Читать книгу Devlet ( Платон) онлайн бесплатно на Bookz (9-ая страница книги)
bannerbanner
Devlet
Devlet
Оценить:
Devlet

3

Полная версия:

Devlet

Sokrates gibi biz de filozofun becerilerini yeniden özetleyebiliriz. O zamanın ve ülkenin ufkundan öteye ulaştığı görülen dilde filozof, “bütün zamanın ve varlığın izleyicisi” olarak tanımlanır. Doğanın en asil hediyelerine sahiptir ve onları en iyi şekilde kullanır. Bütün arzuları, gerçeklik sevgisi olan bilgelik sevgisinde gömülüdür. Güzel bir ruhun hiçbir inceliği onda eksik değildir. Ölümden korkmaz ve insan hayatı hakkında çok düşünmez. Modern zamanların örneği, eskinin basitliğini neredeyse hiç elinde tutmaz. Yunanların simgesi olmuş gerçek ve hatada aynı orijinallik yoktur. Filozof artık görülmeyende yaşamaz, insan ırkını cahilliğe ikna etmek için bir kâhin tarafından gönderilmemiştir, bilgiyi iyi düşüncesine doğru tırmanarak giden basamaklar olarak görmez. Arayış hırsı hafiflemiştir. Artık daha fazla iş bölümü, insan ve doğa üzerine bir bütün olarak daha az kapsamlı düşünce vardır. Daha fazla kesin gözlem, daha az sezgi ve ilham vardır. Hâlâ bilginin değişikliğe uğramış koşullarında, paralellik tamamen kaybedilmemiştir ve Platon’un fikrini kendi zamanımızın dilimize çevirmede bir fayda olabilir. Modern zamanlarda filozof zihnini doğanın kanunlarının sırasıyla ve bağlantısıyla düzelten kişidir, doğanın ufak parçaları ya da görüntüleri ile değil. Münakaşa ile değil tarih ile. Herkes tarafından değil birkaçı tarafından kabul edilen doğrularla. “Doğaya göre tasnif etme”nin önemini kavramıştır ve “Bilimin dallarını onları kırmadan ayıracaktır.” (Phaedr.) Doğrunun, küçük ya da büyük olsa leke sürecek bir parçası yoktur ve farkına varacağı şeyler en azından en büyüktür. (Parmen.) Eski filozof gibi o da dünyayı mukayese ile kaplanmış görür fakat başka durumlarda binlerce örnek hiçbir anlam ifade etmezken “niçin bazı durumlarda anlam çıkarmak için tek bir örneğin yeterli olduğunu” (Mill’in Mantığı) söyleyebilir. Bilginin yalnızca bir kısmıyla ilgilenir çünkü hayattaki tek bir zihin için bilginin bütünü çok geniştir. Bilimin bölünmesi ve insan zihniyle bağlantıları ile ilgili, geçmiştekilerden daha net bir fikri vardır. Platon gibi o da felsefeye girişin basit matematik çalışarak değil, birçok çağda birçok zihnin çalışma sonucu nihayet elde ettiği bilginin bütünlüğü fikrine sahiptir. Matematiksel çalışmaların neredeyse diğer hepsinin başlangıcı olduğunun farkındadır; aynı zamanda bütün bilgi çeşitliliğini matematiğin çeşitlerine indirgemezdi. Onsuz, muhteşemliğinin yarısını kaybetmediği soylu bir karakteri olmalı. Dünyayı sınırsızlık içinde bir nokta ve her bireyi sonsuz bir varlık zincirinde bir bağlantı olarak sayarak kendi hayatı hakkında ne çok düşünecek ne de ölümden korkacaktı.

Adeimantos, Sokratik soruşturmanın ilk olarak şekline karşı çıkar ve Platon’un kendi yöntemindeki eksikliğin farkında olduğunu gösterir. Ona modern bir mantıkçı tarafından yöneltilebilecek bir suçlamayı kendisi kendisine çevirir: Yanıtı söyletebiliyor çünkü nasıl sorulacağını biliyor. Uzun bir tartışmada sözcükler anlamlarını hafifçe değiştirmeye meyillidirler ya da öncüller önceden tahmin edilebilir, sonuçlara aşırı kesinlikle veya genellikle varılabilir. Her aşamadaki değişim gözlenemeyebilir ama sonunda ayrılma oldukça çok olur. Böylece aritmetik ve cebirsel formülleri mantığa uygulama denemeleri başarısız olur. Eksiklik ya da dilin daha üst ve esnek yapısı, kelimelerin, sayıların ve sembollerin hassasiyetini bulundurmasına izin vermez. Ve dildeki bu özellik birçok adıma sahip bir tartışmanın gücünü zayıflatır.

Karşı çıkış, Sokrates bu örnekte uygun bir şekilde karşılamış olsa da Sokratik soruşturmaya derin bir düşünce anlamı taşıyabilir. Ve burada, diğer her yerde olduğu gibi Platon, Sokrates’in olumsuz ve sorgulayıcı yönteminin, sonraki diyaloglarda örnekleri verilen, olumlu ve yapıcı bir taneyle değişme zamanının geldiğini ima ediyor görünür. Adeimantos daha sonra, ideal olanın tamamen gerçeklerle uyumsuz olduğunu iddia eder çünkü tecrübe, filozofların ya faydasız ya dolandırıcı olduğunu ispatlar. Bütün beklentinin tersine Sokrates bunun doğruluğunu kabul etmede tereddüt etmez ve alegorideki garipliği açıklar; ilk başta tipik olarak kendi özgün güçlerini küçümsemesi. Bu alegoride halk profesyonel siyasetçilerden ayrılmıştır ve onlara, başka bir yerde olduğu gibi, “fark etmede pek çabuk olamayan onurlu kaptan” görüntüsü altındaki kınamadan ziyade bir acıma tınısıyla konuşulur.

Filozofların faydasızlığı, insan ırkının onları kullanmayacağı durumuyla açıklanır. Dünya bütün devirlerde aşağılama ve fikirden başka silah bilmeyip onu kullananların korkusu arasında bölünmüştür. Sahte filozofla ilgili olarak Sokrates, en iyisinin bozulma ihtimali olduğunu ve ince ruhlu olanların oranın yabancısıymış gibi davranılacağını savunur. Bizler de bir kuruluşun zayıflığından kaynaklanan bazı üstünlükler olduğunu gözlemliyoruz, şiirsel ve yaratıcı huyla ilgili açıkça doğru olduğu ve bu yüzden yalnızca belirli atmosferlerde nefes alıp yaşayabildiği için. Dâhi adamın daha büyük acıları ve daha büyük zevkleri, daha büyük güçleri, daha büyük zayıflıkları olur ve sıklıkla sıradan insandan daha eğlenceli bir karakter olur. Özelliğin kılık değiştirmesi veya onlar olmadanki aldırışsızlığı, kişisel düşmanlığın felsefe ve vatanseverlik dilindeki maskesini tahmin edebilir. Herkesin düşündüğü kelimeyi söyleyebilir, akılsızlıklara ve ahbaplarının zayıflıklarına berbat bir sezgisi vardır. Bir Alkibiadis, bir Mirabeau veya bir Birinci Napolyon, hem devletlerdeki büyük kötülüklerin hem de “o yola çekilirlerse büyük iyiliklerin” yazarları olmak için doğmuşlardır.

Yine de “corruptio optimi pessima”13 tezi genel olarak ya da bozulmuş üstünlüğe dikkat çekmeden devam ettirilemez. Bir özelliğe doğru bozulan yabancı koşulları bir başka kültürün ögeleri olabilir. Genel olarak bir insan en yüksek gelişime ona uygun bir devlette, ailede, arkadaşlarla ve çalışma arkadaşlarıyla ulaşır. Fakat aynı zamanda bazen olumsuz koşullardan etkilenir, bu koşullar o kadar etkilidir ki insan onlara karşı ayaklanır ve onları düzeltir. Ve diyelim ki yoldan çıkmış bir kilise ya da halk devletinde daha güçsüz ya da kaba saba karakterler kötünün içindeki iyiyi çıkarırken kötünün devam etmesine izin vererek mutlu mesut yaşıyor ve zayıf veya güçlü özellikler çevreleyen etkiler tarafından bozuluyor. Kendilerindeki ve devirlerindeki tuhaflıklardan dolayı sırasıyla insanlardan kaçan biri ve hayırsever biri olabilir, birkaç örnekte manastırsal düzenlerin kurucuları ya da Reformcular gibi olabilir, dünyadan ve kiliseden tamamen kopup bazen iyiye, bazen kötüye, bazen ikisine de kaçabilirler. Ve aynı durum daha küçük katmanlarda da geçerlidir; manastır, okul, aile.

Platon bize en iyi yaradılışlara toplum fikriyle ne kadar kolayca boyun eğdirildiğini ve insan ırkının kalanının onlara hâkim olmak için nasıl bir çaba göstereceğini gösterir. Dünya, kilise, kendi meslekleri, siyasi ya da partisel kuruluşlar onları her zaman zorla götürüp üstün, kutsal adları kendi yargılarına ve çıkarlarına uygulamalarını öğretir. Ait oldukları “canavar” kurumu doğruyu ve gerçeği, halkın eğlencesi olsun diye yargılar. Birey, kendi sırasıyla onlardan biri olur ya da eğer onlara karşı koyarsa dünya ona çok gelir ve eninde sonunda ondan intikam alırlar. Bu, belki de bir tarafıdır, eski ve modern zamanlarda deyişler ile insan ırkının uygulamalarının birlikte bir mecliste oturan tamamen asılsız bir resmi değildir.

Daha yüksek yaradılışlar siyasetçiler tarafından bozulurken daha düşük olanlar felsefenin yerine kalan boşluğu ele geçirirler. Bu argümanın, Platon’un deyişiyle “kendini peçe ile örttüğü” ve ara ara düşüp yeniden takıldığı devamlı görüntülerden biriyle tarif edilebilir. Soru sorulur: Neden devletin vatandaşları felsefeye bu kadar düşmandır? Cevap, onu tanımamalarıdır. Çoğunluğun her zaman daha iyi bir aklı vardır. Eğer öğretilseydi öğrenirlerdi. Fakat şimdiye kadar felsefenin yalnızca geleneksel taklidini bildiler; içinde düşünceler olmayan sözler, içinde hiç yaşam olmayan sistemler. Güzellik, özgürlük sözleri söyleyen ilahi bir insanı, ebedî olanla arkadaşlıkta bulunan insanın bir dostunu ve devleti bu çerçeveye sokmaya çalışmayı hiçbir zaman bilmediler. İnsan ırkı yığınıyla ilgili aynı çifte duygular insanlar arasında hep var oldu. İlk düşünce insanların gerçek ve doğruyla düşman olmasıdır. İkincisi bunun sadece tesadüfi bir hatayla, kafa karışıklığıyla ortaya çıkması ve aslında onları öğrenmek için eğitim almışlarsa onları sevenlerden nefret etmedikleridir.

Altıncı kitabın son kısmında üç soru üzerinde durulmuştur: İlki, dördüncü kitaptaki kusurlu ve kısa yöntemle karşılaştırılan uzun ve dolambaçlı yolun özellikleri; ikincisi, devletin kutsal düzeni ya da fikri; üçüncü, bilginin bölümlerinin birbiriyle ve ruhun denk düşen becerileriyle ilişkisi:

1. Platon’un daha ileri bilgi yöntemine yalnızca kısa bir bakış atmış bulunduk. Ne burada ne Phaidros’ta veya Sempozyum’da ne de Philebus ya da Sofist’te ne demek istediğiyle ilgili net bir açıklama yapar. Muhtemelen yöntemini, bütünden parçalara varan ve düzenli adımlarla evrensel bilgi sistemine ilerlediği şeklinde açıklardı. Bu ideal mantığı kendisi, adalet arayışında veya ruhun parçalarını incelerken kullanmamıştır. Burada, Aristo’nun Nikomakhos’a Etik’te yaptığı gibi, deneyim ve dilin genel kullanımı üzerine tartışır. Fakat altıncı kitabın sonunda, bütün fikirlerin yalnızca fikirlerin adımları, aşamaları veya kritik anlar, kendine yeten ve bağlantılı bir bütün yapan ve gerçeği tutarlılıkla sınayan başka ve daha kusursuz bir yöntemden bahseder. Süreci bize detaylarıyla anlatmaz. Hem eski hem modern zamanlardaki diğer bazı düşünürler gibi onun zihni de varlığını fark etmediği bir boşlukla doludur. Varlıklarından bile anca söz edilebilirken bir devirdeki bilimlerin doğal bir düzeni ve bir irtibatı olduğunu varsaymaktadır. Ona başlamadan bile “düşünsel dünyanın sonu”na doğru acele etmektedir.

Modern zamanlarda bilgi edinme sürecinin mutlak bilgi tasarısıyla karıştırıldığının hatırlatılmasına gerek duymayız. Bütün bilimlerde önsel ve sonsal gerçekler çeşitli oranlarda birbirine karışmaktadır. Önsel kısım, insanların evrensel deneyimlerinin büyük kısmından ya da onlar tarafından evrensel olarak kabul edilenden türemiştir. Sonsal olan ise daha genel prensipler etrafında gelişir ve onlarla birlikte algılanamaz olur. Ama Platon, sentezin analizden ayrılabileceğini ve bilim yönteminin bilimi öngörebileceğini düşünerek hata yapar. Önsel bilginin böyle bir görüntüsünü eğlendirmede yeteri kadar makuldür ya da en azından söylemek istediği şey Descartes, Kant, Hegel ve hatta Bacon’ın kendisinin benzer girişimleriyle modern felsefede yeterince açıklanmıştır. İnsanı ve doğayı ilgilendiren öngörüleri, kehanetleri ya da gerçeklerin kehanet gibi işaretleri, eski felsefeye, hipotezlerin modern tümevarımsal bilimde kaldığı aynı bağlantıda bulunuyor gibi görünür. Bu “gerçek tahminleri” rastgele yapılmamıştır. Benzerliklerin yüzeysel etkilerinden ve dünya ile cennetin yayılmasını inceleyen Yunan dâhilerinin uzaktan fark ediyor göründükleri doğanın ilk prensiplerinden çıkmıştır. Eğer felsefe tecrübelerin sonucuna kesin suretle hapsolmuş olsaydı, ne eski zamanlarda bilginin hareketsiz durması gerektiğini ne de insan zihninin düşünce araçlarından mahrum olduğunu savunabilirdik.

2. Platon, tabletin üstü boşaltıldığında sanatçının ideal devletle dolduracağını sanıyor. Bu, cennette var olan bir düzen mi ya da mükemmel gözle bakış atılması gereken bir boşluk mu? Cevap şudur: Bu şekildeki idealler kısmen belirli özelliklerin ihmaliyle kısmen deneyimin sağladığı biçimi kusursuzlaştıran hayal gücü ile şekillendirilir. (Phaedo) Platon bu idealleri başka bir dünyaya aitmiş gibi yansıtır ve modern zamanlarda bu fikir devam ediyor gibi diğer zamanlarda sanatçının eli ile iş birliği yapıyor gibi görünür. Bilimde ve yaratıcı sanatta olduğu gibi yanaşık ve analitik yöntem vardır. Bir insan bir işe başlamadan önce bütün aklına gelecektir; başka birinde de zihnin ve elin süreçleri eş zamanlı olacaktır.

3. Platon’un bilgi bölümlerininin başlangıçta, bütün Sokrates öncesi felsefeyi kaplayan mantığa uygun ve düşünsel olanın temel antitezine dayalı olduğunu görmek zor değildir. Bu antitez aynı zamanda kalıcı ve geçici olanın, evrensel ile özelin zıtlığını da içerir. Fakat onun yaşadığı felsefe dönemi daha ileri bir ayrım gerektiriyor gibi görünüyordu. Sayılar ve şekiller fikirlerden ayrılmaya başlıyordu. Dünya artık adaleti bir küp olarak görmüyor ve kusursuz olmasa da duyuların soyut terimlerinin zihninkilerden ayrı olduğunu görmeyi öğreniyordu. Eleacı varlık veya öz ile fenomenlerin gölgeleri arasında, Pisagorcu sayı prensibi kendine bir yer buldu ve Aristo’nun belirttiğine göre, birinden diğerine iletimde bulunan bir araçtı. Böylece Platon, felsefe şemasına girmemiş üçüncü bir terim sunmak durumunda kaldı. Eğitimde matematik kullanımını gözlemlemişti; imgeseller için en iyi hazırlıktı. (Metaph) Çünkü metafizik ve ahlak felsefesinin matematik ile hiç akrabalığı yoktu. Sayı ve şekil, zaman ve mekânın soyut kavramlarıdır, saf düşünsel düşüncelerin ifadeleri değil. Metafordan çıkarıldığında, düz bir çizgi veya bir karenin adalet ve gerçek ile eğri büğrü bir çizgiden daha fazla işi kalmaz. Sembolik birlik gerçeğiyle karıştırılmıştır ve bu yüzden daha sonra üç tane daha Platonsal oran bölümü ortaya atılmıştır.

Serilerin, başka bir yerde sözü geçmeyen ve sistemin başka hiçbir parçasına atıfı bulunmayan ilk terimlerine nasıl vardığını anlamakta biraz daha güçlük vardır. Gölgelerin nesnelerle ilişkisi de sayıların fikirlere olan bağlantısına denk düşmez. Muhtemelen, alt katmanın iki bölümünde de algılanan terimleri, eşit şekilde duyuların terimleri olmalarına rağmen, üç nesne yerine dört yapmak için benzetim sevgisi (Timaeus) Platon’a yol göstermiştir. Aynı zamanda, huyu olduğu için, yedinci kitabın başında görüntülerin gölgelerine, onuncu kitaptaki taklidin taklidine hazırlık yapıyordur. Çizgi birlikten sonsuzluğa erişiyor ve önce iki eşit olmayan parçaya, sonrasında iki parçaya daha bölünmüş kabul edilebilir. Her alt katman devamındakinin çoğalmasıdır. Dört özelliğimizde ise, alt bölümdeki inanç, gölgeler (Yunan) düşüncesinin belirsizliği ile anlayışın (Yunan) ve mantığın (Yunan) yüksek kesinliğine eşit miktarda zıt, orta bir konuma sahiptir. (cp. inanç veya iman kelimesinin kullanımı için (Yunan), Timaeus)

Anlayış ile zihin veya mantık (Yunan) arasındaki fark, bilgiyi parçalar hâlinde ve bütün hâlinde edinme arasındaki farka paraleldir. Gerçek bilgi bir bütündür ve hareketsiz hâldedir. Tutarlılık ve evrensellik de gerçeğin deneyidir. Bütünün bu kendini belli eden bilgisi ile zihin becerileri uyumlu olmak durumundadır. Fakat tam olmayan ve sürekli hareket hâlinde olan bir anlayış bilgisi vardır çünkü küçük fikirlerde duramaz. Bu fikirlere hem görüntüler hem hipotezler denmiştir. Görüntü denmiştir çünkü duyu ile giyinmişlerdir. Hipotez denmiştir çünkü iyi düşüncesi ile ilgisi olana kadar yalnızca tahmindirler.

Paragrafın genel anlamı; “Öyleyse asil, görüşü birleştiren bağdır… Ve bu türden anlaşılır olarak bahsedeceğim…” bir dereceye kadar içinde bulunan düşüncenin modern felsefe terimlerine çevrilmesini kabul ettiğidir. Şu şekilde tanımlanabilir ya da açıklanabilir: Bir gerçek vardır, tektir ve kendi kendine vardır. Ona bir merdiven yardımıyla insan zekâsı erişebilir. Bu birlik cennetteki güneş gibidir, her şeyi gösteren ışık, her şeyin yaratıldığı ve sürdürüldüğü varlık. İşte bu, iyi “idea”sıdır. Ve merdivenin en yükseğe ya da evrensel varlığa çıkan basamakları matematiksel bilimlerdir ki onlar aynı zamanda evrensel olandan da bir parça bulundururlar. Bunları da iyi ideasıyla birleştirdiğimiz bir şekilde görürüz. Daha sonra hipotez ve görüntü olmayı bırakırlar ve bir zamanlar onların ilk ilkesi ve son nedeni olan yüksek gerçeğin bir parçası oluverirler.

Bu dikkate değer paragrafa daha kesin bir anlam yükleyemeyiz fakat onda düşüncenin bazı bizimle ve Platon’la ortak olan ön bilgileri veya işaretlerini görebiliriz. Mesela; (1) Platon’un zamanında ayrılmamış oldukları için bilimlerin ya da bilimin, birlikleri ve ilintileri; (2) ilahi gücün, veya yaşamın, mantığın, henüz düşünülmemiş veya artık Timaeus’ta veya başka yerde insan formunda olmayan varlığı; (3) matematiksel bilimlerin hipotetik ve koşullu karakterinin her bilimde, diğerlerinden ayrıldığında belirli bir ölçüde tanınması; (4) görünen dünyadan ziyade ancak düşünsel olana yayılan doğanın kanunu olmasına rağmen, bir gerçeğin görünmez ve bir yasaya dayanan kanısı.

Sokrates’in yöntemi duraksamalı ve deneyseldir. İyi ideasının ve diyalektiğin doğasının daha içi dolu bir açıklaması bizi yedinci kitapta bekler. Glaukon’un kusursuz olmayan zekâsı ve Sokrates’in başlangıç yapmaya gönülsüzlüğü, konunun zorluğunu belirtmektedir. Theages’in dizginine ve iç kâhine veya Sokrates’in şeytani işaretine, Platon’da hep olduğu gibi yapılan dokundurma yalnızca engelleyicidir. Var olan kötü dünya devletindeki iyi kalıntılarının kurtuluşunun yalnızca Tanrı’ya bağlı olduğu görüşü, varlığın onuncu kitapta (Ve orada Sokrates’in tartışmaları ve öğrencileri devam eder.) Glaukon’un bilmediği gelecekteki bir durumuna atıf, cevaplardaki şaşkınlık, Sokrates’in bir filozofun durumunu yalnızca bir mecazda betimleyebileceği numarası yaptığı tuhaf alay, Sofistlerin her şeye rağmen tek temsilciler olduğu ve halkın fikrinin liderleri olmadığının orijinal gözlemi, bir duvarın altında sağanaktan saklanan filozof görüntüsü, onu tanısalardı filozofu reddetmeyecek sıradan insanlara olan iyi niyetin ifadesiyle devam eden “büyük canavar” resmi, en üst gerçeklerin en üst kusursuzluğu gerektirdiğinin “asil ve doğru düşüncesi”, herkesçe bilinen iyi ideası konusuna dönerken Sokrates’in duraksaması, Glaukon’un gülünç içtenliği, felsefe ile altındaki biriyle evlenen terk edilmiş bir bakirenin kıyaslanması… Bütün bunlar altıncı kitabın en ilgi çekici kısımlarıdır.

Yine de Sokratik halkada sık sık tartışılan, Glaukon ve Adeimantos’un hevesle, mümkünse daha net bir fikrinin olacağı eski temaya başka sözler de eklenebilir. Onlar gibi biz de iyi düşüncesinin yalnızca bir matematik öğrencisine ifşa edilebileceğini öğrendiğimize memnun olmadık. Ne bizim ne onların herhangi bir tatmin edici amaca yönlendirildiğini düşünmeye karşı istekliydik. Çünkü nicelik farkının nitelik farkına karışamayacağını ve her ne kadar bazı zamanlar onların sembollerini ve ifadelerini sağlasalar, zihni soyut kavram ve kendi kendine konsantre alışkanlıklarına eğitseler de matematiksel bilimlerin bizim üst düşüncelerimize ulaşacak kadar yükselemeyeceklerini öğrendik. Eski bir filozofa doğal gelen bir ilüzyon bize de bir ilüzyon olmadı. Ama bizi iyi ideasına ulaştırması beklenen süreç gerçekten hayaliyse ideanın kendisi de yalnızca soyut bir fikir olmaz mı? Öncelikle şunu belirtiyoruz ki bütün çağlarda, özellikle ilkel felsefede olmak, öz, birlik, iyi gibi kelimeler insanların zihinlerinde olağanüstü etkiler bırakırdı. İçeriklerinin zayıflığı veya olumsuzluğu güçleriyle ters orantılıydı. Bütün varlıkların anlaşıldığı formlar oldular. İnsan ruhunda onların tatmin ettiği bir ihtiyaç veya içgüdü vardı. İdea değil tanrılardı ve bu yeni mitolojiye sonraki nesillerdeki insanlar eski tanrıların güçlerini ve ilişkilerini atadılar.

İyi ideası, eski mitolojinin yerini almaya başlayan kutsal sözcük veya düşünce biçimlerinden biridir. Bütün zamanın ve varlığın birleştiği birlik anlamına geliyordu. Bütün varlıkların gerçeğiydi ve içinde parladıkları ışıktı. Zihinlere insan ve ilahi açık gelmeye başladı. Bütün varlıkların sebebiydi. Onların var olduğu güçtü. İnsan kişiliğinden alınan evrensel mantıktı. Hem yaşam hem de dünyanın ışığıydı, bütün bilgi ve güç onun içindeydi. Ona giden yol matematiksel bilimler aracılığıylaydı ve bunlar da ona bağımlıydı. Onu yapanın Tanrı olduğunu ya da Tanrı tarafından yapılıp yapılmadığını sormak, Tanrı’nın Tanrıça’dan ayrı ya da Tanrıça’nın Tanrı’dan ayrı olup olmadığını sormak gibi olurdu. Timaeus’un tanrısı iyi ideasından çok farklı değildi. Aynı şeyin yalnızca kişisel ve kişisel olmayan, eril ve nötr, biri mitoloji diliyle ve diğeri felsefe diliyle ifade edilen iki farklı yönüydüler.

Bu veya buna benzer şeyler iyi ideasının Platon tarafından algılanan anlamıdır. Sayıların, düzenin, uyumun, gelişimin idealarının da buna dâhil olduğu söylenebilir. Biraz önceki yorum Platon’un kendi sözlerinden öteye gider. Belki de felsefenin ne yaptığından çok amacının ne olduğunu anlamamıza yarayan bir aşamasına geldik. Karanlıkta ve uzakta gördüğümüz şeyi idrak etmeye başlıyoruz. Ama eğer bu ya da aynı tür ama daha ileri bir şeyin onun hedeflediği gerçek, gidermeye çalıştığı ihtiyaç olduğu ona söylenebilseydi, düşüncelerinde fark ettiğinden fazlasının gizli olduğunu sevinçle anlardı. Sözleri az ve de üslubu da az konuşan biri gibi belirsiz olduğu için onu yorumlayan kişininki de öyle olmalıdır. Onun kastettiği şeylere onları daha fazla tanımlamaya uğraşmamalıyız. Onun, modern düşünceye çevirisini yaparken eski felsefenin ruhunu bilinçsizce kaybedebiliriz. Platon’un iyi ideasından gerçeğin ve varoluşun ilk prensibi olarak bahsetmesine rağmen bu kısım hariç yazılarının hiçbir yerinde bahsedilmemiş olması tuhaftır. Sonraki nesillerde öğrencilerinin zihinlerinde de hiç yer edinmemiş olması ve bunun onlara anlaşılmaz gelmesi de aynı şekildedir. Ve de onlarda Aristo’dan bahsedilirken hiç buraya ya da hâlâ var olan diğer yazılarına atıfta bulunulmamış olması da aynı şekildedir.

YEDİNCİ KİTAP

Ve şimdi bir şekil ile tabiatımızın aydınlanmasını ya da cahilliğini anlatacağım: İnsanların ağzı ışığa bakan bir yer altı mağarasında yaşadığını hayal edin. Çocukluklarından beri göğüsleri ve bacakları zincirli şekilde oradaydılar ve yalnızca mağaranın içini görebilmekteydiler. Uzakta bir ateş var, ateş ile mahkûmlar arasında yükseltilmiş bir yol ve yol boyunca düşük bir duvar bulunmakta, kuklacıların kukla oynattıkları bir ekran gibi. Duvarın arkasında, ellerinde çeşitli sanat eserleri tutan ve içlerinde insan ve hayvan figürleri, ahşap ve taş olan hareket eden şekiller görünüyor ve geçenlerin bazıları konuşurken bazıları sessiz kalıyor. “İlginç bir hikâye ve ilginç tutsaklar.” dedi. Onlar biziz ve yalnızca mağaranın duvarına vuran gölgeleri görebiliyorlar. Onlara isimler veriyorlar ve duvardan gelen yankıyı da eklersek oradan geçenlerin sesleri sanki gölgelerden geliyormuş gibi hissettiriyor. Aniden onları tersine döndürüp kendilerine görüntülerde acı ve kederle bakmalarını sağlarsanız bunun gerçek olduğuna inanırlar mı? Gözleri kamaşır ve gözlerini kırpmadan seyredebildikleri bir şeye vuran ışıktan uzaklaşmaya çalışmazlar mı? Ve dahası, aşırı ve zorlu bir rampa ile güneşin olduğu yere çıkarılsalar, gözleri ışığın fazla gelmesiyle görüşleri kapkaranlık olmaz mı? Algılamaya başlamaları için biraz zaman geçmesi gerekir ve ilk başta yalnızca gölgeleri ve sudaki yansımaları, sonra ay ile yıldızları ve bulundukları yeri tamamen ve olduğu gibi algılayabileceklerdir. Hepsi şu sonuca varır: Bu bize yılı ve mevsimleri veren kişidir ve gördüğümüz her şeyin yaratıcısıdır. Karanlıktan aydınlığa geçince nasıl da sevindiler! Mağaradaki saygınlık ve şan onlara ne kadar değersiz görünür! Şimdi bir de şunu düşünün, eski alışkanlıklarına geri gidiyorlar. Artık o yer altı mağarasında arkadaşları ile aynı şeyleri görmezler ve duvardaki gölgelerin büyüklüğü hakkında onlarla baş edemezler. Güneşe çıkıp gözlerini kaybeden insanlarla ilgili bir sürü şaka yapılır ve özgürleşip birilerini de aydınlatmaya çalışan birini yakalarlarsa onu idam ederler. Şimdi mağara görüntüler dünyası, ateş güneş, yukarı çıkan yol da bilginin yolu. Bilginin dünyasında iyi ideası en son ve güçlükle görülen şeydir ama görülen şey iyinin ve gerçeğin yaratıcısı, bu dünyadaki ışığın sahibi ve gerçek ile anlayışı da diğeri olduğu anlamına gelirse şad eden görüntüye erişen kişi her zaman yukarı ilerliyordur. Yasaların mahkemelerinin ve siyasal birliklerin seviyesine inmez çünkü gözleri gölgeler ve görüntülerin içindeki gerçek anlamı görmeye alışmıştır. Hayatında hiç gölge ile özün ilişkisini anlamamış kimselerin düşüncelerine giremez. Fakat körlüğün iki türü vardır ve karanlıktan ışığa çıkınca veya ışıktan karanlığa geçince olabilir. Algılaması kuvvetli biri bunların ayrımını yapabilir ve ikisine de eşit şekilde gülmez fakat ışık fazlalığından kaynaklanan körlüğü kutsal sayar, diğerine acır. Ya da güneşe bakan kafası karışık ruha gülerse yukarıdan gelenlere gülen mağara halkından daha fazla gülecek şeyi olur. Kısa hikâyemizden çıkarılabilecek başka bir ders daha vardır. Bazı kimseler eğitimin kör birine gözler vermek gibi olduğunu sanar ama biz görme becerisinin hep orada olduğunu ve yalnızca ruhun ışığa döndürülmesi gerektiğini söylüyoruz. Bu dönüşümdür, diğer beceriler neredeyse bedensel alışkanlıklar gibidir ve aynı şekilde edinilebilir ama zekânın daha ilahi bir yaşamı vardır ve ona gösterilene göre iyiye ya da kötüye döndüğü için dayanıklıdır. Akıllı bir hilekârın gözlerinin arasından dışarı baktığını ve daha fazla şey gördükçe daha fazla kötülük yaptığını görmediniz mi? Şimdi, eğer böyle birini alır ve dünyadaki ruhuna ağırlık yapan zevk ve arzuların ağırlıklarını kesip çıkarırsanız zekâsını çevirmiş olacaksınız ve gerçeği, şu an fark ettiği aşağılık hedefleri kadar dikkatle gözlemleyecektir. Yöneticilerimizin sabit kuralları olmasın diye eğitimsiz mi yoksa dünyevi işler için kendi yeryüzü cennetlerini bırakmasınlar diye fazla eğitimli mi olmaları gerektiğine henüz karar vermedik. Bu şekilde, ışığa ve iyinin bilgisine yükselmeye en meyilli yapıları seçmeliyiz fakat ışığın bölgesinde kalmalarına izin vermemeliyiz. Görevlerini onurlarının mahiyetinde olmaları için mağaradaki tutsakların arasına inmeye zorlanmalılardır. “Bunun bir meşakkat olduğunu düşünmeyecekler mi?” Devleti kurma amacımızın vatandaşların istediklerini yapmaları değil herkesin iyiliği için devlete hizmet etmeleri olduğunu unutmamalısın. Filozofa dürüstçe “Arkadaş, biz sana hiç hata yapmayız çünkü diğer devletlerde felsefe yabanıl büyür ve yaban bir bitki bahçıvana hiçbir şey borçlu değildir. Ama sizi kovanımızın hükümdarı ve kralı olun diye biz eğittik, bu yüzden sizin mağaraya inmenizde ısrarcıyız. Her biriniz sırayla gözlerinizi karanlıkta kullanmayı öğrenmelisiniz ve biraz alıştırma ile gölgeler hakkında tartışanlardan daha ileriyi göreceksiniz. Onların bilgileri yalnızca bir hayalken sizinkisi uyumayan bir gerçektir.” diyemeyebiliriz. Bu işe en iyi uyan aziz veya filozof, yönetime karşı hiç istekli olmayabilir fakat bu ihtiyaç ona yüklenmiştir ve artık ideaların cennetinde yaşayamaz. Ve bu, devletin kurtuluşu olacaktır. Çünkü yöneten kişiler yönetmeye talip kişiler olmamalıdır. Vatandaşlarımıza genel olarak diğer yöneticilerden daha iyi bir yaşam vadediyorsan yalnızca dünyevi mallarda değil beceriler ve bilgi konusunda zengin biri de yasa yapabilir. Ve siyasi amaçlardan daha iyi olan tek yaşam, aynı zamanda devlet yönetimine en iyi hazırlık da olan felsefi bir yaşamdır.

bannerbanner