
Полная версия:
Samed Behrengi Bütün Öyküleri
Tüm bunlardan daha önemli olan ise benim oyuncak devemdi, bütün bu kalabalığın ortasında hareket edip yürüyecek olsa kuşkusuz her şeyi birbirine katar, ortalığı dağıtırdı. O kadar iriydi ki benim devem, vitrin camının ardına sığmıyordu; bu yüzden de bütün günü dükkânın önünde ve kaldırımın üzerinde geçiriyor, etrafı ve gelip geçenleri seyrediyordu. Şimdi de mağazanın orta yerinde öylece duruyor, ara sıra boynundaki çıngırağı şıngırdatıyordu. Bir yandan geviş getiriyor, bir yandan da duvardaki saatin tik taklarını gözlüyordu. Devenin yavruları ise arkasına konuldukları parmaklıkların arasından annelerine bakıyor, mağazanın dışına kaldırıma çıkacak olursa kendilerini de yanına alması için ricada bulunuyorlardı.
Gelmişken devemle iki kelime sohbet edeyim istedim, ama ne yaptım ne ettimse sesimi bir türlü ona duyuramadım. Ben de kapıya bir iki tekme vurup, sesimi duyurmak için diğerlerinin susmasını sağlamaya çalışıyordum ki bir el kulağıma yapıştı:
“Aklını mı kaçırdın çocuk! Hadi evine, yallah!”
Artık orada durmanın bir anlamı yoktu. Kulağımı ve kendimi polisin elinden bir kez daha kurtardıktan sonra, daha fazla geç kalmamak için koşa koşa babamın yanına yollandım.
Babamın yanına vardığım zaman, caddeler sokaklar ıssız ve bomboştu. Tek tük taksiler gelip geçiyordu. Babam her zamanki gibi, zerzevatçılık yaptığı el arabasının üzerinde yatıyordu. Babamın yanında yatıp uyuyacaksam önce bana da yer açması için onu uyandırmam gerekecekti. Bizimkinden başka el arabaları da vardı orada duvar diplerinde, onların sahipleri de kendi arabaları üzerinde uyuyorlardı. Birkaç kişi de yere kıvrılmış, zeminin üstünde yatmıştı. Burası işlek bir yol kavşağı üzerindeydi ve hemşerilerimizden birinin içinde buz satıcılığı yaptığı bir büfesi vardı orada. O kadar uykum vardı ki, yorgunluktan el arabamızın tekerlerinin dibine yığılıp kalmışım, orada uykuya daldım.
Şangır şungur şangır şungur…
“Hey Latif neredesin? Latif, neden cevap vermiyorsun? Hani gidip gezecektik, neden gelmiyorsun?”
Şangır şungur şangır şungur…
“Latifçiğim, sesimi duyuyor musun? Benim, Deve! Seni götürüp gezdirmek için geldim. Hadi kalk da gidelim…”
Deve, balkonun altından geçerken, uykudan uyanıp fırladım ve o yükseklikten atlayıp sırtına bindim. Neşem yerindeydi şimdi:
“Geldim, sırtına bindim artık. Daha ne diye bağırıp çağırıyorsun?”
Beni görünce Deve de neşelendi, bir yandan ağzındaki sakızı çiğneyip geviş getirirken, sakızın bir kısmını da bana verdi. Birlikte yola koyulduk. Biraz yol almıştık ki Deve, başını çevirdi:
“Gelirken senin mızıkanı da getirdim yanımda, al şunu da biraz çal, giderken dinleyeyim.”
Güzelim mızıkamı Deve’den aldım ve oldukça keyifli bir şekilde çalmaya başladım. Deve de boynundaki büyük ve küçük çıngırakları şangırdatarak, mızıkamla çaldığım müziğe eşlik ediyordu.
Deve, başını benden yana çevirdi:
“Latif, akşam yemek yedin mi?”
“Yok yiyemedim. Param yoktu.”
“O zaman, önce gidelim akşam yemeği yiyelim.”
O sırada beyaz bir tavşan üstümüzdeki ağacın tepesinden aşağı atladı:
“Sevgili Deve, bu akşamki yemeğimizi villada yiyeceğiz. Ben önden gidip diğerlerine de haber vereyim. Siz de arkadan gelirsiniz.”
Tavşan, elinde tutup kemirdiği havucun geri kalanını akan suya attı ve zıplaya zıplaya yoluna gidip, uzaklaştı.
Deve:
“Villa dediği yer neresidir, biliyor musun?”
“Sanıyorum yazlık bir ev falandır.”
“Yok, yazlık ev değil. Zengin insanlar, havası ve suyu güzel olan manzaralı yerlerde, kendileri için saray gibi evler yaptırırlar. Bu villalara her canları sıkılınca veya istirahat etmek istediklerinde gider dinlenirler, keyif yaparlar. İşte bu tür saray yavrusu evlere villa derler. Bu villaların çok büyük alanları, ağaçlar ve çiçeklerle dopdolu güzel bahçeleri de olur elbette. Bir sürü uşaklar, hizmetçiler, aşçılar, bahçıvanlar da olur böyle villalarda. Bazı milyoner zenginlerin yurt dışında birkaç ülkede de villaları olur. Mesela İsviçre ve Fransa’da… Şimdi biz de Tahran’ın kuzeyindeki bu tür bir villaya gideceğiz, orası serindir, şu yaz sıcağında daha keyifli olur.”
Deve bunları söyledikten sonra birden yükseldi, tıpkı kuşlar gibi gökyüzünde yükselip uçuyordu. Güzelim evler bahçeler ayaklarımızın altında kalmıştı artık. Ne hava kirliliği ne sis ne de toz duman vardı bu yükseklerde. Evler ve sokaklar yukarıdan öyle güzel görünüyordu ki bir an film seyrediyorum hissi verdi bana. Sonunda Deve’ye,
“Tahran’dan dışarı çıkmış olmayalım?” demek zorunda kaldım.
“Niye böyle düşündün?”
“Çünkü Tahran’ın bu taraflarında hiç hava kirliliği ve sis yok. Hem bütün evler kocaman ve çiçek gibi tertemiz.”
Deve gülerek cevap verdi:
“Çok haklısın Latifçiğim. Tahran’ın gerçekten de iki ayrı yüzü var ve her ikisi de birbirinden o kadar ayrı ki… Şehrin kuzeyi ve güneyi… Tahran’ın güneyinde kirlilik, sis, toz duman, ne ararsan var; kuzey tarafı ise tertemiz. Çünkü bütün eski püskü otobüsler güney tarafında çalıştırılıyor. Bütün tuğla ocakları o tarafta. Kalitesiz yakıtla çalışan bütün eski arabalar, kamyonlar o tarafta çalışıyor bütün gün. Güney tarafının hemen hemen bütün yolları taş toprak hâlâ. Kuzey mahallelerinin bütün pis ve atık suları kanallarla güneye akıtılıyor. Sonuçta ne oluyor? Güney tarafı, aç, sefil ve perişan insanların doldurduğu mahallelerden oluşuyor; kuzey tarafı ise kibar ve zengin sınıfının oturduğu yer. Sen hiç Hasırabad’ı, Naziabad’ı veya Hacıabdulmahmud Caddesi’ni duydun mu? O semtlerde yaptıkları on katlı, mermer kaplı binaları gördün mü? O gösterişli binaların altındaki mağazalar zengin adamların iş yerleridir, müşterileri de lüks otomobillerle ve bilmem kaç bin dolarlık cins köpekleriyle gelirler bu mağazalara…”
“Evet, güney mahallelerinde böyle şeyler hiç görülmez. Orada bir Allah’ın kulunun arabası yoktur. İnsanlar olsa olsa el arabasına sahiptir, onunla da bir izbe köşeye çekilir, üzerinde uyurlar.”
Açlık o kadar bastırmıştı ki neredeyse midem delinecek sanmıştım.
Tam altımızda büyükçe bir bahçe uzanıyordu. Rengârenk ışıklar içinde, insana ferahlık veren, serin ve huzurlu bir çiçek bahçesiydi. Bahçenin tam orta yerinde bir gül demeti gibi kondurulmuş zarif bir köşk, köşkün birkaç metre ötesinde kocaman bir havuz görünüyordu. Tertemiz suyun içinde kırmızı balıklar yüzüyordu. Havuzun hemen yanı başında masalar ve sandalyeler vardı. Masaların üzerine çeşit çeşit nefis görünüşlü yemekler konulmuştu, her birinin kokusu insanı mest edecek kadar güzeldi.
Deve:
“Hadi aşağıya inelim. Akşam yemeğimiz hazır.”
“Peki, bu bahçenin ve villanın sahibi nerede?”
“Onu hiç düşünme sen. Elleri bağlı şekilde, evin bodrumuna atıldı.”
Deve’m, havuzun kenarındaki rengârenk çinilerin üzerine indi, sonra çöktü, ben de aşağı indim. Tavşan hazır bekliyordu, elimden tuttu ve bizim için hazırlanmış olan masalardan birinin yanına götürüp, etrafı gösterdi. Kısa bir süre sonra konuklar da gelmeye başladı. Oyuncaklar otobüs ve minibüslere binmişti, bazıları da uçak ve helikopterlere… Eşekle kaplumbağa, deve yavrularının kuyruğuna yapışmış, maymunlar oradan oraya zıplayıp sallanarak, tavşanlar ise zıplaya zıplaya geliyordu. Sonunda bu ilginç ve merak uyandıran misafirler topluluğu, sadece kokusu bile insanın ağzının suyunu akıtan yemeklerle dolu masalara ulaşmıştı. Çeşit çeşit kebaplar, dolmalar, pilavlar, kavurmalar ve benim adını sanını tanıyıp bilemediğim nice yemeklerle doldurulmuştu masaların üzeri. Her çeşit meyve, masalardan yere taşacak kadar bol bol vardı.
Bu sırada, Deve, bir baş ve boyun hareketiyle, havuzun etrafındaki masalarda oturmuş olan tüm konukları susturdu ve konuşmaya başladı:
“Büyük ve küçük tüm misafirlerimizi hoş geldiniz, sefalar getirdiniz diyerek selamlıyorum. Şimdi size bu önemli gecede neden ve kimin onuruna bu büyük şöleni tertip ettiğimizi söylemek istiyorum. Tahmini olan var mı?”
Eşek:
“Latif için. İstedik ki o da bir gün olsun şöyle doyasıya yemek yiyebilsin. Midesi dolsun ve güzel bir yemeğe hasret kalarak yaşamasın.”
Ayı, kafesinin parmaklıkları ardından,
“Latif, sürekli mağazaya gelip bizi seyreder, biz hepimiz onu çok seviyoruz.” dedi.
Kaplan,
“Öyle tabii, Latif hep bizimle birlikte olmayı isterdi, biz de ona eşlik ettiğimiz için çok mutluyuz.” diye cevapladı Ayı’yı.
Aslan:
“Evet. O zengin çocukları bizim gibi oyuncaklardan çok çabuk bıkıyorlar. Çünkü zengin babaları o çocukları sürekli yeni oyuncakçılara götürüp farklı oyuncaklar alır. Çocuklar da eski oyuncaklarıyla bir iki sefer oynadıktan sonra, kaldırıp bir köşeye atar ve bizden vazgeçerler. Biz de bir köşede öylece kalır, çürür gideriz.”
Ben de hepsine birden seslendim:
“Eğer siz, hepiniz yani, benim oyuncaklarım olsaydınız, emin olun sizden hiç bıkmazdım. Her zaman sizinle vakit geçirip oynardım ve asla yalnız bırakmazdım sizi kendi hâlinize.”
Bütün oyuncaklar tek bir ağızdan cevap verdiler:
“Biliyoruz. Biz seni çok iyi tanıyoruz. Ama senin olamayız. Bizi çok pahalıya satıyorlar.”
Sonra içlerinden biri konuştu:
“Maalesef babanın bir aylık kazancı bile içimizden bir tanemizi almaya yetmez.”
Deve herkesi susturdu:
“Evet, şimdi asıl konumuza dönelim tekrar. Hepinizin sözlerine katılıyorum, hepsi doğru. Lakin bu gece bu şölene ne için davet edildiğimize ve buraya niye toplandığımıza hiçbiriniz değinmedi.”
Ona ben cevap verdim:
“Beni buraya niçin getirdiğinizi biliyorum. ‘Bak Latif, herkesin babası seninki gibi aç biilaç, sersefil bir yol kenarında yatıp kalkmıyor.’ demek için getirdiniz beni buraya.”
Birkaç erkekle kadın, uzakça bir masada oturmuş, hızlı hızlı yemeklerini yemekteydiler. Bunların, o villanın hizmetçileri ve çalışanları olduğu belli oluyordu. Sonunda ben de yemeye başladım. Ama okadar çok yememe rağmen, sanki midemde bir kara delik varmış gibi bir türlü önümdekileri bırakamıyor, bir türlü doyamıyordum. Midemden sürekli gurultular geliyor gibiydi. Tıpkı ölecekmişçesine acıktığım o günlerdeki gibiydi hâlim. Sonra aklıma düşte olabileceğim endişesi geldi, acaba rüyadaydım da o yüzden mi doyamıyordum? Ellerimle gözlerimi yokladım. Her ikisi de gayet güzel yerindeydi. Sonra kendime sordum, “Acaba rüyada mıyım ben?” Hayır, rüyada değildim. Çünkü rüya görenlerin gözleri açık olmaz ve etraflarını göremezler. O hâlde neden bir türlü yemeye doyamıyordum? Midem niye hâlen daha kazınıyordu?
Sonra, kalktım ve etrafı gezmeye başladım, evin etrafında bir tur attım, duvarlarına ve dış cephesinde kullanılan kıymetli taşlara dokundum. O sırada, aniden, nasıl oldu nereden geldi bilemiyorum, bir toz bulutu gelip yüzüme çarptı. Villanın bodrumuna iniyordum, muhtemelen bu toz oradan geliyordu. Daha ilk basamaktayken gelip ağzıma burnuma doluşmuştu bu tozlar ve hıçkırttı beni, hapşırdım. Kendi kendime, “Bu da nesi, neredeyim ben?” diye soruyordum.
Sokakları temizleyen işçinin süpürgesi tam suratımın önünden geçti ve kaldırımda ne kadar toz toprak varsa getirip ağzıma burnuma doldurdu.
Yine kendi kendime, “Bu da nesi, neredeyim ben, hepsi rüya mıydı yoksa?” diye sordum.
Ama uykuda değildim. Önce babamın el arabasını gördüm, ardından önümden gelip geçen taksilerin ses ve gürültüsünü duydum. Sonra da sabahın alaca karanlığında kaldığımız dört yol kenarındaki duvar dibinin etrafında sıralanmış sıra sıra binalar ilişti gözüme. Demek ki rüyada değildim. Süpürgeci önümden geçip gitmişti, ama kaldırımda süpürerek ilerledikçe havaya kalkan toz toprak hâlen daha yüzüme geliyor, kaldırımda yol yol iz bırakıyordu.
Kendi kendime,
“O zaman tüm bunları düşümde mi gördüm… Yoksa hepsi mi düştü… Öyle ya, düş görmüşüm… Hayır, hayır hayır!” diye hayıflanıyordum.
Süpürgeci geçip gitti ve arkasına dönüp bana baktı. Babam ise el arabasının üstünde yattığı yerden aşağıya eğilip,
“Latif, uyuyor musun?” diye sordu.
“Yok, yok…” diye cevapladım.
Babam:
“Uyumuyorsun madem, ne diye bağırıyorsun o zaman? Yukarıya gel de yanımda yat.”
Babamın yanına uzandım. Babamın uzattığı kolunun üzerine başımı koydum, ama uykum gelmiyordu. Kazınıp duran midem o kadar boştu ki karnım doğrudan sırtıma yapışmış gibiydi. Babam uykumun gelmediğini görünce,
“Gece geç kaldın, ben de çok yorgundum, uyuyakaldım.” dedi.
“Yolda gelirken iki tane araba kaza yaptı. Ben de durup onlara bakarken geç kaldım.”
Bir süre sonra babama dönüp sordum:
“Baba, develer hiç konuşur mu veya uçabilir mi?”
“Yok, ne konuşur ne de uçarlar.”
“Doğru, devenin kanadı yok ki zaten…”
“Oğlum neyin var senin? Her sabah uykudan kalktığında deveden bahsedip duruyorsun.”
O sırada başka bir şey düşünüyordum ben:
“Zengin olmak iyi bir şey, değil mi baba? İnsan zengin olunca, canı ne isterse alıp yiyebilir, ne yapmak isterse yapabilir. Öyle değil mi baba?”
“Nankörlük etme oğlum, şükret hâline. Allah en iyisini bilir; kimi zengin yapacağını da, kimi fakir yapacağını da.”
Babam her zaman bu sözü söylerdi.
Hava aydınlanınca, babam, gece başının altına koyduğu ayakkabılarını alıp ayaklarına geçirdi. Sonra da el arabasının üstünden aşağı indik.
Babam:
“Dün patateslerin hepsini satamadım. Yarısı elimde kaldı.”
“Başka bir şey alsaydın keşke satmak için…”
Babam bir şey demedi. El arabasının altındaki kilitli kısmı açtı ve içinden iki tane torbayı alıp, arabanın üstüne boşalttı. Ben de teraziyle ağırlıkları alıp el arabasının üstüne yerleştirdim. Sonra, yola düştük birlikte. Babam,
“Gidelim de bir şeyler yiyelim önce.” dedi.
Babam sabahları, “gidelim de bir şeyler yiyelim” dediği her gün, akşam yatarken bir şey yememiş olduğunu anlardım.
Temizlik işçisi, kaldırımı ta caddeye kadar süpürgesiyle iz bıraka bıraka süpürmüştü. Şehir Parkı tarafına doğru sürdük el arabamızı. İhtiyar çorbacı, her zaman yapığı gibi, sırtı caddeye dönük olacak şekilde kaldırıma çömelmiş duruyordu. Önündeki çorba kazanı da taşınabilir bir ocağın üstünde fokur fokur kaynıyordu. Kadınlı erkekli, sabahçı üç tane müşterisi halka olup oturmuş, alüminyum kâselerinden çorbalarını içiyordu. Kadın, piyango biletçisiydi, tıpkı Piyangocu Ziver gibi. Çorba kazanının yanına bağdaş kurup oturmuş, bilet destesini karnıyla bacağı arasına sıkıştırmıştı. Kirli çarşafı, dizlerini örtecek şekilde uzanıyordu.
Babam çorbacıyla selamlaştı, hâl hatır sorduktan sonra oturdu. Yarım ekmek eşliğinde iki tane ufak kâse çorba içtik ve kalktık. Babam bana iki kıran verdi:
“Şimdi ben satış yapmaya gidiyorum, öğle üzeri yine burada buluşalım, yemeğimizi birlikte yiyelim.”
O gün ilk gördüğüm kişi, Piyangocu Ziver’in oğluydu. Birisinin önünü kesmiş,
“Bir tane piyango bileti alın, inşallah kazanan siz olacaksınız, lütfen bir tane bilet alın.” diye yalvarıp bilet satmaya çalışıyordu.
Adam güçlükle Ziver’in oğlundan yakasını kurtarabildi ve yoluna devam etti. Ziver’in oğlu da adamın arkasından ağız dolusu bir küfretti, tam yoluna devam edecekti ki ona seslendim:
“Kandıramadın mı herifi?”
“Yok, eşref vaktinde değildi adam, belki de karısıyla kavga etmişti de öyleydi.”
İkimiz beraber yola koyulduk. Ziver’in oğlu, elinde salladığı on beş, yirmi biletlik bilet destesini her önüne gelene hiç sektirmeden uzatıp sallıyor, “Bilet alır mısınız? Bir bilet alın!” diye sesleniyordu.
Ziver’in oğlu, satabildiği her bir bilet başına bir kıran alıyordu annesinden. Cep harçlığını çıkarıncaya kadar satar, sonra biletlerle hiç işi olmazdı; kazandığı parayla hemen oyun peşine, gezip tozmaya, sinemaya veya hırgür çıkartmaya giderdi. Hepimizden daha paralıydı. Öğlenleri ya bir su kanalının üstünde veya bir köprü altında bir saat kadar yatıp uyumak âdetiydi. Sabahları gün doğmadan kalkar, annesinden bir deste bilet alıp yola düşerdi; sabahın ilk müşterilerini elden kaçırmamak için böyle hareket eder, öğlen olmadan da işini bitirmeye bakardı. Öğleden sonralarını bilet satmakla geçirmek en sevmediği şeydi.
Nadiri Caddesi’ne gelene kadar, Ziver’in oğlu üç tane bilet satmıştı bile. Caddeye vardığımızda,
“Ben artık buralarda takılayım, biletleri satayım.” dedi.
Mağazalar tek tük açılmıştı. Oyuncakçı dükkânı ise kapalıydı. Deve’m henüz kaldırımın kenarına çıkmamıştı. Mağazanın kapısını çalıp da bütün oyuncakların sabah uykusunu mahvetmek hiç içimden gelmedi. Cadde boyunca yürüdüm de yürüdüm. Bütün yollar okula giden öğrencilerle doluydu. Her bir arabada, annesi veya babasının yanında oturup okuluna gitmekte olan birer ikişer öğrenci görülebiliyordu.
Günün o vaktinde yalnızlıktan kurtulabilmek için yapabileceğim tek şey, gidip Ahmet Hüseyin’i bulmak olurdu. Birkaç caddeden daha yürüyüp ilerleyince, havasında zerre kadar toz ve kirin bulunmadığı o semtlere vardım yine. Çocukların da büyüklerin de kıyafetleri tertemizdi. Hepsinin de yüzleri ışıl ışıl parlıyordu âdeta. Bu semtin kız çocukları da kadınları da çiçekler gibi rengârenk ve cıvıl cıvıldı. Mağazalar ve evler, güneşin altında ayna gibi parlıyordu. Her ne vakit bu mahallelerden geçecek olsam, sanki bir sinemada oturmuş da film seyrediyormuş hissine kapılırdım. Hiçbir zaman anlamazdım, bu güzelim apartmanlarda konaklarda oturan insanlar ne tür yemekler yerler, nasıl uyurlar, nasıl konuşurlar, ne tür elbiseler giyerler? Bu aynı anne karnındaki bebeğin hâli gibiydi; oradayken nasıl bir hayatın içinde olduğunu anlayabilir misin? Mesela anne karnındayken nasıl besleniyordun, gözünün önüne getirebilir misin? Yok, getiremezsin. İşte ben de sizin durumunuzdayım. Bu binalarda yaşayan insanların hayatını hayal dahi edemiyorum bu yüzden.
Caddedeki mağazalardan birinin önünde, üç tane çocuk, çantaları ellerinde, vitrinin arkasındaki bir şeylere bakmaktaydı. Ben de geçip arkalarında durdum. Uzun saçlarından hoş bir koku yayılıyordu etrafa. Kendimi tutamayıp, bir tanesine yaklaştım ve boynundaki kokuyu içime çektim. Çocuklar arkalarına bakınca beni fark ettiler, şöyle hor gören nefret dolu bir bakışla beni süzdüler, sonra da biraz öteye gidip yanımdan uzaklaştılar. İçlerinden birinin sesi bulunduğum yere kadar ulaşıyordu,
“Ne kadar da pis kokuyor!” diyordu benim için.
Mağazanın camına bakınca kendimi görebilecek fırsatı buldum. Saçlarım o kadar uzayıp kirlenmiş ve perişan hâldeydi ki kulaklarım bile görünmüyordu. Kafama uzun saçlı bir peruk takılmış gibiydi hâlim. Gömleğim kirden, pislikten renk değiştirmiş gibiydi, yakam bağrım yırtılıp açılmış, yanık tenim görülebiliyordu. Bacaklarım çıplak ve çürükler morluklar içinde, topuklarım çatlak çatlaktı. Şimdi içimden o üç zengin bebesini bir güzel pataklamak geçiyordu.
Ama benim bu şekilde bir hayatımın olması onların suçu muydu?
Ben bunları düşünürken, mağazanın içindeki görevli dışarı çıktı, bir el hareketiyle beni oradan uzaklaştırırken, “Yürü çocuk, sabah sabah daha siftah etmedik, ne vereceğiz sana?” dedi.
Ben hiç yerimden kımıldamadım, bir şey de demedim. Adam tekrar el kol hareketleriyle beni oradan uzaklaştırmaya çalışıyordu:
“Hadi kaybol buradan! Amma da yüzsüzsün be!”
Ben yine yerimden kımıldamadım:
“Dilenci değilim ben!”
“Affedersiniz küçük bey… Ne işiniz var burada peki?”
“Bir işim yok. Bakıyorum sadece.”
Sonra da yürüdüm gittim. Adam da mağazanın içine girdi. O sırada su kanalının kenarında parlayan beyaz bir fayans parçası gözüme ilişti. Artık yerimde duramazdım. Fayansı yerden kaldırdım, sonra da kolumdaki tüm güçle mağazanın kocaman camına fırlattım. Büyük cam kırılıp, tuzla buz oldu. Camın kırılırken çıkardığı o ferahlatıcı ses, sanki yüreğimin üstündeki bir yükü kaldırmış gibiydi. Sonra da tabanları yağlayıp öyle bir koştum ki arkamdan kuş olup uçsalar yakalayamazlardı. Bu şekilde ne kadar koştum, kaç cadde geçtim bilmiyorum, ama sonunda Ahmet Hüseyin’e rastlayınca mağazadan epeyce uzaklaşmış olduğumu anladım.
Ahmet Hüseyin her zaman yaptığı gibi, kız ortaokulunun önünde bir sağa bir sola volta atıyor, içinden kız çocuklarının indiği arabaların yanına yaklaşıp dilencilik ediyordu. Bu, Ahmet Hüseyin’in her sabah yaptığı rutin işiydi. O kadar zamanın ardından, Ahmet Hüseyin’in kimin yanında kaldığını hiç anlayamadım, ama Kasım onun dilencilik yapan ninesiyle birlikte yaşadığını söylemişti. Çocuğun kendisine sorulunca, bu konuda hiç konuşmazdı.
Okulun giriş zili çalınca, tüm çocuklar sınıflarına girdiler, biz de yolumuza devam ettik. Ahmet Hüseyin, “Bugün hiç iş yapamadım, herkes cebinde bozuk parasının olmadığını söylüyor.” diyerek yakındı.
“Nereye gidiyoruz şimdi?”
“Böyle yürüyüp gezelim biraz.”
“Ama böyle gezilmez ki… Gidip Kasım’ı bulalım da birer bardak ayran içelim.”
Kasım işlek bir caddenin kenarında, bardağı bir kırana ayran satardı. Yanına her gittiğimizde bize de birer bardak bedava ayran içirirdi. Kasım’ın babası, Hacıabdulmahmud Caddesi’nde eski elbiseler alır satardı. On beş bine bir gömlek, yirmi beş bine iki uzun don, yedi sekiz tümene ceket pantolon satardı. Kasım’ın ayran sattığı yerle, Hacıabdulmahmud Caddesi arasında bir dönemeç vardı sadece. Babasının çalıştığı caddenin duvarları ve kaldırımlarının üstü, ikinci el kıyafetlerle doldurulmuştu, giysilerin başında duran adamlar da bağıra çağıra bunları satmaya çalışıyordu. Kasım’ın babasının da bu caddede çok ufak bir dükkânı vardı, akşam olunca karısı ve çocuğuyla birlikte burada yatarlardı. Ayrıca başka bir evleri yoktu. Kasım’ın annesi, sabahtan akşama kadar dükkânda veya cadde üzerinde yakın bir yerde, kocasının sağdan soldan satın aldığı eski püskü giysileri yıkayıp temizler, sonra da yırtık ve söküklerini yamayıp diker, satılacak hâle getirirdi. Hacıabdulmahmud Caddesi toprak zeminli bir yerdi, su kanalı bile geçmezdi yanından, arabalar da girmezdi o caddeye.
Ahmet Hüseyin’le bir iki saat kadar yürüdük ve Kasım’ın ayran sattığı yere vardık. Kasım, yerinde yoktu. Hacıabdulmahmud Caddesi’ne gittik biz de. Babasının dediğine göre, Kasım, annesini sağlık ocağına götürmüştü. Kasım’ın annesi her zaman hastaydı, ya bacakları ağrırdı ya da karnı.
Öğlene yakın saatlerdi. Ahmet Hüseyin ve Ziver’in oğluyla birlikte, Nadiri Caddesi’ndeki benim oyuncakçı dükkânının önünde, Deve’nin yanı başına çömelmiş çekirdek çitliyor, bir yandan da Deve’nin fiyatı hakkında konuşuyorduk. Sonunda kalkıp mağazaya girmeye ve tezgâhtara fiyatını sormaya karar verdik. Tezgâhtar bizi görünce, dilenci olduğumuzu düşünmüş olmalıydı. Biz daha kapıdan girmemiştik ki bağırdı:
“Dışarı çıkın, bozukluğumuz yok!”
Dışarıdaki Deve’yi göstererek,
“Dilenci değiliz biz, şu Deve kaç para?” diye sordum.
Adam hayret etti, duyduklarına inanamayarak,
“Deve mi?” diye sordu.
Ahmet Hüseyin’le Kasım da arkamdan aynı soruyu tekrarladı:
“Evet, Deve’yi soruyoruz. Kaç para?”
“Çıkın dışarı yahu! Deve satılık değil!”
Mağazadaki adamın bu sözü çok bozmuştu bizi, mecbur dışarı çıktık. Hem sanki satılık olsa ve fiyatını söylese, o kadar paramız mı vardı ki alabilelim? Deve olduğu yerde durmaktaydı hâlen. Üçümüzü birden sırtına alıp, dere tepe gezdirir de yine de zerre kadar yorulmaz gibi geliyordu bize. Ahmet Hüseyin’in eli güçlükle Deve’nin karnına yetişebiliyordu. Ziver’in oğlu da kolunu kaldırmış, yetişip yetişmediğine bakacaktı ki satıcı dışarı çıktı ve Kasım’ın kulağına yapıştı:
“Ulan eşek herif, görmüyor musun dokunmayın yazıyor üstünde!”
Satıcı bunu söyledi ve Deve’nin sırtına iliştirilmiş bir kâğıdı gösterdi. Kâğıtta bir şeyler yazıyordu, evet, ama biz hiçbirimiz okuma yazma bilmiyorduk ki! Oradan uzaklaştık ve çekirdeklerimizi çitleye çitleye parka doğru yollandık. Bir süre sonra, Ziver’in oğlu uykusunun geldiğini söyledi ve parkın içinde uygun bir yer bulup uzandı. Ahmet Hüseyin’le ikimiz, Şehir Parkı’na gitmeye karar verdik. Hava sıcak ve bunaltıcıydı. Öyle bir terlemiştik ki sorma gitsin… İkimizde de bir şey konuşacak mecal kalmamıştı. İçimden, “Keşke şimdi annemin yanında olsaydım.” diye geçiriyordum. Kendimi yalnız ve garip hissetmiştim.
Parkın girişinde, Ahmet Hüseyin bir satıcıdan iki binlik verip bir sandviç aldı, bir ısırık almam için bana da uzattı. Sonra da su kanalında yıkanmak için, her zamanki yerimize gittik. Biraz ötemizde de bizden önce gelmiş olan birkaç çocuk yıkanıyor, birbirlerine su sıçratıyorlardı. Ama Ahmet Hüseyin’le ikimiz, sakin bir şekilde suyun içine uzandık, uslu uslu vücudumuzu yıkayıp serinledik ve onların yaptığı gibi şakalaşmaya girişmedik. O sırada park bekçisi geldi ve bağıra çağıra hepimizi suyun başından kovdu, biz de kaçtık ve güneşli bir yer bulup oturduk. Oturduğumuz yerde toprağın üzerine deve şekilleri çiziyorduk ki babamın sesini duydum. Ahmet Hüseyin bizden ayrılıp gitti. Babamla ciğerciye gittik ve öğle yemeğimizi yedik. Babam benim konuşmadığımı ve düşünceli olduğumu görünce,
“Latif, ne oldu, iyi görünmüyorsun?” diye sordu.
“Hiç, bir şeyim yok.” dedim.
Yemekten sonra parka geldik, ağaçların gölgesinde biraz kestiririz diye düşünüyorduk. Babam, bir o yana bir bu yana döndüğümü ve bir türlü uykuya dalamadığımı gördü.