
Полная версия:
Kestaneler Altında
“Bizim köy insanlarının çok iyi vasıfları vardır. Hepsi çalışkan, işini bilen, işten korkmayan, konuşkan, komşu hatırı güden, ihtiyacı olana derhal yardıma koşan insanlardır. Şakayı da çok severler. Ama bir kusurları var, bazen şakayı fazla yaparlar, aşırıya kaçarlar.
İşi alaya vardırırlar. Bir kimsenin zayıflıklarıyla alay etmek başka, iyi taraflarıyla alay etmek gene başka. Aşırı iyilikçiyi Allah da beğenmez diye bir ifade vardır, kim söylemiş bilmiyorum. Ama bizim köyde bu var, hiçbir işte, hiçbir şeyde umumdan farklı olmayacaksın. Farklı oldun mu dillerine dolayıp dururlar. Hayri tahsilli bir kimse. Tutumunda, giyiminde, konuşmasında kendini gösterir. Okumayı da çok sever. Onun bütün bu vasıflarıyla dalga geçenler var. Ama bu şakalar çok kişinin ağzından çıkmaya, defalarca tekrarlanmaya başladı mı artık alaya dönüşüyor. Tahsiliyle alay etmek, okumasıyla alay etmek… Ne demek oluyor? Onun da bir başka dünyası var işte. En mühimi de tahsilliyim diyerek böbürlendiği, kendini başkalarından üstün gördüğü yok ki…”
“Ne tahsili var onun?”
“Üniversite bitirdi. Edebiyat fakültesini. Sonra da gazetecilik. Birkaç zaman kaldı başkentte. Bildiğim kadarıyla bir gazetede çalıştı.”
“Sonra?”
“Sonrası, bundan on iki yıl öncesi birdenbire köyde belirdi. Gazeteden azledilmiş. Sebebini en iyi o bilecek. Bu hususta kimseyle konuştuğu yok. Benim anladığıma göre o gergin, demokrasinin ne olduğunu unuttuğumuz yıllarda emniyet organlarının, totaliter parti önderlerinin dikkatini çekmiş. Onun ifade ettiği düşünceler, konuşmaları bazı kimselerin hoşuna gitmemiş. Nereye çağrıldıysa çağrılmış ve başkentte kalması yasak edildi diye söylenmiş, doğduğu köye dönmesi mecbur edilmiş. Ben muhtardım o yıllar daha. Köye toplanmasından bir hafta sonra yazılı emir geldi. Hayri’nin köyden dışarı çıkması yasak edilmiş. Vade sonsuz, yani yeni bir emir gelinceye kadar devam edecek. Her sabah saat sekizde ve akşam saat beşte muhtarlığa gelip hususi bir deftere imza atacak. Bu, beş yıl kadar devam etti. İşte o zamanlar Hayri içine kapandıkça kapandı, kapandıkça kapandı. Kimseyle oturup konuşmaz, kimseyle dertleşmez oldu. Sohbetlere katılmaz, kimseyle ilgilenmez, kendi işleriyle kimseyi ilgilendirmez. Bu o zamandan beri hep böyle sürüp gidiyor…”
“Bu meseleler üzerine hiç konuştuğunuz olmadı mı? Sana hiçbir şey anlatmadı mı? Sen ilgilenmedin mi?”
“Hayır. Hiçbir zaman hiçbir şey sormadım ona. Sormak da istemedim. Bilmemem daha iyiydi onun için de, benim için de. Başkentte iken güvendiği kimselerden görmüş ne kötülük gördüyse. Başından geçenleri bana anlatacak, derdini deşecek olsa bile susmasını tavsiye edecektim. Zaten buraya döndükten sonra da etrafında dönenler, onunla yakınlaşmaya dost olmaya uğraşanlar oldu. İyi ki, kimseye açılmadı, kimselere yakınlık göstermedi. Aksi takdirde toplama kampını boylaması içten bile değildi. O yıllarda emniyet temsilcileri hiç boşlamazdı arkasını ama o, susmasını bildi.”
“Lakin şimdi zamanlar değişti! O zamanki emniyet organlarından eser bile kalmadı!
“Evet, haklısın. Lakin Hayri hiç değişmedi. Hep öyle, on iki yıl önceki gibi bir yaşam sürdürüyor. İşte bu bir muamma.”
“Neyle yaşıyor? Nasıl sağlıyor geçimini? Geliri nereden?”
“İlk yıllarda babası sağ iken annesinin de yardımıyla tütün işliyorlardı. Ondan daha küçük bir kardeşi var. Memleket içinde kuruculuk yerlerinde çalışıyor. İlk zamanlarda o da para yardımında bulunuyordu. Ama üçdört yıl öncesi Filibe taraflarından bir kadınla evlendi ve oralarda kaldı. Köye gelmeyi de, para yardımını da azalttı, sonra ise hepten kesti. İki kardeş arasındaki bağlar tamamıyla kesilmediyse de kesilmek üzeredir öyle tahmin ediyorum.”
“Ya şimdi?”
“Babası sağlığında arıyla uğraşmayı seviyordu. Hayri ondan bir şeyler öğrenmiş olacak ki, babası kaybolduktan sonra arılara daha büyük bir dikkatle sarıldı. Şimdi elli kadar arıya hizmet ediyor. Onlardan aldığı gelirle ve annesinin aldığı az da olsa emekli maaşıyla kıt kanaat geçiniyorlar.”
“Demokrasi geldikten sonra öğretmenliğe neden dönmedi?”
“Benim bildiğim kadar bir yahut iki defa teşebbüste bulundu ama neticeler meydanda.”
“……….”
“Sen filoloji uzmanı değil misin?” “Evet.”
“İkinizin de ihtisası aynı. Demek istiyorum ki, birbirinize yakınlık gösterebilir, konuşmak için umumi bir dil, umumi bir konu bulabilirsiniz. Ne bileyim, Hayri’ ye yakınlık göstermeye çalışsan, netice müspet olur gibime geliyor. Onun için de senin için de aranızda böyle bir yakınlık… ikinize de faydalı olur değil mi?”
“…………..”
“Dene bir defa, Hayri’ye yakınlaşmaya çalış. Bu kapanık hayattan çıkmasına yardım et.”
“Seninle razıyım Ahmet ağabey ama ben bir hata yaptım, bana çok gücenmiş midir acaba?”
“Nasıl yanlışlık?”
“Geçenlerde lokantada onu kahve içerken gördüğümde ‘Merhaba Ali ağabey’ dedim. O zamana kadar adının Hayri olduğunu bilmiyordum.”
“O ne yaptı?”
“Selamımı kabul etti ve masasına oturmamı davet etti.”
“Telaşlanma. O, o kadar kinci değil. Hatta Hayri mi dedin Ali mi, farkına bile varmamıştır. Sonra sen onu alayla değil, bilmeyerek demişsin.”
Kapı açıldı, Şerife abla elinde yine bir tabla ile masaya yakınlaştı:
“Söndürün şu sigaraları artık,” diye çıkıştı ikimize de.
“Bak şunlara Allah’ım, duman içinde kalmışlar. Kül kabı dolmuş taşmış. Zehirlenmediniz mi daha? Börek pişirdim, alın birkaç yudum. Öğretmen, ayva tatlısı yapmıştım bu güz, bakalım tadını ve kokusunu beğenecek misin.”
Hem yedik hem biraz daha konuştuk oradan buradan. Sohbete son verdiğimizde artık köy üstüne karanlık çökmeye başlamıştı. Beni uğurlamak için avluya çıkmış olan Ahmet ağabey, bir daha tekrarladı alçak sesle:
“Hayri ile yakınlaşma teklifimi unutma. Biraz düşün ve bir yolunu bulmaya çalış.”
Kapıdan beş-altı adım uzaklaşmıştım ki, yüksek sesle haykırdı: “Kış geliyor öğretmen, kış! Kar yağması yakındır! Uzun kış geceleri, uzun uzun sohbetlerin zamanı geliyor gene!” Eve doğru yürüdüm.
Kararlıydım. Hayri ağabeyle yakınlaşmalıydım. Bağlantı kurmalıydım onunla. Ne kadar da meçhul ne kadar da esrarengiz bir kimse olsa, tutumu ve hareketleriyle benim için enteresan bir şahıstı. Onunla umumi bir dil bulabilirdim ve bulmalıydım da. Onun öyle kapanık durması belki de diğerlerinin ondan uzak durmaları, onunla alay etmeye devam etmelerindendir. O da benim gibi edebiyat düşkünüydü ama bugüne kadar hiçbir fikir teatisi yapmamıştık. Ne gibi eserleri seviyor, hangi yazarlardan ilgileniyor, bilmiyordum. Hem artık konuşacak, dertleşecek, edebiyat üzerine olsun, başka konular üzerine olsun, fikir teatisi yapacak bir kimseye ihtiyaç duymaya başlamıştım zaten. Bu köyde böyle bir kimse yalnız ve yalnız Hayri ağabey olabilirdi.
“Merhaba öğretmen!”
Baktım. Komşulardan biri. Durdum ve cevap verdim: “Merhaba!”
“Çok derinlere dalmışsın öğretmen. Düşünme o kadar. Gemilerin batmadı daha değil mi?”
Güldüm:
“Hayır Hasan ağabey, batmadı daha. Affet, aklımdan geçen herhangi bir meseleye aldırmışım kendimi…
“Sevdalanmayasın hey!” Yine güldüm:
“Sevdalanmak bana yasak mı yoksa?”
“Hayır yahu! Ama delikanlılık, babayiğitliktir, paşalıktır. Yaşa gençliğini. Hamut boynuna geçti mi bir defa, sonradan pişmanlık fayda etmez.”
Enteresan bir kimse şu Hasan komşu. Diğer yaşlılar ne duruyorsun, daha evlenmeyecek misin, kendine bir eş mi bulamıyorsun derken o, acele etme, paşalığına bak deyip duruyor. Başkaları durma, erken piliç erken öter derken o, erken öten pilici erken keserler, el alemle beraber olmaya vakit var diyor.
Eve toplandığımda kati karar almıştım artık. Ne yapacağımı ne edeceğimi henüz daha bilmiyordum ama eski muhtarın da tavsiye ettiği gibi Hayri ağabeyle yakınlaşmalıydım.
Çok geçmeden, ufak bir fırsatını yakaladım. Yine soğuk bir gündü. Birkaç gün evvel ilk kar yağmış ve yere yapışıp kalmıştı. Eve kapanıp ertesi gün alacağım derslere hazırlık yaptım. Akşama daha çok vakit vardı. Okula gitmek geldi aklıma. Daha ders yılının ilk günlerinde müdür okul kütüphanesini bana teslim etmişti.
“Kitaplarımız çok ama okuyanlar az. Boş vakitlerini orada geçirir, öğrencilerden kitap almaya arzu eden olursa verirsin” demişti. Şimdi serbest kalınca oraya gitmek geldi aklıma. Gittim. İtina ile dizili rafları gözden geçirmeye başladım. Hakikaten de zenginceydi kütüphanemiz. Okulun açılışından beri her yıl yirmi-otuz tane satın alınmış. Onlara burada bir-iki yıl çalışıp giden öğretmenlerin hediye olarak bıraktıkları kitaplar da ilave edilince elli yıl içinde kitap sayısı iki bine yaklaşmış. Bazılarının yaprakları yıpranmış, diğerleri bir defacık bile açılmamış. İlk yıllardan olanların arasında kanatları kesilmeyenler bile vardı. Hele on iki kitapçık halinde basından çıkmış olan arıcılık için bir eser. Hiçbirine bugüne kadar el sürülmemiş. Haydi öğrencileri affettik ama yarım asır boyunca bu kitaplar hiçbir meslektaşımın dikkatini nasıl çekmemiş? İleri doğru devam ettim, bir-iki raf daha karıştırdım. Ama az sonra yine arıcılık serisinin yanına döndüm. Dikkatimi neden celbetmişti, şimdi izah edemeyeceğim. Başlığı mıydı, daha kesilmemiş olan yaprakları mıydı, yoksa hediye edenin kimliği mi, cevap veremeyeceğim. Birinci cildi aldım ve cep çakımla bütün kanatlarını keserek okumaya hazır hale getirdim.
Bir daha okudum kapağının içindeki el yazısını.
“Bin dokuz yüz otuz dokuz yılında bu okulda bir yıl öğretmen gibi çalıştım. Köyü terk ederken bu kitapları hediye bırakıyorum. Öğrencilerimden bir tanesini bari arıcılığa meraklandırabilirsem çok mutlu olurum. N.N.”
Maalesef …
Birinci sayfayı açtım. Üç üniversiteli, geleceğin baytarları, yaz aylarını bir hayvan çiftliğinde geçirmeleri gerekiyor. Öğrendiklerini tatbik edecekler ve bilgilerini çoğaltacaklar. Hep birlikte uzakta, her üçünün de tanıdığı anılmış bir arıcının kovanlığına gitmeye karar veriyorlar.
Okumaya devam ettim. Hemencecik dört-beş sayfa geçtim. Kitap gittikçe daha fazla celbediyordu beni. On iki kitapçığı birden aldım ve eve geldim.
Okumaya evde devam ettim. Bir hafta on gün kadar kitaplar elimden düşmedi. Serbest zaman bulur bulmaz sırası gelmiş olan kitapçığı alıyordum elime. Bu üç gencin bütün yaz tatbikatta yaşadıkları serüvenlerle birlikte okuyucu çok ilginç bir şekilde arıların hayatıyla ve pratik arıcılıkla ilgili bilgi ediniyordu. Ben de sanki o üç gençle beraberdim, onların arasında dördüncü kişiydim. Son on ikinci kitapçığın da okumasını bitirdiğimde ben de yaz tatilini bitirmiş, uzun ve çok güzel geçmiş bir misafirlikten dönmüş gibi oldum. Diğer taraftan da arılar için çok ilginç bilgiler edinmiştim. Bu duyguları, bu bilgileri paylaşacak bir kimseye ihtiyacım vardı. Birkaç gün hep böyle bir hisle yaşadım. En nihayet Hayri ağabeyi ziyaret etmeye ve bu kitapçıklardan öğrendiklerimi onunla paylaşmaya karar aldım.
Kış mevsimi hükmüne girmişti artık. Kar iki gündür durmadan yağıyordu. Eren Tepe’den kopup gelen soğuk rüzgâr insanları evlerine kapamıştı. Böyle bir günde öğle ile ikindi arası olan bir saatte Hayri ağabeyin kapısını çaldım. Beni görünce beklenmedik bir sürprizle karşılaşmış gibi oldu.
“Beklemezdin beni değil mi?” diye sordum.
“Beklemezdim. Daha doğrusu beklerdim, çok defalar bizim öğretmen gelse de birer kahve içsek dediğim oldu. Ama gelmedin. Elbette ki, umudu kesmemiştim hep daha. Tam bugün, tam bu an gelirsin diye aklımdan geçmezdi. Gir. Soba sönüp dururmuş. Tazece yaktım. Isıt ellerini.”
Bir dakika soba başında dikildikten sonra masanın yanındaki boş sandalyeye çöktüm.
“Baca iyi çekiyor. Yakında temizledim.” diye izah etti Hayri ağabey. Bugün biraz daha konuşkandı. Cezveyi hemen soba üzerine koydu. Masada “Edebiyat” gazetesinin son sayısı ve iki-üç kitap yatıyordu. İlkin karın etrafı bastırmasından, soğuk havadan bahsettik. Sonra sözü arıcılığa çevirdim. Sohbete biraz daha açılır gibi oldu. Kovanların kış mevsimindeki durumunu anlattı. Birden durdu ve sordu:
“Arılarla ilgileniyor musun? Arınız var mı?”
Bugünlerde okuduğum kitabın münderecatını anlattım ona kısaca. Bayağı heyecanlı, ilgi çekici bir şekilde anlatmış olacağım ki, okumaya o da meraklandı.
Bir ara masadaki kitapları bahane ederek edebiyat konusuna geçtim. Okuduğu gazete ve kitaplardan ilgilenmek istedim, yeni çıkan öykülerden şiirlerden bahsetmesini rica ettim.
“Okuyorum arada sırada, aylak kaldıkça, başka işim olmadığı zaman vaktimi boşuna geçirmemek için…”
“Ara sıra değil, çok okuyorsunuz diye düşünüyorum. Sizi yakından tanıyanlar çok kitap ve gazete okuduğunuz düşüncesiyle yaşıyorlar.”
“Okumayı bilen her kişi gibi ben de… dedim ya serbest vaktimi doldurmak için…”
Tam başlamış olduğumuz sohbeti yarıda bırakacağından korkarak sözü yine anlara, arıcılığa, kış mevsimine çevirdim. Birer kahve daha içtik, başka konularda biraz daha sohbet ettik.
Ondan ayrıldığımda çok memnundum, çünkü üç ay içinde konuştuklarımızın toplamından daha uzun gitmişti bugünkü sohbetimiz. Demek ki, o kadar suskun bir adam değilmiş. En nihayet onun da konuşmaya, dertleşmeye ihtiyacı var. Lakin edebiyat üzerine neden konuşmak istemiyor?
O günden sonra daha dört-beş defa ziyaret ettim onu. Bir o kadar da lokantada beraber kahve içtik. Son ziyaretimde biraz rahatsız gibiydi.
“Ateşim var sanki. Soğuk mu aldım, ne oldu. Havalar sık sık değişiyor. Bakmışsın gribe de yakalanabilirim.” dedi.
Hem kahve içtik, hem şifalı otlar üzerine konuştuk. Ertesi sabah köy doktoruna gitmesini tavsiye etsem de pek aldırış etmedi. Annesi de üsteleyince akşamüstü tavsiyemi yerine getirmiş en nihayet. İyi de etmiş. Köy doktoru onu derhal hastanelik etmiş. Üç gün sonraydı ki doktora köy içinde rastladım.
“Böbreğinin biri iltihaplı. Bir hafta kadar hastanede kalması gerekiyor,” dedi. “Mütehassısların kontrolü altında tedavi olmak hep gene başkadır. Ama… balay başka bir derdi daha olmasın.”
“Ne olabilir ki?” diye sordum telaşla.
“Ciğerlerinde de bir şeyler var… Verem olabilir…”
Doktor, Hayri ağabeyin dertlerini bildi de tedavinin süresini bilemedi. Bir hafta değil, tam dört hafta yattı. Her ziyaretimde daha zayıflamış, daha üzüntülü buluyordum onu. İlk günlerde ihtiyar annesi yalnız kaldı diye üzülüyordu. Sonraları hasta olan böbrek neden tedavi olmuyor diye hayıflanmaya başladı. Derken arılara hizmet işi çıktı ortaya. Mart ayının yaklaşmasıyla havalar yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı. Arılar aktifleşecek, onlara hizmet etmeye başlamak gerekecekti. İlk muayene, ilkbahar beslemesi, gümeç vermek… Son gitmemde yine arılardan konuştuk.
“Sen sakin ol ağabey,” dedim. “Sakin ol, tedavinin başarılı olabilmesi için doktorlara yardımcı ol. Eve dönünce kovanlıkta sana her gün yardım edeceğim. Hafta içi her gün öğleden sonra, hafta sonu bütün gün emrine amade olacağım.”
“Her şeyi beceremesen de… Bazı işleri elbette ki yapabilirsin. Ama bir düzelsem de eve toplansam…”
Bir hafta sonra hastaneden taburcu edilirken doktor dış kapıya kadar uğurladı onu:
“Anlaştığımız gibi,” diye tekrar tekrar tembihledi.
“Kendini koruyorsun. Olur olmaz yemeğe saldırma. Hele tuzlu olanlardan kaçın. Evde ufak tefek işleri hallet ve üç gün sonra Hisar ılıcalarını boyla. Altı ay sonra bir daha. Anlaştık değil mi?”
“Evet.”
“Arılar için üzüp durma kendini. Bakıyorum da öğretmenden daha iyi Yardımcı bulamayacaksın.”
Öyle de yaptı. Doktorun dediği zamanda Hisara attı kendini. Yirmi gün sonra dönmesini beklerken mektubunu aldım. Biraz daha kalması gerektiğini yazıyordu. Kovanlığı gözetmemi, annesini sakinleştirmemi rica ediyordu. Beş gün sonra ikinci mektubu geldi. Arıları şerbetlemek gerektiğini ve bu işi nasıl halledebileceğimi izah ediyordu. Dileğini memnuniyetle yerine getirdim. Üçüncü mektubu bayağı telaşlıydı. Böbreği tedavi olmamış ve ameliyat gerekiyormuş. Orada en az daha bir ay kalacakmış. Ama bunları annesine de, başka kimselere de bildirmememi tembihliyordu. ‘Görünen o ki, arılar daha uzun zaman senin üstüne yük olacak,’ diye yazıyordu en sonunda. Ayrı bir kâğıda sonradan ilave etmişti:
“Başkasına güvenim yok. Arıların ilkbahar muayenesini yap. Yanına yardımcı sakın alma. Kovanlıkta senden başka kimsenin işi yok. On bir numara bayağı hırçın. Hem de biraz zayıf. Ona bakmasan da olur. Döndüğümde ben kendim muayene ederim.”
Vazifeyi icra etmekte bayağı zorluk çektim desem yalan olmaz. Bir taraftan acemilik, diğer taraftan neyin nerede olduğunu bilmemek. Tekrar tekrar okudum bu hususta kitapta yazılı olanları ve bir hafta içinde bütün kovanları muayene edebildim. Hatta hangisini ne durumda buldum, hangisine çerçeve verdim ve genişlettim, hangisinden aldım ve daralttım, bildiğim kadarıyla bir deftere kaydettim. Hayri ağabey geldiğinde durumla tanışsın, yakın zamanda gelemezse ileride yapacağım muamelelere kolaylık olsun.
Son kovanı da kapadıktan sonra oturdum ve uzun uzun dinlendim. Büyük bir memnuniyet duygusu vardı içimde. Hayri ağabeyin verdiği vazifeyi başarıyla yerine getirebilmiştim. Başladığımda ben bu işi başaramam diye geçiyordu aklımdan. Hatta neden, üzerime aldım diye pişmanlık bile duymaya başlamıştım ama şimdi her şey bitince iyice cesaretim gelmişti.
Son kovanı kapayalı yarım saatten fazla bir zaman geçmişti artık. Yorgunluğumu giderir gibi olmuştum. Hayri ağabeyin hırçın dediği arıyı da muayene etmeye karar aldım. Daha büyük dikkatle çalışırım. Eğer telaşlanıp bana saldırmaya başlarsa muayeneyi yarıda bırakıp kaparım.
Öyle de yaptım. Bir-iki defa duman verip sakinleşmesini bekledim. Sonra da dikkatle açtım. Hakikaten de zayıf. Yalnız beş gümeci vardı. Ama arısı çoğalmış, genişletmek istiyordu. Bu yüzden bir çerçeve daha ilave etmem gerekiyordu. Boş kalan yerine büyücek bir yastık konmuştu. Onu oradan dikkatle çıkardım. Baktım, altında daha başka bir şey var. Onu da çıkardım. Küçük bir yolcu çantası. Boş değildi. Açtım. Birkaç dosya yatıyordu içinde. Birincisine baktım: “İnsanın doğal hakları” diye yazıyordu. İkinci dosya: “Çocukların terbiyesinde ana dilinin rolü.” Üçüncü dosya: “Progresif Türk edebiyatı ve onun Bulgaristan’ da Türkçe yazan yaratıcılara olan tesiri”. Dördüncü: “Demokrasi, sosyalizm ve totaliterizm”. İki de kalın kaplı defter vardı çanta içinde. Birinin kaplan mavi renkte, diğerinin kara. “Not defteri” diye yazılı ikisinin de üzerinde.
Her şeyi yerli yerine koyup kovanı kapadım. Hayri ağabeyin bütün sırları bu kovanın içindeydi yani! Hırslandım kendi kendime. O, insan gibi on bir numarayı açmamamı yazmıştı. Ne işim vardı orada? Neme lazımdı on bir numarayı açmak? İstemeden ve razılığı olmadan onun sırlarına dokunmuştum. Büyük bir kabahat işlemiştim. Eve toplandım. Şimdi ona ne diyecektim? On bir numarayı açmadım desem yalan söylemiş olacağım. Açtım, dosyaları gördüm desem nasıl karşılayacak bu haberi? Gördüm fakat okumadım desem inanacak mı? Gücenmeyecek mi bana? Kızmayacak mı? Henüz başlamış olan arkadaşlığımız sona ermeyecek mi? Sona erecek elbet. Hem de benim yüzümden. İnanmamakta da, gücenmekte de, kızmakta da haklı olacak. Bir de “Senden bu cüretkarlığı beklemezdim,” derse? Rezaletten yer ayrılsın yere batayım.
Bütün gece döndüm durdum yatak içinde, bir türlü uyuyamadım. Hem neden açtım diye hırslanıyordum hem de çok ilginç dokümanlara değindim, birkaç aydır Hayri ağabey hakkında önüme çıkan sorunların cevabı orada, on bir numara kovanda bulunuyor, bir gün onların münderecatını öğrenebilecek miyim diye soruyordum kendi kendime. Ne şekilde hareket etmeliydim? Hep bu soru kurcaladı durdu kafamı. O gece ve ondan sonra da ta Hayri ağabey sanatoryumdan dönünceye kadar devam edecekti.
On beş gün geçmiş geçmemişti ki, postacı “Mektubun var!” diye haykırdı.
“Mektup mu? Kimden?”
Cevap vermeden zarfı uzattı. Aldım. Gönderen kim diye baktım. Zarfın üstünde yazmıyordu. ‘Esrarengiz şey,’ diye mırıldandım ve açtım:
“Sayın meslektaşım, Hafta sonunda yanıma kadar gelsen de bir görüşsek çok memnun kalırım. Yanıma geleceğini anneme bildirme. Hatta bu mektubu aldığını bile.
Pazartesi, saat 23.00 Hayri”
Hakikaten de esrarengiz bir şey. Harfler pek o kadar düzgün değil. Yazmayı yakında öğrenmiş bir öğrencinin kilere benziyor daha fazla. Zarf esrarengiz, içindeki yazı esrarengiz, yazıldığı saat esrarengiz… Bugün Perşembe, yarın Cuma. Yarın öğleden sonra yola çıkmam lazım. Yarın akşam Filibe’de kalır ve Cumartesi sabahı Hisar’a devam ederim. Öyle de yaptım. Gittiğimde Hayri ağabeyi daha da zayıflamış buldum. Artık tedavi olmuştur, eve dönme günü yakındır derken durumu kötüleşmiş olduğu daha ilk bakışta belliydi. Biraz cesaret verebilmek için coşkulu bir sesle selamladım onu ve:
“Hayri ağabey, yeter yattığın. Arılar her gün seni soruyor, seni bekliyorlar.” dedim.
“Arılar beni unutacak… Bizim işler oraya gidiyor artık,” diye cevap verdi hayli kısık bir sesle.
“Öyle konuşma Hayri ağabey. Yakında doktorlar ayağa kaldırır seni. Daha uzun zaman arılarla uğraşırsın, kestaneli kovanlıkta çok daha iyi günler geçirirsin.”
“Otur. Otur ve anlat, ne var ne yok köyde?”
“İyilik. Herkes işiyle. Tütün ekmeye başladılar başlayacaklar. Üç gün önce anneni gördüm. Tarladan dönüyordu. Traktörcünün birine sürdürmüş de iyi olmuş mu diye görmeye gitmiş. Seni sordum. On gün önce mektubunu aldığını söyledi. Biraz daha kalacağını yazmışsın. Sakinleştirmeye çalıştım onu… Anlan muayene ettim. Hangisinin durumu nasıl diye işte şu deftere kaydettim. İzah edeyim mi, yoksa kendin mi okuyacaksın?”
“Sonra. Bırak defteri. Sonra okurum… Ben seni çağırmamın sebebini anlatayım…”
“Anlat Hayri ağabey.”
“…Ben yolcuyum… Günlerim sayılı… artık.”
“Öyle şey konuşma Hayri ağabey!”
Elini yavaşça kaldırdı, ‘sus ve dinle’ der gibi. Nefes aldı ve devam etti: “Ben yolcuyum. Bunu doktorlar da biliyor, ben de. Bugün sen de öğrendin. Seni çağırmamın sebebi şu: En güvendiğim kimse sensin. Bugün sana anlattıklarımı ve anlatacaklarımı kimseye söyleme. Anneme de. Üzülmesin. Son dakikama kadar bilmesin… Otomobille gelecek hafta annemi buraya getirebilecek misin?”
“Evet, getiririm. Bugün de getirebilirdim.”
“…İlkin seninle baş başa görüşmek, konuşmak istiyordum. Annem yanımızdayken her şeyi söyleyemezdim sana. Gelecek hafta sen teklif et ona. Ben Hisar’a gideceğim, Hayri’yi görmek istiyorum. Seni de götüreyim, dersin. Bugün yanıma geldiğini sakın anma. Gücenir. Gelecek hafta onunla geldiğinizde ilk kez görüşüyoruz gibi tut kendini. Böbreklerim emniyet dairelerinde sürüklenirken mahvoldu. Doktorlar böyle hasta böbreklerle bugüne kadar nasıl dayanabilmişim diye şaşıp duruyorlar. Veremi de o zamanlarda edindim. Arılara bu yıl sen kaygı göster. Sonra… Sonrasını annem bilir. İcap ederse… anlaşırsınız. Şimdi arıların durumunu kaydettiğin deftere bir göz atayım. On bir numarayı da muayene ettin mi?”
“Evet…”
“İhtarda bulunmama rağmen onu da açacağını tahmin ediyordum. Neden ‘solak’ olduğunu anladın yani… Orada gizlediğim şeyleri topla. Sende… dursunlar. Başkalarının eline geçmemelerine dikkat etmeni rica edeceğim…”
“Yani…”
“Tabii ki, okuyabilirsin. Onlar artık senin… Bir Semra benim yüzümden helak oldu. İkincisine baş ağrısı yaratmak istemedim. Gün gelir de karşılaşırsanız anlat ona her şeyi ve af dilediğimi söyle.”
Gözleri nemlenmişti. Tam son sözlerinden hiçbir şey anlamadığımı söyleyecektim ki, elini kaldırdı hiçbir şey sorma der gibi.
Öğle oluyordu artık. Bir hemşire yemek arabasıyla içeri girdi. Bana dönerek konuştu:
“Gidip biraz gezinseniz iyi olur. Hastayı öğle yemeğine hazırlamam gerekiyor… Büyük bir mütehassıs geldi, az sonra Hayri ağabeyi de muayene edecek. Bir-bir buçuk saat sonra sohbetinize yine devam edersiniz.”
“Tamam,” dedim ve çıktım.
Döndüğümde Hayri ağabeyi biraz daha yorgun ama biraz daha sakinleşmiş buldum.
“Mütehassıs doktor iyice yordu beni. Uzun uzun muayene etti. Nefes al, alma, sağa dön, şimdi sol tarafına, öksür… Yepyeni bir terapi tatbik edeceklerini ve beni ayağa kaldırabilmek için yeni baştan çaba harcayacaklarını söyledi.”
Akşam saatlerine kadar konuştuk. İkimiz de ayrılmaya acele etmiyorduk. Arada sırada “Yoruldun Hayri ağabey, azıcık uyusan da dinlensen” diye teklif ettiğimde:
“Yorulmadım, aksine, sen bugün dinlendirdin beni. Seninle konuştukça az daha rahatlıyorum. Uykuya gelince ileride uyumak için çok zamanım olacak, sonsuz uykuya daldım mı…” diye cevap veriyordu.
Nihayet kalktım. Vedalaşmak için ellerini ellerime aldım. Sıktım. O da sıkmaya, ellerimi salmamaya çalışıyordu ama takati bir türlü yetmiyordu.
Filibe’ye giden son otobüsü son dakikada yakalayabildim. Oradan da bizim tarafa, Rodoplara gideni. Yolculuğum boyunca her ne kadar da uğraşsam, Hayri ağabeyi gözlerimin önünden silemiyordum. Hakikaten de tedavi olamayacak mıydı? Doktorlar hakikaten de derdine derman bulamayacaklar mıydı?
Ertesi gün annesinden, geçenlerde kovanın birini iyice muayene edememiştim, gidip bugün o işi de bitireyim diyerek kovanlığın anahtarını aldım. Belki beş, belki on defa Hisar’a gittiğimi söylemek geçti aklımdan. Her defasında da dilimin ucundayken yuttum sözlerimi. Hayri ağabeye verdiğim sözü tutmaya mecburdum. Mecburdum!