Читать книгу Devlet ( Платон) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Devlet
Devlet
Оценить:
Devlet

3

Полная версия:

Devlet

İkinci olarak, Platon’un başlangıçta Devlette ve sonra da bireyde özgün Yunan niteliklerini muhafaza ettiği fark edilebilir. Önce ahlak kuralları, sonra siyaset bilimi; bu bize göre fikirlerin sıralamasıdır. Tam tersi de tarihin sırasıdır. Sadece birkaç düşünce mücadelesinden sonra birey ahlaki bir varlık olduğundan emin olur. İlk çağlarda insan bir birey değil, kendinden önce var olmuş devletin vatandaşlarından yalnızca biridir ve ülkesinin kanunlarıyla kilisenin öğretileri dışında iyi ya da kötü fikri yoktur. Ve adetlerin etkisi, bir partiye bağlılık veya geçmiş hatıralar çok güçlü geldiğinde bu duruma devamlı olarak geri dönmeye çalışır.

Üçüncü olarak, Yunanların ilk fikirlerini kaplayan ve modern zamanlarda da hatrı sayılır derecede etkisi devam eden bir devlet-birey tanımı ya da karışıklığı gözlemleyebiliriz. İlk düşünürler insanlığın kolektif ve bireysel davranışları arasındaki belirsiz farkı terk etmiş görünüyor ve biz de siyaseti ahlaka yükselttiğimizde veya ahlakı siyasetin seviyesine indirdiğimizde kimi zaman insanların toplu hâldeki davranışlarının koşullarını unutma tehlikesi yaşıyoruz. İyi insan ve iyi vatandaş yalnızca kusursuz devlette birbirine denk düşer ve bu kusursuzluğa, onları dıştan yasalara uygun hareket ettirmekle değil içlerinden eğiterek erişilebilir.

Sokrates, Aristo’nun oğullarını över; melankolik şairin dediği gibi, “şanlı kahramanın yaratıcı oğlu”. Fakat kişiliklerine bakıldığında kendi görüşlerinden etkilenmedikleri görülmesine rağmen nasıl adaletsizliği bu kadar ikna edici şekilde savunabildiklerini anlayamaz. Zor zamanda adaleti bırakmaktan korksa da onlara nasıl cevap vereceğini bilemez. Bu yüzden bir durum sunar: Güçsüz gözleri olduğu için önce büyük harfler, sonra küçük yazılmış harfleri okumasına izin verilmelidir. Bu, devletin adaletinde olması gereken ilk şeydir. Daha sonrasında bireye geçer. Bu doğrultuda devleti resmetmeye başlar.

Toplum, insanın eksiklerinden doğar. İlk eksik yiyecektir, ikincisi bir ev, üçüncüsü ise bir giysi. Bu ihtiyaçların mantığı ve bunları takasla çözme ihtiyacı, bireyleri aynı noktada bir araya getirir ve bu, her ne kadar mucidi insanların eksikleri olsa da bizim icat etmeye cüret ettiğimiz devletin başlangıcıdır. Önce bir çiftçi olmalıdır, ikinci olarak bir yapı ustası, üçüncü de bir dokumacı. Belki listeye bir de dikişçi eklenebilir. Bir şehir oluşturmak için en az dört ya da beş kişi gereklidir. Şimdi, insanların farklı tabiatları vardır ve bir adam bir işi diğerlerinden daha iyi yapabilir. Ayrıca, iş kimseyi beklemez. Bu yüzden iş gruplarının birbirinden ayrılması gerekir; toptan ve perakende ticaret, işçiler ve onların aletlerini yapanlar, çobanlar ve çiftçiler. Bütün bu iş gruplarını içeren bir şehir çoktan dört-beş kişi sınırını geçmiş demektir ama çok da büyük değildir. Fakat sonra yine ithalat gerekecektir, ithalat da ihracatı beraberinde getirecektir. İhracatta alıcıları, yani tüccarları ve gemileri, çekmek için ürün çeşitliliği olması gerekmektedir. Şehirde bir satış yeri, para ve perakendecilik de olmalıdır yoksa alıcılar ile satıcılar yüz yüze gelemezler ve üreticilerin kıymetli vakitleri takasla boşa geçer. Hizmetlileri de eklediğimizde devlet tamam olur ve vatandaşların birbirleriyle olan ilişkilerinde bir yerlerde adalet ve adaletsizlik baş gösterir.

Burada, hoyrat bir hayat bizi karşılar. Günlerini, kendileri için inşa ettikleri evlerinde geçirirler, kendi kıyafetlerini kendileri yaparlar ve kendi ekinleri ile kendi şaraplarını üretirler. Ana besinleri un ile ettir ve ölçülü içerler. Birbirleriyle oldukça iyi geçinirler ve fazla çocuk yapmamaya özen gösterirler. “Ama…” dedi Glaukon. “Farklı tatlar da almaları gerekmez mi?” diye itiraz etti. “Kesinlikle; tuzları, zeytinleri ve peynirleri de var. Ayrıca sebze-meyveleri ve ateşte pişirmek için kestaneleri var. Bu bir domuz şehri, Sokrates.” Neden, diye yanıtladım, daha ne istiyorsun? Hayatın yalnızca rahatlıkları var; koltuklar, masalar, soslar ve tatlılar. Görüyorum, senin istediğin sıradan bir devlet değil, şaşaalı bir devlet. Daha karışık bir yapıda adaleti ve adaletsizliği bulmamız yakındır. Sonrasında güzel sanatlar işin içine girecek; akla gelebilecek bütün enstrümanlar ve lüks hayatın süsleri istenecek. Dansçılar, ressamlar, heykeltıraşlar, müzisyenler, aşçılar, berberler, kostümcüler, hemşireler, sanatçılar, hayvanlar için domuz ve sığır çobanları, lüks hayatın getirdiği hastalıkları tedavi etmek için hekimler olacak. Bütün bu gereksiz ağızları doyurmak için komşumuzun toprağından bir parça, aynı şekilde komşumuza da bizim toprağımızdan bir parça gerekecek. Diğer siyasi kötülükler gibi bu da bir savaş sebebidir. Şehrimizin böylece bir ordugâha ihtiyacı olacak ve vatandaşlar da askere döndürülecekler. Fakat deminki “işlerin bölümü” kuramımız unutulmamalıdır. Savaş sanatı bir günde öğrenilemez ve askerî görevler için doğuştan yetenek olması gerekir. Bu yeteneğe sahip olanlar için savaşı andıran tabiatlar olacak; kokuya düşkün, hızlı koşan ve bacakları kuvvetli köpekler. Cesaretin temeli ruh olduğu için insan ya da hayvan olmak üzere bu türler, ruh dolu olacaklar. Fakat bu ruh dolu yaratıklar ısırmaya ve birbirlerini parçalayıp yutmaya meyillidir. Yani, arkadaşlara nezaket ve düşmanlara sertlik biraz imkânsız görünüyor. Bu yüzden devletin yöneticisi olacak kişide bunların ikisinin de olması gerekir. Peki kim olabilir bu yönetici? Köpek misali buna bir cevap taşıyor. Köpekler dostlarına yumuşak ve nazik, yabancılara karşı acımasız oldukları için. Sizin köpeğiniz de bilmek ve bilmemek prensibine göre yargılayan bir filozoftur ve felsefe bir insanda da canavarda da olsa kibarlığın atasıdır. İnsan bekçi köpekleri de onları nazik yapabilmek için filozof ya da öğrenme tutkunları olmalıdır. Eğitim olmazsa bunlar nasıl öğrenilir?

Peki ya eğitimleri nasıl olmalıdır? Müzik ve jimnastik denen eski yöntemden daha iyisi bulunabilir mi? Müzik edebiyatı kapsar ve edebiyat iki çeşittir: Doğru ve yanlış. “Ne demek istiyorsun?” dedi. Demek istediğim, çocuklar jimnastik öğrenmeden önce hikâyeler dinlerler ve bu hikâyeler ya gerçek dışıdır ya da bir yığın yanlışlığın içinde ufak bir gerçeklik payı vardır. Yaşamın ilk dönemleri pek hassastır ve çocukların büyüdüklerinde unutmaları gerekecek şeyleri öğrenmemeleri gerekir. Bu yüzden çocuk hikâyelerine bir denetim getirmeliyiz; bazılarını yasaklamalı, bazılarına izin verebiliriz. Bazıları gerçekten açık seçiktir ki bunların örnekleri; basit yalanlar değil gerçekten kötü yalanlar söyleyen Homer ve Hesiodos’ta, edepsiz olduğu kadar yanlış da olan Uranüs ve Satürn hakkındaki hikâyelerde görülür, bunlardan küçük çocuklara gerçekten hiç bahsedilmemelidir. Yapılacaksa da bir kurbandan sonra, bir Elefsis domuzundan değil, kolay bulunmaz bir hayvandan üstü kapalı olarak bahsedilebilir. Gençlerimiz Zeus’u örnek alıp babalarına karşı mı gelsinler ya da vatandaşlarımız tanrılar arasındaki mücadeleleri duyup kavgaya mı teşvik edilsinler? Annesini bağlayıp alıkoyan Hephaistos’un ve onu bitkin annesine yardıma gönderen Zeus öyküsünü mü dinlesinler? Böyle masalların muhtemelen gizemli bir açıklamaları vardır fakat gençler bu kinayeyi anlayacak kabiliyete sahip değildirler. Hangi masallara izin verileceğini soran olursa bizim kitapçı değil kanun yapıcı olduğumuz cevabını veririz. Biz sadece hangi kitapların yazılacağıyla ilgili ilkeleri ortaya koyarız, onları yazmak başkalarının görevidir.

İlk ilkemiz de Tanrı’nın olduğu gibi gösterilmesidir. Yani, her şeyi değil, sadece iyiyi yazan kişi. Onun iyiyi ve kötüyü idare ettiğini söylemeleri için şairlere katlanmak durumunda değiliz, elinde kaderlerle dolu iki varil olduğunu, Athena ve Zeus’un Pandaros’u anlaşmayı bozması için dürttüğünü, Niobe ve Pelops’un ızdıraplarına ve Truva Savaşı’na neden olduğunu, onlara zarar vermek istediğinde insanlara günah işlettiğini. Ya bunların birine bile tanrılar neden olmamıştı ya da Tanrı adaletliydi ve insanların cezalandırılması onların hayrınaydı. Ama eylem kötüydü ve onun yazarı olan Tanrı ne gençlerin ne yaşlıların söylemesine izin verdiğimiz, intihara yol açan bir kurgudur. Bu, bizim birinci ve en önemli ilkemizdir: Tanrı yalnızca iyi olan şeyleri yazmıştır.

İkinci ilke de buna benzerdir: Tanrı’da değişkenlik veya şekil değişikliği yoktur. Akıl bize bunu öğretir; eğer Tanrı’da bir değişim olduğunu varsayarsak onu başka birinin ya da kendisinin değiştirmiş olması gerekir. Başka birisi? -Ama doğanın ve sanatın en iyi eserleri, zihnin en asil nitelikleri, dıştan bir güçle değişmeye en az derecede meyillidirler. Peki ya kendisi?– Ama kendini iyileştiremez ancak kendini kötüleştirebilir. Kendi fikrine göre sonsuza kadar en iyisi ve en doğrusu kalır. Bu yüzden bize buradan, geceleri değişik kılıklarla sessizce dolaşan bir rahibenin ya da başka bir tanrısal varlığın tasviriyle ve çocukların içlerindeki yiğitliği bastırmak için annelerin kullandığı dine küfreden saçmalıkları yakaran ozanları dinlemeyi reddediyoruz. Fakat bazıları, değişmez olan Tanrı’nın, bizimle ilişkili bir şekil alabileceğini söyler. Neden bunu yapsın ki? Çünkü tanrılar da insanlar gibi ruhun yalanlarından ve sahtelik köklerinden nefret eder. Ayrıca diğer yalan türleri bir amaç için kullanıldığı ve bazı istisnai durumlarda masum sayılması da bir neden olabilir. Tanrıların buna neden ihtiyacı vardır? Çünkü onlar ne ozanlar gibi eski zamanlar hakkında bilgisizdir ve ne düşmanlarından ne de deli arkadaşlarından korkuları vardır. Öyleyse Tanrı dürüsttür, mutlak surette dürüsttür. Ne gece ne gündüz, ne sözde ne davranışta değişir veya kandırır. Bu, bizim ikinci büyük ilkemizdir: Tanrı dürüsttür. Homeros’taki Agamemnon’un yalan söyleyen rüyasından ve Thetis’in Eshilos’ta Apollon’a ettiği ithamdan uzaktır…

Devlet tasvirini netleştirmek için Platon, dört beş kişiyle kurduğu hayalî topluluktaki ortak ihtiyaçları ve iş bölümünü anlatmaya geçer. Aşamalı olarak bu topluluk büyür, iş bölümü ülkelere yayılır, ithalat ihracatı gerektirir, değiştirilen malın değerini ölçmek için bir araç gerekir ve üreticilere zaman kazandırmak için satıcılar satış yerlerinde bulunur. Bunlar, Platon’un ilk ve ilkel devleti kurma aşamalarıdır. Siyasal ekonomiyi bu şekilde gösterir. İkinci olarak daha uygar bir devleti tasvir edeceği için önce basit olandan başlamıştır. Rousseau gibi ilkel bir yaşam tasvirinden keyif alır ki bu tasvirin, insanlığın hayal gücü üzerinde hep gerçekten güçlü bir etkisi olmuştur. Fakat o, birinin diğerinden daha iyi olduğunu dile getirmez (Devlet Adamı). Ya da Aristo’nun siyasette yaptığı gibi ilk devlet tanımının ikinciden alındığı çıkarımına varılmaz. Platon’un diyaloğunu bir şiirden ya da bir kıssadan daha kelimesi kelimesine veya gerçekçi bir şekilde yorumlamamalıyız. Öte yandan, Platon’un hayat dolu düşüncesini felsefedeki çağdaş tezlerin kurumuş soyutlamalarıyla kıyasladığımızda, Protagoras’la şunu söylemeye mecbur oluruz: “Mythus daha ilgi çekicidir.” (Protag.)

Modern zamanların Siyasi Ekonomi üzerine tezlerinin yer aldığı bazı ilgi çekici görüşler, Platon’un yazılarının içlerine serpiştirilmiştir: Özellikle Yasalar, Nüfus, Serbest Ticaret, Kandırma, Vasiyet ve Bağış, (Platon’un olmasa da) Eryxias, Değer ve Talep, İşlerin Bölünümü. Son konu, aynı zamanda perakendeciliğin de kökeni, Devlet’in ikinci kitabında takdire şayan bir açıklıkla ele alınmaktadır. Fakat Platon ekonomiyle ilgili fikirlerini hiç düzenli bir sistem olarak bir araya getirmedi ve ticaretin devletteki ve bütün dünyadaki en büyük tahrik güçlerinden biri olduğunu hiçbir zaman fark etmedi. “Sadece her yerden en iyi adamlarla en iyi kadınların bir süre tavernaları ya da perakende ticareti devam ettirme zorunluluğu olsaydı, bütün o şeylerin ne kadar hoş ve makul olduğunu bilirdik.” “Yasalar” şeklinde yeterince acayip bir şekilde belirtmesine rağmen, Perakendecileri sadece alt sınıf vatandaşlar olarak gösterirdi. (Devlet, Yasalar)

Glaukon’un, “domuzlar şehri”ne olan hayal kırıklığı, daha safi devletteki lüks bakanlarının gülünç tasvirleri, sonradan eklenen doktor ihtiyacı, köpekten alınan koruyucu yapısının örneklemesi, kirli gizemler kutlandığında neredeyse bulunamayan kurbanın sunulmasının albenisi, Zeus’un babasına ve Hephaistos’un annesine olan davranışı; ciddi anlamı da olan birer mizah dokunuşlarıdır. Eğitimden bahsederken Platon bizi, bir çocuğun önce yalanlarla ve sonra gerçeklerle eğitilmesi gerektiğini söyleyerek biraz ürkütür. Bu, çocukların hem hayal gücü hem mantıkla eğitilmesi gerektiğini, zihinlerinin zamanla gelişeceğini, anlamadan öğrenmeleri gereken şeyler olduğunu söylemekten çok da farklı değildir. Çağdaş ahlak yazarlarından, doğru ve yanlış konularında farklı bir çizgi çizdiğinin kabul edilmesi gerekse de bu aynı zamanda Platon’un görüşünün özüdür. Bize göre ekonomiler veya düzenler, insan duyuları için gerekli ya da bilginin basit, cahil insanlara iletimine gerekli olmadıkça hoş görülmez. Şunun üzerinde durmalıyız ki söz, niyetten ayrılamaz ve mesela doğru olanın aleyhine yanlış şekilde hareket etmek veya söz söylemekteki gibi “sahte doğru” olmamalıyız. Fakat Platon kurguların kullanımını yalnızca iyi bir ahlaki etkisi olması gereğine ve yalancılık gibi böyle tehlikeli bir silahın sadece yöneticiler tarafından büyük amaçlar için kullanılmasıyla kısıtlardı.

Platon zamanında bir Yunan, dininin sadece tarihi bir olgu olup olmadığı sorusuna hiç önem vermezdi. Geçmişin bir tarihi olduğunu yeni yeni fark etmeye başlamıştı fakat Homeros ve Hesiodos’un ötesinde hiçbir şeyi göremezdi. Anlatılarının doğru ya da yanlış olması, Yunanistan’ın siyasi, sosyal yaşamını ciddi ölçüde etkilemezdi. Ahlaka aykırı olduklarını fark ettiklerinde insanlar, onların kurgu olduklarından şüphe etmeye başladılar. Ve dinlerde de böyledir: Önce ahlaka uygunlukları değerlendirilir, sonra kaydedildikleri belgelerin doğrulukları veya onlarla anlatılan doğal ve doğaüstü olaylar. Ama modern zamanlarda ve Protestan ülkelerde, belki Katoliklerde olduğundan daha fazla, tarihsel olayları ahlakla açıklamaya fazla yatkındık ve bazıları, belgelerin her tarafında insanüstü bir kesinlik görmedikçe dine inanmayı reddettiler. Eski veya dinî bir geçmişin olayları, bütün olayların en önemlilerindendir ama genelde şüphelilerdir ve onlardan çıkarılabilecek doğru dersi yalnızca kendimizi onların üstünde gördüğümüzde ediniriz. Bu fikirler, önemsiz olmasa da Platon’la bizim aramızdaki farkın ilk bakıştaki kadar önemli olmadığını gösterir. Çünkü ahlaki doğruyu dinî olandan önde tutmakta ve genellikle, bütün dinlerin ilk zamanlarında ortaya çıkan bu hataları ya da yanlış ifadelere aldırmamakta onunla aynı fikirde olmalıyız. Aynı zamanda, bir ülkedeki geleneklerdeki değişimlerin bir günde gerçekleşmediğini, bu yüzden bilim ve eleştirinin kınayacağı çoğu şeye hoşgörülü olduğunu biliyoruz.

Laf arasında, Hristiyanlıktan önce Reggio Calabrialı Thea-genes tarafından altıncı yüzyıl gibi ortaya atıldığı söylenen, mitolojinin kinayeli izahının aslında Platon döneminde kurulmuş olduğunu ve burada, farklı bir nedenden dolayı olsa da tıpkı Phaidros’taki gibi Platon tarafından reddedildiğini de ekliyoruz. Bu dinî veya hukuki kronolojik hatalar, insanlar medeniyetin bir başka aşamasına eriştiğinde evrensel tecrübeye uygun şekilde kurgular tarafından ortadan kaldırılmalıdır. Anlamlandırma sanatı harikadır ve bir kez keşfedildiğinde daima devam eden doğal sürece göre değiştirilemeyen şey açıklanarak önemi azaltılmıştır. Elle tutulur bir tutarsızlık olmaksızın iki tür din yan yana var olmuştur. Bir yanda tapınağın geleneksel ibadetinden gelen ve ozanların uydurduğu veya onlara miras kalmış bir gelenek. Diğer yanda, fikirler cennetinde yaşayan ama Asklepios’a bir horoz vermeyi ya da güneşin doğuşunda onun dualarını söylerken görünmeyi reddetmeyen filozofların dinleri vardı. Nihayetinde popüler din ile felsefi din arasındaki düşmanlık, -Yunanlar arasında bizim zamanımızdaki kadar yaygın olmasa da- ortadan kayboldu. Sadece aramızdaki okumuş ve okumamış insanların dinî olarak farkları hissedilmeye devam etti. Homeros ve Hesiodos’un Zeus’u kolayca Platon’un “asil zihni”ne girmiş oldu; dev Herakles insanlığın gezgin şövalyesi ve hayırseverine dönüştü. Bu ve bunun gibi muhteşem dönüşümler, Hristiyanlıktan iki üç yüzyıl öncesi ve sonrasında Stoacılar ve neo-Platoncuların maharetlerinden kolaylıkla etkilenmiştir. Yunan ve Roma dinlerinin içine, eski anlamlarını kaybederek yavaş yavaş felsefe ruhu işliyordu. Şiire ve ahlaka ayrılıyordu, dünyadaki etkileri azalırken muhtemelen hiçbir zaman çürüme zamanlarından daha saf değillerdi.

Kitabın sonlarına doğru ortaya çıkan ayrı bir fikir de ruhun içindeki yalandır. Bu, Platon ve Sokrates’in, istemsiz cahilliğin istemliden daha kötü olduğu öğretileriyle bağlantılıdır. Ruhtaki yanlış gerçek bir yanlıştır, en yüksek doğrunun çürümesidir; ruhun, kandırılmış kişinin artık kendini açıklayamayacağı en üst seviyesinin aldanmasıdır. Örneğin, Tanrı’yı sahte ya da ahlak dışı, Platon’a göre insanların görünüşleri gibi aldatıcı, kötülüğün yazarı gibi göstermek, Protagoras’la “bilginin bir algı olduğunu”, “varoluşun dönüşmek olduğunu” veya Thrasymakhos’la “gücün gerçek olduğunu” onaylamak için, Platon tarafından bu nefret dolu türün bir yalanı olarak kabul edilirdi. En büyük asılsızlığın en büyük şuursuzluğu -mesela Hakikatlerin (John) dilinde “kör olduğu söylenen” adamın “Görüyorum.” demesi-, Platon’un tanımladığı ruh hâlinin başka bir yönüdür. Ruhun içindeki yanlış ayrıca Kutsal Ruh’a (Luke) karşı günahla da Yunan ve Hristiyan sözleri arasındaki fark da hesaba katılarak kıyaslanabilir. Bir oyunda, şiirde, alegoride, söz sanatında ya da herhangi bir tür düzende yer alan sözcüklerdeki yanlışlar bunun aksidir. Ki bunlar, insanlara belirli durumlarda faydalı olsa da tanrılar için yararsızdır. Sokrates burada, deli kimseyle ilgili yönelttiği soruyu kendi yanıtlamaktadır, aynı zamanda Tanrı ve insanın doğalarını karşılaştırmaktadır. Çünkü Tanrı doğrudur ama insan ırkı yalnızca kimi zaman yanlı görünerek doğru olabilir ya da yanlış olur. Din ve eğitimle ilgili daha büyük sorulara yer ayırırsak şunları not etmemiz gerekir: (1) Yunanistan’ın eski ve geleneksel eğitiminin kabulü, (2) Platon’un Homeros’a ve ozanlara yapmaya hazırlandığı saldırı, (3) Devlette ekonomilerin kullanımına yaptığı saldırı, (4) burada ve devamında tanrıların “Kronik Skandal”ını ima ettiği aşağılayıcı ve örtmeceli tavır.

ÜÇÜNCÜ KİTAP

Dini sadeleştirmenin başka bir sebebi daha var: Ozanların aşağıdaki dünyayla ilgili masallarına inananlar veya ölümden korkanlar cesur olamayacakları için korkuyu yasaklamak. Cehennemi kötüye kullanmamaları kibarca rica edilmeli ve hikâyelerinin hem gerçek dışı hem iç karartıcı olduğu hatırlatılmalı. Akhilleus’un kasvetli sözleri; “Ölülere hükmetmektense bir hizmetçi olmayı yeğlerim.” ya da sefil köşkler, donuk gölgeler, kaybedilen güce ve gençliğe yas tutarak oradan oraya uçan ruh, yeryüzünün altında duman gibi alay eden biriyle olan bir ruh, yarasalar gibi uçuşan âşıkların ruhları gibi tiksindirici paragrafları sildiğimizde öfkelenmemeliler. Cocytus7 ve Styx’teki8 dehşet ve korkular, hayaletler ve cansız gölgeler, Cehennemsel terminolojinin kalanı yok olmalı. Bunun gibi masalların bir amacı olmalı ama askerler için uygun bir besin değiller. Homeros’un kahramanlarının acılarını ve anlayışlarını çok az gibi kabul edebiliyoruz: Thetis’in oğlu Akhilleus gözyaşları içinde başına kül atarken deniz kenarında kafası dağınık volta atıyor veya tanrıların kuzeni Priamos çamur içinde yüksek sesle ağlıyor. İyi bir adam çocuklarını veya servetini kaybettiğinde yıkılmaz. Ölüm ona dehşet vermez. Bu yüzden, ölülere yakılan ağıtlar, önemli kişilere yapılmamalıdır. Onlar yalnızca, kadın veya erkek, aşağı derecedekilerin kaygısı olmalıdır. Bu tür bir zayıflığın tanrıların özelliği gibi görünmesi daha da kötüdür. Mesela tanrıçaların “Ah benim sancılarım!” demesi ve hatta en kötüsü, cennetin kralının, Hektor’u kurtaramayacağı için ağlayıp sızlaması ya da sevgili Sarpedon’unun yaklaşan kör talihine üzülmesi gibi. Gençler tarafından gülünmezse böyle bir Tanrı sıfatının, onlar tarafından örnek alınması muhtemeldir. Vatandaşlarımıza gülme izni verilmemelidir: “Bu tür şiddetli hazlar” şiddet içerikli bir tepkiye yol açar. İlyada’da geçen tanrıların, Hephaistos’un beceriksizliğine yanlarını sallamalarını biz kabul etmeyeceğiz. “Kesinlikle hayır!”

Erdemler arasında doğrunun önemli bir yeri olmalıdır çünkü söylediğimiz gibi yalanın tanrılara bir faydası olmaz ve sadece insanlara bir ilaç olarak yarar. Fakat yalana verilen bu görev, devletin bir ayrıcalığı olarak kalmalıdır. Sokaktaki adam, yöneticiye, bir hastanın doktoruna veya bir denizcinin kaptanına söyleyeceğinden fazla yalan söylememelidir.

Daha sonra, gençlerimiz ölçülü olmalıdır ve ölçülülük özkontrol ve otoriteye itaatten oluşur. Bu dersi Homeros birkaç yerde öğretir: “Achaealılar nefes alan yiğitliklerine, liderlerinin sessiz korkularıyla ilerlediler.” Ama diğer yerlerde pek farklı bir ders vardır: “Ey bir köpeğin gözlerine ama bir erkek geyiğin yüreğine sahip şarapla dolu kimse!” İkincisinin dili gençlerin zihinlerindeki öz-kontrolü etkilemeyecektir. Aynısı yeme-içmeye ve açlık korkusuna olan övgüleri, Zeus ile Hera’nın coşkulu aşkları, Hephaistos’un benzer şekilde Ares ve Afrodit’i bir ağda nasıl alıkoyduğuyla ilgili de söylenebilir. Sözlerinde daha asil bir zorlama duyulmaktadır: “Dayan, daha kötülere dayanmış olan ruhum.” Vatandaşlarımızın rüşvet almalarına veya “Hediyeler tanrıları kandırır, hediyeler saygıdeğer krallara.” demelerine izin vermemeliyiz. Akhilleus’a Yunanlara yardım etmeden önce onlardan para almasını öğütleyen Phoenix’i ya da Akhilleus’un kendisi Agamemnon’dan hediye alırkenki alçaklığını, Hektor’un bedenine karşılık fidye istemesini, Apollo’yu lanetlemesini, nehir-tanrı Skamandros’a olan küstahlığını, zaten diğer nehir tanrısı Spercheios’a atfedilmiş kendi saçından olan ölü Patroklos’a bağlanımını, Hektor’un bedenini duvarların etrafında sürüklemesini ve odun yığınındaki esirleri katletmesini takdir etmelerine müsaade etmemeliyiz. Kheiron’un öğrencisi için bu kadar fazla alçaklık ve gaddarlık hayal bile edilemez. Peirithoos ve Theseus’un aşk dolu maceraları da aynı ölçüde değersizdir. Ya bu tanrıların çocukları olduğu söylenen kişiler gerçekten tanrıların çocukları değildi ya da ozanların hayal ettiği gibi tanrıların kendileri kötülüğün mimarlarıdırlar. Damarlarında cennet kanının dolaştığı kişilerin böyle şeyler yaptığına inanan gençler, bu örnekleri taklit etmeye dünden hazır olacaklardır.

Bu kadar tanrı ve kahraman yeter. İnsanlar hakkında ne demeliyiz? Ozanlar ve hikâye anlatıcılar ne der: Kötünün işlerinin rast gittiğini ve erdemlilerin dert çektiğini mi yoksa adaletin bir başkasının kazancı olduğunu mu? Böyle yanlış betimlemeler bizim tarafımızdan onaylanamazlar. Fakat bunda, adaletin tanımını önceden görüyoruz ve böylece soruşturmaya daha iyi uyarız.

Şiirin konuları yeteri kadar işlendi, sonra biçim gelir. Bütün şiirler geçmiş, günümüz ve gelecekteki olayları anlatır ve bu anlatıların üç türü vardır; basit, taklit ve ikisinin birleşimi. Bir örnekle daha iyi açıklanabilir. Homeros’un ilk sahnesi karışık türe bir örnektir çünkü hem betimlemeler hem diyaloglar vardır. Ama eğer diyaloğu “oratio obliqua”ya9 dönüştürürseniz paragraf şöyle ilerler: Papaz geldi ve Apollon’a Akaların Truva’yı alması, Agamemnon ona kızını ve anlaşılan Yunanları verirse güvenli şekilde geri dönmesi için dua etti fakat Agamemnon hiddetliydi. Tamamı betimlemeye dönüşür ve ozan da konuşan tek kişidir. Eğer anlatımı çıkarırsanız tamamı diyaloğa dönüşür. Bu üç biçimin hangisi bizim devletimizde kabul edilmiştir? “Trajedinin veya komedinin mi kabul edildiğini soruyorsun?” Evet ama bir şey daha; yöneticilerimizin taklitçiler olması şüphe uyandırmıyor mu? Ya da bir insanın hayatta birçok rol, trajedya ve komedyadan daha fazlasını ya da aynı anda anlatıcı ve oyuncu, oynayamadığına karar verdiğimiz için soru zaten cevaplanmadı mı? İnsan doğası çok küçük parçaları uydurmuştur ve yöneticilerimizin zaten özgürlüğü korumak gibi kendi işleri olduğundan, taklit olmadan yeteri kadar yapacak işleri olur. Eğer taklit edecekse de yapsın, bu bir eziklik veya rezillik değildir, iyilik içindir. Çünkü oyuncunun taktığı maske onun yüzüyle bütünleşmeye meyillidir. İnsanların münakaşa eden, ağlayan, azarlayan ya da tanrılara karşı atıp tutan kadın rolü oynamasına izin veremeyiz, en azından sevişirken ya da doğum sancısı çekerken. Köleleri, zorbaları, korkakları, ayyaşları, demircileri, kişneyen atları, bağıran boğaları, çınlayan nehirleri ve öfkeli denizleri temsil etmemelidir. İyi ve bilge bir adam iyi ve bilge davranışlar sergilemeye heveslidir ama daha önce hiç denemediği alt derecede bir rolü oynamaktan utanır. Betimleyici biçimi olabildiğince az taklitle kullanmayı tercih eder. Öz saygısı olmayan adam ise öte yandan, herkesi ve her şeyi taklit edecektir; doğanın sesleri, hayvanların bağırışları gibi. Bütün gösterisi hareket ve seslerin taklidi olacaktır. Şimdi, betimleyici biçimde bazı değişiklikler vardır fakat dramatik olanda çok daha fazlası söz konusudur. Ozanlar ve müzisyenler ikisini de kullanabilir ya da ikisinin birleşimini. Bu birleşim gençlere, öğretmenlerine ve görgüsüzlere çok çekici gelir. Fakat bizim devletimizde bir kişinin bir rolü oynaması yalnızca karışıklık için tercih edilmemiştir. Bu polifonik pandomim beyefendileri kendini ve yaptığı işi göstermeyi teklif ederse ona her türlü saygıyı gösteririz. Fakat aynı zamanda, ona devletimizde onun gibi birine değil; yontulmamış, dürüst bir ozana yer olduğunu ve asıl kalıplarımızdan uzaklaşmayacağımızı söyleriz. (Yasalar)

bannerbanner