Читать книгу Mansfield Park (Джейн Остин) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Mansfield Park
Mansfield Park
Оценить:
Mansfield Park

3

Полная версия:

Mansfield Park

“Hill Caddesi’nde evliliği sana yanlış öğrettikleri belli.”

“Zavallı yengemin evlilik kurumunu sevmesini sağlayacak pek bir neden yoktu. Ancak kendi gözlemlerime dayanarak da evliliğin bir aldatmaca olduğunu söyleyebilirim. İyi bir insan bulduğuna, mutlu olacağına, başarıya ulaşacağına inanan, büyük hayallerle evlenen bir yığın kişi tanıyorum. Hepsi de aldatıldığının farkına varmasına rağmen bu duruma katlanmaya mecbur kaldı. Bu kafeslenmek değil de nedir?”

“Sevgili küçüğüm, bunlar senin kuruntuların. Kusura bakma ama sana inanmakta güçlük çekiyorum. Hep bardağın boş tarafını görüyorsun. Kötülükleri görüyorsun da güzel yanlarını göremiyorsun. Her yerde sorunlar, hayal kırıklıkları vardır. Evet, hepimiz büyük beklentiler içine girmeye eğilimliyiz. Ancak mutluluk planları başarısızlığa uğrayan insan, doğası gereği başka bir plana yönelir. İlk seferde yanlış hesap yapmış olabiliriz ancak ikincisinde daha iyi hesaplarız. Ne yapar eder mutluluğu buluruz. Sevgili Mary, oturduğu yerden pireyi deve yapan kötü niyetliler, evlenenlere oranla daha çok aldanırlar.”

“Bravo abla! Dayanışma ruhunu takdir ediyorum. Evlendiğimde ben de evlilik kurumuna senin kadar sadık kalacağım. Çevremdeki herkesin de bu şekilde davranması için çabalayacağım. Bu sayede birçok yürek yarasının önüne geçeceğim.”

“Sen de en az ağabeyin kadar fenasın Mary, ama ikinizi de tedavi edeceğiz. Mansfield ikinize de iyi gelecek, üstelik kafeslenmeden… Burada kalın da kendinize gelin.”

Crawford kardeşlerin tedavi olmaya niyetleri olmasa da kalmaya bir itirazları yoktu. Mary’nin papaz evinde keyfi yerindeydi. Henry de bu ziyareti biraz daha uzatma niyetindeydi. Buraya gelirken birkaç gün kalıp dönmeyi düşünüyordu. Ancak Mansfield umut vadediyordu. Hem başka yerde onu bekleyen bir şey de yoktu. İkisinin de kalmaya karar vermesi Mrs. Grant’i çok mutlu etmişti. Dr. Grant de bu durumdan ziyadesiyle memnundu. Miss Crawford gibi konuşkan, genç bir kızın varlığı üşengeç, evinden çıkmayan bu adama iyi geliyordu. Mr. Crawford’ın misafirliği de her gün Bordeaux şarabı içmelerine bahane oluyordu.

Bertram kardeşlerin Mr. Crawford’a olan hayranlığı, Miss Crawford’ın bugüne dek herhangi birine hissettiklerinin çok ötesindeydi. Öte yandan o da Bertram kardeşlerin çok hoş delikanlılar olduğunu, böylesine hoş iki genci bir arada bulmanın Londra’da bile kolay olmadığını düşünüyordu. Özellikle de büyük olanı çok kibardı. Büyük kardeş Tom, Edmund’a oranla Londra’da daha çok bulunmuştu. Kardeşinden daha cesur ve hayat doluydu. Dolayısıyla bir seçim yapacak olsa, Miss Crawford’ın tercihi Tom olurdu. Büyük kardeş olması da onu seçmesini sağlayan nedenlerden biriydi. Hisleri, büyük kardeşi daha çok sevmesi gerektiğini söylüyordu. Kendisi açısından en doğrusu buydu.

Tom’u kim olsa beğenirdi. Herkese kendisini sevdiren tiplerdendi. Rahat tavırlı, neşeli, çevresi geniş, ağzı iyi laf yapan, hoş bir delikanlıydı. Mansfield Park’ın ve baronet payesinin vârisi olması da pek fena bir şey sayılmazdı. Miss Crawford, Tom Bertram’ın kişiliğiyle, toplumdaki konumuyla kendisi için uygun olduğuna karar vermişti. Çevresinde gördüğü her şey de tercihini ondan yana kullanması gerektiğini gösterir nitelikteydi. Arazisi sekiz kilometreyi bulan gerçek bir park; nefis konumuyla, manzarasıyla kraliyetteki en güzel taşra evlerini tasvir eden gravür koleksiyonuna girmeyi hak eden, tek ihtiyacı baştan döşenmek olan, geniş, modern bir ev; sevimli kız kardeşler ve sessiz sakin bir anne… Üstelik babasına kumarı bırakma sözü vermişti ve günün birinde Sör Thomas’ın yerini alacaktı. Bu iş olur gibi görünüyordu. Onunla evlenmesine engel teşkil edecek bir durum yok gibiydi. Bu nedenle yarışlara katılan atıyla daha fazla ilgilenmeye karar verdi.

Tanışmalarından kısa bir süre sonra Tom, bu yarışlar için evden ayrılmıştı. Huyunu bilen aile üyeleri, birkaç haftadan evvel dönmeyeceğini düşünüyordu. Bu ayrılık Tom’un tutkusunun da sınanmasını sağlayacaktı. Tom, Miss Crawford’ı yarışlara gelmeye ikna etmek için epey dil döktü, kalabalık bir grup hâlinde gitme planları yapıldı, ancak hepsi lafta kaldı.

Ya Fanny? O ne yapıyor, ne düşünüyordu o sıralar? Aralarına yeni katılan insanlar hakkındaki fikri neydi? On sekiz yaşına gelip de Fanny kadar az danışılan, konuşulan bir kız pek yoktur. Yeni gelenleri uzaktan uzağa, sessizce gözleyen Fanny, Miss Crawford’ın güzelliğine hayran kalmıştı. Kuzenleri sürekli olarak tam aksini savunsa da Mr. Crawford’ı hâlâ çirkin buluyor, onun adını dahi ağzına almıyordu. Fanny’nin onlar üzerinde uyandırdığı izlenim ise şu şekildeydi: Mr. Bertram kardeşlerle yürüyüşe çıkan Miss Crawford, “Miss Price hariç hepinizi yavaş yavaş tanımaya başladım.” dedi, “Tanrı aşkına söylesenize, sosyeteye girdi mi, girmedi mi? Kafam karıştı. Papaz evindeki akşam yemeğine sizlerle birlikte geldi. Demek ki sosyeteye girdi. Ancak o kadar az konuşuyor ki sosyeteye girdiğine inanasım gelmiyor!”

Bu sorunun muhatabı Edmund’dı. Edmund, “Ne demek istediğinizi anladığımı sanıyorum ancak sorunuzu ben cevaplayamam. Kuzenim yetişkin bir insan… Yaşça ve kafaca yetişkin sayılır. Ancak sosyeteye girip girmediği konusunda cevap vermek beni aşar.”

“Yine de her şey ortada. Aranızdaki ayrım o kadar net ki! Davranışları da görünüşü de genel anlamda çok farklı. Şu ana dek bir kızın sosyeteye girip girmediği konusunda yanılabileceğimi sanmazdım. Henüz kabul edilmemiş olan kızlar hep aynı şekilde giyinir. Örneğin bağcıklı bone ağırbaşlı bir görüntü verir ve kişi hakkında pek bir şey anlatmaz. Gülüyorsunuz, ancak emin olun, gerçekten öyle. Abartılmadığı sürece böyle olması da iyidir. Kızlar sessiz ve mütevazı olmalıdır. En kötüsü de sosyeteye takdim edildiklerinde tavırlarında meydana gelen ani değişimdir. Çekingen bir kız, bir anda tam tersi oluverir. Kendisine güveni gelir! Mevcut sitemin tek kusuru işte bu! 18 19 yaşlarında bir kızın bir anda her işe yetişmesi çok hoş değil. Henüz bir yıl önce konuşmakta bile güçlük çeken birinin… Mr. Bertram, eminim siz de zaman zaman bu tür değişimlere şahit olmuşsunuzdur.”

“Sanırım olmuşumdur. Ancak bu yaptığınız hiç adil değil. Ne yapmaya çalıştığınızın farkındayım. Beni ve Miss Anderson’ı alaya alıyorsunuz.”

“Hiç de değil! Miss Anderson kim? Kimden söz ettiğinizi bilmiyorum. Bu konuda hiçbir fikrim yok. Ancak anlatırsanız memnuniyetle alaya alabilirim.”

“Çok başarılısınız ama o kadar kolay kanmam. Bir genç kızın değişimini anlatırken Miss Anderson’ı tasvir ediyordunuz. Çok net, hataya yer bırakmayacak şekilde resmettiniz. Buna eminim. Baker Caddesi’nde yaşayan Miss Anderson… Daha geçen gün onları konuşuyorduk. Edmund, Charles Anderson’dan bahsetmişimdir. Her şey aynen bu hanımefendinin anlattığı gibi gerçekleşti. Anderson beni iki yıl önce ailesiyle tanıştırdığında kız kardeşi henüz sosyeteye girmemişti. O dönemde ne yaptıysam ağzından bir çift laf alamamıştım. Bir sabah, bir saat boyunca oturup Anderson’ı beklemiştim. Odada benden başka, kız kardeşi ve iki küçük kız daha vardı. Mürebbiyeleri ya hastaydı ya da evden kaçmışı. Annesi ise elinde birtakım kâğıtlarla girip çıkıyordu. Kız onca zaman benimle tek kelime konuşmadı. Hatta kafasını kaldırıp bakmadı bile. Dudaklarını büzdü, acayip bir havayla kafasını başka yana çevirdi! Kızı sonraki on iki ay boyunca görmedim. Sonraki görüşümde artık sosyeteye girmişti. Mrs. Holford’ın evinde karşılaşmıştık. Başta çıkartamamıştım, fakat yanıma gelerek daha önce tanıştığımızı söylemiş ve gözlerini dikip bakmaya, gülüp anlatmaya başlamıştı. Ne yana bakacağımı şaşırmıştım. Salondakilerin alay konusu olmuştum. Anlaşılan Miss Crawford da duymuş bu hikâyeyi.”

“Çok hoş bir hikâye… Hayatın gerçeğini yansıtıyor. Böyleleri çok var. Anneler maalesef kızlarını yetiştirme konusunda henüz doğru yolu bulabilmiş değil. Hata nerede bilemiyorum. İnsanlara doğru yolu göstermek haddim değil ancak insanların bu konuda yanıldığına sıklıkla şahit oluyorum.”

Mr. Bertram kibar bir şekilde, “Davranışlarıyla bir kadının nasıl olması gerektiğini tüm dünyaya sergileyenler…” dedi, “İnsanlara doğru yolu gösterme konusunda çok şey yapmış sayılır.”

“Hatanın nerede olduğu apaçık ortada.” dedi Edmund, ağabeyi kadar kibar olmayan bir tavırla, “Bu tür kızlar kötü yetiştiriliyor! En başından itibaren yanlış şeyler öğreniyorlar. Tek amaçları hava atmak… Sosyeteye kabul edilmeden önce de sonra da davranışlarında tevazudan eser yok.”

“Bilemiyorum…” diye cevapladı Miss Crawford tereddüt ederek, “Bu konuda size katılamayacağım. Bu, meselenin en önemsiz yanlarından biri… Sosyeteye takdim edilmemiş kızların kendilerine takdim edilmiş havası vermesi, onlar gibi serbest davranması çok daha beter. Böylelerine çok denk geldim. Bence en beteri bu… Mide bulandırıcı!”

“Evet, gerçekten de rahatsız edici bir durum.” dedi Mr. Bertram, “İnsanı yoldan çıkarıyor. Kişi ne yapacağını bilemiyor. Çok güzel bir şekilde tarif ettiğiniz bağcıklı bone ve ağırbaşlı hava, bu kadar güzel anlatılamazdı doğrusu, karşınızdakinden ne beklemeniz ve nasıl davranmanız gerektiği konusunda size bir fikir veriyor. Geçen yıl bu yüzden başım az kalsın belaya giriyordu. Geçen yıl eylül ayında, Batı Hint Adaları’ndan dönüşümün hemen ardından bir arkadaşımla birlikte Ramsgate’e gitmiştim. Arkadaşım Sneyd’in… Sana Sneyd’den söz etmiştim değil mi Edmund? Babası, annesi ve kız kardeşleri oradaydı. Hepsiyle ilk kez tanışacaktım. Albion Meydanı’na gittiğimizde dışarıda olduklarını öğrendik. Mrs. Sneyd’i, kızlarını ve birkaç tanıdıklarını rıhtımda bulduk. Reverans yaparak yanlarına gittim. Mrs. Sneyd’in çevresini erkekler sarmıştı. Ben de kızlarından birinin yanında yürümeye başladım. Eve kadar birlikte yürüdük. Elimden geldiğince kibar davranıyordum. Genç kız da oldukça rahattı. Konuşmaya ve dinlemeye hazır bir havası vardı. Korkunç bir hata yapmakta olduğum aklımın ucundan bile geçmemişti doğrusu. İki kız da birbirine benziyordu. İkisi de iyi giyimliydi. İkisinin de başında tüllü şapka, elinde şemsiye vardı. Ancak bir süre sonra, yanımdaki kızın henüz sosyeteye takdim edilmemiş olduğunu öğrendim. Ablası bu duruma epey sinirlenmişti. Meğer Miss Augusta’nın sosyeteye takdimine daha altı ay varmış. Bu nedenle de benimle konuşması hataymış. Miss Sneyd’in beni asla affetmeyeceğine eminim.”

“Doğrusu kötü olmuş! Zavallı Miss Sneyd! Kız kardeşim yok, ancak genç kızın neler hissettiğini tahmin edebiliyorum. O yaşlarda görmezden gelinmek epey can sıkıcı olmalı. Bence bu tamamen annenin suçu… Miss Augusta’nın mürebbiyesinin yanında olması gerekirdi. Böyle yarım yamalak işlerin sonunun kötü olacağı baştan bellidir. Biz konumuza dönelim. Anlatın bakalım, Miss Price balolara katılıyor mu? Ablamın evine yemeğe gelmişti. Başka yerlere de sizinle geliyor mu?”

“Hayır.” diye cevapladı Edmund, “Daha önce bir baloya katıldığını sanmıyorum. Annem pek dışarı çıkmaz. Mrs. Grant haricinde bir yere yemeğe de gitmez. Fanny de evde annemle birlikte kalır.”

“O hâlde mesele anlaşıldı. Miss Price henüz sosyeteye takdim edilmemiş.”

6

Mr. Bertram at yarışlarına gitmişti. Miss Crawford, onun yokluğunu hissedeceğini düşünüyordu. İki ailenin artık gündelik hâle gelen buluşmalarında gözü Mr. Bertram’ı arayacak, onu özlemeye başladığını hissedecekti. Mr. Bertram’ın gidişinden kısa süre sonra Mansfield Park’ta yenilen bir akşam yemeğinde, masanın ucunda kendisine ayrılan yere oturmuştu. Masanın başında, evin reisinin sandalyesinde başka birini gördüğü zaman içini bir hüzün kaplayacağından emindi. Çok sıkıcı bir yemek olacağı kesindi. Ağabeyinin aksine Edmund anlatacak bir şey bulamayacaktı. Çorba servisi ruhsuz bir şekilde yapılacak, şaraplar gülüşmeden, şakalaşmadan içilecek, geyik eti dilimlenirken kimsenin aklına eski avlar hakkında hoş fıkralar, “bir arkadaş” hakkında eğlenceli hikâyeler gelmeyecekti. Şu an için tek eğlencesi, masanın öteki ucunda oturan, Crawford kardeşlerin Mansfield’a gelişinin ardından konaktaki akşam yemeklerine ilk kez katılan Mr. Rushworth’ü gözlemlemekti. Mr. Rushworth, yakınlarda oturan bir arkadaşını ziyaretten dönmüştü. Arkadaşı bahçesini bir peyzaj mimarına düzenletmişti. Bu iş aklına yatmış, kendi bahçesini de aynı şekilde düzenlemeye karar vermişti. Bu konuya dair anlatacak başka da bir şeyi yoktu. Oysa aynı şeyleri oturma odasında zaten konuşmuşlardı. Yemek odasında tekrar ısıtılıp servis ediliyordu. Mr. Rushworth’ün tek amacı Miss Bertram’ın ilgisini çekebilmek ve bu konudaki düşüncesini öğrenebilmekti. Mr. Rushworth’ü küçümser tavırlarla oturan Miss Bertram’ın hâlinden, konuya pek ilgi duymadığı anlaşılıyordu. Bir yandan da Sotherton Court’tan söz edilmesi hoşuna gidiyor, bu yüzden de Mr. Rushworth’ün yüzüne gülüyordu.

Mr. Rushworth, “Keşke Compton’ı görebilseydiniz!” dedi, “O kadar nefis ki! Hayatım boyunca bir yerin bu kadar değiştiğine şahit olmamıştım. Smith’e de söyledim, bahçeyi neredeyse tanıyamayacaktım. Hele girişi!.. Ülkenin hiçbir yerinde bu kadar güzelini bulamazsınız. Ev bir anda karşınıza çıkıveriyor. Emin olun ki oradan dönüşte Sotherton gözüme hapishane gibi göründü. Kasvetli, eski bir hapishane…”

Mrs. Norris, “Hiç olur mu!” diye atıldı, “Daha neler! Sotherton Court dünyanın en muhteşem evlerinden biridir.”

“Ancak düzenleme istiyor hanımefendi. Hayatım boyunca böylesine düzenleme isteyen bir yer görmedim ve maalesef bu konuda ne yapabileceğimi bilmiyorum…”

Mrs. Grant, Mrs. Norris’e döndü ve gülümseyerek, “Mr. Rushworth’ün bu kadar düşünceli olmasına şaşmamalı.” dedi, “Ancak emin olun ki zamanı geldiğinde Sotherton’da canının çektiği her düzenlemeyi yapacaktır.”

“Bir şeyler yapmam gerekiyor.” dedi Mr. Rushworth, “Ancak ne yapacağımı bilemiyorum. Umarım bana yardım eden dostlar çıkar.”

“Böyle bir konuda en iyi dostunuz…” diye söze girdi Miss Bertram, “Sanırım Mr. Repton olacaktır.”

“Ben de öyle düşünmüştüm. Smith için ne kadar iyi bir iş çıkardığı düşünülürse, en iyisi onu bir an önce işe almak olacaktır. Ücreti günde beş Gine altını…”

“On Gine altını istese bile!..” diye haykırdı Mrs. Norris, “Hiç düşünmeden vermelisiniz. Masraftan kaçmayın. Sizin yerinizde olsaydım, kaç para tutacağını hiç düşünmez, her şeyin en güzelini yaptırırdım. Sotherton Court her şeyin en iyisine layık bir yer. Üzerinde çalışabileceğiniz geniş bir alanınız var. O bahçe de harcanan emeğin karşılığını verecektir. Şahsen, Sotherton’ın ellide biri kadar bir yerim olsaydı, sürekli bir şeyler eker, düzenlemeler yapardım. Bu işlere çok meraklıyımdır. Topu topu yarım dönüm büyüklüğündeki bahçemde bu işlere kalkışsam gülerler bana. Oysa daha geniş bahçem olsaydı, zevkle düzenler, bir yığın şey ekerdim. Papaz evinde az uğraşmadık bu işlerle. İlk taşındığınız döneme oranla hemen her şeyi değiştirdik. Siz gençler pek hatırlamazsınız belki ama sevgili Sör Thomas burada olsaydı neler yaptığımızı anlatırdı. Daha da yapılacak çok şey vardı ama Mr. Norris’in hastalığından fırsat kalmadı. Zavallıcığın dışarı çıkıp, yapılan düzenlemelerin tadını çıkaracak hâli olmayınca hevesim kaçtı. Sör Thomas’la konuştuğumuz şeylerin tamamını yapamadıysam bu yüzdendir. Örneğin bahçe duvarını uzatarak kilise avlusunu ağaçlarla çevreleyecektik. Bu iş Dr. Grant’e nasip oldu.” Mr. Grant’e dönerek devam etti: “Bir şey yapmadan durduğumuz olmazdı. Örneğin ahır duvarının karşısındaki kayısıyı, Mr. Norris’in ölümünden bir yıl önce dikmiştik. O fidan büyüdü, kocaman bir ağaç hâlini aldı beyefendi.”

“Ağaç gerçekten de iyice serpilip büyüdü hanımefendi.” diye cevapladı Dr. Grant, “Toprağı iyi zira… Tek üzüntüm, meyvesinin toplamaya değmeyecek kadar yavan olması.”

“Beyefendi, o ağaç Moor Park cinsidir. Bize tam yedi şiline mal olmuştu. Yani Sör Thomas’ın hediyesiydi ama faturayı görmüştüm. Faturanın üzerinde Moor Park olduğu yazılıydı.”

“Sizi kazıklamışlar hanımefendi.” diye cevapladı Dr. Grant, “Patatesler bile o ağacın verdiği Moor Park kayısısından daha tatlı. Yavan bir tadı var o kayısıların. İyi kayısı, yenilebilen kayısıdır. Öylesi de maalesef benim bahçemde yok.”

Mrs. Grant araya girerek Mrs. Norris’e, “Aslını isterseniz hanımefendi…” diye fısıldadı, “Dr. Grant bahçedeki kayısının tadını bilmez. Daha bir tane bile koparıp yememiştir. Kayısı değerli bir meyvedir. Bizimkiler de o kadar iri, o kadar güzel ki aşçımız hepsini toplayıp tart ve reçel yapıyor.”

Kıpkırmızı olan Mrs. Norris, bu sözler üzerine biraz yatıştı. Bir süre daha Sotherton’da yapılacak düzenlemeler konuşuldu. Dr. Grant ile Mrs. Norris eskiden beri pek geçinemezdi. Taban tabana zıt karakterlerdi. Mr. Rushworth yine aynı konuya dönerek, sözüne kaldığı yerden devam etti: “Smith’in bahçesine herkes hayran oldu. Oysa Repton işe el atmadan önce hiçbir şeye benzemiyordu. Sanırım bu işi Repton’a vereceğim.”

Leydi Bertram, “Mr. Rushworth!” dedi, “Sizin yerinizde olsam, güzel bir fidanlık da yaptırırdım. Güzel havalarda fidanlıkta gezmeye doyum olmaz.”

Mr. Rushworth, hanımefendiye, bunu mutlaka yapacağı konusunda teminat verdi. Leydi Bertram’ı bu isabetli tercihinden dolayı övmeye niyetlendi ancak ne diyeceğini bilemedi. Kendisi de zaten aynı niyetteydi. Oysa şimdi hanımefendi istedi diye yapmış gibi görünecekti. Kadınların isteklerini emir addeden bir centilmen olduğunu anlatmak istiyordu ancak bunu yaparken asıl söylemek istediği onun memnun etmeye çabaladığı tek bir kadın olduğuydu. Neyse ki tam o sırada Edmund şarap içmeyi önerdi de bu anlamsız geveleme sona erdi.

Genelde pek konuşkan biri olmayan Mr. Rushworth’ün söyleyecekleri henüz bitmemişti. Miss Bertram’a dönerek, “Smith’in arazisi en fazla yüz dönümdür. Böylesine küçük bir yerin bu kadar güzelleştiğini görmek gerçekten şaşırtıcı. Sotherton ise dere kenarındaki çayırları hesaba katmasanız bile nereden baksanız yedi yüz dönüm vardır. Compton’da bile bu kadar şey yapılabildiğine göre umutsuzluğa kapılmamıza hiç gerek yok. Compton’da evin önündeki büyük ağaçlardan iki üç tanesi kesilince manzara inanılmaz derecede açılmış. Düşündüm de Repton veya işi kim yapacaksa artık, Sotherton’daki ağaçlı yolu kaldırabilir. Hani şu batı yakasından tepeye uzanan yolu…” dedi.

“Ağaçlık yol mu? Yok, çıkartamadım. Sotherton’ı pek bilmiyorum.” Miss Bertram bu sözlere verilecek en uygun cevabın bu olduğunu düşünmüştü.

Edmund’ın yanında Miss Crawford’ın tam karşısında oturan ve konuşulanları dikkatle dinleyen Fanny, Edmund’a dönerek fısıltıyla, “Ağaçları kesmek mi? Çok yazık! Senin de aklına Cowper’ın, ‘Siz kesilmiş ağaçlar, kötü kaderinize yanıyorum.’ dizesi gelmedi mi?”

Edmund gülümseyerek, “Korkarım ağaçların pek şansı yok Fanny.” dedi.

“Ağaçlar kesilmeden Sotherton’ı görmek isterdim. Ancak görebileceğimi sanmıyorum.”

“Hiç gitmedin mi? Tabii, nasıl gideceksin ki? Atla gidilemeyecek kadar uzakta. Keşke bir yolunu bulsak…”

“Çok önemli değil. Olur da görürsem, sen bana nelerin değiştiğini anlatırsın.”

“Anladığım kadarıyla…” dedi Miss Crawford, “Sotherton oldukça eski ve görkemli bir yer. Binalar hangi tarzda yapılmış?”

“Ev, Elizabeth Dönemi’nde yapılmış. Büyük, düzgün inşa edilmiş bir tuğla bina… Kaba ama görkemli. Bir yığın odası var. Yalnız konumu çok kötü… Çukurda inşa edilmiş. O çukura yapabilecek bir şey yok. İçinden bir dere geçen hoş bir koruluğu var. Bana kalırsa orası çok güzel bir hâle getirilebilir. Mr. Rushworth çok haklı. Bence gayet modern bir görünüm kazandırılabilir.”

Sessizce dinleyen Miss Crawford kendi kendine, İyi terbiye görmüş bir adam, dedi, Ve bunu göstermeyi de biliyor.

Edmund, “Mr. Rushworth’ü etkilemek istemem.” diye devam etti, “Ancak ben olsam bu işi bir peyzaj mimarına bırakmazdım. Zevksiz de olsa kendi bildiğim gibi yapardım. En azından başkasının değil, kendi hatalarımın sonuçlarına katlanırdım.”

“Belli ki siz bu işlerden anlıyorsunuz, ancak bana göre olmadığı kesin. Bu işlerden hiç anlamam. Taşrada bir evim olsaydı, bu işi benim yerime yapacak, ödediğim paranın karşılığında bana güzellikler sunacak olan Mr. Repton gibi birine minnettar kalırdım. Her şey tamamen bitene dek de görmeye gitmezdim.”

“Ben tüm aşamaları takip emekten keyif alırdım.” dedi Fanny.

“Siz böyle yetiştirilmişsiniz. Benim bu konuda hiç tecrübem yok. Pek de sevmediğim bir insan yüzünden yaşadığım tek tecrübe, bana bu işlerin başa bela olduğunu öğretti. Üç yıl önce, saygıdeğer amiral amcam, Twickenham’da tatillerimizi geçirebileceğimiz bir yazlık almıştı. Yengem de ben de çok sevinmiştik. Eteklerimiz zil çalıyordu. Yazlık çok şirindi ancak elden geçirilmesi gerekiyordu. Sonraki üç ayı toz toprak içinde geçirdik. Oturabileceğimiz bir tabure bile yoktu. Taşrada bir evim olsa, fidanlıktan çiçek bahçelerine, rustik sandalyelere dek her şeyin dört dörtlük olmasını isterdim. Ancak bütün bunlar, ben başlarında yokken yapılmalı. Henry benim gibi değildir. O bizzat uğraşmayı ister.”

Edmund, hayranlık duyduğu Miss Crawford’ın, amcasından, herkesin ortasında böyle saygısız bir şekilde bahsetmesinden rahatsız olmuştu. Bu davranışı kabul edilemez bulan Edmund suskunlaştı. Ancak Miss Crawford’ın gülümsemesi, neşesi, Edmund’a meseleyi unutturmaya yetti.

Miss Crawford, “Mr. Bertram!” dedi, “Nihayet arpımdan haber alabildim. Sapasağlam hâlde Northampton’a ulaşmış. Bize bugüne dek tam aksini söyledikleri hâlde, meğer on gündür oradaymış!” Edmund bu habere çok sevindiğini söyledi.

“Aslında bizzat kendimiz araştırmıştık. Hizmetçiyi göndermiş, kendimiz de gitmiştik. Meğer bu yöntemler Londra dışında bir işe yaramıyormuş. Doğru yöntemi bu sabah öğrendik. Bir çiftçi görmüş ve değirmenciye söylemiş, değirmenci kasaba anlatmış, kasabın damadı da mağazaya haber vermiş.”

“Bir şekilde haber almış olmanıza sevindim. Umarım daha faza gecikme yaşanmaz.”

“Yarın elime ulaşacak. Ama bilin bakalım nasıl geliyor? Köyde tek bir at arabası bulamadık. Hamal ve el arabası ayarlamam gerekiyormuş.”

“Korkarım ki hasat zamanı at arabası bulmanız pek kolay olmaz.”

“Nasıl uğraştım bilemezsiniz! Taşrada bir at arabası bulamayacağım hayatta aklıma gelmezdi. Hizmetçimden gidip bir araba getirmesini istemiştim. Odamın penceresinden bir yığın çiftlik görünce ve fidanlıkta gezinirken bir sürü çiftliğe denk gelince, kime sorsam verir diye düşünmüş, hepsini birden kiralayamayacağım için üzülmüştüm. Meğer dünyanın en saçma, en imkânsız şeyini istiyormuşum. Çiftçileri, ırgatları, tarladaki ekinleri kızdırıyormuşum. Yaşadığım şaşkınlığı tahmin edebilirsiniz. Keşke Dr. Grant’in kâhyasını bu işe hiç bulaştırmasaydım. Genelde gayet kibar biri olan eniştem, ne işlere kalkıştığımı öğrenince küplere bindi.”

“Böyle olacağını bilemezdiniz elbette. Ancak düşününce hasat zamanının ne kadar önemli olduğunu anlamanız gerekirdi. Dilediğiniz an bir at arabası bulmak, sandığınız kadar kolay olmayabilir. Çiftçilerimizin zaten at arabalarını kiralamak gibi bir âdeti yoktur ancak hasat zamanında atlarını isteseler de veremezler.”

“Âdetlerinizi zamanla öğreneceğim. Ancak Londra’da ‘her şey paraya bakar’ anlayışına alışkın biri olarak taşra âdetlerinizi görünce kendimden utandım. Sonuçta arpım yarın elime geçecek. İyi yürekli Henry, kendi faytonuyla getirmeyi teklif etti. Tam arpıma layık bir taşıt, değil mi?”

Edmund, arpın en sevdiği çalgı olduğunu belirterek, en kısa zamanda dinlemeyi umduğunu söyledi. Bugüne dek hiç arp dinlememiş olan Fanny de bunun için can atıyordu.

“Her ikinize de çalmaktan mutluluk duyarım.” dedi Miss Crawford, “En azından dinlemeye katlandığınız sürece… Aslında katlanamasanız da çalmaya devam edebilirim, zira müziğe bayılıyorum. Hele ki beğeni sahibi bir dinleyici bulan müzisyen, her açıdan tatmin olacaktır. Neyse, Mr. Bertram, eğer ağabeyinize mektup yazacak olursanız, yalvarırım arpımın geleceğini de belirtin. Çektiğim sıkıntılarla kafasını az şişirmedim. Dilerseniz, döndüğünde en hüzünlü nağmelerimi onun için çalacağımı da ekleyin. Ne de olsa atı yarışı kaybedecek.”

“Olur da yazarsam, dilediğiniz her şeyi anlatırım elbette. Ancak şu an mektup yazmak için bir neden göremiyorum.”

“Hayır, korkarım ki bir yıllığına gitse dahi mecbur kalmadıkça ne siz ona yazarsınız ne de o size yazar. Mecbur bırakacak bir neden de göremezsiniz. Bu erkek kardeşler ne garip mahluklar böyle! Bilmem hangi atın hasta olduğu, bilmem hangi akrabanın öldüğünü bildirmek için elinize kalem aldığınızda, kısacık bir mektupla yetinirsiniz. Hepiniz aynısınız. Her anlamda ideal bir ağabey diyebileceğim, bana çok düşkün olan, her konuda bana danışan, bana sırlarını açan, benimle saatlerce konuşan Henry, henüz bana bir sayfadan uzun bir mektup yazmamıştır. Yazdıkları da ne ki ‘Sevgili Mary, az önce ulaştım. Kaplıca kalabalık, her şey bildiğin gibi… Sevgilerimle…’ Erkek tarzı işte! Ağabey mektuplarının tipik bir örneği…”

William’ı anımsayan Fanny, “Ailelerinden uzakta olduklarında…” dedi, “Uzun mektuplar da yazabilirler.”

Edmund, “Miss Price’ın ağabeyi denizde.” dedi, “Ağabeyinin mektup yazmadaki ustalığı, Fanny’nin bu konuda çok acımasız olduğunuzu düşünmesine yol açtı.”

bannerbanner