Полная версия:
Devlet
Sonra müziğe gelirsek bir şarkı ya da övgünün üç kısmı vardır: Konu, ahenk ve ritim. Son ikisi, ilkine bağlıdır. Ağıtları yasakladığımız için ağıt türünün ahengi olan karışık Lidya ahengini de yasaklarız. Vatandaşlarımız ölçülü olduğu için İyonya ve saf Lidya gibi neşeli ahenkleri de yasaklarız. Geriye iki tane kalır: Dor ve Frigyen. İlki savaş, ikincisi barış için. Biri cesareti anlatmak, diğeri itaat, talimat ve dinî duygular için. Ve ahengin çeşitlerini reddettiğimiz için onlara ses veren çok telli ve çeşitli şekillerdeki enstrümanları da reddederiz. Özellikle de diğerlerinden daha karmaşık olan flütü. Lir ve arpa şehirlerde, Pan flütüne de çayırlarda izin verilebilir. Böylece müziği arındırmış olduk, şimdi de ölçüsünü arındıracağız. Bunlar da ahenkler gibi basit ve duruma uygun olmalıdır. Dört tellilerde dört nota ve üç ölçü oranı vardır, 3/2, 2/2, 2/1. Bunların hepsinin kendi özellikleri vardır. Fitin de ritimler gibi kendi özellikleri vardır. Fakat bunu, doğru hatırlıyorsam daktilik, bir uzun bir kısa ölçülü ve beşli ritimlerle heceleri birbirine dengeleyip her birine uygun miktarı verip savaşsal ölçüden bahseden büyük müzisyen Damon’a sormalıyız. Biz yalnızca biçimin konuya ve ölçünün de biçime uyum sağladığı; ruhun sadeliği ve ahengininin hepsinde yansıtıldığı genel ilkesini kabul etmeyi göze alırız. Bu sadelik ilkesini herkesin gençlik yıllarında öğrenmesi gerekir, yaratıcı ve yapıcı sanatlardan hayvanların, bitkilerin şekillerine kadar bir yerde toplanmalıdır.
Ozanlar gibi başka sanatçılar da alçaklık ve uygunsuzluğa karşı uyarılmalıdır. Heykelcilik ve ressamlık müzikle aynı derecede sadelik yasasına itaat etmelidir. Yasayı ihlal eden kişinin şehrimizde çalışmasına ve vatandaşlarımızın zevkini mahvetmesine izin verilmemeli. Çünkü yöneticilerimizin ruhlarını çürütecek ve zehirleyecek birer bozukluk şeklinde değil, tatlı olan her şeyden içebilecekleri sıhhat ve güzellik dolu bir diyarda, ahenkli etkilerle büyümeleri gerekmektedir. Bütün etkiler içinde en büyüğü müzikle verilen eğitimdir. Bu eğitim, güzellik ve bozukluk açısından en derindeki ruha ulaşmanın bir yolunu bulur. İlk başta etki bilinçsizdir fakat sonra mantık devreye girdiğinde eğitim görmüş kişi onu uzun süredir tanıdığı bir arkadaş gibi buyur eder. Okumayı öğrenirken olduğu gibi ilk başta parçaları ya da harfleri ayrı ayrı öğreniriz. Daha sonra onları birleştiririz. Harflerin kendilerini öğrenmeden yansımalarını ayırt edemeyiz. Bir anlamda, erdemlerin önce parçalarını veya esas biçimlerini öğrenmek, sonrasında hayatta ve deneyimlerimizde bunların birleşimlerinin izini sürmek gibidir. Ruhta dünyanın ahengine karşılık veren bir müzik vardır ve müzikal bir ruhun en zarif amacı, zarif bir zihin ve zarif bir vücuttur. İkincisindeki bazı kusurlar görmezden gelinebilir ama ilkinde olmaz. Gerçek sevgi ölçülülüğün kızıdır ve ölçülülük bedensel hazların budalalığına tamamen karşıdır. Aşkla adil bir son getiren müzik hakkında yeterince konuştuk.
Sırada jimnastik var. İlk olarak şunu söylemeliyim ki bedenle ruh arasında bir neden-sonuç ilişkisi vardır. Böylece, zihni eğitirsek takip edilmesi gereken genel hatları belirterek bedenin eğitilmesini de zihne bırakabiliriz. Öncelikle yöneticilerin güçlü içkilerden uzak durmaları gerekmektedir çünkü zekâ kıvraklığını kaybedecek son kişilerdir. Palaestra’da10 edindikleri huyların onlara uygun olduğu şüphelidir çünkü sıradan jimnastik uyuşuk bir şeydir ve aniden bitirilirse sağlığı tehdit etmeye meyillidir. Fakat bizim savaşçı atletlerimiz uyanık köpekler olmak durumundadır ve besin ve iklimdeki bütün değişiklikleri kanıksamalıdır. Bundan dolayı onlara basit müziklerine yakın basit bir tür jimnastik gerekir ve diyetleri için bir kural, kahramanlara deniz kenarında yaşamalarına rağmen balık değil sadece kavrulmuş et (Haşlanmış da değil çünkü çanak ve tava gerektirir.) veren Homeros’ta bulunabilir. Ve hatta yanlış hatırlamıyorsam orada hiç tatlı sos da geçmiyordu. Müzik için Lidya ve İyonya neyse jimnastik için o olan Sicilya mutfağı, Atina şekerlemeleri ve Korint fahişeleri de yasaklanmalıdır. Açgözlülük ve ölçüsüzlüğün hüküm sürdüğü yerde şehir çabukça doktorlar ve avukatlarla dolar. Hukuk ve tıbbın işine, Devletin özgür adamları onlara ilgi duyduğunda son verilir. Eğitim adına, yurdunda hiç bulunmadığı için adaleti yurt dışında aramaktan daha utanç verici bir durum olabilir mi? Gerçi aynı hastalık için daha kötü bir aşama da söz konusu: İnsanlar hazzı ve gururu hukukun bütün ayrıntıları olarak aldığında ve adalete başını sallamaya ihtiyacı olmadan hayatlarının ne kadar iyi olabileceğini hesaba katmadığında. Bir hekimi çalıştırmakta bir tür ayıp vardır. Yaraların ve bulaşıcı hastalıkların tedavisinden dolayı değil, bir adamın tembel olması ve Asklepios’un zamanında bilinmeyen ve lükse bağlı hastalıklardan dolayı. Homeros’un tıbbi uygulamaları ne kadar basit. Eurypylos yaralandığı zaman Lesbos şarabıyla kestirilmiş baharatlı çok sıcak bir süt içer ve Asklepios’un oğulları ne ona içeceği veren genç kızı ne de ona eşlik eden Patroklos’u suçlar. Doğrusu şu ki hastalıkları iyileştirmenin çağdaş sistemi, sağlıklı olmayan bir kuruluştan olup eğitim ve tıbbın birleşimiyle önce kendine sonra başka insanlara işkence etmiş ve hak ettiğinden çok daha uzun süre yaşamış eğitimci Herodicus tarafından öne sunulmuştur. Fakat Asklepios bu sanatı icra etmezdi. Çünkü düzenli bir devletin vatandaşlarının hasta olma lüksü olmadığını biliyordu, bu yüzden esnaf ve işçilerin çoğunlukla uyguladığı “öldür ya da iyileştir” yöntemini benimsedi. “Bunlar onların işleri olmalı.” derler, “Ve üstüne düşmeye zamanları yok: Eğer iyileşirlerse iyi. Ama iyileşmezlerse bu onların sonu olur.” Oysaki zengin kimse, hasta olmaya parası yeten bir beyefendi olmalıdır. Phocylides’in şu özdeyişini biliyor musunuz: “Bir adam zengin olmaya başladığında” (ya da belki biraz daha önce) mı “erdemleri uygulamalıdır?” Fakat ölçüsüz bir sağlık hizmeti nasıl olur da hem sıradan bir meslekle uyumsuz olup hem de Phocylides’in öğrettiği fazilet uygulamasıyla tutarlı olur? Bir öğrenci felsefenin onun başını ağrıttığını düşündüğünde hiçbir şey yapmaz, hep rahatsızdır. Bu, Asklepios’un oğullarının hiç böyle bir sanatla ilgilenmemesinin sebebidir. Halkın yararına çalışıyor ve faydasız yaşamları korumayı ya da acınası babalara cılız bir evlat uzatmak istemiyorlardı. Gerçek hastalıkları gerçekten tedavi ettiler. Bir adam yaralandığında ona doğru tedaviyi uyguladılar ve sonra istediği şeyi yiyip içmesine izin verdiler. Onlardan büyük servet kazanabileceklerine rağmen ayyaş ve değersiz kişileri tedavi etmeyi reddettiler. Pindar’ın, Asklepios’un zengin bir adamı hayata döndürmek için bir yıldırımla katledildiği hikâyesine gelirsek bu bir yalandır. Eski kuralımıza uyarak ya rüşvet almadığını ya da Tanrı’nın bir oğlu olmadığını söylememiz gerekir.
Glaukon Sokrates’e büyük hekimlerin ve hâkimlerin birkaç büyük hastalık ya da suç görmüş kişiler olup olmadığını sorar. Sokrates bu iki meslek arasına bir çizgi çeker. Hekim kendi vücudunda o hastalığı deneyimlemiş olmalıdır çünkü bedeniyle değil zihniyle iyileştirir hastalıkları. Fakat hâkim, zihni zihinle kontrol eder ve bu yüzden zihni suçlarla kirlenmemelidir. Öyleyse nasıl tecrübe kazanacak? Nasıl hem bilge hem masum olacak? Genç ve iyi bir adam içinde hiç kötülük örneği olmadığı için günahkârlar tarafından kandırılmaya meyillidir, bu yüzden hâkim belli bir yaşa gelmiş olmalıdır. Gençliği masum olmalı ve kötülüğe karşı bir bakış açısını onu deneyimleyerek değil diğer insanları gözlemleyerek geliştirmiş olmalıdır. Hâkimliğin ideal hâli budur. Suçludan dönme bir dedektif mükemmelce şüphelidir ama deneyimi olan iyi bir adamla beraberken hatalıdır çünkü herkesin kendi kadar kötü olduğu yanılgısına kapılır. Ahlak bozukluğu erdem olarak bilinebilir ama erdemi bilemez. İşte bu, devletimizde hüküm sürecek tıp ve hukuktur. Sanatları daha üst yapılara iyileştirecekler ama kötü bedenler ikisinden biri tarafından ölüme terkedilecek ve kötü ruh diğeri tarafından infaz edilecek. İkisine de olan ihtiyaç, müziğin ruha verdiği ağız tadı ve jimnastiğin bedene verdiği sağlıkla geniş ölçüde azalacak. Müzik ve jimnastik arasındaki ayrımın ruh ve bedene denk gelmeleri ikisinin de biri tarafından uysallaştırılıp diğeri tarafından ayakta tutulan ruhla eşit ölçüde ilgilenmelerinden dolayı değildir. İkisi birlikte iki parçalı doğalarıyla yöneticilerimizin ihtiyacını karşılarlar. Çok fazla jimnastik olduğundaki tutkulu eğilim kuvvetlenir ve vahşileştirilir. Fazla müzik içeren nazik ve felsefi huy zayıflar. Bir kişi müziğin kulaklarındaki borulardan su gibi akmasına izin verdiğinde ruhunun keskinliği yavaş yavaş aşınır ve içindeki tutku, şevk dolu parça eriyip içinden çıkar. Aşırı az ruh kolayca bitkin düşer, aşırı fazlası kolayca gergin asabiyete döner. Bu yüzden, yine, beslenen ve idman yapan atletin öz güveni iki katına çıkar fakat kısa süre içinde aptallaşır. Vahşi bir hayvan gibidir; yumruklarla her şeyi yapar ama fikir veya planla hiçbir şey yapmaz. İnsanın içinde iki kaynak vardır: Mantık ve tutku. Ruha ve bedene değil, bu ikisine müzik ve jimnastik sanatları karşılık gelir. Bu ikisini uyumlu bir ahenkle harmanlayan kişi gerçek müzisyendir. Devletimizin baş dâhisi olacaktır.
Bir sonraki soru ise, “Yöneticilerimiz kimler olmalıdır?” ilk önce kıdemli, daha genç olanı yönetmelidir ve kıdemlilerin en iyileri de en iyi yöneticiler olacaktır. Vatandaşlarını en çok seven, işini en iyi yapan olacaktır ve devletin refahı için onlarla ortak faydaları vardır. Bunları biz seçmeliyiz fakat hayatın her döneminde aynı fikirleri mi sürdürüyor ve şiddet ile keyfe karşı direniyorlar mı direnmiyorlar mı diye takibini yapmalıyız. Çünkü zaman, ikna etme ve keyfe düşkünlük, bir insanın amacında değişiklik yapacak kadar aklını başından alabilir ve keder ile ızdırabın gücü onu mecbur bırakabilir. Ve bu yüzden yöneticilerimiz, altınlara arıtıcılar tarafından ateşle yapıldığı gibi birçok denemeden geçmiş kişiler olmalıdır. Önce tehlike, sonra haz testlerinden geçmeli ve her yaşta bu sınamalardan zaferle, lekesiz ve kendisi ile özünün tam kontrolüyle çıkmış olması gerekmektedir. Bütün becerilerini ülkenin refahı için uyumlu bir şekilde kullanmalıdır. Böyleleri hem bu yaşamda hem ölümde en yüksek onurları alacaktır. (Yönetici terimini belki de bu seçkin sınıfla sınırlandırmalıyız: Daha genç adamlara yardımcılar da denebilir.)
Ve şimdi bir büyük yalan var: Yöneticilerimizi yetiştirebileceğimiz yalanı. Ve hatta dünyanın kalanını da. Anlatacağım şey sadece Kadmos efsanesinin başka bir versiyonu ama bizim şüpheci neslimiz böyle bir hikâyeyi kabul etmede tereddüt edecek. Hikâye önce yöneticilere, sonra askerlere, en son da halka açıklanmalı. Onlara gençliklerinin bir rüya olduğunu ve eğitim alıyor gibi göründükleri süre boyunca hazır oldukları zaman onları yukarı gönderen dünya için şekillendirildiklerini anlatacağız. Ve çocuğu oldukları kişileri korumayı ve onlara iyi bakmayı, birbirlerini kardeş olarak görmelerini öğreteceğiz. “Böyle bir kurgu ileri sürdüğün için utanç duyduğundan şüphem yok.” Ardında daha çok var. Bu kardeşler farklı yaratılışlara sahip ve bazıları Tanrı yönetimi için yaratılmış. Onları altın ile yapmış, diğerlerini de yardımcılar olsun diye gümüş ile. Diğerleri yine çiftçi ve esnaf olmak için, onları ise pirinç ve demirle şekillendirmiş. Fakat hepsi ortak bir elden çıktığı için, altın bir anne babanın gümüş bir çocuğu olabilir ya da gümüş anne babanın altın bir çocuğu. Öyleyse bir sınıf farkı olmalıdır. Zenginin çocuğu sosyal statü olarak alçalmak, sanatçının çocuğu yükselmek durumundadır. Çünkü bir kehanet, “Devlet, pirinç ve demirden yapılmış bir adam tarafından yönetildiğinde sonu gelecektir.” der. Vatandaşlarımız bütün bunlara inanacak mı? “Şimdiki nesil değil ama bir sonraki belki, evet.”
Şimdi fâni insanlar yöneticilerinin buyruğundan çıksın ve etrafına bakınsın. Karargâhını yüksek bir yere kursun ki dışarıdaki düşmanlara ve içerdeki isyanlara karşı emniyette olsun. Fedakârlık yapıp çadırlarını kursunlar çünkü onların asker olmaları gerekir; çarşı esnafı, koyunların bekçi köpeği ve yöneticileri değil. Lüks ve para hırsı onları kurtlara ve zorbalara dönüştürecek. Alışkanlıkları ve konutları eğitimlerine denk olmalı. Hiç mal varlıkları olmamalı. Aldıkları ücret yalnızca geçinmeye yetmeli ve sıradan yemekler yemeliler. Altın olana da gümüşe de bize Tanrı tarafından verildiklerini ve ruhlarındaki bu ilahi hediyeyi adına altın da denen dünyevi artıkla karıştırmalarını söyleyeceğiz. Onlar, ona dokunabilen, onunla aynı çatı altında olabilen veya ondan içebilen tek vatandaşlardır. O, lanetli bir şeydir. Eğer para, toprak ya da ev edinirlerse artık yönetici değil ev sahibi ve tüccar olurlar. Yani zorbaların düşmanı değil dostu. Hem kendileri hem de devlet için zarar eli kulağında olur.
Platon’un eğitiminin dinî ve ahlaki boyutu ayrı bir başlık altında değerlendirilecektir. Bazı nispeten daha küçük konular burada daha rahat görülebilir.
1. Platon’un zamanının tarzından sonra büyük ironiyle hem ahlak ve psikoloji hem de beslenme ve tıp tanığı olarak çağırdığı Homeros’un otoritesine olan daimi çekim. Platon, Homeros’tan yanlış biçimde alıntı yapmış veya ona gönderme yapmıştır. İyi dersle kötüyü ayırma girişiminde bulunmuş, bazen metnin tasarımında değişiklikler yaparken bir kereden fazla, ilk logografların tutumları gibi İlyada’yı bir düzyazıya çevirip onun kelimelerinden upuzak anlamlar çıkarmış veya onlardan gülünç uygulamalar yapmıştır. Herakleitos gibi Homeros ve Arhilohos’a karşı celallenmez (Herakl) fakat onların sözlerini yüce doğrunun birer aracı olarak kullanır. Reggio Calabrialı Theagenes veya Metrodorus’un ya da sonraki zamanlarda Stoacıların sistemlerine dayalı değildir ama onlar kadar dikte eder. Her ne kadar öncülleri hayalî olsa da bunlardan çıkarılan sonuçlar güvenilirdir. Homeros’a yapılan bu hayalî çağrılar Platon’un tarzına bir çekicilik katar ve aynı zamanda Homerik yorumlamanın akılsızlığı üstünde bir yergi etkisi bırakır. Bize göre -hatta belki kendisine göre de- tartışma şeklini almalarına rağmen hepsi birer söz sanatıdır. Kelimenin gerçek anlamı tamamen gözden kaybolduğunda bile muhteşem bir retorik güce sahip olan Kutsal Kitap’tan modern alıntılarla kıyaslanabilirler. Gerçek olan, Platon’un Sokrates’i gibi, Ksenofon’un Memoribilia’sından çıkardığımıza göre, benzer uyarlamalar yapmayı sever. Bütün devirler ve ülkelerde muhteşem olan, dinde de hukuk ve edebiyatta olduğu gibi, yorumlama sanatı olmuştur.
2. “Biçim, konuyu ve ölçüyü biçime uygulamaktır.” “Klasik” kelimesinin bizde yarattığı büyülenmeye karşın, bu kuralın, bize bağlı olan Yunan şiirinde görüldüğünü güçlükle savunabiliriz. Düşüncenin genellikle Eshilos ve Pindar’daki anlaşılır ifadenin gücünü aştığını ve retoriğin Sofist şair Euripides’te düşünceden daha iyi duruma geldiğini reddedemeyiz. Belki sadece Sofokles’te bu ikisinin kusursuz bir uyumu vardır. Sadece onda bir Yunan heykelinin güzelliğinde bir zarafete sahip bir dil görürüz; azaltılması ya da eklenmesi gereken bir şey yoktur. En azından bu, tekli oyunlarda ya da büyük bir kısmında geçerlidir. Trajik Korolarla Yunan lirik ozanlarının arasındaki bağlantı sıklıkla, mantıktan evvelki bir dönemde şairin çözemeyeceği düğümlenmiş bir iptir. Zihninde bir sürü düşünce ve his birbirine karışmıştır, onları ayırma ya da düzenleme gücüne sahip değildir. Çünkü düzyazıdan şiire geçirilmesi gereken mantığın belirsiz bir etkisi vardır, tıpkı düzyazıdaki şiirselliğin dildeki müzik ve kusursuzluğa olan etkisi gibi. Bütün çağlarda şair kendi anlamının kötü bir hakemi olmuştur (Apol) çünkü dünyanın zihniyle ortak noktaları bulunduğunu, zor ve birbiriyle anlamsız olduğunu görmez. Ya da kendisine net gelen gidişatın diğerleri için kafa karıştırıcı olduğunu. En büyük modern şairlerimizin eserlerinde fazla üstü kapalı, konuyla biçim arasında bir oran olmayan; her tür yarım ifade edilmiş figür, sert anlam, biçimsiz kelime öbekleri, fikirler arasındaki kopukluğun kabul edildiği; “usulca doğadan gelen” bir sesin veya düşünceye duygu anlatımını ekleyen bir müziğin bulunmadığı bazı kısımlar bulunmaktadır. İçinde güzellik olmayan şiir, rahatlık ve berraklık olmayan bir güzellik olabilirmiş gibi. İlk Yunan şairler, o zamanlar var olan dil ve mantık koşullarından ister istemez bağımsız olarak yetişmişlerdir. Bizim takip edeceğimiz örnekler değillerdir çünkü her nesilde kullanılan dil gitgide daha da netleşmiştir. Shakespeare gibi ifadelerindeki kusurlara rağmen müthişler. Fakat edebiyatın başlangıcında devam etmiş olan anlaşılmazlığa dönüş yapmaya gerek yok. Geçtiğimiz yüzyılın İngiliz şairleri kesinlikle anlaşılmaz değillerdi ve onlardan önceki geçiş dönemlerine geri giderek bu kazandığımız anlam berraklığını kaybetmek için bir mazeretimiz olamaz. Bizim zamanımızın düşüncesi dili geride bırakmadı. Platon’un “ölçme sanatı”na duyulan ihtiyaç, ikisi arasındaki oransızlığın baş sebebidir.
3. Devlet’in üçüncü kitabında Platon’un herhangi bir yerde yaptığından daha yakın bir sanat yaklaşımı ele alınıyor. Görüşlerini şu şekilde özetleyebiliriz: Asıl sanat hayal ürünü ve taklit değildir, sade ve kusursuzdur; en ulu ahlaki kuvvetin bir ifadesidir, hareket hâlinde veya hareketsiz. Bu sade ve asil özelliğe sahip olan plastik sanat eserleri arasında yaşamak veya bu yapıları dinlemek, gençlerin yetiştirilmesi gereken hakiki Yunan ortamında en iyi etkiyi yaratır. Onlarda her varlığın içindeki güzelliği ve doğruluk hissini gösteren doğal iyi tadı yaratmak bu şekilde mümkün olur. Çünkü şairler kovulsa bile sanat hâlâ mantığın bir yönüdür. Tıpkı Sempozyum’da aynı alana yayılan ama ön eğitimle sınırlandırılmış ve alışkanlıktan gelen aşk gibi. Ve bu sanat anlayışı, sadece müzik yapıtları ve plastik sanat biçimleri ile sınırlı değil, bütün doğayı kapsayan ve dünyada geniş bir akrabalığı olan bir olgudur. Platon’un Devlet’i, Perikles’in Atina’sı gibi siyasi yönün yanı sıra sanatsal yöne de sahiptir.
Platon’da yaratıcı sanatların bahsi nadiren geçer; yalnızca iki üç yerde onları kasteder (Devlet; Sofist). Fidias’ın eserlerinin, Partenon’un, Propylon’un ve Zeus ile Athena heykellerinin karşısında kendinden geçmez. Muhtemelen herhangi soyut bir sayıyı veya şekli, en büyüklerinden daha ulu sayardı. Yine de gençlerde bırakmayı hedeflediği gibi bir etkinin etrafında gördüğü çalışmalardan onun aklına geçmediğini düşünmek zordur. Sonuçta gördüğümüz şeylerin parçalarıyla yaşıyoruz ve birkaç kırık taş parçasında bile gerçeğin ve güzelliğin bir modelini buluyoruz. Fakat Platon’da bu hissin ifadesi bulunmaz; hiçbir yerde güzelliğin sanatın konusu olduğunu söylemez. Bilgeliğin görülür bir şekle bürünebileceğini reddediyor gibi görünür. (Phaidros) Güzel sanatlarla mekanik olanı ayırmaz. Olsa da olmasa da diğer yazarlar gibi gösterdiğinden fazlasını hissetti. Güzel sanatların muhteşem kusursuzluğunun onlar hakkındaki sessizlikle uyuşması yine de dikkate değer. Çok çarpıcı bir paragrafta, bir sanat eserinin, tıpkı devlet gibi bir bütün olduğunu ve bu bütün algısı ile yeni doğmuş matematik bilimlerine olan sevginin, Yunan sanatının ilham verici olmasa da her nasılsa düzenleyici prensipleri olarak görülebilir. (Kse. Memorabilia ve Sofist)
4. Platon gerçek ve belirsiz bir yorum getirir; hekimin güçlü sağlıkta olmaması ve hastalığın ne olduğunu önce kendisi bilmesi gerekir. Fakat hâkimin buna benzer şekilde kötüyle bir tecrübesi olmamalıdır. O, gençlik yıllarını masumca geçirmiş ve hayatının sonraki dönemlerinde diğer insanların kusurlarına aşina olmalıdır. Ve böylece, Platon’a göre bir hâkim genç olmamalı. Tıpkı Aristo’ya göre genç bir adamın ahlak felsefesinin uygun bir dinleyicisi olmaması gerektiği gibi. Kötü olanın ise kötülükle ilgili bilgisi vardır. Yine de bu düşünce treninin sağlam temelli olduğu da şüphelidir. Yasalar’ın önemli bir bölümünde, kötülüğün iyiliğin doğru bir tahminini yapabileceği kabul edilir. İkinci kitapta nezaketle cesaretin birliği ilk başta bir çelişki olarak görünür ama sonrasında doğru olduğu onaylanmıştır. Ve Platon aynı zamanda kötünün önsezisinin ona olan tiksintisiyle tutarlı olduğunu bulmuş olabilir. Bozukluğa ilişkin bilgi veren erdemde bir açıklık anlamı vardır. Ve huyla ilgili bilgi, bir dereceye kadar kötü ya da iyi deneyimden bağımsız doğal bir histir.
5. Yunan olmadıkları ve o zamanlarda dünyada var olmuşlardan farklı oldukları için Platon’un en dikkate değer fikirlerinden biri sınıfların değişimidir. Sparta devletinde belirli durumlarda kölelerin vatandaşlığa yükselmesi ve vatandaşların alçalması söz konusuydu. Ve eski Yunan aristokrasilerinde, liyakat kesinlikle hükûmette yerleşik olan unsurlardan biri olarak görülürdü. Devletlerin kurucuları onların iyilikseverleri olmalıydı. Yani insanlığın ortalama seviyesinin üstünde iyi davranışlarla yükselmiş ve daha sonraki zamanlarda, savaşçıların ve yasamacıların hizmetleri onlara, daha alt sıralamada olanlara vatandaşlık ayrıcalıkları ve devlette birinci sınıfı vermiştir. İdeal bir aristokrasinin varlığı ilk Yunan tarihinin kalıntılarıyla yetersiz bir şekilde kanıtlanmış olmasına ve bu tür bir özelliği, fikir tanımlanmış olsa da herhangi bir gerçek Yunan devletine atfetmek ya da dünyada var olmuş herhangi bir devlete atfetmekte güçlük çekmemize rağmen en iyi kuralı kesinlikle, ilkel tarih fikirlerini kendi iyi hükûmet fikirleriyle bağdaştıran filozofların arzusuydu. Platon, sonrasında, devletinin yöneticilerine birtakım testler uygulamada ısrarcı olur. Bu testlerle, belirlenmiş standartlara uymayanlar ya hükûmet görevinden alınır ya da hükûmete girmesine izin verilmez. Ve bu “akademik” disiplin bir noktaya kadar Yunan devletlerinde, özellikle Sparta’da başarılı oldu. Aynı zamanda, eski zamanların büyük bir kısmında varlığını sürdüren ama hiçbir şekilde Avrupa dünyasında var olmamış kast sisteminin, liyakat hatrına zaman zaman kenara kaldırılması gerektiğini belirtir. İnsan ırkının büyük kısmının toplum düzenine yapılan müdahalelere ne kadar derinlemesine alındığının farkındadır ve bu yüzden alışılmışın dışındaki yeni fikrini, kendisinin “korkunç kurgu” dediği bir biçimde sunar. (Beşinci kitaptaki “iki büyük dalga” için yapılan hazırlık töreniyle kıyaslayınız.) İki prensip gösterilir; ilki, bireyden önceki durumlara bağlı olan bir sınıf farkı olduğu ve ikincisi, bu farkın kişisel özellikler sayesinde kırıldığı veya kırılmak durumunda olduğudur. “Fenike hikâyesi”ni kendi fikirleri için bir araç yaparak Homeros’un şiirleri gibi mitolojiyi kendi devletinin ihtiyaçlarına uyarlar. Her Yunan devletinde kendi kökenine ilişkin bir efsane vardı. Platon’un devletinin de fanî insanoğluna ait bir hikâyesi olabilir. Hikâyenin ve Yunan geleneğinin paralelliğinin anlatımındaki ciddiyet ve doğruluk payı, “korkunç yalanın” yeterli bir doğrulamasıdır. Eski şiir, birbirini takip eden altın, gümüş, pirinç ve demir çağlarından söz eder ama Platon, bu birbirinden farklı insan doğalarının hep birlikte tek bir devlette mevcut bulunduğunu varsayar. Mitoloji, bir dersin öğretilmesi için bir figür görevi görür (Protagoras’ın dediği gibi, “Efsaneler daha ilgi çekicidir.”) ve Platon’un detaylara inmeden yeni prensiplere de değinmesine olanak sağlar. Bu bölümde genel doğruyu belli eder ama hangi adımlarla sınıf değişikliğinin gerçekleştiğini anlatmaz. Cidden, Devlet’in her yerinde düşük sınıfların gözden kaybolmasına izin verir. Bu insanların silah taşımak için mi var olduğunu veya beşinci kitapta mülke ve evliliğe ilişkin komünist düzenlemelerde yer alıp almadığını bilmiyoruz. Birkaç tesadüfi kelimeden, Platon’un sessizliğinden yola çıkarak veya onun görüşünün ötesinde sonuçlar çıkararak tam olarak bir şey öne sürmek gereksizdir. Aristo, düşük sınıfların durumları hakkındaki eleştirisinde, şiirsel yaratılışın “hava gibi, dayanıklı” olduğunu ve mantığının oklarıyla delinmeyeceğinin farkına varamaz. (Pol.)
6. Günümüz okurunu en üst derecede fantastik ve kusursuz gibi vuran, ona birçok derin düşünce getiren iki çelişki, Devlet’in üçüncü kitabında bulunabilir. İlki, müziğin müthiş gücü. Bu güç, sanat ve bilimin bu kadar ilerlediği, melodi ile ahengin sırrını bulduğu bu çağdaş devirde bizim deneyimlediğimiz etkiden çok daha fazladır. İkincisi, ruhun beden üzerinde kurması gereken belirsiz ve neredeyse mutlak kontroldür.
İlkinde bir nebze abartıdan şüpheleniyoruz, günümüzde bilinmeyen belirli sanat dallarının uzmanlığında gözlemlediğimiz gibi. Yalnızca bir grup insan tarafından hissedilen bu doğal şevk ile Platon’a, Aristo’nun yabancı olduğu, sayılara ve sayısal orana duyulan bir tür Pisagorsal hürmetin karıştığı görülür. Ses aralıkları ve sayıları ona göre, duyu değişimlerine bağlı olmayan ve kendi yasaları olan kutsal şeylerdir. Duyunun da üstünde yükselir ve idealar dünyasıyla bir bağlantı işlevi görür. Fakat Platon’un kendisine gerçek durum gibi görünen şeyi anlattığı barizdir. Sade ve karakteristik bir melodinin Yunanların duyarlı zihinleri üzerindeki gücü, bizim kolayca takdir edebileceğimizden fazlasıdır. Ulusun kulağının etkisi onunla bir kıyas ortaya çıkarabilir. Ve bütün bunların yanında, müzikal notaların ahengi ve ruhla bedenin uyumu arasında bir kafa karışıklığı vardır. Ki bu da muhtemelen onlardan dolayıdır.