
Полная версия:
Kestaneler Altında
On bir numarayı açtım, orada gizli olan şeyleri topladım, gerekeni yapıp yine örttüm. Fakat bu iş bu defa hiç de o kadar kolay olmadı. On bir numara hakikaten de adı üstünde solak mıydı, ben mi bu defa dikkatsizlik ettim, yoksa bunca zaman koruduğu sırların açıklanmasına müsaade etmek mi istemiyordu, bilmiyordum. Lakin en az beş an ellerimi ve yüzümü iğnelemeyi başardı.
Akşam yemeğini yer yemez yaşadığım odaya kapanarak çantanın içindekileri çıkardım ve hepsini birer birer ve dikkatle gözden geçirmeye başladım.
Birinci ve ikinci makale ikişer nüsha hazırlanmıştı. Birincileri karalamaydı. İkincileri temize çıkarılmış. Uzun-caydılar. Gazetede neşretmek için mi, yoksa dinleyiciler önünde okumak için mi hazırlanmışlar, anlayamadım. Üçüncü dosyada yalnız bir yaprak vardı ve konuyu işlerken değinilecek olan noktalar ve istifade edilecek olan kaynaklar itina ile kaydedilmişti.
Defterleri elime aldım. Kara kaplı olanı yazmaya 1985 yılının Mart ayında başlanmıştı. Mavi kaplıya baktım: İlk yaprağında 05 Ağustos 1980 tarihi yazılıydı. İlkin onu okumaya karar verdim ve derhal de başladım.
MAVİ KAPLI NOT DEFTERİ
05.08.1980Bir hayli zamandan beri başımdan geçen sevinçli veyahut üzüntülü hadiseleri bir deftere kaydetmek istiyordum. Fakat bugüne kadar bir türlü başlayamamıştım. Daha lisede öğrenci olduğum yıllarda bazı okul arkadaşlarımın böyle defterleri vardı ve onlara çeşitli kayıtlar yapıyorlardı. Okudukları romanlar, seyrettikleri filmler, beğendikleri şiirlerden mısralar, önemli isimlerin hayat ve aşk üzerine söyledikleri özlü sözler… Kim ne zaman âşık olmuş, hangi kıza, tanıdıklarının adresleri, doğum tarihleri. Kırkambar gibi bir şey işte.
İlk yıllarda böyle bir defter tutmayı gevezelik diye düşünüyordum ve diğer arkadaşlarımla alay ediyordum. Ama şimdi pişmanım. Çünkü bazı okul arkadaşlarımın izini kaybettim. Her öğrenci gibi benim de şiir denemeleri yaptığım oldu. Hatta iki tanesi gazete sayfalarında yer buldu. Bu anda ne gazeteler meydanda ne yine şiirler. Gazetelerin tarihini de hatırlamıyorum, sayısını da. Lisenin son yılıydı, yirmi öğrenciden ibaret bir grup tarih öğretmeniyle birlikte seyahate çıktık. O zaman gördüğüm bazı şeyleri bir deftere kaydetmiştim. Ne o defteri korudum ne de o zaman çektiğimiz resimleri. Bugün en nihayet karar aldım ve bu deftere notlarımı yazmaya başlıyorum. Adım Hayri Aliyef Hayriyef. Yani dedemin adını taşıyorum. Annemin adı Fatma. Köyde kadınların hemen hemen yarısı ya Ayşe, ya Fatma’dır. Ablam benden yedi yaş daha büyük. Adı Ayşe, yani anneannemin adı. Gelenek işte. Benden üç yaş küçük olan kardeşimin adı Mehmet. Bu isimli olanlar da az değil köyde. Ablam ben ilkokula giderken ortaokulu bitirdi ve bir yıl geçer geçmez uzak bir köye gelin gitti. Evindekiler tütün işlemekle geçiniyor. Zeki bir öğrenci olmasına rağmen ablam tahsiline devam edemedi. O zamanlarda kız çocukları köyden uzak okullara pek pek gönderilmiyorlardı. Kardeşim ortayı şimdi bitirdi. Becerikli elleri var. Bütün gün elinde bıçkı ve keser, ille bir şeyler yapıyor, bir şeyler bozuyor. Kuruculukta çalışacağım diye tekrarlıyor her gün. “Bana daha fazla tahsil lazım değil.” diyor. Her yerde fabrika, yol, konut kuruluyor. Şimdi bile eline gazete veya kitap alsa yarım saat sonra gözleri kapanıyor. İnsan bütün gün kalem elinde, kitap defter üzerine bükülüp durabilir mi, diye alay ediyor benimle. Onun işi…
Annem ve babam tütüncü ailelerde doğmuşlar ve evlendiklerinden beri ziraat kooperatifinde tütün işlemekle geçiniyorlar. Babamın en büyük merakı arılar. Evimizin iki yüz metre ötesinde bir dekardan fazla bir yemiş bahçemiz var. Sekiz yıl öncesi yemiş ağaçlarının arasına yirmi kovan yerleştirdi. Bahçenin alt köşesine güzel bir gölgelik kondurdu ve onun iki tarafına iki kestane fidanı dikti. Güzel birer ağaç oldular. Gölgelik onların altında kaldı. Babam şimdi her serbest vaktini kestanelerin altındaki gölgelikte geçiriyor.
Ben 1959 doğumluyum. İlkokulu ve ortayı köyde bitirdim. Dört yıl boyunca belediye merkezindeki liseye devam ettim.
Alfabeyi öğrendikten sonra elime her geçen kâğıt parçasında yazılı olanı hecelemeye çalışıyordum. Her okuyabildiğim söz beni heyecanlandırıyor, okumak için daha büyük bir arzu uyandırıyordu. Bu arzum kısa zaman içinde o kadar büyük olmuştu ki, başka okuyacak bir şey bulamadığımda, bazı kâğıt parçalarını onlarca defa okuyordum ve bunun neticesi bazılarını ezbere öğreniyordum. Bunu gören amcamın oğlu traktörcü Mehmet ağabey bana yapraklan bayağı yıpranmış bir kitap getirdi. Üzerinde artık silinmeye başlamış harflerle “Robinson Cruise” diye yazıyordu. İç kapağındaki yazıya göre ortayı bitirdiği yıl ödül olarak okul tarafından ona hediye verilmiş. İşte o kitabı bir solukta okudum desem yeri var. Dört yahut beş gün sonra onu Mehmet ağabeye çevirmeye gittiğimde inanmadı ve münderecatı için sorguya çekti beni. Kitabı hakikaten de okuyup bitirdiğime inanınca bana başka bir kitap verdi. Ablamdan okulumuzda kütüphane olduğunu öğrendim ve oradan çeşit çeşit kitaplar alıp okumaya başladım. Kitaplara olan sevgim bugün de hep bu kadar büyük. En büyük arzum kendime bir kütüphane yapmak. Satın alıp koruduğum kitaplar artık yirmiden fazladır.
Şu anda Deliorman’ın merkezi Şumnu’da topçu alayında vatan borcumu icra ediyorum.
Notlarıma başlamaya hakiki sebep bugün duyduğum büyük sevinç ve onu bir yere kaydetmek arzusu. Bugün üniversiteye kabul edildiğim haberini aldım.
Bu yıl askerliğimin son yılıydı ve bizim bölükten üç asker arkadaş yüksek okula girmek için sınavlara hazırlık yapmaya başladılar. İkide bir sadece bunu konuşuyorlardı. Onların yanı sıra ben de meraklandım, ben de hazırlanmaya başladım. Gün gelince komutandan izin alıp hep birlikte sınavlara gittik. İşte bugün sabırsızlıkla beklediğim haberi getiren mektup geldi. Bizim bölükten bir arkadaşıma daha mektup var. O fizik öğretmeni olacak, ben ise edebiyat öğretmeni. Bölük komutanının da haberi olmuş, geldi, bizi tebrik etti ve başarıyla bitirmemizi diledi.
15.09.1980Yine sevinçliyim. Dün Harbiye Bakanlığı’ndan Yüksek okullara kabul edilmiş olan erler ordudan derhal terhis edilsinler diye emir gelmiş. Akşama kadar evraklarımız mühürlendi ve kışlaya “Hoşça kal” diyerek istasyona doğru yola çıktık. Bugün artık evdeyim. Annem sevinç içinde. Babam da seviniyorama her erkek gibi sevincini belli etmemeye çalışıyor.
01.10.1980Üniversitede ilk ders günü. Yeni yeni arkadaşlar edineceğim, yeni dostlarım olacak. Bu dört yıl içinde pek çok sınavlara girip çıkacağım, çok heyecanlı anlar yaşayacağım. Memleketin dört bir tarafından toplandık, dört yılı bir arada geçireceğiz. En mühimi şu ki, öğrenci yurduna kabul olundum. Kira ödeyip bizimkileri para sıkıntısına sokmayacağım.
09.12.1980Dün üniversiteli öğrenciler günüydü. Kaç günden beri hazırlık yapanlar vardı bir bilseniz. Kızlar neyse ama erkekler arasında bile hususi elbise diktirenler vardı. Şenlikler bütün gün devam etti. İlk olarak okulun önünde öğrenciler geçidi oldu, sonra birkaç yerde çeşitli konuda toplantılar yapıldı. Bazı arkadaşlar daha öğleden içkiliydiler. Asıl şenlikler akşamüstü başladı. Bilmem kaç yerde balo vardı, bilmem kaç lokanta üniversiteli öğrenci gruplarıyla doluydu. Sabahlara kadar eğlenenler oldu. Ben gece yansından iki saat sonra yatak odama geldim. Bazıları gün doğduğunda hala yoktular. Benim oda arkadaşım Bedri gibileri kolayını bulsalar eğlenmeye daha iki gün devam edecekler.
Bedri Yenipazar tarafından çok iyi bir arkadaşım. Aynı ihtisasa devam ediyoruz. Anladığıma göre varlıklı bir aileden geliyor. Biraz bol harcıyor ama yine de parasız kaldığını görmedim hiç.
31.01.1981Birinci sömestir sonu! Üç sınavım vardı, üçünü de aldım! Bugünden sonra iki hafta tatil! İki haftayı da köyde bizimkilerin yanında geçireceğim.
20.02.1981Bir haftadan beri ikinci sömestirdeyiz. Derslere sadece gidip geliyoruz. Kimsenin okumaya zaman ayırdığı yok. Kahveler, lokantalar, eğlenceler… İkinci sömestir sonu sınavlara daha çok var. Bazı arkadaşlar “Ufkun ardında!” diyorlar ve eğlenmeleri bir türlü bir türlü son bulmuyor.
07.03.1981Dün doğum günüm vardı. Öğrenciler arasında ne zamandan beri yürürlükte olduğu bilinmeyen bir kaideye göre bütün grubu partiye davet etmek zorundaydım. Tabi herkes yorganına göre uzanıyor. Bugüne kadar birkaç arkadaşımın yaptığı gibi ben de davet ettim bizim grubu. Hepimizin sevdiği muasır edebiyat tarihçisi Doçent de geldi. Her şey normal geçti. Gece yarısına kadar eğlendik.
12.07.1981İkinci sömestir de bitti. Sınavlar yalnız beni değil, bütün okul arkadaşlarımı zorladı. Hocalar hepimizi terletti. Ama bütün sıkıntılar artık geride kaldı. İki günden beri evdeyim. Bizimkiler harıl harıl tütün topluyorlar. Üç hafta onlara yardım edeceğim ve ondan sonra öğrenci kampına gitmem gerekiyor. Plevne tarafında bir devlet fabrikasının kuruculuğunda çalışacağız. Çok güzel bir yer diye anlatıyorlar bizden bir-iki yıl daha yukarı sınıflarda olan öğrenciler.
01.10.1981İkinci ders yılına başladık. Yaz ayları normal geçti. Yeni bir şey yok. Hepimiz yaz işinden memnunuz. Öğrenci kampındayken hayli çalışmamız gerekti ama iyi de para aldık. Kazandığımız maaş dört aylık bursa eşit. Yani ne de olsa yeni yıla kadar bari para sıkıntısı görmeyeceğim.
09.12.1981Bu defa üniversiteliler bayramı o kadar ilginç değildi. Dans salonları yine dopdoluydu ama asayişi bozanlar da az değildi. Bazı arkadaşlarım içkiyi fazla kaçırdılar ve sonunda tatsızlıklara sebep oldular…
01.02.1982Üçüncü sömestr sınavları hepimizi zorladı. Beş sınavdan birini bıraktım. Felsefe dersi hazırlık için biraz daha fazla vakit istiyordu. Bu sebepten ona tatilde hazırlanmak kararını aldım. Bazı arkadaşlar geride iki sınav birden bıraktılar.
12.07.1982İkinci ders yılı da başarıyla sona erdi. Bu yıl yaz işine gidenler grubuna katılmayacağım. Bizimkiler tütünle uğraştıkları ve yaz aylarında yardıma ihtiyaçları olduğu için okul yönetmenliğine dilekçe verdim ve öğrenci kampından serbest bırakıldım.
06.09.1982Defteri bütün yaz açmadım, çünkü kaydedecek bir hadise yoktu. Tütün işinin hafiflediği günlerde oturdum ve bir öykü kaleme aldım. Artık temize çıkardım ama hiç kimseye göstermeye niyetim yok. Üzerinde biraz daha çalışmak istiyorum.
03.12.1982Bugün çok heyecanlıyım. Bir ay evvel gazeteye götürdüğüm öykü yayınlandı. Benim ilk öyküm. Okudum. Tam üç defa. Hiçbir değişiklik yapılmamış. Hiçbir söz atılmamış, hiçbir söz de ilave edilmemiş.
10.12.1982Üniversiteli arkadaşlarımdan olsun, diğer tanıdıklardan olsun, bugüne kadar öyküm hakkında söz açan olmadı. Belki okumamışlardı, belki de okumuşlardı, fakat müellifi kim olduğunu anlayamamışlardı.
15.12.1982Bugün Doçent dediğimiz muasır edebiyat tarihi öğretmenimiz bir hayli cesaret verdi bana. Koridorda arkamdan yetişerek koluma girdi, “gel birer kahve içelim” dedi ve beni yemekhanenin hemen yanı başındaki büfeye doğru sürükledi. Kahveleri alıp boş bir masaya oturduk. Yüzünde hayli ciddi bir ifade vardı. Herhangi bir kabahat mi işledim acaba diye düşündüm. Kahvelerden birer yudum aldıktan sonra sordu:
“Benden neden gizliyorsun?”
“Neyi?”
“Öykü denemeleri yaptığını?”
Konuşmamızın bu yönde olacağını beklemezdim. Derhal cevap veremedim. Yüzüm allanır gibi oldu. Hatta terledim gibi geldi.
“Boş zamanlarımda bir şeyler karaladım işte,” diye mırıldandım.
“İlk deneme olsa da oldukça başarılı olmuş. Devam et. İkinci öykünü hazırladığında gazeteye veya dergiye vermeden önce bana gösterir misin?”
Sustum bir an. Sonra hemen cevap verdim:
“Olur hocam.”
Olumlu cevabım pek yürekten değildi çünkü ona göstereceğim yazı başarısız çıkarsa diye endişeleniyordum. Doçent bir de beğenmezse? Zikrettiği her kusur kafama ağır bir tokmak vuruşu gibi olmaz mı? Ama ne zaman hazır olacağım belli değil ya. Hazır oldum mu düşünür taşınır, öyle hareket ederim.
22.12.1982Bugüne kadar okul arkadaşlarımdan hiçbirinin öykümü okumadığını anladım ve üzüldüm. Şimdiye kadar sözü açarlar, neyini beğendiklerini neyini beğenmediklerini söylerler diye her gün bekledim. Hatta ciddi ve uzun bir eleştiriye tutarlar beni diye korkuyordum. Filoloji fakültesi öğrencisiyiz en nihayetinde!
İkinci bir öykü üzerinde çalışıyorum üç akşamdır. Gündüzleri okula hazırlık gerek. Akşamları oda arkadaşım başkalarının yanına sohbete gidiyor çoğu defa. Benim de gittiğim var ama ondan daha seyrek.
Oda arkadaşım olmadığı akşamlar öykü üzerinde sakince çalışıyorum.
29.12.1982Doçentle yine karşılaştık koridorda. “Sözünü unutmadın değil mi?” diye sordu. Yani acele etmem gerekiyor.
31.01.1983Ders yılının ilk yarısı, sınavların da son günü… Dördünü de aldım ve şimdi tatili sakince geçireceğim.
18.02.1983Tatilde köydeydim. Hem dinlendim hem de Türk yazarlarından Reşat Nuri ve Yaşar Kemal’den birer roman okudum. Biraz da yeni öykünün üzerinde çalıştım. Artık hemen hemen hazırım.
Ders yılının ikinci yarısı başladı. Yine sohbetler, yine toplanmalar, danslı geceler. Yılsonu sınavları çok uzak. ‘Buradan göğe kadar’ diyor bazı arkadaşlar. Ben şenliklere her akşam katılamıyorum. Bazıları güceniyorlar. Darılanlar da var. Arada sırada alay edenler bile çıkıyor. Hele cebinde parası bol olanlar. Lakin ben her akşam onlarla beraber olamam ki. Bazen her meteliğin hesabını yapmam gerekiyor.
Doçent bekliyor ama ben acele etmiyorum. Temize çıkarmış da olsam bir zaman sonra bir daha gözden geçirmek istiyorum.
28.02.1983Tatilden dönerken babam elime biraz para sıkıştırmıştı ama artık tükenmek üzere. Bütün diğer masrafları kıstım. Artık yemeği bile kısıtlamak icap edecek. Mektup yazsam diye geçiyor aklımdan. Ama neden rahatsız edeyim ki. Elinde para olsa gönderirdi.
Geçen gün okul arkadaşlarımdan biri, o da ben gibi köylü çocuğu, tren garında gece yarısına kadar çalıştığını ve bir haftalık yemek parası çıkarabildiğini anlattı. Ben de bu işin bir yolunu arasam diye geçiyor aklımdan. Yemek yiyemeden durmaktansa, uykudan kısmak daha iyi olur.
01.03.1983Bugün garda çalışan okul arkadaşıma yemekhanede rastladım ve ıkına sıkıla parasız kaldığımı andım.
“Ne duruyorsun?” dedi. “Hemen bu akşam gara gidebiliriz. Orada hemen hemen her akşam dört-beş saatlik iş bulunuyor. Ama işçi elbisesi bulman gerek!”
“Ne konuşuyorsun, benim bu anda yarım ekmek almaya bile param yok, sen iş elbisesi için konuşuyorsun. O kadar çok parayı…”
“Dur bir düşüneyim… Bizim grup dört kişiden ibaret. Onlardan belki gelmeyen olur. Gelmeyenin iş elbiselerini bir akşam için alırız.” dedi.
Öylede oldu. Gitmesiyle gelmesi bir oldu:
“Hazır! Gruptan bir arkadaşın bu akşam başka planı varmış.”
Ona nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Gece yarısına kadar çalıştık. Arkadaşımın yardımıyla beş günlük yemek paramı kazanabildim. O zamana kadar babam da bir şeyler gönderir belki.
06.03.1983Doçent dün son dersten sonra beni yine kahveye davet etti. İçerken sözü yine yazmak için söz verdiğim ikinci öyküye çevirdi.
“Bayağı uzattın arasını. Öykün daha hazır değil mi?”
“Temize çıkarmak kaldı.”
“Bugün temize çıkar ve yarın getir. Anlaştık değil mi?”
“Evet.”
Kahveden çıkarken bir daha hatırlattı.
“Yarın sabah bekliyorum.”
Onun için akşam geç vakte kadar çalıştım ve bu sabah öyküyü Doçent’ e teslim ettim. Aldı ve kâğıt ları çantasına soktu. Hiç bakmadı bile uzun mu kısa mı diye. Başlığına bile göz atmadı. İstemiş olduğuna, ver göreyim dediğine pişman mı oldu yoksa diye geçti aklımdan.
07.03.1983Babamdan hala haber yok. Ama o da ne satsın da parasını bana yollasın ki… İstihsal ettikleri tütünü daha yeni yıldan önce teslim ettiler ama bekledikleri paraları daha alamamışlardır. Tekel’in zoru yok ki acele etsin.
15.03.1983Doçent bu sabah ders arasında koridorda kıstırdı beni.
“Cebinde çok mu paran var?”
Sustum. Neden öyle konuşuyor ve ne cevap vermem lazım geldiğini bir türlü anlayamadım.
“Bakıyorum, arkadaşlarının şenliklerine seyrek katılıyorsun.
Kahveye oturman ayda bir, yılda iki. Tıraş olman bile haftada bir?”
“Evet, öyle. Parasızlık kolay değil…”
“Evet? Ya gazeteye neden gitmedin?”
“Ne yapayım orada?” diye sorar gibi baktım gözlerine. “Aralık ayında çıkan öykünün parasını aldın mı?”
“Ne parası?”
“Gazetede çıkan her öykü, makale, her yazı için ücret ödendiğini bilmiyor musun?”
“Hayır…”
“Hemen bugün gazeteye git, veznedarı bul ve benden selam söyle!” dedi ve hızlı adımlarla iş odasına toplandı.
Koridorda dikilip kaldım. Aldığım haberin verdiği sevinçle gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Benim de bir yerden alacak param olmuştu en nihayet! Hep veren mi olacağım?
Veznedarı kolay buldum. Doçentin adını söyleyince:
“Haa, Siz misiniz?” diye sordu. “Ne zamandan beri bekliyorum! Diğerleri paralarını çoktan alıp harcadılar. Bazı yazı sahipleri gazete çıkıncaya kadar bile bekleyemiyorlar. Siz ise üç buçuk aydır… Bir sizin yüzünüzden hesapları kapayamıyorum. Adres falan da bırakmamışsınız.”
“Af edersiniz,” dedim. Gazetede çıkan yazılar için herhangi bir ücret ödendiğini bilmiyordum. Doçent bugün söyledi de…”
“Ha, bir yaşıma daha girdim!” dedi veznedar ve şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Sonra dudak büktü: “Hiç de o kadar acemi bir çocuğa benzemiyorsun. Yazanların yüzde doksan dokuzu sadece para için yazıyorlar. Nasıl olmuş da sen o yüzde birin içinde kalmışsın? Başkaları getirdikleri yazılara neden gazetede yer verilmiyor diye kavgaya bile kalkıyorlar. Yazdıkları çıkınca da günde beş defa arıyorlar beni. Sen ise… İmzala şuraya!”
İmzaladım.
“Al şu parayı!”
Baktım, elimdeki para bir aylık burstan daha fazla! Veznedar azarlayıcı sesiyle devam etti:
“Hem öbür gün yine bekletme beni!”
“Neden?”
“Nasıl neden? Yarınki sayıda yazın var ya!”
“………….”
“Öbür gün çok bekletme beni dedim. O kadar!”
“Hoşça kal,” dedim ve kapıya doğru yürüdüm.
“Nereye kaçıyorsun? Böyle olmaz! Birinci öykü için bir kahve bari ısmarlaman gerekiyor! Yarınki sayıda çıkacak olan öykü için ise ben sana rakı ısmarlayacağım. Çok güzel anlattığın için. Yalnız bir dakika bekle, kasayı kilitleyeyim.”
Koluma girdi ve gazete binasının alt katındaki kahveye doğru sürükledi beni.
“Gazeteye her geldiğinde buraya da uğra. Senin gibi yazanlarla ve gazetedeki diğer çalışanlarla burada daha kolay tanışır, görüşürsün.”
Veznedar durmadan konuşuyordu ama benim aklım başka şeyle meşguldü. Gazeteye ikinci bir hikaye bırakmamıştım. Onda bir yanlışlık olmasın? Öbür gün başkasının hakkını vermesin bana? Çok konuşkanlığı ile az sonra ayan etti meseleyi:
“Doçent, geçen hafta senin öyküyü getirdiği gün onun en iyi öğrencisi olduğunu anlattı. Baş muharrirle çok iyi anlaşıyorlar. Senin yazıya en yakın zamanda yer verilmesi teklifinde bulundu. Adını duyunca, benim yanımda alacağın vardığını hemen hatırladım ve ona söyledim. Seni yanıma derhal göndereceğini vaat etti. O da sen de işimi kolaylaştırdınız. Bu parayı daha uzun bir zaman önce aranmayan haklar hesabına geçebilirdim ama belki öğrencisin ve bu paraya çok ihtiyacın olabilir diye düşündüm. Öyle de çıktı....”
Veznedara hem teşekkür ettim hem de ondan af diledim. Doçent’e de. Onların yardımıyla yakam biraz olsun genişledi.
29.03.1983Bu ay içinde diğer arkadaşlarımla birlikte tren garında altı akşam çalıştım. Her defasında onlardan herhangi biri çeşitli sebeplerle işe gelmiyordu. Ben ise hep işten kalmamaya çalışıyordum. Aldığım para sayesinde açlık çekmez oldum. Dün babamın postaladığı para da geldi. Bugün de mektubunu aldım. Tütün paralarını daha ödememişler. Pazara gidip on beş kilo bal satmış ve nihayet birkaç leva gönderebilmiş. Bir aya kadar yine göndermeye çalışacakmış. Annem iyiymiş. Köyde her şey normal gidiyormuş. Kardeşimi kışlaya almışlar. Babam arılara ilkbahar muayenesi yapmış. Durumları iyiymiş. Tütün ocaklarını ekmişler. Yani yeni rekolte için hazırlıklar başlamış. Onların işi de kolay değil. Geçen yılın ürünü daha ödenmedi, onlar yenisine çaba harcamaya başladılar. Hem de yapayalnız ablam uzaklarda, ben burada öğrenci, kardeşim kışlada…
06.04.1983Son dersten çıkarken Doçent’i koridorda dikilirken gördüm. “Öğle yemeğinden sonra odama kadar gel, konuşalım.” dedi. Gittim. Masasının yanı başından bir ısıtıcı ve iki kahve fincanı çıkardı.
“Birer kahve içeriz, değil mi? İşimin yoğun olduğu günlerde iş yerine işte böyle ısıtıcıyla kahve getiriyorum. Büfeye gidip gelinceye kadar saatler geçiyor. Hele bir de konuşkan birine rastlarsam. Ciddi ve uzun zaman gerektiren herhangi bir yazı üzerinde çalışırken sık sık kahve içmeyi alışkanlık edindim anlamadan. Bazı kimseler senfoni müziği dinlerken daha başarılı yazıyormuş, bir başkaları opera dinlerken, ben ise kahve içerken yazıyorum. Hatta derin bir sessizliğe ihtiyaç duyuyorum.”
Birinci fincanı ağzına kadar doldurarak bana uzattı, ikinciye daha az koydu ve kendi önüne bıraktı:
“Çok geçmez gene içmem icap eder.”
Termosu dikkatle kapadı ve büronun yanı başına bıraktı. Şekerini kattı ve yavaş yavaş karıştırmaya başladı. Acele etmeyen bir tutumu vardı. ‘
“Buyur, iç,” dedi ve kahveden büyük bir yudum aldıktan sonra devam etti:
“Şimdi seni davet etmemin sebeplerine geleyim. Yılsonu imtihanlarına daha bir hayli zaman var. Geçen gün gazeteye uğradığımda bir makaleye ihtiyaçları olduğunu söyledi Baş Muharrir. Konu çocukların, insaniyet ve vatanseverlik terbiyesinde anadilinin rolü. Benim imkânım yok. Bu sıralarda işlerim çok yoğun. Kısa zamanda başka bir konuyu işlemem gerek. Sonra, gelecek ayın ortalarında Bakü’de bir milletlerarası sempozyuma iştirak edeceğim, hazırlanmam lazım. Aklıma sen geldin. Bu konuda sen iyi bir makale hazırlayabilirsin diye düşünüyorum. Ne diyeceksin?”
“Hocam, şimdiye kadar aklımdan böyle bir şey geçmemişti.”
“Düşün birkaç gün. Beş sayfadan fazla olmasın. İlkin değineceğin noktaları kaydedersin, yani makalenin iskeletini hazırlarsın. Sonra konuyu işlemeye başlarsın. Bir hafta on gün sonra yine görüşürüz. Tamam mı?”
“Bir deneyeyim…”
“Üniversite kütüphanesine git ve işte şu kitapları ve yazıları ara. Sana Yardımcıolurlar.”
Hemencecik elime bir liste tutuşturdu.
Önümde karmakarışık bir bulmaca varmış gibi düşünerek çıktım Doçent’ in odasından. Yatakhaneye geldiğimde Bedri yüzüme baktı, baktı da:
“Nen var senin?” diye sordu oldukça ciddi bir sesle. “Hiç.”
“Bayağı düşünceli görünüyorsun. Kötü bir haber mi aldın?”
“Yok.”
“Kimseyle kavga mı ettin?”
“Yok canım. Kiminle ve ne için kavga edeyim?”
“Ama yine de düşüncelisin. Parasız pulsuz mu kaldın?”
Cevap vermeyince uzanmış olduğu yataktan kalktı, elindeki kitabı kapadı ve karşıma dikildi.
“Neden düşünceli olduğunu bana söylemeyecek misin?” Gülümsedim.
“Telaşlanacak bir şey yok yahu! Doçent üzerime bir vazife yükledi. Nasıl hallederim hiç aklım ermiyor.”
“Neymiş o?” Anlattım.
“Biraz uğraşman gerekecek… Yazamazsan yahut gene yazmazsan ne olur? Güvenini hak etmediğin için kızar mı sana? Bunu sınavda burnundan çıkarabilir mi?”
“İmtihandan değil, güvenini kaybetmekten korkuyorum.”
“Makalenin hazır olması için gün söyledi mi?”
“On gün.”
“Bir ipucu vermiştir sanıyorum?”
“Evet.”
“Başla. Derhal. Bugün Çarşamba. Unutma ki, pazar günü Vitoşa dağına çıkacağız bütün sınıf.”
“Ben ise tam pazar günü makale ile uğraşmak isterdim.”
“Yok öyle şey! Olmaz! Sınıftan ayrılmıyorsun! Toplandık mı ve gelmedin mi kızlar ille de seni sormadan duramıyorlar.”
“Tamam, tamam. Pazara kadar daha çok vakit var.”
Derhal kütüphaneye gittim ve orada kapılar kapanıncaya kadar çalıştım.
16.04.1983On gün hep makale ile uğraştım. Dersleri biraz geride bıraktım. Bu defteri açmak bile gelmedi aklıma bu on gün içinde.
Baştan daha kaydetmek lazım ki, Vitoşa’ da güzel bir gün geçirdik. Yolculuk esnasında aklım hep makaledeydi. Bu geziye neden katıldım diye hayıflandım durdum. Ama oyunlar şakalar başlayınca günün nasıl geçtiğini anlayamadım. Diğer fakültelerden de gelenler vardı. Biyoloji fakültesinden pir kızla tanıştım. Adı Semra. Ruse taraflarındanmış.
Yatakhaneye toplandığımızda artık akşam oluyordu. Bugün epey yorulmuşum ve şimdi o yorgunluk üzerimden sıyrılmış gibi hissediyordum kendimi.
Ertesi gün yine Doçent’in verdiği vazifenin ardından koşmaya devam ettim. Hazırlık beklediğimden daha fazla sürdü. Çok kitaplar gözden geçirdim, çok notlar kaydettim. Yazmaya başlamam daha da güç oldu. Üç defa, dört defa başladım yırttım, başladım çizdim. En nihayet bir taraftan bir şeyler tutturdum ve kısa bir zaman sonra bir şekle girdi. Dün akşam gece yarısına doğru temize çıkarmayı da bitirdim ve bugün Doçent’e götürdüm. Bakalım ne diyecek?
18.04.1983Yemekhanede Semra ile karşılaştık. O sağdan, ben soldan ikimiz de aynı anda giriş kapısına dayanıverdik. Az kala göğüs göğüse vuracaktık. Son saniyede tanıdım onu. Gülümsedi ve bana yol vermek ister gibi geri çekildi.