
Полная версия:
Samed Behrengi Bütün Öyküleri
Polat:
“Evet, çekirdek için bir planın olduğunu söylemiştin.”
Sahip Ali:
“Biraz gölge insin de gelip seni çağırırım. Tepeye çıkar, orada oturur konuşuruz. Planımın ne olduğunu anlatırım sana o vakit.”
Köyün sokakları tenhaydı, fakat epeyce sinek ve gübre kokusu sarmıştı her yanı. İrice bir köpek, duvarın üzerinden atlayıp hemen önümüzde bitiverdi. Polat köpeğin yüzünü ve başını okşadı, ardından da kendi evlerinin yolunu tuttu. Köpek de onun peşi sıra eve girdi.
Sokak dik bir yokuş hâlinde yukarı tırmanmaktaydı. O kadar dikti ki, Polatların evinin damıyla yol aynı seviyedeydi. Sahip Ali bütün bu damların arasından yürüyüp geçti ve birkaç ev ilerideki kendi evlerinin damına doğru seğirtti. Beni hâlâ sımsıkı avucunda tutuyordu. Yoldan kendi bahçelerinin içine doğru atladı, atlamasıyla annesinin bir saat kadar önce duvarın dibine döktüğü hayvan gübresinin içine dizlerine kadar batması bir oldu. Sahip Ali’nin bundan haberi yoktu tabi. Annesi sesi duyunca evden dışarı uzattı kafasını ve oğluna seslendi: “Sahip Ali çabuk ol oğlum, bir koşu babana bir lokma ekmekle su götürüver.”
Sahip Ali ahıra doğru yöneldi ve içeride bir köşede, gübre yığınının içerisinde bir delik açarak oraya gömdü beni. Artık karanlıktan ve gübre kokusundan başka bir şey hissetmez olmuştum. Orada bu vaziyette kaç saat kaldığımı bilmiyorum. Gübrenin o kesif kokusu neredeyse boğacak gibiydi beni. Neyse ki sonunda, üzerimdeki gübre yığınının kaldırıldığını hissettim. Sahip Ali’ydi bu. Beni çıkardı bulunduğum yerden, bir iki kere avucunun içinde ve parmaklarının arasında ovaladı, temizleyene kadar pantolonuna sildi. Geldiğimiz yolu takip edip geri döndük, Polat’ın evinin damına vardık. Polat’ın annesiyle kız kardeşi, bir yandan kendi damlarında tezek yaparlarken, bir yandan da duvarda kuruyan tezekleri çekip bir kenara yığmakta olan komşu kadınla çene çalıyorlardı.
Sahip Ali, Polat’ın annesine, arkadaşının nerede olduğunu sordu. Annesi, Polat’ın evde olmadığını ve keçiyi kırlara otlatmaya götürdüğünü söyledi.
Polat’ı tepenin başında bulduk. Evin kara keçisini otlaması için tepenin ardına salıvermiş, kendisi de köpeğiyle birlikte gözünü yola dikmiş oturmaktaydı. O anda birdenbire, kendi kabuğumun rengiyle, Polat ve Sahip Ali’nin tenlerinin renginin aynı olduğunu fark ettim. Her ikisi de güneşin altında o kadar yalın ayak baldırı çıplak dolanıp durmuşlardı ki, derileri iyice yanık renk almıştı artık.
Polat sabırsızlıkla:
“Eee, hadi anlat bakalım şu planını.”
Sahip Ali:
“Bir şeftali ağacının olmasını ister miydin?”
Polat:
“Hiç istemez olur muyum, deli misin?”
Sahip Ali:
“İyi o vakit, hadi gidelim.”
Polat:
“Keçiyi ne yapacağız?”
Sahip Ali:
“Eve bırakalım onu.”
Polat:
“Ama annem güneş batana kadar keçiyi eve götürmememi söyledi.”
Sahip Ali:
“O zaman köpeği burada bırakalım, keçiyi beklesin.”
Polat köpeğinin başını ve kulaklarını okşadı:
“Ben dönene kadar keçiye göz kulak ol, tamam mı?”
Üçümüz koşa koşa bağın duvarının dibine vardık.
Sahip Ali:
“Atla hadi!”
Polat:
“Planını daha fazla gizlemene gerek kalmadı artık. Anladım ben ne yapacağımızı. Şeftali çekirdeğini dikeceğiz.”
Sahip Ali:
“Evet bildin. Bağın öte tarafındaki sırtın ardına dikeriz çekirdeğimizi. Aradan birkaç yıl geçince bizim de bir şeftali ağacımız olacak. Neden başka bir yere değil de onu buraya dikeceğimizi sen de anlıyorsundur herhâlde.”
Polat:
“Tepede, kayaların arasında şeftali ağacı büyüyüp kök salamaz. Ağaç dediğin su ister, yumuşak yer ister.”
Sahip Ali:
“Tamam anlaşıldı, nutuk çekmeyi bırak şimdi. Ben yukarıya doğru çıkıp bahçıvana bakayım hele gelmiş mi diye.”
Bahçıvan şehirden dönmemişti henüz. Polat ile Sahip Ali, bağın sakin bir köşesinde, sırtın arka tarafında, bir parça toprağı kazdılar. Ardından beni toprağın içine yerleştirdiler ve elleriyle üzerime toprak atıp düzelttiler, işleri bitince de gittiler.
Kara ve nemli toprak beni sımsıkı kucakladı ve bağrına bastı. Tabii ki o sırada henüz yeşerecek durumda değildim. Yeşerebilecek güce erişebilmem için zamana ihtiyacım vardı.
Dışarının soğuğu toprağın içine kadar işleyince, artık kış mevsiminin geldiğini ve toprağın üstünün karla kaplanmış olduğunu anladım. Yarım karış kadar toprağın altı soğuktan donmuştu, ama daha da derinlikler sıcaktı ve beni soğuktan, buz tutmaktan koruyabiliyordu.
Bu şartlar altında geçici bir süreliğine hareketsiz kalarak, toprağın altında tatlı bir uykuya bıraktım kendimi. Uyudum ki, bahar gelince iyice güçlenerek uyanayım, yeşereyim ve topraktan çıkayım, Polat ve Sahip Ali için bol meyve veren bir ağaç olayım. İri ve sulu şeftaliler verecek, güzel kızların utangaçça kızaran yanakları gibi al al meyvelerim olacaktı.
Kış boyunca görmüş olduğum rüyalardan pek bir şey yok aklımda. Ama bir seferinde şöyle bir düş gördüğümü hatırlıyorum: Büyüyüp koca bir ağaç olmuşum, Polat ve Sahip Ali üzerime tırmanmış dallarımı sallamaktalar, köyün üstü başı pejmürde bütün fukara çocukları da ağacın altına toplanmışlar. Yukarıdan düşen şeftalilerimi havada kapışıyor, büyük bir zevk ve lezzetle yiyorlar, ağızlarından akan sular göğüslerinden aşıp göbeklerine kadar süzülüyor. Kabak kafalı bir oğlan çocuk ha bire Polat’a sesleniyor, “Polat, bu yediğimiz şeyin adı neydi, söylemedin bir türlü. Eve döndüğümde nineme ne yediğimi, hem de ne kadar çok yediğimi söylemek istiyorum. O kadar çok yedim ki bu lezzetli şeyden, ama hâlâ doymadım tadına, yine olsa yine yiyebilirim.”
Üstleri başları iyice dökülen, yarı çıplak iki çocuk daha vardı, ağızlarına ve burunlarına sinekler üşüşmüştü. İkisinin de ellerinde irice birer şeftali, her ısırdıklarında keyifle kendilerinden geçiyor, ‘oh’ çekip duruyorlardı.
Bu anlattıklarım, gördüğüm düşlerimden biriydi.
En sonuncusunda ise badem çiçeği görmüştüm düşümde.
Hasta ve yarı baygın vaziyetteydim, birden yumuşak bir ses yükseldi, bu güzel sesle birlikte çok tanıdık gelen kokuların toprağın altına sızmakta olduklarını hissettim. Ses şöyle söylüyordu: “Ey badem çiçeği, gel de kokunu şu güzel şeftalinin yüzüne gözüne üfle. Uyanmazsa, bu sefer ellerinle okşa yüzünü ve bedenini. İzin ver de kokunu iyice hissetsin. Hem artık uyanması lazım çabucak, filizlenme ve yeşerme zamanıdır şimdi. Bütün çekirdekler uyanıyor uykularından.”
Tenimde ve yüzümde hareket etmekte olan badem çiçeğinin kokusu ve beni okşayan elleri öylesine hoştu ki, hep o vaziyette kalayım ve hiç uyanmayayım istiyordum. Ama olmadı. Uyanıp, kendime geldim. Biraz daha o eski hâlimde kalmak istedim, fakat badem çiçeği güldü bu hâlime ve dedi ki: “Hadi nazlanmayı bırak artık canım. İçinde yeni bir yaşamın tohumunu taşıyorsun ve yeşermeye, büyüyüp meyve vermeye can atıyorsun, öyle değil mi?”
Badem çiçeği yeni bir gelin kadar güzeldi, kar gibi beyaz ve tertemiz bir kıyafet vardı üzerinde, dudakları da tomurcuklanıp çiçeğe durmuştu âdeta. Elbette ben henüz kar görmüş değildim. Karın nasıl bir şey olduğunu, dalında bir meyveyken annemden duyup öğrenmiştim.
Badem çiçeğinin biraz önce kiminle konuşmakta olduğunu ve onu başıma kimin gönderdiğini öğrenmek istiyordum. Bunun üzerine, badem çiçeği kollarını boynuma doladı, bir öpücük kondurdu ve gülerek, “Amma da irisin, kucağıma sığmıyorsun.” dedi önce. Sonra devam etti: “Yanımızdaki ilkbahardı, yeşerip filizlenme vakti gelmiş, öyle söyledi.”
Baharın adını duyunca, sanki uyanıvermişim gibi şöyle bir silkinip kendime geldim. Bahar gelip geçmiş de ben henüz kabuğumu dahi yaramamışım diye düşündüm bir an. Bu perişan düşünceler içinde uyku sersemliğimden korkuyla sıyrılıp doğruldum. Etrafıma bakınca gördüm ki, karanlık ve ıslak toprak beni sımsıkı kucaklamış, şefkatle bağrına basmış âdeta. Kabuğum dışarıdan ıslaktı, ama içeriden terlemişti. Başımdan aşağıya su tanecikleri süzülüyor ve her yanımı sarıp, üstümü başımı ıslattıktan sonra toprağın içine doğru yol alıyordu. Çevremde birkaç bitkinin tohumu etrafına kök salmaya çalışıyordu. İçlerinden bir tanesi epeyce boy atmış, hatta sanırım toprağın üzerine başını uzatmış olmalıydı. İncecik köklerini bir o yana bir bu yana uzatıp bulabildiği gıda ve su damlalarını emiyor, sonra da bunları biriktirip yukarıya gönderiyordu. Tanımadığım bir başka tohum da ufak ufak kök salmış, öne eğik başıyla sabır içinde ve usul usul toprağı deliyor, yukarılara doğru yol alıyordu. İki gün sonra güneşin doğuşunu görmeye kesin kararlı gibiydi.
Yeni bir kök geçiyordu gövdemin tam altından, o uzanırken bir yandan da beni gıdıklıyordu. Dediğine göre, suyun kenarındaki badem ağacının köklerindendi. Bademin kökleri de olanca gücüyle toprağın suyunu ve besin maddelerini emip içine çekmekteydi.
Üzerime damlamakta olan su damlaları, toprağın üzerindeki kardan eriyip geliyordu ve birkaç gün sonra kesildi.
Günün birinde bir hışırtı duydum çevremden. Akıllı bir kara karınca sürüsü yanıma kadar ulaştı ve kabuğumu ısırmaya çalıştılar. Karıncalar, gelirken yanlarında, güneşin sıcaklığını ve baharın kokusunu da toprağın içine kadar getirmişlerdi. Isırmalarından anladığım kadarıyla tünel kazıyorlardı. Bir süre uğraşıp didinip, sert kabuğumu ısırıklarıyla delmeye çalıştılar, ama bunu başaramayacaklarını anladıklarında yollarını değiştirip başka bir yöne doğru tünel kazma faaliyetlerine devam ettiler. Toprağın üzerine çıkıp da ağaç olacağım vakte kadar bir daha da görmedim onları.
Suyu eme eme o denli şişmiştim ki, sonunda kabuğum dayanamayıp çatladı. İşte bu çatlaktan, ilk minik beyaz kılcal kökümü dışarıya uzattım ve toprağın içine doğru sürdüm. Böylece, o büyüyüp de güçlü bir kök hâline gelince, onun üzerinde doğrulup boy atacak, filizlenecektim. Sonrasında ufacık sürgünümü yukarı doğru gönderdim. Başını eğerek yükselmesini ve boy atmasını, toprağı yarıp güneşi bulmasını öğretmiştim ona. Sürgünün ucunda ufacık bir filizim vardı, toprağı yarıp yüzeye çıktığımda gövdemi oluşturacaktı. Köklerim iyice güçlenip etrafından besin maddeleri emecek hâle gelinceye değin, içimde depoladığım besini tüketiyor, minicik köklerimle sürgünümü bununla besliyordum.
Toprağın içinde beni boğulmaktan kurtaracak kadar hava vardı. Dışarısının ısısı da toprağa girebiliyordu üstelik.
Bu günlerde yorgunluğum kalmamıştı artık. Başlarda kendi içimde gelişmiş, böylece dönüşmüş ve yepyeni bir hâle girmiştim. Tabii, çekirdek olduğum zamanlar, tam anlamıyla olgun bir çekirdektim, bir yere kıpırdayıp hareket edemiyor, serpilemiyordum. Fakat artık tam bir ağaç olmak istiyordum, bununla birlikte hâlen çok fazla eksiğim ve gidecek çok yolum vardı önümde. Kendi kendime düşünüp duruyordum: Tam bir çekirdekle henüz gelişmemiş bir ağaç arasındaki fark, çekirdeğin bir çıkmaz yola girdiğinde kendini değiştirmemesi hâlinde çürümesinin kaçınılmaz oluşuydu, buna karşılık henüz gelişmemiş durumdaki ağacın önünde oldukça parlak bir gelecek kendisini bekliyordu. Her şey, her saniye değişip dönüşmekteydi. Tüm bu gelişmeler, birbirini takip edip de üst üste birikmeye başladığında, belirli bir aşamaya varıyor ve artık o şey eskisinden farklı bir hâle dönüşüyordu. Mesela ben, artık bir çekirdek değildim, ufak bir fide, gelişen bir sürgün hâlini almıştım. İncecik köklerim ve oluşum halinde bir gövdem vardı, filizlerim ve sarı yaprakçıklarım iki çeneğimin arasında toplanmış, devamlı yukarı doğru boy atmaktaydım. Toprağın üzerine kendimi tamamen atınca, yaprakçıklarımı güneşin önüne serecektim, güneş de onları yemyeşil renge boyayacaktı. Bol tomurcuklu ve sulu şeftaliler veren, çiçekli bir ağaç olma düşü beni canlı tutuyordu. Ufacık ve körpe bir sürgündüm henüz, ama aydınlık bir gelecek uzanıyordu önümde…
Ceviz büyüklüğünde bir taş önüme dikilmiş, büyüyüp gelişme yolumu kesmişti. Onu delip geçemeyeceğimi anladığımda, çaresiz bir şekilde çevresinden dolanıp yukarı doğru yürüyüşümü sürdürdüm.
Yukarı doğru her yükseldiğimde, güneşin sıcaklığını daha fazla hissediyor, bunu hissettikçe de daha fazla ona doğru uzanıyordum. Artık toprağın hemen yüzeyine daha yakın ot köklerinin arasından geçmekteydim. Nihayetinde, toprağın üst yüzeyine, güneş ışığının sızdığı kısma eriştim. Artık yukarı doğru sadece çok ince bir tabaka kalmış olduğunu anladım. Çok sürmedi, birkaç saat sonra bir baş darbesiyle o ince kısmı da yardım ve başımı topraktan yukarı doğru uzattım. Yüzeye çıkınca, güneşin ışığı ve sıcaklığı karşıladı beni.
Toprağın üzerine çıkmıştım artık. Bu toprak annemin de annesiydi, benim de annemdi. Kuşkusuz tüm canlıların toprak anasıydı o.
Az ötemde, baştan ayağa beyazlara bürünmüş badem ağacını gördüm, güneşin altında sere serpe uzanmış, parıl parıl parlıyordu. Öylesine güzel ve hâlinden hoşnuttu ki, beni de yürekten mutlu etti. İçtenlikle selamladım onu, badem ağacı da cevaben, “Merhaba canım, ay yüzlü güzelim, toprağın üstüne hoş geldin, aşağıda ne var ne yok?” dedi.
Etraftaki çalılar bitkiler bile boy atıp gölge yaparken, benim iki solgun yaprakçığımdan başka bir şeyim yoktu ve henüz yeni yeni başımı dik tutabiliyordum.
Polat ve Sahip Ali yanıma geldiklerinde, on-on iki tane yeşil yaprağım vardı artık. Boyum etrafımdaki bazı bitkilerden daha uzun olmuştu, ama çalılar benden epeyce uzundu hâlen. Bu çalılar o kadar hızlı hızlı ve acelesi varmış gibi boy atıyorlardı ki, hayretler içinde kalıyordum onları gördükçe. Bir an düşündüm ki, bunlar bu hızla büyürlerse birkaç güne kalmaz badem ağacını da geçerler. Ama toprağın altında güçlü köklerinin olmadığını anladığım zaman, kısa süre içinde sararıp solacaklarını ve hayatlarının uzun sürmeyeceğini düşündüm kendi kendime.
Polat ve Sahip Ali beni gördüklerine sevinmişlerdi. İkisi de mutlulukla, “Bu ağaç artık bizim.” dediler. Çaya birkaç sefer yapıp, avuçlarıyla su taşıdılar ve dibime döktüler. Sonra da bırakıp gittiler. Kulağıma gelen bel ve kürek seslerinden, bahçıvanın yakınlarda bir yerde olduğunu ve tarlaları sulamakta olduğunu anladım.
Baharın sonları yaklaşırken, çalıların artık daha fazla boy atıp büyüyemediklerini gördüm. Açtıkları çiçekler tohum hâlinde etrafa saçılıyor ve günden güne sararıyorlardı. Yaz geldiğinde, ben de artık onların boyuna erişmiştim, ama dalım yoktu henüz. Biraz daha uzayıp, ondan sonra dal budak salmak istiyordum.
Polat ve Sahip Ali sık sık yanıma geliyor, bazen uzun bir süre oturup, geleceğimden ve kendi planlarından bahsediyorlardı. Bir gün gelirken yanlarında parlak derili, kocaman bir kızıl yılan ölüsü getirdiler. Başını sopayla ezip dağıttıkları belli oluyordu. Yarım metre kadar ötemde toprağı biraz kazdılar ve yılanın ölüsünü oraya gömdüler.
Polat ellerini çırptı keyifle ve
“Çok hoşuna gidecek.” dedi. Elbette beni kastediyordu bu sözle.
Sahip Ali:
“Bir yılan, birkaç teneke gübreye bedeldir.”
Polat:
“İnşallah seneye ilk meyvesini yeriz artık.”
Sahip Ali:
“Bilmem ki olur mu, şimdiye kadar hiç ağacımız olmadı ki!”
Polat:
“Olsun, şeftali ağaçlarının çabuk meyve verdiklerini duymuştum.”
Evet, bunu ben de duymuştum. Annem iki yaşına geldiğinde, ilk meyvelerini vermiş iki tane.
Şeftalilerim büyüyüp de olgunlaştıklarında nasıl şekil alacaklardı, merak ediyordum doğrusu. Bir an önce meyve vereyim de şeftalilerim vücudumdaki besini ve suyu nasıl emiyorlar göreyim istiyordum. Şeftalilerim irileşip kocaman olsalar da, dallarımı yerlere kadar eğseler diye hayal kuruyordum.
Yaz gelip geçti ve sonbahara eriştik.
Gövdemin içini kılcal kök ve damarlarla donatmıştım, bu sayede köklerimin topraktan emdiği besin ve suları gövdemin her tarafına ulaştırabiliyordum. Güzün ortalarında, bu kılcal damar geçişlerimi birkaç yerde düğümledim ve köklerim öz suyunu artık yukarıya göndermez hale geldi. Böyle olunca da, yeterli derecede beslenemeyen yapraklarım sararmaya başladı. Ben de gövdeme birleştikleri yerleri kuruttum. Rüzgâr esince yapraklarım bir bir döküldü ve ben de çırılçıplak kaldım.
Her bir yaprağımın gövdeye birleşme yerine ufacık bir düğüm atmıştım. Bu düğümlerin her birinden, gelecek baharda bir filiz ve dal verme niyetim vardı. Vereceğim ilk meyveler için de bir planım vardı, tıpkı annem gibi iki yaşıma geldiğimde ilk şeftalilerimi verecektim.
Tam hatırımda değil şimdi ama gövdemin üst kısmında dört beş tane böyle düğüm yerim vardı. Bu düğüm yerlerinden tomurcuk ve çiçek vermeyi düşlüyordum. Zihnimi hep çiçeklerimle meşgul etmeyi çok seviyordum.
Havalar soğudukça ben de yavaş yavaş uyku haline geçiyordum.
İlk kar yere düşüp de toprak artık donmaya başladığında, ben de derin bir uykuya yatmıştım.
Polat ve Sahip Ali gövdemi eski bez ve çuval parçalarıyla sarıp sarmalamışlardı. Yumuşak kabuğum halen ince ve narindi, bu yüzden kışın her yer buz kestiğinde tavşanlara lezzetli bir yiyecek olma ihtimalim vardı. Hele soğuktan donmak da mümkündü. O vakit, bahar geldiğinde yeniden en baştan yeşerip büyümem gerekecekti.
Bahar geldiğinde, evvela köklerim uyandı uykularından, sonra da öz suyum yukarı yükselip gövdemi uyandırdı. Tomurcuklarım kımıldanıp şiştiler. Köklerimin topraktan çektiği öz su her bir hücre ve organımı uyandırıyor, hareket etmeye zorluyordu. Filizlerimde ufacık yapraklar oluşturmaktaydım. Baş verdiklerinde, büyütecektim onları. Tomurcuklarım şimdi arpa tanesi büyüklüğüne erişmiş, hatta biraz da geçmişti. Hepi topu üç tane tomurcuğum kalmıştı sağlam olan, diğerlerini obur bir kuş gagalayıp midesine indirmişti.
Tomurcuklarımdan üç tane çiçek açtım, ama iş biraz ilerleyince üçünü birden büyütüp şeftali yapamayacağımı fark ettim. Çiçeklerimin bir tanesi soldu ve düştü. İkincisi de büyümedi, besin gönderemediğim için gelişemedi ve esen bir rüzgâr yere düşürdü onu. İşte ozaman ben de olanca kuvvetimi topladım ve eşi benzeri olmayan bir tek şeftali vermek için gayret etmeye başladım. Öyle bir şeftali büyütüp vermeliydim ki, bunu görenlerin gözleri yerinden oynasın, onu yiyen bir daha ağzına başka meyve koymasın arzusundaydım.
Sağlam kalan tek çiçeğimi açtıktan birkaç gün sonra taç yapraklarım döküldü. Çiçeğin çanağı içerisinde meyvemi besleyip büyütmeye başladım. Çanağım sonunda çatladı ve ilk çağlam ortaya çıktı.
Şeftalim gövdemin yukarı ucuna yakın bir yerdeydi. Henüz çağlayken bile birazcık eğmişti beni. Bundan kaygıya düştüm, çünkü tam arzuladığım gibi bir şeftali meydana getirecek olsam, belimi iyice eğecek, belki de kıracaktı. Ama ne olursa olsun, kararımdan dönecek değildim, bütün bu zorluklara çaresizce katlanacak, o tek şeftalimin solup dökülmesine izin vermeyecektim. Daha sonraki yıllarda amacım çok verimli bir şeftali ağacı olmak, bin tane şeftali birden vermekti. Bu yüzden daha ilk imtihanda yarı yolda kalıp, başarısız olmamam gerekiyordu. Çocukların getirip de hemen yanı başımda toprağa gömdükleri yılanın ölüsü, çürüyüp dağılmış ve toprağımı iyice güçlendirmişti. Bu yılanın verdiği güç sayesinde serpildim, ciddi ciddi dal budak salıp geliştim.
Polat ve Sahip Ali bu günlerde yanıma daha az uğrar olmuşlardı. Sanırım babalarıyla tarlada çalışıyor veya harman dövmeye gidiyor olmalıydılar. Ama günün birinde çıkageldiler beni görmek için, ellerinde tuttukları bir sopayı hemen yanı başımda toprağa soktular ve beni de osopaya bağladılar. Yanlış hatırlamıyorsam, Polat o sırada birdenbire çığlık atar gibi seslenmişti arkadaşına, “Sahip Ali!” diyerek.
Sahip Ali:
“Ne var, ne oldu?”
Polat:
“Bahçıvan olacak o köpoğlusu bu bizim ağacı bulmaz inşallah!”
Sahip Ali önce bir şey demedi, sonra konuşmaya başladı:
“Bulsa ne olacak ki! Ağacı eken biziz, gübresini getirip bakımını biz yaptık, meyvesi de bizimdir elbette!”
Polat düşüncelere daldı bir süre, sonra
“Ama toprağı bizim değil ki!” dedi.
Sahip Ali:
“Olsun, yine de hiçbir halt edemez. Toprak, üzerinde çalışıp işleyenindir. Ağacı ekip büyüttüğümüz işte şu ufacık yer bizim malımızdır işte!”
Polat bu sözden biraz cesaretlendi:
“Evet ya, bizim malımız tabi. Hele bir halt etmeye kalksın, şu bütün bağı ateşe veririz yeminle!”
Sahip Ali güneşin kavurduğu çıplak sinesini yumrukladı:
“Dinime imanıma yaşatmam onu, boğazından aşağıya bir yudum su inmesine izin vermem. Bahçeyi tamamen yakar, sonra da kaçarız.”
Bana öyle geliyor ki, çocuklar o gün sopaya bağlamasalardı gövdemi, gece olduğunda muhakkak kırılırdım. Gece müthiş bir fırtına çıkmış, bahçedeki ağaçları ve dalları birbirine katıp savurmuştu. Badem ağacının bile birkaç dalının kırılmış olduğunu gördüm sabah olunca.
Günler birbiri peşi sıra akıp gidiyor, bense olanca kuvvetimle şeftalimi besleyip büyütmeye, onu mümkün olduğunca irileştirmeye uğraşıyordum. Yanakları allaşıp kızarsın ve sıcaklık içine iyice işlesin diye güneşin altında tutuyordum özellikle. Biricik kızım gövdeme öylesine sımsıkı yapışıp emiyordu ki bazen canımı acıtıyordu, ama ona hiç kızamıyordum. Anne olmuştum sonunda ve güzelce bir kızım vardı artık.
Sahip Ali ve Polat bana öylesine bağlanmışlardı ki, bahçedeki öteki ağaçları unutmuşlardı sanki. Geçen yıllarda yaptıklarının tersine, annemin şeftalilerinin bile peşine düşmüyorlardı artık. Ben kendimi onlara ait biliyor, olgunlaşacak meyvemi de sadece onların yemeye hakkı olduğunu düşünüyordum. Tıpkı, vaktiyle beni yerden alıp yedikleri günkü gibi…
Sonbaharın başlarında bir gündü, Polat tek başına yanıma çıkıp geldi, epeyce üzgündü. O iki arkadaştan birini ilk kez tek başınayken görmüştüm. Polat önce toprağımı suladı. Ardından çimenlerin üzerine oturdu ve başladı tane tane anlatmaya:
“Şeftali ağacım, ah benim güzel şeftalim. Biliyor musun neler olduğunu? Bugün niye yalnız geldim buraya, biliyor musun hiç? Nereden bileceksin ki… Sahip Ali öldü. Yılan soktu onu… Bizim koca Boncuk Nine bütün bir gece başında bekledi. Onu iyileştirmek için ne kadar uğraşıp didindi bir bilsen… Hangi bir otu dediyse, Sahip Ali’nin babasıyla beraber kırlardan, dağlardan toplayıp getirdik, ama Sahip Ali’m iyileşmedi bir türlü… Öldü benim zavallı Sahip Ali’m… Neden beni böyle yalnız bırakıp gittin ki…”
Polat sözlerinin burasında ağlamaya başladı, bir süre sonra tekrar konuştu ağır ağır:
“Birkaç gün önceydi, öğle vakti kırdan dönerken tepenin başında rastlaşmıştık onunla. Gidip yine bir yılan yakalayıp getirelim diye karar vermiştik. Hani geçen sene getirip, canına can katsın diye senin toprağına gömmüştük ya… Sonra birlikte yılanlı vadiye gittik, o vadide bir sürü yılan yaşıyor. Vadinin bir tarafında dağ var, kayalık bir yer, ama sanırsın binlerce taşı kayayı gökten yağmur gibi yağdırmışlar da üst üste yığmışlar, dağ öylece kayalardan oluşmuş gibi. İşte okayaların arasında da yılanların yuvası var. Sıcaklık biraz derilerine değip de bunaldılar mı kendilerini dışarıya atarlar.
Bizim tarla, komşumuzun tarlası, Sahip Ali’nin teyze oğlununki ve köyden başka birkaç kişinin daha tarlaları var işte bu yılanlı vadide. Tarlalara vardın mı, her taraftan yılanların ıslıkları duyulur.
Sahip Ali ile birlikte dağın eteğinde kayaların arkalarına bakıyorduk, niyetimiz senin için şöyle besili bir yılan yakalamaktı, sopalarımızı yılanların deliklerine sokup yokluyorduk. Yine böyle çıplaktı üstlerimiz. Sadece pantolonlarımız vardı ayağımızda. Sırtımız öylesine yanıp pişmişti ki sıcaktan, hani ensemize yumurta koysan pişerdi kuşkusuz.
Bir kayadan diğerine sıçraya sıçraya ilerliyorduk, sonra birden Sahip Ali’nin ayağı kaydı, sırtüstü düştü, düşünce de öyle bir çığlık attı ki vadinin her tarafından yankılandı sesi. Meğerse Sahip Ali’nin üzerine düştüğü kayanın yüzünde bir yılan kıvrılıp yatıyormuş, o da onun üzerine düşmüş. Sahip Ali bir çığlık daha atıverdi, oradan da vadinin dibine doğru yuvarlandı, toprağın üstüne düştü bu sefer. Gözüm döndü o anda, yılana hiç göz açtırmadım artık. İndirdim sopamı kafasına, sonra karnına, sonra bir kere daha başına… Karnı parçalandı, ortaya iki tane fare ölüsüyle bir de serçe ölüsü çıkıverdi.
Sahip Ali’mse öylece baygın yatıyor, hiç sesi soluğu çıkmıyordu. Sopası kim bilir ne yana savrulmuştu düşünce. Yılanın soktuğu yeri kızarmıştı. Lanet hayvan, eğer kolunu veya bacağını sokmuş olsa ne yapacağımı biliyordum yine de, ama sırtının ortasından ısırmış bu sefer. Ne yapabilirdim ki? Çaresiz, vurdum sırtıma Sahip Ali’yi, köye getirdim. Bizim koca Boncuk Nine, ertesi sabah mezarının başında anneme demiş ki, yılan ısırdığında hemen doğruca kendisine götürseymişim ölmeyecekmiş çocuk.
Ah be şeftali ağacı, sen kendin de biliyorsun, Sahip Ali benden daha ağırdı, nasıl götürebilirdim ki daha erken? Bir eşeğim olsa ve ona rağmen geç götürsem, o zaman Boncuk Nine söylediğinde haklı olurdu, ama tek başımayken ne yapabilirdim ki…”
Yine ağlamaya başladı Polat. İşte o an, Sahip Ali ve Polat’a nasıl bir sevgiyle bağlanmış olduğumu iyice anladım. Sahip Ali’yi artık bir daha hiç göremeyeceğimi düşündüğümde, o kadar üzüldüm ki yüreğim patlayacak gibi oldu; bütün yapraklarımı döküp, sonsuza dek kuruyup kalmak ve bir daha hiç tomurcuk vermemek geçti içimden.