dünyalar bizim oluyor. Öyle anlarda kimseyi görmüyor, insan kalabalığı içinde tenha ve sakin bir deniz kıyısında yüzer gibi oluyoruz.
Sakin ve ılık gecelerde bu her akşam böyle tekrarlıyor. Hatta sakin sakin yağan yağmur altında bile devam ediyoruz gezilerimize. İkimiz bir şemsiye altına sokulup çıkıyoruz sokağa ve haydi kestaneler altına!
Dün akşam yine çıktık gezmeye. Hava ılıktı ve Kartal köprüye vardığımızda bu defa geri dönmedik, büyük parka doğru devam ettik. Etrafı var kuvvetiyle aydınlatmaya çalışan ay sanki bizi seyrediyor, o da gülümsüyordu bizimle birlikte.
Saatlerce gezindik, onlarca defa buseler aldık, buseler verdik birbirimize. Yine, “Kestaneler Altında” diye şarkı söyledik. Sonra bir banka oturduk. Sustuk ve kuşların ötüşünü dinledik. İnsan kalabalığı sokaklardan çekilince ve her çeşit gürültü hafifleyince onlara sıra gelmişti. Onlarca bülbül kendi konserine başlamıştı. Her biri kendi şarkısını söylüyor, kendi aşkını anlatıyordu. Öyle sessiz sessiz ve sarmaş dolaş olmuş, o tarif edilmez konseri dinlerken, Semra birdenbire başka bir şarkıya başladı:
“Demedim mi nazlı da yarim ben sana çok sevişmek tez ayrılık getirir…”
Yeni yıl akşamında belirmiş ve hiçbir an silinmemiş olan tebessüm yüzümden kayboluverdi. Baktım, onun da aynı.
“Bu şarkı nerden geldi aklına bu güzel akşamda Semra?” diye sordum.
Ciddi ama çok ciddi bir tutumla baktı gözlerime. Bu belki sekiz, belki on saniye devam etti fakat bana saatlerce sürmüş gibi geldi. Benim bakışlarım soru doluydu, onunkiler bomboş, hiçbir şey ifade etmiyordu. Birden sarıldı boynuma, sonra gözlerimi, yanaklarımı, saçlarımı öptü öptü… Durduğunda:
“Seviyorum seni Hayri!” dedi. “Çok seviyorum! Delice seviyorum! Onun için de seni elimden kaçıracağım diye korkuyorum!”
“Ben de seni seviyorum,” diye cevap verdim. “Ben de. Hem de çok seviyorum seni!”
Ben de öptüm saçlarını…
14.04.1984Çalışmaya başladığım için bir hafta önce öğrenci yurdunu terk etmem gerekti. Bu sebepten şehir içinden bir oda kiraladım ve oraya taşındım. Merkeze bayağı uzak.
Yarın tatbikatın geçeceği kentin yolunu tutmam gerekiyor. Onun için bugün işleri bitirmek gerekiyordu. Fakülte yönetiminden tatbikat dokümanlarını almak, Başmuharrir’in yanına bir ay izin için dilekçe yatırmak, Semra ile vedalaşmak, Doçent ile devlet sınavı için bazı incelikleri konuşmak ve bazı konularda fikir teatisi…
Akşama kadar hepsini hallettim. Başmuharririn yanına en son gittim. İzinnameyi verirken başka bir pusula uzattı ve izah etti:
“Gittiğin yerde üç gönüllü muhabirimiz var. Adresleri bu kâğıtta. Onları bul, konuş ve cesaretlendir. Daha sık yazsınlar.”
Bavulum çoktan hazır. Semra o işe bari yardım edebildi. Yarın sabah trene binip “Tuzluk Bölgesi’ne hicret etmek var. Bir ay için Semra’ya da; başkente de elveda.
Unutacaktım. Edebiyat sayfası sorumlusu, yanına hoşça kal demek için girdiğimde gazeteye sarılı bir küçük paket uzattı ve:
“Al şu kitapları, sok çantana. Gittiğin yerde okursun aylak kaldıkça. Burada açma.” dedi.
Oda arkadaşım Halim ağabeyle veda kahvesini içtikten sonra yatak odasına toplandım. Paketi ta o zaman açıp bakmak geldi aklıma. Biri Reşat Nuri Güntekin’den “Dağları Bekleyen Kız”, ikincisi Jelü Jelev’den “Faşizm”, yani yakın zamanda kitapçı mağazalarından toplanan kitap! Üçüncüsü de benim için bir sürprizdi: Halide Edip Adıvar’ın “Sinekli Bakkal” romanı!
15.05.1984Tatbikat bitti en nihayet.
Gittiğim şehrin lisesinde bir ay boyunca tecrübeli bir öğretmenin yönetmenliği altında öğrencilere ders verdim. İşimden ve orada geçirdiğim vakitten çok memnunum. Şimdiye kadar ayak basmadığım bir kenti gidip gördüm, çeşitli kişilerle tanıştım, yeni yeni intibalar edindim.
Dün sabahtan beri yine başkentteyim.
İmkân olduğu zaman daima tren yolculuğunu tercih ediyorum. İnsan hem dinleniyor hem de vakit kazanıyor. Okumaya da vakit var, uyumaya da. Gece vaktini tamamıyla istifade ediyorum. Şimdi yine öyle yaptım. Varna’dan gelen gece trenini tuttum ve dün sabah istasyondan doğruca gazeteye gittim.
Arkadaşlarımın hepsi iş başında. Ben yokken çıkmış olan sayıları birer birer alıp okumaya imkânım olmuştu ve şimdi burada işin gidişatıyla bir yere kadar tanışıktım.
İlkin oda arkadaşımla görüştüm.
“Yeni eski bir şeyler var mı, Halim ağabey?”
“Yok. Hepsi bıraktığın gibi.” dedi.
“Arayan soran?”
“Yok. Kim olsun. Beklediğin bir kimse var mıydı yoksa?”
“Yok. Sordum işte, laf olsun diye… Taşradan herhangi bir tanıdık, herhangi bir okul arkadaşı arayabilir diye geçti aklımdan…”
“Dosyana gelen muhaberelerin bir kısmını gözden geçirdim. İstifade edebildiklerimizi istifade ettik. Geri kalanına sen bakarsın. Ama Yardımcı sana daha geniş izah eder. Senin gittiğin yerlerde ne haber, ne yenilik?”
“Var. İyisi de kötüsü de. İlk fırsatta oturur konuşuruz. Şef burada mı?”
“Burada.”
Az sonra onun yanına girdim. Döndüğümden haberi olsun, dedim. Hoş beş olduk. Adet yerine gelsin diye tatbikatın nasıl geçtiğini sordu, gittiğim yerlerdeki halkın işleriyle ilgilendi. Ben de yerli muhabirlerle görüşmelerimi konuşmalarımı, tavsiyelerini nasıl ilettiğimi ayrıntılarıyla anlattım.
Sonunda:
“Yardımcının yanına uğradın mı?” diye sordu.
“Hayır, önce sizin yanınıza geldim.”
“Geç onun yanından. Önümüzdeki en acele vazifeler için sana iletecekleri vardır herhalde.”
Yardımcının yanına da girdim. Daha kapıdan:
“Haydi be, nerelere kayboldun? Gazetede işte olduğunu unuttun galiba! Senin bu tatbikat çok uzadı!” diyerek gürültüyle karşıladı beni. Yüzü bayağı asık gibime geldi.
“Ben ise önce ‘hoş geldin’ demenizi beklerdim.” dedim ve yüzüne gözlerimi kıpmadan baktım. O da baktı kaldı bana doğru ve hemen sonra kendini toparladı.
“Hoş geldin! Kusura bakma. Bazen vakit yetmiyor, bazen şeflerin beğenmediği yazılar kaçırıyoruz gazete sayfalarında. Bazen de kendimiz dikkatsizlik ediyoruz. İstemeden sinirler gerilmeye başlıyor…”
“Acele ne iş varsa söyleyin, önce onlarla başlayayım.”
“Oda arkadaşının yardıma ihtiyacı var senden. Son zamanlarda onun işi en yoğundu. Önümüzdeki sayı için acele icra edilmesi gereken vazifelerin daha çoğu onun yanında. Sonraki sayılar için öğleden sonra konuşacağız.”
Kapıdan çıkarken:
“Dur,” dedi, iki mektup var yanımda. Şahsen sana. Biri babandan olmalı. Diğeri… Polis İlçe Müdürlüğü’nden.”
Mektupları alıp odama geldim. Çok sakindim güya ama oda arkadaşımın gözleri epey keskin herhalde ki, sordu:
“Ne oldu? Yardımcının keyfi yerinde değil mi yoksa?” “Bu sabah sol tarafından kalkmış herhalde.” dedim.
“Kulak asma. Durup dururken alevlenmek onun adetidir.”
“Yalnız bu kadar mı?”
“Başka ne olabilir?” diye sordu Halim ağabey.
“Ne bileyim, bazı olmayacak yazıların yayınlanmasını andı.”
Arkadaşım sustu bir süre. Sonra laf arasında anar gibi konuştu:
“Başmuharrir, senin gitmenden sonra çıkan şiir için onu ve Edebiyatçıyı bayağı sert bir tenkide tuttu…”
Beni bekleyen dosyayı önüme çektim ve içindekileri okumaya başladım. Biraz sonra cebimdeki mektuplar aklıma geldi. İlkin babamdan geleni okudum. Çok zamandan beri haber etmediğim için annemle ikisi bayağı telaşlanmışlar. Sınavlardan, sağlık durumumdan ilgileniyor, komşulardan selam iletiyordu. Sonunda da bir haftaya kadar biraz para yollayabileceğini belirtiyordu.
Onların telaşlanmalarında ben kabahatliydim. Son mektubumda gazeteye işe başladığımı bildirmiştim ama paraya ihtiyacım olmayacağını yazmamıştım. Tatbikata gideceğimi de anmamıştım. Bizde şu haberleşmeler o kadar geride ki… Başka memleketlerde artık cep telefonları varmış, biz daha telefon bile edinemiyoruz. Bizde mi pahalı, onlarda mı çok ucuz, kim bilir? Ama benim de kabahatim az değil. Daha bu akşam eve cevap yazıp annemi ve babamı sakinleştirmem lazım.
İkincisini açtım. Mektubu aldığımdan sonra üç gün içinde polis müdürlüğünün altmış altıncı odasına, herhangi bir yoklama ile ilgili olarak ilçe sorumlusu yanına gitmem gerekiyormuş. ‘Üç gün içinde ille de vakit bulurum’, dedim ve iki mektubu da çekmeceme bıraktım.
Oda arkadaşım bir ara büro altını karıştırmaya başladı. Baktım elinde bir elektrikli cezve.
“Artık büfeye gitmek yasak,” dedi soru-sual dolu bakışlarıma cevap olarak. “Kimin kahveden ihtiyacı varsa odasında içebilir. Yardımcının emri böyle. Büfeye gitmekle çok vakit kaybediyoruz. İş vaktinin en az on dakikasını boş lakırdıya harcıyoruz.”
Hazır olan kahveyi iki fincana döktü. Birini bana uzattı: “Afiyetle iç.”
Kahveden bir yudum aldım. Kuvvetliceydi, büfedekine benzemiyordu.
“Halbuki, az önce yeni eski ne var ne yok diye sorduğumda, yok, hepsi bıraktığın gibi diye cevap vermiştin.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов