Читать книгу Samed Behrengi Bütün Öyküleri (Samed Behrengi) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Samed Behrengi Bütün Öyküleri
Samed Behrengi Bütün Öyküleri
Оценить:
Samed Behrengi Bütün Öyküleri

3

Полная версия:

Samed Behrengi Bütün Öyküleri

Pelikan güldü:

“Çok iyi ettiniz. Şimdi bu yaptığınızın ödülü olarak, midemde güzel bir gezinti yapabilmeniz için sizi canlı canlı yutacağım!”

Ufak balıklar neye uğradıklarını şaşırdılar, bir şey demeye fırsat bile bulamadan pelikanın boğazından mermi gibi süratle aşağı doğru kaydılar ve işleri bitti.

Ama Kara Balık, hemen o anda hançerini çekip, bir hamlede kesenin yan zarını yırttı ve dışarı çıktı. Pelikan acı içinde feryat edip başını suya soktu, ama Kara Balık’ı takip etmeyi başaramadı.

Kara Balık yüzdü, yüzdü, yüzdü, sonunda öğle vakti oldu. Şimdi artık dağlar, dereler geride kalmış, nehir düz bir ovadan geçmekteydi. Sağdan ve soldan başka ırmak kolları da gelip birleşiyor ve nehrin suyunu birkaç kat artırıyordu. Küçük Kara Balık, suyun bu denli artmış olmasından mutluluk duyuyordu. Bir anda kendine geliverdi ve suyun dibinin görünmediğini fark etti. Bir o tarafa bir bu tarafa yüzüp dolandı, suyun kıyısı da görünmüyordu artık. O kadar fazla su vardı ki, Küçük Kara Balık içinde kaybolmuştu iyice. Ne tarafa doğru yüzse bir türlü sonu gelmiyordu suyun. Birdenbire, uzun ve irice bir hayvanın kendisine doğru şimşek hızıyla hücum ettiğini gördü. İki yanlı bir testeresi vardı burnunun ucunda. Küçük Kara Balık, bu testere balığının kendisini hemen şimdi parça parça edeceğini düşündü. Hemen irkilip kendine geldi, birden suyun yüzeyine çıktı, ardından hızla suya daldı dibi görebilmek için. Dibe doğru inerken büyük bir balık sürüsüyle karşılaştı, binlerce balık vardı, binler kere binlerce balık… Onlardan birine sordu:

“Yoldaş! Ben yabancıyım, çok uzak yerlerden geldim. Burası neresi?”

Balık, sürüdeki arkadaşlarına seslendi:

“Hey, bakın! Bir tane daha!”

Sonra da Küçük Kara Balık’a döndü:

“Denize hoş geldin yoldaş!”

Balıklardan bir diğeri:

“Bütün nehirler, ırmaklar, dereler buraya dökülür. Ama elbette bazıları da bataklıklarda kalır, kaybolurlar.”

Bir diğeri:

“Ne vakit istersen bize katılabilirsin.”

Küçük Kara Balık denize ulaşabildiği için çok mutluydu:

“Önce biraz gezineyim buralarda, sonra da gelip size katılırım. Balıkçının ağını çekip sürüklemenizde bu sefer ben de sizinle birlikte olmayı çok istiyorum.”

Balıklardan biri:

“Bu istediğine çok çabuk ulaşacaksın. Şimdi git biraz dolaş, ama suyun üstüne yakın gideceksen balıkçıl kuşuna karşı çok dikkatli ol. Bu günlerde iyice pervasız oldu; her gün dört-beş tanemizi avlayıp yemeden rahat bırakmıyor bizi.”

Küçük Kara Balık sürüdeki balıklardan ayrıldı ve kendini suya bırakıp yüzdü. Bir süre sonra denizin yüzeyine yaklaştı. Güneş sıcak sıcak ısıtıyordu suyu, Küçük Kara Balık da sırtında güneşin sıcaklığını duyuyor, bundan büyük keyif alıyordu. Sakin ve huzurlu bir şekilde suyun üstünde yüzüyor, bir yandan da düşünüyordu:

“Ölüm çok kolay bir şekilde gelip beni bulabilir, ama yaşayabildiğim sürece kendi ayağımla gidip onu karşılamamalıyım. Lakin olur da bir gün ölümle karşı karşıya gelirsem de çok önemli değil; önemli olan, benim hayatımın veya ölümümün, diğer insanların hayatları üzerinde nasıl bir iz bıraktığı…”

Küçük Kara Balık, düşüncelerini sürdürmeye daha fazla fırsat bulamadı, balıkçıl kuşu yaklaştı ve onu kapıp götürdü. Küçük Kara Balık, balıkçıl kuşunun gagaları arasında çırpınıp duruyor, ama bir türlü ondan kurtulmayı başaramıyordu. Balıkçıl, belini o kadar sıkı kavramış ve sıkıyordu ki neredeyse canı çıkacaktı balığın. Ama Küçük Kara Balık sudan ayrı ne kadar süre hayatta kalabilecekti! Küçük Kara Balık, “Keşke balıkçıl beni hemen şimdi yutsa.” diye düşündü. Bu sayede en azından kuşun midesinin ıslaklık ve rutubetinde, ölmeden önce birkaç dakika daha yaşayabilmesi mümkün olurdu. Bu düşünceyle, balıkçıla seslendi:

“Neden beni canlı canlı yutmuyorsun? Ben, öldükten sonra eti zehirli olan balıklardanım.”

Balıkçıl buna bir şey demedi, kendi kendine düşündü:

“Seni kurnaz seni! Bak sen şunun yapmaya çalıştığı hileye! Beni konuşturmaya çalışıp da kurtulmak istiyor olmayasın?”

Kara uzaktan görünmeye başladı, giderek yaklaşıyorlardı toprağa. Küçük Kara Balık, karaya bir varacak olurlarsa işinin bitik olduğunu biliyordu. Bu düşünceyle:

“Beni yavrularını doyurmak için avladığını biliyorum. Fakat karaya varırsak ben ölürüm, vücudumun da zehir torbasından farkı kalmaz o zaman. Yavrularına da mı acımıyorsun?”

Balıkçıl kuşu düşündü:

“Tedbirli olmak da güzel bir iştir aslında! Seni ben yiyeyim, yavrularım için de gidip başka bir balık avlarım. Ama dur bakalım… bu işin içinde bir kelek olmasın? Yok yok, ne olacak canım, hiçbir şey yapamazsın bana!”

Balıkçıl bu düşünceler içindeyken, Küçük Kara Balık’ın bedeninin hareketsiz ve kaskatı kesildiğini hissetti. Yeniden düşünmeye başladı:

“Öldü mü yani şimdi? Bunu ben de yiyemem ki! Böylesine taze ve canlı bir balığı boş yere telef ettim!”

Bu düşünceler içinde, Küçük Kara Balık’a seslendi:

“Hey ufaklık! Hâlâ canın var mı, yutayım mı seni?”

Fakat sözlerini bitirmeye fırsat bulamadı, çünkü konuşmak için gagasını açar açmaz, Küçük Kara Balık bir sıçrayışta ondan kurtuldu ve aşağıya atladı. Balıkçıl kuşu çok kötü oyuna getirildiğini anladı, hemen balığın peşine düştü. Küçük Kara Balık ise şimşek gibi süratle denize doğru gidiyor, deniz suyuna duyduğu özlem ve iştiyakla suyun rutubetine kendini bırakmış, ağzını açıp kapıyordu sürekli. Tam suyun içine girmiş, yeni bir nefes almıştı ki balıkçıl bir anda yıldırım gibi ardından yetişti ve onu kaptığı gibi yuttu ve midesine indirdi. Küçük Kara Balık bir süre neye uğradığını anlamadı, ama dört bir yanının nemli ve karanlık olduğunu hissetti, bir çıkış yolu olmadığını gördü. Kulağına bir ağlama sesi çarptı. Gözleri karanlığa alışınca, bir köşede büzülmüş hâlde ağlayıp sızlayan ufak bir balık gördü, bir yandan ağlıyor bir yandan annesini istiyordu. Küçük Kara Balık ona yaklaştı:

“Ufaklık! Kalk da bir çare düşün, böyle ağlayıp anneni çağırmakla eline ne geçecek ki?”

Ufak balık:

“Sen… Sen de kimsin? Gör… Gör… Görmüyor musun… Ben… Artık… Kurtulamam… Ühü… Ühü… Ühü… Anneciğim… Ben… artık balıkçının ağını sizinle birlikte dibe çekemeyeceğim… Ühü… Ühü…”

Küçük Kara Balık:

“Tamam yahu, yeter! Rezil ettin bütün balıkları!”

Ufak balığın ağlaması dinince, Küçük Kara Balık:

“Ben bu balıkçıl kuşunu öldüreceğim ve diğer balıkları özgürlüğe kavuşturacağım! Ama ondan önce seni buradan kurtarayım da ortalığı karıştırma!”

Ufak balık:

“Sen kendin ölüp gidiyorsun, balıkçılı nasıl öldürebilirsin ki?”

Küçük Kara Balık hançerini gösterdi:

“İşte tam buradan, içeriyi parçalayacağım. Şimdi dinle bak ne diyeceğim; ben var gücümle kendimi o yana bu yana fırlatırken, balıkçıl gıdıklanacak ve gagası açılacak, gülmeye başlayacak, sen de o sırada dışarı çıkıp kurtulacaksın.”

Ufak balık:

“Peki sen ne olacaksın?”

Küçük Kara Balık:

“Sen beni düşünme, ben bu pis hayvanı öldürmeden dışarı çıkmam!”

Bunları söyledikten sonra, Küçük Kara Balık bir o yana bir bu yana kendini atıp, balıkçılın midesini gıdıklamaya başladı. Ufak balık da bu sırada balıkçılın midesinin ucunda hazır hâlde bekliyordu. Balıkçıl, gıdıklanmaktan kahkahayla gülmeye başlayınca ağzı açıldı, ufak balık da hemen harekete geçti ve kuşun ağzından fırlayıp kendini dışarı atıverdi, az sonra suya kavuştu. Ama ne kadar beklediyse de Küçük Kara Balık’tan hiçbir haber yoktu. Birden bir çığlık sesi duyuldu, balıkçıl kuşu feryat figan içinde havada çırpınıyor, döne döne aşağı düşerken acı içinde bağırıyordu. Bu vaziyette suya çarpıp düştü.

Ama Küçük Kara Balık hiç ortada görünmüyordu. Şimdiye kadar da kimse ondan haber alamadı bir daha…

***

Yaşlı balık, hikâyesini burada bitirdi, on iki bin civarındaki yavrusu ve torununa dönerek:

“Şimdi uyku vakti çocuklar, hadi gidin yatın!”

Bütün yavrular bir ağızdan:

“Ama büyükanne, ufak balığa ne olduğunu anlatmadın!”

Yaşlı balık:

“Bu da yarına kalsın. Şimdi uyku vakti, herkese iyi geceler!”

On bir bin dokuz yüz doksan dokuz tane küçük kara balık, “iyi geceler” dedikten sonra uyumaya gittiler. Büyükanne de uyumaya başladı. Ama Küçük Kırmızı Balık ne kadar uğraştıysa da bir türlü uyuyamadı, sabaha kadar sürekli denizi düşündü…

BİR GÜNLÜK DÜŞ VE GERÇEK

Sevgili okuyucu!

“Bir Günlük Düş ve Gerçek” hikâyesini sizlere emsal olması için yazdım. Yani bundan kastım şu, herkes birlikte yaşadığı insanları hakkıyla tanısın ve bu sorunların nasıl çözüleceğine dair çareler düşünsün.

Eğer Tahran’da başımdan geçenleri yazacak olsam, birkaç ciltlik kitap olurdu; diğer yandan, okuyanların hemen hepsini de yorardı bu hikâyeler. Bu yüzden bu hadiselerin sadece yirmi dört saatlik bir bölümünü yazıyorum. Sanıyorum bu bölüm hem kısa olur hem de kimseyi okurken sıkmaz. Elbette, babamla birlikte Tahran’a gidişimizin neden ve nasıl olduğunu da mecburen anlatacağım.

Babam, birkaç aydan beri işsizdi. Sonunda, baktı ki olmayacak, benim elimden tuttu ve Tahran yollarına düştük. Annemi, kız kardeşimi ve erkek kardeşlerimi ise kendi yaşadığımız şehirde bırakmıştık. Hemşerilerimiz ve tanıdıklarımızdan birkaçı, daha önce Tahran’a gitmiş ve orada iş bulup çalışmayı başarabilmişlerdi. Biz de bunların yaptığı gibi yola düştük. Mesela bu hemşerilerimizden birinin büfesi vardı ve buz satıyordu. Bir tanesi eski kıyafetler alıp satıyordu. Bir diğeri portakal satıyordu. Babam da derme çatma bir el arabası bulup aldı ve seyyar satıcılık yapmaya başladı. Soğan, patates, salatalık gibi şeyler satıyor, zerzevatçılık yapıyordu. Kazandığımızın bir lokmasını biz yiyorduk, bir lokmasını da annemlere yolluyorduk. Ben de kimi zaman babamla sokakları arşınlayıp zerzevat işine yardım ediyordum, kimi zaman da caddelerde öylece başıboş gezip dolaşıyor, akşam olunca babamın yanına gidiyordum. Ara sıra da sakız, niyet falı gibi şeyler satıyordum.

Neyse şimdi konumuzun özüne dönelim:

Bir gün akşama doğru çocuklarla beraberdik; benle birlikte, Kasım, Piyangocu Ziver’in oğlu, Ahmet Hüseyin ve bir saat kadar önce teklifsizce yanımıza gelip bizimle arkadaş olan iki tane daha başka çocuk vardı. Biz dördümüz bir bankın üzerine oturmuş, zar atma oyunu oynamak için nereye gideceğimize karar vermeye çalışıyorduk. O sırada bu iki çocuk da çıkagelip aramıza girdi. İkisi de bizden büyüktü. Birinin bir gözü kördü. Diğerinin ise ayaklarında yepyeni ayakkabılar vardı, ama pantolonunun dizindeki yırtıktan kirli diz kapağı görünüyordu. Üstleri başları bizden daha perişan ve kötü duruyordu.

Biz, dört arkadaş, çocuğun ayağındaki yeni ayakkabılara kaçamak bakışlar atıyorduk. Ardından da birbirimizle göz göze geliyor, bakışlarımızla âdeta o anda bir ayakkabı hırsızıyla yan yana durduğumuzu ve dikkatli olmamız gerektiğini anlatıyor gibiydik. O iri heriflerden bir tanesi bakışlarımızı yakalayınca,

“Ne var, ne oldu, hiç ayakkabı görmediniz mi hayatınızda?” dedi kızarak.

Yanındaki arkadaşı da,

“Boş ver be Mahmut, baksana bunların ağzı kokuyor açlıktan! Yeni ayakkabıyı nerede görecekler?” diyerek onu destekledi.

Mahmut:

“Hay çok yaşayasın, heriflerin ayağı çıplak, ben de tutmuş yeni ayakkabı görmediniz mi hiç diye soruyorum!”

Tek gözü kör olan arkadaşı:

“Herkesin babası seninki gibi zengin değil ki parayı döksün de çocuğuna yeni ayakkabı alabilsin.”

Sonra da ikisi birden kıkır kıkır gülüşmeye başladı. Biz dördümüzse bir şey diyememiş, öylece kalakalmıştık. Ahmet Hüseyin, Piyangocu Ziver’in oğluna baktı. Sonra ikisi birden bakışlarını Kasım’a çevirdi. En sonunda üçünün de bakışları beni buldu. Ne yapacaktık? Ya dişimizi gösterecektik bunlara veya bunun altında kalıp, bırakacaktık öyle pis pis sırıtmaya devam edeceklerdi.

Ben, Mahmut’a dönüp yüksek sesle,

“Hırsızsın sen! Belli ki o ayakkabıları çalmışsın.” dedim.

Ben böyle deyince, ikisi birden kahkahayı bastı; kör gözlü olanı Mahmut’u dürterek,

“Demedim mi ben sana? Hahahaha… Dememiş miydim? Hahahaha…” diyordu keyifle.

Rengârenk otomobiller caddede art arda dizilmiş duruyorlardı. Öyle bir görüntüleri vardı ki sanki önümüzde demirden bir duvar örmüş gibiydiler. Otomobil duvarının benim hemen önüme denk gelen yerindeki kırmızı renkli araba hareket etti ve caddenin karşı tarafını görebileceğim bir gedik açıldı o duvarda.

Taksiden minibüse, otobüse kadar her çeşit araba caddeyi ağzına kadar doldurmuştu. Trafiğin sesi ve gürültü her tarafı kaplıyor, arabalar karış karış ilerliyorlardı. Âdeta her bir araba önündekini ittirerek yol alıyor, şoförler kafasını uzatıp birbirine bağırıp çağırıyorlardı. Sanıyorum Tahran dünyanın en kalabalık şehriydi, tam bu cadde de Tahran’ın en kabalalık yeri olsa gerekti.

Kör oğlanla, arkadaşı Mahmut karşımıza geçmiş hâlâ kıs kıs gülüyor, gözlerinden yaş geliyordu. Ben içten içe şu ikisiyle bir tartışıp kavga etsek diye dua ediyordum. Hiç yakası açılmadık yepyeni küfürler öğrenmiştim ve yerli yersiz de olsa bu küfürleri birisine savurmak için can atıyordum. Keşke şu Mahmut bana sataşıp laf atsa da ben de sinirlenip, ona “Sen bana mı diyorsun lan! Şimdi şu hayalarını bıçakla bir doğrayayım da gör sen!” desem diye geçiyordu içimden. Tam da bu niyetle Mahmut’un yakasına sıkıca yapıştım,

“Eğer hırsız değilsen, söyle bakayım kim aldı sana bu ayakkabıları?” diye bağırdım.

Bu sefer kahkahaları kesildi. Mahmut yakasındaki elimi sertçe itti:

“Otur lan yerine velet, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?”

Kör oğlan, Mahmut’la benim arama girdi ve kavgaya tutuşmamıza fırsat vermedi:

“Boş ver Mahmut. Akşamın bu vakti kavga mı olur şimdi? Bırak da dalgamıza bakalım şurada.”

Biz dört kafadar, ciddi ciddi kavga edip dayak atalım istiyorduk, ama bu kör oğlanla Mahmut alttan alıyordu. Niyetleri gırgır geçmekti, dövüşmek değildi anlaşılan.

Mahmut bana döndü:

“Bak kardeş, bizim bu akşam kavga etmeye niyetimiz yok. Ama canınız çok istiyorsa, yarın akşam gelin dövüşelim.”

Kör oğlan:

“Bu akşam, biraz dalgamıza bakalım istiyoruz. Anlaştık mı?”

Ben de ikisine birden,

“Peki, olsun.” dedim.

Gıcır gıcır bir araba caddenin kenarında, bizim oturduğumuz yerin hemen önünde gelip durdu ve boş olan yere park etti. Arabanın içinden genç bir erkek ve hanımla bir çocuk indi, arkalarından da bembeyaz ve parlak bir yavru köpek. Oğlan çocuğu bizim Ahmet Hüseyin’le hemen hemen aynı boylardaydı; kısa pantolon, beyaz çoraplar ve üstü açık çift renkli bir ayakkabı vardı üzerinde. Saçları omuzlarına kadar iniyordu ve yağlanmış gibi parıldıyordu. Bir elinde beyaz çerçeveli bir gözlük tutuyor, diğer eliyle de babasının elini tutuyordu. Köpeğin tasması kadının elindeydi. Kadının kolları ve bacakları çıplaktı, üzerindeki elbiseler kısa, ama ayakkabılarının topukları yüksekti; yanımızdan geçtiğinde parfümünün enfes kokusu hepimizin burnunu doldurmuştu. Kasım, yerden aldığı bir yemiş kabuğunu oğlan çocuğunun ensesine fırlattı. Çocuk şöyle bir geriye doğru dönüp bize doğru baktı ve “Serseriler!” dedi sadece.

Ahmet Hüseyin öfkeyle söylendi çocuğa:

“Yürü git kaybol muhallebi çocuğu…”

Benim de aradığım fırsat çıkmıştı yeniden:

“Şimdi şu hayalarını bıçakla bir doğrayayım da gör sen!”

Bizim kafadarların hepsi çocuğa bir şeyler söyledi, sonra da bastık kahkahayı. Babası oğlunun elinden tuttu ve birkaç metre ötedeki otelin kapısından içeri girdiler.

Sonra da herkesin bakışları yeniden Mahmut’un ayağındaki yeni ayakkabılara çevrildi. Mahmut dostane bir sesle, “Ayakkabılar benim için çok da önemli değil aslında, isterseniz alın sizin olsun.” dedi.

Ardından da Ahmet Hüseyin’e döndü:

“Gel kardeş, şu ayakkabıları al da bir dene bakalım.”

Ahmet Hüseyin ise şüpheyle Mahmut’un ayakkabılarına baktı, ama yerinden kımıldamadı.

Mahmut:

“Niye öyle dikiliyorsun, gelsene! Yeni ayakkabı istemiyor musun yoksa? Hadi gel giy.”

Bu kez, Ahmet Hüseyin yerinden kalktı ve Mahmut’a yaklaştı, ayakkabılarını sıyırıp çıkarmak için yere eğildi. Biz üçümüz öylece bakıyor, bir şey demiyorduk. Ahmet Hüseyin, Mahmut’un bir ayağına sıkıca asıldı ayakkabıyı çıkarmak için, ama elleri kaydı ve kaldırıma sırtüstü düşüp boylu boyunca uzandı. Mahmut’la tek gözlü arkadaşı bu duruma o kadar keyiflenip güldüler ki az sonra çatlayacaklar sandım. Ahmet Hüseyin’in elleri simsiyah olmuştu. Kör oğlan, Mahmut’u bir yandan dirseğiyle dürtüyor bir yandan da,

“Sana dememiş miydim Mahmut? Hahahahaha… Dememiş miydim? Hahaha!” diye pis pis gülüyordu.

Ahmet Hüseyin’in elleriyle parmaklarının izi, Mahmut’un yepyeni ayakkabısının üzerinde belli oluyordu. Biz üçümüz, bu herifler tarafından oyuna getirildiğimizi yeni yeni anlıyorduk. Bu iki düzenbazın kahkahası bize de geçti. Biz de koyuverdik kahkahayı onların ardından. Ahmet Hüseyin de insanların geçiş yolunda ayakaltında kalmamak için ayağa kalktı. Bir süre bize bakıp durdu, sonra o da kendini tutamayıp bastı kahkahayı. Hem de ne kahkaha! Katıla katıla gülüyordu şimdi. Yoldan gelip geçen insanlar da meraklı bakışlarla bizi süzüyor, sonra yollarına devam ediyorlardı. Ben biraz eğilip, Mahmut’un ayağındaki ayakkabıya yakından bakayım dedim. Ne ayakkabısı! Mahmut fırıldağı ayakkabı falan giymemişti ki! Akşamın karanlığında dışarıdan bakılınca ayakkabı sanılsın diye ayaklarını simsiyah bir boyayla boyamıştı sadece. Acayip düzenbaz bir oğlandı…

Mahmut, altı kişilik zar oyunu oynamayı teklif etti. Benim cebimde dört bin vardı. Kasım ne kadar parası olduğunu söylemedi. İki herifte beş binlik vardı. Piyangocu Ziver’in oğlunda da bir tümenlik vardı. Ahmet Hüseyin’de zaten hiç para olmazdı. Az ileride kapalı bir dükkân vardı. O dükkânın önüne gidip oturduk ve zar oyunu oynamak için halka olduk. Önce, kimin başlayacağını belirlemek için bir zar attık. İlk atışı piyangocunun oğlu yapacaktı. Zarı attı. Beş geldi. Sonra sıra Kasım’daydı. Zarı attı, altı geldi. Ziver’in oğlundan bir kıran aldı. Sonra zarı bir daha salladı, ama bu kez olmadı. Zarı Mahmut’a uzattı, ona da dört geldi. Kasım’dan iki kıran aldı, ellerini sevinçle ovuşturdu ve “Allah bereket versin.” dedi.

Böyle böyle ikili gruplar hâlinde zar oyunu oynamaya devam ettik.

Kaldırımda yürüyen şık giyimli iki genç bize doğru yaklaşıyordu osırada. Ahmet Hüseyin hemen onlara doğru koştu ve dilenmeye başladı:

“Bir kıran… Bir kıran beyim… Allah rızası için…”

Adamlardan biri Ahmet Hüseyin’i eliyle ittirdi ve kendinden uzaklaştırdı. Ahmet Hüseyin ise yılmadı, hemen harekete geçip tekrar önlerini kesti:

“Beyim bir kıran… Sadece bir kırancık başka bir şey değil… Allah rızası için…”

Şimdi bizim önümüzden geçiyorlardı. Gençlerden biri Ahmet Hüseyin’i boynundan tuttu ve havaya kaldırdı, sonra da caddeyle kaldırımı birbirinden ayıran demir korkulukların üzerine, karnı üstüne gelecek şekilde astı. Ahmet Hüseyin’i öyle bir asmıştı ki kafası caddeye bakıyor, ayakları ise kaldırım tarafından sarkıyordu. Ahmet Hüseyin kolları ve bacaklarıyla birkaç saniye çırpınıp durdu, sonunda ayaklarını kaldırımın üstüne basabildi ve düzelip ayağa dikildi. Kaldırımın sol tarafından şimdi iki genç kız, ortalarına genç bir oğlanı almış, güle eğlene gelmekteydiler. Kızların üzerinde kısa elbiseleri vardı ve çocuğun iki yanında yürümekteydiler. Ahmet Hüseyin yine hemen atıldı, kızların birine yaklaşıp dilenmeyi sürdürdü:

“Allah rızası için bir kıran verin hanımefendi… Çok açım… Bir kırancık sadece… Allah rızası için… Hanımefendi bir kıran!”

Kız hiç oralı olmadı. Ahmet Hüseyin yalvarmaya devam etti. Kız bu kez çantasına elini attı ve içinden para çıkartıp Ahmet Hüseyin’in avucuna koydu. Ahmet Hüseyin, ağzı kulaklarına varmış bir şekilde yanımıza geldi, “Ben de zar atıyorum.” dedi.

Piyangocu Ziver’in oğlu:

“Paran nerede?”

Ahmet Hüseyin sıkılı avucunu açtı ve parayı gösterdi. Avucunun içinde bir on binlik vardı.

Kasım:

“Yine mi dilencilik yaptın?”

Kasım, Ahmet Hüseyin’i dilencilik ettiği için ayıpladıktan sonra, vurmak için elini kaldırdı. Ama Mahmut ona engel oldu. Ahmet Hüseyin bir şey demedi. Kendisine bir yer buldu halkanın içinde ve oturdu. Ayağa kalktım,

“Ben dilencilerle zar falan atmam.” dedim.

Cebimde kalan para bir kırandan fazla değildi hâlbuki. Baştaki dört binliğimin üç binini oyunda kaybetmiştim. Mahmut da epeyce kaybetmişti,

“Zar oyunu bu kadarlık yeter, biraz da duvar dibi oynayalım.” dedi.

Kasım bana döndü:

“Bu tür laflar edip yine oyunbozanlık ediyorsun!”

Sonra da ortaya sordu:

“Zar atma sırası kimde?”

Kör oğlan:

“Sen kendi kendine oyna. Biz duvar dibi oynayacağız.”

Ziver’in oğlu, Kasım’ı göstererek cevap verdi:

“Bu herifle zar atılmaz ki! Zar nasıl olur da her seferinde beş veya altı gelebilir? Hile var bunda! Başka bir oyun oynayalım.”

Ahmet Hüseyin:

“Olabilir.”

Mahmut:

“Olmaz, duvar dibi oynayalım.”

Cadde yavaş yavaş tenhalaşıyordu. Caddenin karşı tarafındaki mağazalardan birkaç tanesi kapatmıştı bile. Oyuna başlamak için, kaldırımın yol tarafındaki ucundan duvarın dibine doğru, her birimiz birer kıranlık bozukluğu atmaya başlamıştık. Bozukluklar duvarın dibine yığılmaya başlıyordu ki Ahmet Hüseyin’in bağıran sesi duyuldu:

“Polisler geliyor!”

Polis, elinde tuttuğu copuyla birkaç adım ötemizde dikiliyordu. Ben, Ahmet Hüseyin ve tek gözlü oğlanla birlikte topukları yağladık. Mahmut’la Ziver’in oğlu da arkamızdan koşuyorlardı. Kasım, duvarın dibine attığımız paraları toplamak için ağırdan alınca polise enselendi. Polis copu vurunca, Kasım çığlığı bastı ve o da hemen topukladı. Polis onun arkasından bağırıyordu bize:

“Ulan kumarbaz aylaklar! Sizin eviniz aileniz yok mu? Ananız babanız yok mu ulan!”

Sonra da eğilip, duvar dibindeki bizim bir kıranlıkları topladı ve savuşup gitti.

Kaçarken dört yol ağzını geçtiğimde, bir de bakmışım ki tek başıma kalmışım. Cadde üzerindeki kebapçı kapatmıştı dükkânı. Geç kalmıştım. Her akşam, kebapçının çırağı dükkânın kepenklerini yarıya indirirken, tam burada buluşurduk babamla. Caddelerden ve yol ağızlarından hızlı hızlı yürüyüp geçtim, bir yandan da kendi kendime,

“Babam şimdi uyuyakalmış olmalı, keşke oturup bekleseydi beni burada… Şimdi kesin uyuyakalmıştır.” diye düşünüyordum. Bir süre sonra, etrafı seyredip yürürken yine düşünceler aklıma hücum ediyordu:

“Peki ya oyuncakçı dükkânı? O da kapatmıştır artık. Hem gecenin bu saatinde kim gider de oyuncak alır ki? Muhtemelen, mağazanın önünde beni bekleyen oyuncak deveyi de dükkânın içine sürmüşler, kapıyı da üstüne kapatmışlardır. Keşke mümkün olsaydı da şimdi devemle birkaç kelime konuşabilseydim. Allah vere de dün akşam sözleştiğimiz şeyi unutmasa bari… Ya yanıma gelmezse? Yok, olmaz. Muhakkak gelecektir. Daha dün akşam demişti, yarın akşam yanına gelip seni sırtıma bindireceğim ve birlikte tüm Tahran’ı gezeceğiz, diye. Deveye binmek de ne büyük keyiftir şimdi ha!”

Tam o anda, birden acı bir fren sesiyle irkildim, havaya uçuverdim, öbür tarafa yolcu olduğumu düşünmeye bile başladım bir an. Yere düştüğümde anladım ki caddenin ortasında bir araba bana çarpmıştı, ama bir yerime bir şey olmuş da değildi. Ayağa kalkıp üstümü başımı çırpacaktım ki arabadan bir baş uzandı ve bana doğru bağırmaya başladı:

“Çekil git arabanın önünden be! Ne diye dikiliyorsun orada hâlâ?”

Bu ses beni birden kendime getirdi. Arabanın direksiyonunda oturan, süslü püslü yaşlıca bir kadındı. Hemen yanında da iri yarı bir köpek vardı, asık suratıyla dışarıyı izliyordu. Boynundaki tasması ışıl ışıl parıldıyordu. O sırada kendi durumumu ve ne yapmam gerektiğini hızla zihnimden geçiriyordum. Eğer hemen şimdi bir şey yapmayacak olursam, örneğin kalkıp arabanın camını falan kırmayacaksam, daha sonra sinirlenmem biraz yapmacık olacaktı ve yerimden kalkabilmem daha da güçleşecekti.

Yaşlı kadın bir iki sefer daha kornaya bastı ve bana bağırmaya devam etti:

“Kör müsün be çocuk! Kalk git arabanın önünden!”

Hemen yanı başımızdan bir iki araba geçip gitti. Yaşlı kadın, pencereden kafasını sarkıtıp yine ileri geri konuşmaya hazırlanıyordu. Ona fırsat vermeden kalkıp, suratına ağız dolusu bir tükürük yapıştırdım, birkaç tane de okkalı küfür salladım ve hızla oradan uzaklaştım.

Bir süre bu şekilde gittikten sonra, kepenkleri kapatılmış bir mağazanın önünde oturdum. Kalbim güm güm atıyordu. Kepenklerin üzerinde delikler ve boşluklar vardı. O deliklerden bakınca, mağazanın içerisi ışıl ışıl aydınlık görünüyordu. Vitrin camlarının ardına çeşit çeşit ayakkabıları dizmişlerdi. Babam bir keresinde, bizim on günlük kazancımızla dahi bu ayakkabılardan bir çift almaya gücümüzün yetmeyeceğini söylemişti.

Başımı kapıya dayadım, ayaklarımı da ileriye uzattım. El bileğimdeki ağrı henüz geçmemişti. Ne kadar acıktığım aklıma geldi birden. Babam bir kenara benim için yiyecek bir şeyler ayırmadıysa, bu gece de aç karnına uyuyacaktım mecburen.

Sonra, devemin bu gece yanıma geleceği ve beni sırtına bindirip şehri gezdireceği geldi aklıma. Yerimden hemen kalktım ve yola düştüm. Oyuncakçı dükkânı kapalıydı, ama demir kapının ardından oyuncakların sesleri duyuluyordu. Yük treni çuf çuf çuf sesleri arasında yol alıyordu. İrice bir kara horoz, sanki mermileri peş peşe gönderecekmiş gibi bir tüfeğin arkasına geçip oturmuş, etrafındaki güzelim oyuncakları korkutuyordu. Maymunlar bir köşeden diğerine atlayıp zıplarken, bazen devenin kuyruğuna yapışıyor, öfkelenen deve de onları azarlıyordu. Eşek uzun kulaklarını oynatıp anırıyor, civcivlerle oyuncak bebekleri sırtına bindirip sağa sola götürüp getiriyordu. Deve, duvar saatinin tik tak seslerine kulak kabartmıştı, sanki birisiyle randevusu vardı da vaktin gelmesini bekliyor gibiydi. Uçaklarla helikopterler havada tur atıyor, kaplumbağalar kabuklarının içinde uyukluyordu. Köpekler yavrularını emziriyor, kediler sepetin altından yumurta yürütüyordu. Tavşanlar avcıdan ürkmüş, şaşkın şaşkın çevrelerine bakınıyordu. Siyah ve irice bir maymun, her zaman vitrinin arkasında duran mızıkamı kalın dudaklarının arasına almış, kulağa hoş gelen sesler çıkarmakla meşguldü. Otobüslerle minibüsler, diğer oyuncakları sağa sola taşıyıp, gezdiriyordu. Tanklar, toplar, tabancalar ve otomatik tüfekler durmadan bir yerlere ateş ediyordu. Tavşan yavrusu eline iri bir havuç almış, kulaklarına kadar açılmış ağzına götürmek üzereydi.

bannerbanner