Читать книгу Devlet ( Платон) онлайн бесплатно на Bookz (7-ая страница книги)
bannerbanner
Devlet
Devlet
Оценить:
Devlet

3

Полная версия:

Devlet

Ve şimdi nihayet, sağlam bir zemine vardık ve devletin erdemleriyle birey erdemlerinin aynı olduğu çıkarımını yapabiliyoruz. Çünkü devlette bilgelik, cesaret ve adalet ancak devleti oluşturan bireylerdeki bilgelik, cesaret ve adaletle sağlanabilir. Üç sınıfın her biri devlette kendi sınıfının işini yapacaktır ve bireyin ruhunun her bir parçası; mantık, üstün olan tutku, alt olan da müzik ve jimnastiğin etkisiyle birbirine uyum sağlayacaktır. Diplomat ve savaşçı, baş ve kol Mansoul’da birlikte hareket edecektir ve arzulara boyun eğdirecektir. Savaşçının cesareti, zevkler ve acılar yerine tehlikelerle ilgili doğru bir fikri koruma özelliğidir. Diplomatın bilgeliği, ruhun yetkisi ve mantığı olan küçük bir parçasıdır. Ölçülülük prensibi, hem bireyde hem devlette yönetimin ve yönetilenin dostluğudur. Adaletten zaten bahsettik ve onun hakkında söylenen fikir, sıradan örneklerle doğrulanabilir. Adil devlet ya da adil birey hırsızlık yapar mı? Yalan söyler mi? Eşini aldatır mı? Ya da insanlara ve tanrılara saygısızlık yapar mı? “Hayır.” Bunun sebebi, devlette veya bireyde olan birkaç özelliğin kendi işini yapması değil midir? Ve adalet, insanları ve devletleri adil yapan özelliktir. Dahası, bir iş için bir adam olması gerektiğini savunan önceki iş bölümümüz, devamında gelecek olan için bir hayal ya da beklentiydi ve bu hayal şimdi, ruhun üç akorunu birleştirip hayatın her alanında uyumlu hareket ettiren adaletle gerçekleştirildi. Ve ruhun içindeki unsurların itaatsizlik ve başkaldırısı olan adaletsizlik, adaletin zıddıdır ve ruhun hastalığıdır çünkü ruhta da bedendeki gibi iyi ve kötü davranışlar iyi ve kötü alışkanlıklar yapar, ayrıca adaletsizlik uyumsuz ve yapaydır. Erdem; ruhun sağlığı, güzelliği ve refahıdır. Ahlak bozukluğu; ruhun hastalığı, güçsüzlüğü ve sakatlığıdır.

Yine eski sorumuz bize geri döner: Adalet mi adaletsizlik mi daha kazançlıdır? Soru gülünç bir hâl almıştır. Çünkü adaletsizlik, amansız hastalıklar gibi, hayatı yaşanmaya değer kılmaz. Benimle şehrin tepesindeki zirveye gel ve erdemin tek bir türüne, ahlaksızlıkların, aralarında hem devlette hem bireyde olan özel dört tanesi olan sonsuz türlerine bak. Bir tür erdeme karşılık gelen devlet, işte bizim tanımladığımızdır. Orada mantık iki addan biriyle hükmeder: Monarşi ve aristokrasi. Böylece hem devletlerde hem ruhlarda beş tür bulunur…

Ruhun üç tane becerisi olduğunu kanıtlama çabası ile Platon, bu üç beceriyi farklı kılanı anlatma çabasına girer. Sunduğu fark, becerilerin çalışmasındadır. Aynı beceri zıt etkiler yaratamaz. Fakat ilk mantıklı düşünen kimselerin yolu zorlu karışıklıklarla kuşatılmıştır ve zemini temizlemeden bir adım bile ilerleyemez. Bu onu, çelişkinin doğasını açıklamaya niyetlenen yorucu bir ara söze iter. Önce, çelişki aynı zamanda ve aynı bağıntıda olmalı. İkinci olarak, çelişkili cümlenin ifade edildiği sözlerin hiçbirinde konu dışı sözcükler kullanılmamalıdır. Örneğin; susuzluk içecekle ilgilidir, sıcak bir içecekle değil. Söylemediği ama ima ettiği şudur; eğer mantığın tavsiyesiyle ya da öfkenin dürtüsüyle bir adam içmekten geri tutulursa bu, susuzluk ya da onu içeren arzunun öfke ve mantıktan farklı olduğu anlamına gelir. Fakat varsayalım ki “susuzluk” veya “arzu” kelimelerinin değiştirilmesine izin veriyoruz ve bir “öfkeli susuzluk”tan ya da “intikamcı bir arzu”dan bahsediyoruz. O zaman, arzu ve öfkenin iki tabakası üst üste biner ve kafa karıştırır. Öyleyse bu durum hariç bırakılmalıdır. Ve arzunun amacında işaret edilen “iyi” kelimesinin kullanımında bir istisna kalır. Bunlar mantık çağından önce çıkan tartışmalardır ve onlar tarafından çok yorulmuş birisi şunu unutmamalıdır ki bunlar, ilk insan becerilerinin gelişimindeki fikirleri düzene koymak için gereklidirler.

Platon’un psikolojisi, ruhun -ilk onun ortaya attığını ve Aristo ile sonrasındaki ahlak yazarlarının devam ettirdiğini düşündüğümüz- mantıklı, çabuk öfkelenen ve şehvet düşkünü unsurlarından öteye gitmez. Zihnin bu ilk analizindeki başlıca zorluk, çabuk öfkelenen kısmının (Yunan) tam yerini tanımlamaktadır ki orası, doğrucu öfke, ruh ve tutku kelimeleriyle çeşitli şekillerde betimlenmiştir. O, Platon’da dürüst cesarette geçen cesaretin dayanağıdır; acıya katlanma, düşünsel zorlukları aşma ve savaşta tehlikeyle yüzleşme cesareti. Mantıksız olsa da mantıklı olanı destekleme eğilimi gösterir. Adil şekilde doğduğunda ceza ile meydana çıkmaz. Kimi zaman da insanlara büyük faaliyetlerde güç veren bir heves şeklini alır. Mantığın antlaşma yaptığı “aslan yürek”tir. Öte yandan olumludan ziyade olumsuzdur. Yanlışta ve yalancılığa içerlemiştir fakat Sempozyum ve Phaidros’taki aşk gibi, hakikat ya da iyi görüntüsünü amaçlamaz. Onur hükûmetinde hüküm süren askerî inatçı ruhtur. Öfkeden (Yunan) farklıdır çünkü öfkede hiçbir ilave doğrucu kızgınlık fikri yoktur. Aristo sözcüğü sürdürse de “tutku”nun (Yunan) mantıklıya olan yakınlığını kaybettiğini ve “öfke”den (Yunan) ayırt edilmesi olanaksız hâle geldiğini gözlemleyebiliriz. Ve bu yerel dille yazılan kullanıma Platon’un kendisi Yasalar’da sürekli olmasa da yeniden değinir. Modern felsefede de sıradan konuşmalarımızda olduğu gibi öfke ve tutku kelimeleri neredeyse sadece olumsuz anlamda kullanılır. Onların, adil veya makul bir sebepten çıktığını gösteren neredeyse hiçbir ima yoktur. “Doğrucu öfke” hissi, onu ayrı bir erdem ya da alışkanlık olarak görmemiz için çok eksik ve rastlantısaldır. Platon’un, bir kabahatlinin ne kadar adilce mahkûm edilse de cezasının adil olduğunu fark edeceğini sanarak ne kadar haklı olduğundan şüphe duymaya da meyilliyiz. Çünkü bu, bir suçlunun değil bir filozofun ya da bir şehidin maneviyatıdır.

Platon’un, Aristo’nun “İyi davranışlar iyi alışkanlıklar getirir.” tezine ne kadar yaklaştığını görebiliriz. “Sağlıklı davranışların (Yunan) sağlık getirdiği gibi adil davranışların adalet getirmesi” sözleri kulağa ne kadar da Nikomakhos’a Etik gibi geliyor. Fakat Platon’daki tesadüfi bir yorum, Aristo’da geniş kapsamlı bir prensibe ve büyük ahlak sisteminin ayrılmaz bir parçasına dönüşmüştür.

Platon’un “uzun olan yol” diyerek ne demek istediğini anlamak güçtür. Çelişki ilkesiyle tartışmaktan memnun olmayacak bir geleceğin metafiziğini ima ediyor gibi görünür. Altıncı ve yedinci kitaplarda (Sofist ve Parmenides’i kıyaslayın), bize öyle bir metafiziğin taslağını vermiştir ama Glaukon iyi tasarımının nihai bir keşfini istediğinde onu, ilkel bilimleri henüz çalışmadığını söyleyerek ertelemiştir. Taslağı nasıl dolduracağını ya da böyle soruları nasıl yüksek bir bakış açısıyla tartışacağını yalnızca tahmin edebiliriz. Belki de bütünün parçalarını geliştirmenin önsel bir yolunu bulmayı ummuştur ya da hangi fikirlerin diğerlerini de içerdiğini sormuştur ve muhtemelen “ego”nun ve “evrensel”in Hegelci kimliğine denk gelmiştir. Ya da belki fikirlerin, matematikteki şekiller ve sayıların yapımı gibi analojik bir yöntemle kurulduğunu hayal etmiştir. Platon’a göre en kesin ve gerekli doğru evrensel olandı ve bu, günümüzde onları tümevarım ve deneyime koyduğumuz gibi, hep bilgi ve fikri işaret ediyordu. Metafizikçilerin büyük amaçları hep insan düşüncesinin ve dilinin sınırlarının ötesine geçmeye meyilli olmuştur. “Anlaşılmamış dünyalarda dolaştıkları” bir yüksekliğe erişmiş görünürler ve kendi zihinlerini derinlemesine etkilese de anlayışları, diğer insanlara görünmez ya da anlaşılmaz gelir. Bu yüzden Platon’un kendi fikirlerinin öğretilerini hiçbir yerde net şekilde açıklamadığını, akranları Glaukon ve Adeimantos gibi sonraki bir ekolünün onu bu yorum kısmında izleyemediğini görünce şaşırmayız. Tahmin diye bir şeyin olmadığını veya her şeyin her şeye dayandırılabileceğini savunan kuşkuculuğu reddettiği Sofist’te, bazı fikirlerin hepsiyle değil ama bazılarıyla birleştiği sonucuna varır. Fakat bu yolda yalnızca bir iki adım ileri gider. Hiçbir bağlantılı fikir sistemine ve hatta bilimlerin birbirleriyle olan basit ilişkilerinin bilgisine varmaz.

BEŞİNCİ KİTAP

Bana Adeimantos’tan biraz daha uzakta oturan Polemarkhos onu kabuğunun içine alacak gibi ona doğru eğilerek alçak sesle bir şeyler söylerken ben de tam devletlerdeki ahlaksızlık ve gerilemenin dört biçimini sayacaktım. Polemarkhos’un şunu söylediğini yakaladım: “Onu rahat bırakalım mı?” “Kesinlikle olmaz.” dedi Adeimantos sesini yükselterek. Kimi, dedim, rahat bırakmıyorsunuz? “Seni.” dedi. Neden? “Çünkü dostların her şeylerinin ortak olduğu genel formülünün altına sinsice yerleştirdiğin kadın ve çocukları hariç bırakmakta bizimle düzgün şekilde baş etmediğini düşünüyoruz.” Ve haklı değil miydim? Adeimantos “Evet ama komünizmin ve kamunun daha birçok çeşidi var, biz bunların hangisinin doğru olduğunu bilmek istiyoruz. Az önce duyduğun gibi dostluk daha başka bir açıklama almak için ayrıldı.” dedi. Thrasymakhos, “Buraya kazı yapıp altın bulmak için ya da seni konuşurken dinlemek için geldiğimizi mi düşünüyorsun?” dedi. Evet, dedim ama konuşma makul bir uzunlukta olmalıdır. Glaukon “Evet, Sokrates. Bütün hayatı dua ederek değil bu tartışmalarla geçirmenin bir sebebi vardır. Şimdi bize gürültü patırtı yapmadan söyle; bu halk nasıl hayata geçirilir ve doğum ile eğitim arasındaki mesafe nasıl doldurulur?” diye ekledi. Peki, dedim, bu konunun birkaç pürüzü vardır: İlk soru nelerin mümkün olduğudur. İkinci soru ise nelerin istendiğidir. “Korkarım ki öyle değil çünkü dostlar arasında konuşuyoruz.” diye yanıtladı. Bu, dedim, kepaze bir savunmadır. Kendimi de dostlarımı da mahvederim. Birazcık masum bir gülüşü dert etmem ama doğruyu öldüren bir katildir. “Öyleyse…” dedi Glaukon gülerek, “Bizi öldürme ihtimaline karşı seni önceden beraat ettireceğiz ve sen bizi kandırma suçundan serbest bırakılacaksın.”

Sokrates devam eder: Devletimizin yöneticileri bekçi köpeği olmalıdırlar, daha önce de söylediğimiz gibi. Şimdi bu köpekler erkekler ve kadınlar olarak ayrılmıyor. Eril cinsiyeti avlanmaya gönderip dişil cinsiyete de evde yavru köpeklere baktırmıyoruz. İkisinin de aynı vazifeleri var. Aralarındaki tek fark, bir cinsiyetin daha güçlü, diğerinin daha zayıf olması. Ama eğer kadınlar da erkeklerle aynı görevlere sahip olsaydı, onların da aynı eğitimi alması gerekirdi: Müzik, jimnastik ve savaş sanatlarının öğretilmesi gerekirdi. At binmeleri ve silah taşımaları ile büyük dalga geçilecek biliyorum. Çıplak ve kırış kırış yaşlı bir kadının palaestrada11 çevikliğini göstermesi kesinlikle bir güzellik görüntüsü olmaz ve yaygın bir alay olabilir. Ama biz nükteleri bir kenara bırakmalıyız. Onların bizim mevcut jimnastiğimize gülmüş olabilecekleri bir zaman vardı. Hepsi alışkanlık. İnsanlar artık teşhirin insanın örtünmesinden daha iyi olduğunu fark etti ve gülmeyi bıraktı. Kötülük, yalnızca bir şakanın konusu olabilir.

İlk soru, kadınların tamamen mi kısmen mi erkeklerin işlerini paylaşacağı. Ve burada, bu öneriyi sunmaktaki tutarsızlığımızla suçlanabiliriz. Çünkü ilk olarak iş bölümü ile başladık ve işlerin çeşitliliği de özelliklerinin farklarından kaynaklanmaktadır. Fakat kadın ile erkek arasında bir fark yok mudur? Hem de tamamen farklı değiller midir? Beni aile ilişkilerinden bahsetmeye gönülsüz yapan bir zorluk vardı, Glaukon. Yine de bir insan bir havuzda ya da okyanusta boyunu aşan yere geldiğinde yalnızca hayatını kurtarmak için yüzebilir. Kaçmanın bir yolunu bulmalıyız, tabii becerebilirsek.

İddia şu; farklı özelliklerin farklı kullanımları olur ve erkekler ile kadınların farklı oldukları söylendi. Fakat bu sadece sözlü bir karşıtlıktır. Farkın tamamen önemsiz ve tesadüfi olduğunu düşünmüyoruz. Mesela, bir bakış açısına göre kel adam ile saçı olan birbirine zıttır ama kel adam bir ayakkabı tamircisi diye saçlı olanın bu işi yapmaması gerektiğini çıkaramayız. Neden böyle bir çıkarım hatalıdır? Çünkü aralarındaki zıtlık sadece kısmidir, tıpkı bir erkek ve kadın doktor arasındaki gibi bütün özelliklerde söz konusu değildir ya da bir hekimle marangoz arasındaki gibi. Ve eğer cinsiyetlerin farkları yalnızca birinin peyda edip diğerinin çocuğu taşımasıysa bu onların farklı eğitimler almasını gerektirmez. Kadının kapasitesinin erkekten farklı olduğunu sayarsak insanlar birbirinden hep aynı miktarda mı farklıdır? Doğa, vatandaşlarımızın iki cinsiyet fark etmeksizin gerek duyduğu bütün özellikleri oraya buraya dağıtmış mı? Ve hatta kendi meşguliyetlerinde kadınlar genelde, bazı durumlarda erkeklerden üstün olsalar da yeterince saçma şekilde onlar tarafından bastırılmamışlar mıdır? Kadınlar erkeklerle aynı türdendir ve onlarla aynı tıp, jimnastik veya savaş kabiliyetine ya da kabiliyet isteğine sahiptir fakat daha az miktarda. Yani bir kadından iyi bir yönetici olurken diğerinden olmayabilir. Ve iyi olan, diğer yöneticilerin meslektaşı olarak seçilmelidir. Eğer özellikleri gerçekten de aynıysa ve varılan sonuç eğitimlerinin de aynı olması gerektiğiyse kadınların da müzik ve jimnastik öğrenmesinde doğaya aykırı ya da imkânsız bir şey yoktur. Ve onlara vereceğimiz eğitim en iyisi olacaktır, ayakkabı tamircilerinden çok daha iyi. Ve en iyinin de iyisi kadınları eğittiğimizde Devlet için bundan daha yararlı bir şey olmayacaktır. Bu yüzden bırakalım da giysilerini çıkarıp iffetlerini, savaş meşakkatindeki ve ülkenin savunmasındaki paylarını giysinler. Onlara gülenler, acılarına meraklıdır.

İlk dalga geçti ve tartışma, erkeklerle kadınların ortak görevleri ve ilgi alanları olabileceğini kabul etmeye zorlandı. İkinci ve daha büyük bir dalga yaklaşmaktadır: Kadın ve çocuk halkı, uygun ve mümkün müdür? Uygunluk için şüphe duymam ama mümkünatından emin değilim. “Yok, bence ikisinde de biraz şüphe söz konusu.” İlkini ispatlama işinden kaçmaya çalıştım ama sen bu küçük manevramı yakaladığına göre boyun eğmeliyim. Hayalimi sadece yürüyüşlerimdeki yalnızlık içerisinde, neyin gerçekleşme ihtimali olduğunun düşüyle destekleyeyim ve sonra, neyin gerçekleşme imkânı olduğuna döneceğim.

İlk olarak, yöneticilerimiz yasaları uygulayacaklar ve gerektiğinde yenilerini yapacaklar. Müttefikleri ve bakanları da onaylayacak. Siz, parlamenterler olarak zaten erkekleri seçtiniz ve şimdi sıra kadınlarda. Seçim yapıldıktan sonra, ortak evlerde kalacak, ortak yemekler yiyecek ve matematikten daha kesin bir ihtiyaçtan dolayı bir araya getirilecekler. Ama ahlaksızlık içinde yaşamalarına izin verilemez. Bu, yöneticilerin uzak durması gereken fena bir şeydir. Bundan kaçınmak için kutsal evlilik merasimleri yapılacak ve kutsallıkları, faydalılıklarıyla orantılı olacak. Burada, Glaukon, bir kuş ve hayvan yetiştiricisi olduğunu bildiğim için, şunu sormak istiyorum: Çiftleştirmede büyük önem göstermiyor musun? “Kesinlikle.” Öyleyse insan evliliklerine daha az önem gerektiğini düşünmemiz için bir sebep yok. Fakat daha sonra yöneticilerimiz, devletin becerikli hekimleri olmalıdır çünkü vatandaşları arasında istendik birleşmeler gerçekleştirmek için yeterli dozda sahteliğe ihtiyaç duyacaklardır. İyi olan iyiyle, kötü olan kötüyle eşleştirilmelidir ve birinin yavrularına bakılmalı iken diğerininki öldürülmelidir. Bu şekilde grubun en iyi durumu korunur. Evlilik törenleri, topluma göre sabit zamanlarda kutlanır ve gelinler ile damatlar orada tanışır. Grubun becerikli sistemi sayesinde yöneticiler cesur ve adil olanın bir araya gelmesini planlar ve alt derecedeki soydan olanlar yine alt derecedeki ile eşleştirilir. İkinci saydığımız, yöneticinin gerçek amacına bağlanır. Çocuklar doğduğunda cesur ile adilin yavrusu şehrin belirli bir kısmında etrafı çevrili bir yere götürülür ve burada uygun bakıcılar tarafından bakılır. Gerisi de bilinmez yerlere hızla uzaklaştırılır. Anneler yuvaya getirilir ve çocukları emzirir. Şuna dikkat edilmelidir ki kimse kendi yavrusunu tanımaz ve eğer gerekirse başka bakıcılar da işe alınır. Gece uyanıp çocuğu bekleme işi başka görevlilere verilir. “Öyleyse yöneticilerimizin eşlerinin, çocukları varken çok zamanı olacak.” Evet, oldukça doğru, dedim, öyle olmalı.

Anne babalar hayatın, bir erkek için, “hayatın hızının muhteşem olduğu yeri geçtiği” yirmi beş yaş ile elli yaş arasındaki otuz yıl olarak görülen, en güzel döneminde olmalı. Kadınlar için ise yirmi ile kırk yaş arasındaki yirmi yıllık dönemdir. Bu yaşların altında ya da üstünde olup evlilik törenlerine katılanlar saygısızlıklarından ötürü suçluluk duymalı. Ayrıca yöneticilerin izni olmadan evlilik bağı kuranlar da suçluluk duymalıdır. Bu ikinci kural, belirlenmiş yaşlar içindekiler için geçerlidir. Sonrasında, ebeveynler, çocuklar ve kardeşler yasaklanmış şeylerden kaçındıkları sürece isteğe göre evlenebilirler. İzin elde edildiğinde sonuncusu tam olarak yasaklanmış değildir. “Her şey ortakken nasıl akrabalık derecesini bilebiliriz?” Cevap, kardeşlerin nikâhlardan dokuz ay sonra doğmuş olmaları ve anne babaları da o zaman evlenmiş olanlardır. Böylece herkesin bir sürü çocuğu ve her çocuğun bir sürü anne babası olacaktır.

Sokrates devam eder: Şimdi, bu şemanın, bütün politikamızla uyumlu ve faydalı olduğunu kanıtlamalıyım. Devletin en büyük menfaati birliktir, en büyük kötülüğü de uyuşmazlık ve dikkat dağınıklığıdır. Ve özel zevklerin, acıların, çıkarların olmadığı; bir üyenin canı yandığında diğerlerinin de yandığı; bir vatandaşa dokunulduğunda herkesin hemen duyarlı olduğu ve son olarak devletin serçe parmağına bir şey olduğunda bütün vücuda yayılıp ruhu titrettiği bir yerde elbette birlik olur. Çünkü hakiki devletin, bireydeki gibi bir parçası zarar gördüğünde tamamı zarar görmüş olur. Her devletin halkı ve demokrasi ile diğer devlet uzmanlıklarına göre hükümdar denilen yöneticileri vardır ama bizim devletimizde onlara kurtarıcı ve dost denir. Diğer devletlerdeki vatandaşlara kul denirken bizde besleyici ve veznedar denir. Diğer yerlerde dost ve meslektaş denirken bizde babalar ve kardeşler denir. Ve diğer devletlerde aynı hükûmetin üyeleri bir meslektaşını arkadaşı sayıp diğerini düşman sayarken bizim devletimizde bir insan diğerine yabancı değildir çünkü her vatandaş diğerlerine kan bağıyla bağlıdır ve bu adlar ile konuşma tarzı uyumlu bir gerçekliğe sahip olacaktır. Çocukların kulaklarında bebeklikten itibaren kardeş, baba, anne sözcükleri tekrar edilecektir, önemsiz kelimeler olmayacaktır. Ve yine, vatandaşların her şeyi ortak olacaktır. Ortak mülklerinde ortak zevkleri ve acıları olacaktır.

İnsanların sahip oldukları tek şey bedenleriyken tek zihinde olanların arasında bozuşma, münakaşa, mal mülk davaları ya da herkes kendini korumak zorundayken şiddet davaları olabilir mi? Hakarete uğradığı zaman vurma izni, bıçağın “panzehir”i olacaktır ve devletteki kargaşaları engelleyecektir. Fakat kimse kendinden büyüğe vurmayacaktır. Hürmet, ellerini akrabasına sürmesine engel olacaktır ve ailenin kalanının misilleme yapmasından korkacaktır. Dahası, bizim vatandaşlarımız hayattaki küçük kötülüklerden kurtulmuş olacaktır. Zenginlere yağcılık, paragöz ev gözetimi, ödünç alma ve ödünç verme olmayacak. Diğer devletlerle kıyaslandığında bizimki olimpik galip olacak, en büyük nimetlerle ve dinginlikle taçlanacak. Onlar ve çocukları hayatta güzel geçinecek ve ölümlerinden sonra onurlu cenaze törenleri olacak. Devletin mutluluğu için bireylerin mutluluğu feda edilmez ve olimpik galibimiz bir ayakkabı tamircisine dönüşmez ama bütün ayakkabı tamircilerinden daha fazla mutluluğa sahiptir. Aynı zamanda, eğer herhangi bir kibirli genç devleti kendine özelleştirme hayali kurmaya başlarsa “yarımın bütünden daha iyi olduğu” ona hatırlatılmalıdır. “Önünde böyle cesur bir hayat vaadi varken ona kesinlikle yerinde kalmasını önermeliyim.”

Fakat böyle bir toplum mümkün müdür? Hayvanlar ve insanlar arasında, eğer mümkünse ne şekilde mümkündür? Savaşta zorluk yoktur, komünizm prensibi askerliğe uyarlanmıştır. Anne babalar çocuklarını savaşa tepeden bakmaya götürür. Tıpkı çömlekçilerin çocuklarının da çarka bakmaları için eğitilmesi gibi. Ve anne babaların kendileri için diğer hayvanlara göre, çocuklarının görünüşü yiğitliğe büyük bir teşviktir. Sonucu iyiyse bir miktar riske girmek iyi olsa da genç savaşçılar tehlikeyi öğrenmeli ama onunla karşılaşmamalıdır. Genç varlıklar tecrübeli emekli savaşçıların himayesine verilmeli ve kanatları -yani üstünde uçup kaçabilecekleri süratli ve uysal atları- olmalı. Yapılması gereken ilk şeylerden biri gençlere at binmeyi öğretmektir.

Korkaklar ve kaçaklar çiftçi sınıfına düşürülmelidir. Esir olarak düşmeyi kabul eden beyefendiler düşmana sunulmalı. Ama kahramana ne yapılmalı? Öncelikle, ordudaki bütün gençler tarafından taçlandırılmalı; sonra, grubun sağ kolu yapılmalı; üçüncü olarak öpülmekte bir zarar olduğunu düşünüyor musunuz? Diğerlerinden daha çok karısı olacağına daha önceden karar vermiştik. Böylece, olabildiğince çok çocuğu olur. Ve de bir ziyafet çünkü çok yemeli. Homeros’tan, cesur adamları, uygun bir övgü olan “uzun sırt eti” ile onurlandırma yetkimiz vardır çünkü et çok kuvvet veren bir şeydir. Kaseyi doldurun o zaman ve cesurlara en iyi yerler ile en iyi etleri verin ki onları daha iyi yapsınlar! Ve savaşta ölenlerin de altın ırktan olduğu ilan edilecek ve inandığımıza göre Hesiodos’un koruyucu melekleri olacaklardır. Ölümden sonra ona, kâhinin tembih ettiği şekilde ibadet edilmelidir ve yalnızca ona değil, bir şekilde devletin diğer hayır sahiplerine de aynı onur temin edilmelidir.

Bir sonraki soru, düşmanlarımıza nasıl davranacağımızdır. Helenler köle edilmeli midir? Hayır çünkü bütün halkın barbarların boyunduruğu altında geçmeleri riski vardır. Ölüler yağmalanmalı mıdır? Kesinlikle hayır çünkü bu tür bir şey korkaklık için bir bahanedir ve birçok ordunun yıkımı olmuştur. Bedenin sahibi olan ruh, saldırganlarına erişemeyen ve kendisine fırlatılan taşlarla uğraşan bir köpek gibi çıkıp gittiğinde; ölü bir bedeni düşman olarak görmekte alçaklık ve kadına özgü bir şer vardır. Yunanların silahları da Tanrıların tapınaklarına sunulmamalıdır, onları kirletirler. Çünkü onlar din kardeşlerinden alınmıştır. Benzer gerekçelerle Yunan topraklarının tahribatında bir sınır olmalı: Evler yakılmamalı, yıllık üretimden fazlası alınmamalıdır. Çünkü savaş iki türlüdür; iç ve dış. İlkine “uyumsuzluk”, ikincisine “savaş” demek daha uygun olur. Yunanlar arasındaki savaş gerçekte bir iç savaştır. Hiçbir zaman vatansever olmayan ve yapmacık görülmeyen bir aile içi münakaşa. Gerçek bir Yunansever ruhta -ki o ruha sahip olanlar tamamen esir almaktansa ceza uygularlar- bir uzlaşma görüntüsü ile devam edilmelidir. Savaş, dost canlısı adamlar, kadınlar ve çocuklarla dolu bir millete karşı değil, birkaç suçlu kişiye karşıdır. Onlar cezalandırıldığında da barış geri gelir. Bu, Yunanların birbiriyle ve barbarlarla savaşması gereken yöntemdir, artık birbiriyle de savaşmaya başladıkları için.

“Ama değerli Sokrates, ana soruyu unutuyorsun. Böyle bir devlet mümkün müdür? Tek bir aile olmanın, yani savaşa babalar, ağabeyler, anneler, kızlar hep beraber gidilmesi, kutsallığına senin söylediklerinden daha çok inanıyorum ama bu ideal devletin asıl olasılığını öğrenmek istiyorum.” Çok acımasızsın. İlk ve ikinci dalgadan zar zor kaçtım ve şimdi beni üçüncüyle batırmak istiyorsun. Dalganın yüksek zirvesini gördüğünde, biraz acımanı bekliyorum. “Hiç de bile.”

Peki öyleyse adalet arayışındaki ideal politikamızı şekillendirmek durumundaydık ve adil adam, adil devlete hesap vermekteydi. Bu ideal, uygulanamaz olmaktan daha mı kötüdür? Kusursuzca güzel bir adamın resmi hiç öyle bir adam yaşamadığı için daha kötü olur mu? Hiçbir gerçeklik ideaya ulaşabilir mi? Doğa, tamamıyla gerçekleştirilecek sözcükleri bilmez ama ideal devleti bir ölçüde deneyip gerçekleştirecek olsam birer ikişer hayal ettiğim kusursuzluğa biraz yaklaşılabilir. Belli belirsiz demiyorum ama devletin bünyesinde mevcut mümkün değişiklikler. Onları bir taneye indirgerdim; büyük dalga derdim. O zamana kadar krallar filozof ya da filozoflar kral olur ve şehirler hastalıktan, insan ırkından asla vazgeçmez. İdeal politikamız asla gerçekleşmez. Bunu söylemenin zor olduğunu ve az kişinin anlayacağını biliyorum. “Sokrates, bütün dünya ceketini çıkaracak, sana sopa ve taşlarla saldıracak ve bu yüzden bir cevap hazırlamanı öneririm.” “Beni sıkıntıya soktun.” dedim. “Ve haklıydım da.” diye yanıtladı. “Yine de senin yanında hiçbir şey yapmayan iyi niyetli bir dost gibi duracağım.” Böyle bir şampiyonun yardımını almak, konumunu korumak için elimden geleni yapacağım. Ve önce, kimden bahsettiğimi ve filozoflarla yöneticilerin ne gibi özellikleri olması gerektiğini açıklamalıyım. Sen keyfine düşkün bir adam olduğun için âşıkların bağlılıklarında ne kadar gelişigüzel olduklarını unutmazsın. Herkesi severler, kusurları güzelliğe dönüştürürler. Küçük ve kalkık burunlu bir gencin tatlı bir zarafeti olduğu söylenir. Bir diğerinin büyük burnu asil görünür. Özelliği olmayanlar hatasızdır. Koyu ten rengi olanlar erkek gibi, beyaz tenliler melek gibidir. Hastalıklı duranlara verilen yeni bir tatlı söz vardır; “bal rengi”. Şarap ve hırs sevenler aynı zamanda onlara çekici gelen her türlü şeyi isterler. Şimdi şuraya geliyoruz: Filozof da her tür bilgiyi sever, doyumsuz bir merakı vardır. “Merak onu bir filozof mu yapar? Görüntü ve sesleri sevenler, Dionysus festivallerindeki her bir notaya kulaklarını salıverenler de mi filozof olur?” Onlar gerçek filozof değillerdir, sadece bir taklit. “Öyleyse gerçeğini nasıl tanımlarız?”

bannerbanner