Читать книгу Mansfield Park (Джейн Остин) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Mansfield Park
Mansfield Park
Оценить:
Mansfield Park

3

Полная версия:

Mansfield Park

Leydi Bertram, kız kardeşinin sayıp döktüklerini kayıtsız bir tavırla dinledi. Yolsuzluk iddialarıyla ilgilendiği yoktu. Onun asıl şaşırtan, Mrs. Grant’in, pek de güzel olmadığı hâlde kendisine iyi bir koca bulabilmesiydi. Mrs. Norris, uzun uzun anlattıkça, o da bu konudaki şaşkınlığını dile getiriyordu.

Bu konuların üzerinden bir yıl geçmemişti ki evdeki hanımların düşüncelerinde ve sohbetlerinde önemli yer edinen bir olay meydana geldi. Sör Thomas, işleri yoluna sokmak için Antigua’ya bizzat gitmesinin daha iyi olacağına karar vermiş ve kötü alışkanlıklarından uzak kalır umuduyla büyük oğlunu da yanında götüreceğini söylemişti. Böylece İngiltere’den yaklaşık bir yıllığına ayrıldılar.

Sör Thomas, ailesini bırakıp gitmeye, kızlarını hayatlarının bu en zor döneminde başkalarına emanet etmeye, ekonomik tedbirler alma mecburiyetiyle ve bu seyahatin oğluna yararı dokunabileceği umuduyla razı olmuştu. Leydi Bertram’ın onun boşluğunu doldurabileceğini, bırakın onu, kendi annelik görevlerini bir nebze olsun yerine getirebileceğini sanmıyordu. Yine de Mrs. Norris’in uyanıklılığına ve Edmund’ın mantığına güvendiğinden içi rahattı.

Leydi Bertram kocasından ayrı kalmaktan hiç memnun değildi. Ancak bunun nedeni, eşinin başına bir iş gelmesinden, oralarda rahat edemeyeceğinden çekinmesi değildi. Kocasının değil, kendisinin yaşayabileceği sıkıntı ve tehlikeleri düşünmekteydi.

Kızların hâli daha da beterdi. Babalarının gidişine değil, bu gidişe üzülememelerine üzülüyorlardı. Babalarına pek düşkün sayılmazlardı. Zaten pek bir şey paylaşmazlardı. Dolayısıyla babalarının yokluğu, maalesef onlar açısından sevindirici bir olaydı. Dizginlerinden kurtulmuşlardı. Babalarının muhtemelen yasaklayacağı her şeyi yapabileceklerdi. Fanny’nin rahatlamasının nedeni de kuzenlerininkine benziyordu. Ancak vicdanı nankörlük ettiğini söylüyor, bu nedenle de Sör Thomas’ın gidişine üzülemediği için üzülüyordu. Kendisi ve kardeşleri için birçok şey yapmış olan Sör Thomas gitmişti ve belki de hiç dönmeyecekti! Buna rağmen ardından bir damla dahi gözyaşı dökmemişti. Bu duygusuzluğu utanç vericiydi! Hem Sör Thomas yola çıkmadan önce, önümüzdeki kış mevsiminde kardeşi William’ı görebileceğini söylemiş, kardeşine bir mektup yazarak, görev yaptığı filo İngiltere’ye döner dönmez Mansfield’a davet etmesini tembihlemişti. Bu çok düşünceli ve nazik bir davranıştı. Bir de gülümsese, “Sevgili Fanny!” diye seslense, çatık kaşlı asık suratını, soğuk tavırlarını bir anda unutabilirdi. Ancak sonrasında söylediği sözlerle Fanny’yi yine yerin dibine geçirmişti: “William, Mansfield’a geldiğinde umarım ona, evden ayrıldığından beri geçen onca yılı boş boş geçirmediğini, kendini geliştirdiğini gösterebilirsin. Korkarım ki ağabeyin, on altı yaşına gelmiş olan kız kardeşinin birçok açıdan on yaşındaki hâlinden pek bir farkının olmadığını düşünecek.” Eniştesinin gitmesinin ardından bu sözleri hatırladıkça ağlamaya başlamıştı. Ağlamaktan gözlerinin kızardığını gören kuzenleri ise kendisini ikiyüzlülükle suçladı.

4

Tom Bertram zaten evde pek vakit geçirmezdi. Bu nedenle eksikliği pek hissedilmedi. Hatta Sör Thomas’ın yokluğu bile pek hissedilmiyordu. Evin reisi olmaksızın da işler Leydi Bertram’ı şaşırtacak derecede iyi gidiyordu. Edmund babasını aratmıyordu. Kâhyayla konuşuyor, avukatla yazışıyor, hizmetçilerle ilgileniyor, mektup yazmak dışında Leydi Bertram’a bir iş bırakmıyordu.

Yolcuların rahat bir seyahatin ardından Antigua’ya sağ salim vardıklarını haber aldılar. Bu haber, aslına bakarsanız tam zamanında yetişmişti. Zira Mrs. Norris kendisini korkunç kuruntulara kaptırmış durumdaydı. Edmund’ı gördüğü yerde bu korkularını anlatıyor, onu da kendi yanına çekmeye çalışıyordu. Kara haberi insanlara nasıl duyuracağını bile tasarlamıştı. Ne de olsa ailenin, bir yakınını kaybetmiş tek üyesi olarak bu görev kendisine kalacaktı. Sör Thomas’ın sapasağlam olduğu haberi üzerine, hazırladığı etkileyici, duygusal konuşmayı bir süreliğine erteledi.

Kış ayları boyunca bu konuşmaya gerek olmadı. İşler yolunda gidiyordu. Mrs. Norris yine de gurbettekilerin akıbetini düşünmeden edemiyor, bu konuyu aklına getirmemek için kendisine sürekli yeni yeni işler icat ediyordu. Yeğenleri için eğlenceler düzenliyor, giyim kuşamlarına yardım ediyor, yeğenleriyle böbürleniyor, onlara müstakbel eş adayları buluyor, kendi eviyle yetinmeyerek, ablasının işlerine de burnunu sokuyor, Mrs. Grant’in müsrifliklerini denetliyordu.

Bertram kardeşlerin güzelliği kulaktan kulağa yayılıyordu. Bölgenin en güzel kızları olarak nam salmışlardı. Güzellik ve olağanüstü becerilerine, terbiyeleri ve nezaketleri de eklenince, insanların hayranlıklarını kazanmalarının yanında, gönüllerini de çalmışlardı. Kızlar gösteriş yapmayı severdi ancak bunu kararında bırakmayı da bilirlerdi. Burunları havada, kendini beğenmiş bir edayla gezmezlerdi. Teyzelerinin bolca reklamını yaptığı bu tavırları çevredekilerden övgü topladıkça, kızlar da kusursuz varlıklar olduklarını iyiden iyiye inanırlardı.

Leydi Bertram kızlarıyla birlikte dışarı çıkmazdı. Bir anne olarak kızlarının başarılarına şahit, mutluluklarına ortak olma zahmetine bile girmezdi. Bu şerefli temsilcilik görevini, beş kuruş harcamadan sosyeteye girmeye can atan kız kardeşi seve seve üstlenirdi.

Fanny bu eğlencelere çağrılmazdı. Herkesin dışarı çıktığı günlerde, evde teyzesiyle baş başa kalırdı. Miss Lee, Mansfield Park’tan ayrıldığı için, balo veya partilerin düzenlendiği gecelerde teyzesinin her işine Fanny yetişirdi. Onunla sohbet eder, ona kitap okurdu. Bu tür gecelerin sükûneti, acımasız sözlerden uzak kalmanın verdiği güvenlik hissi, Fanny gibi her an tetikte bekleyen, her an utanç içinde yaşamak zorunda bırakılan bir kız için tarif edilemez bir lütuftu. Kuzenlerinin katıldığı eğlenceleri, özellikle balolarda olup bitenleri, Edmund’ın kimlerle dans ettiğini dinlemekten büyük keyif alıyordu. Kendisinin bu ortamlara girebileceğini hayal dahi edemiyor, bu yüzden her şey ona masal gibi geliyordu. Genel anlamda oldukça huzurlu bir kış geçirdiği söylenebilirdi. Her ne kadar William henüz İngiltere’ye dönmemiş olsa da içindeki o her an gelebileceğine dair umut çok şeye bedeldi.

Ertesi bahar, çok sevdiği gri midilli hayatını kaybetti. Fanny’yi çok üzen bu ölüm, genç kızın sağlığını yitirmesi riskini de beraberinde getirdi. Fanny’nin sağlığını koruyabilmesi için düzenli ata binmesi gerektiğini herkes biliyordu. Buna rağmen kimse ona yeni bir at bulmak için parmağını kıpırdatmadı. Teyzesi, “Kuzenleri binmediği günlerde onların atlarına binebilir.” demişti. Ancak istisnasız her gün ata binen Bertram kardeşler, Fanny’ye yardımcı olmak adına bu zevklerinden mahrum kalmayı akıllarından bile geçirmeyince, teyzesinin sözünü ettiği o gün hiç gelmemişti. Kızların her sabah atlarına binerek gezintiye çıktığı nisan ve mayıs ayları boyunca Fanny, ya büyük teyzesiyle gün boyu evde oturuyor ya da küçük teyzesinin zoruyla bitkin düşene dek yürüyüş yapıyordu. Leydi Bertram egzersiz yapmaktan hiç hoşlanmaz, bunun gereksiz bir şey olduğunu söylerdi. Gün boyu sağa sola koşuşturan Mrs. Norris ise herkesin fırsat buldukça yürümesi gerektiği düşüncesindeydi. Edmund o sıralar pek ortalarda değildi. Olsaydı, muhtemelen Fanny’nin derdine çok daha erken çare bulabilirdi. Eve dönüp de Fanny’nin hâlini görünce tek bir çözüm olduğuna kanaat getirdi. Fanny’ye de bir at alınacaktı. Bu konuda çok kararlıydı. Üşengeç annesinin ve pinti teyzesinin itirazlarına kulak asmayacaktı. Mrs. Norris, ahırdaki ihtiyar atlardan birinin yeteceğini düşünmeden edemiyordu. Kâhyanın atlarından birini veya Dr. Grant’in posta göndermek için kullandığı midilliyi bir süreliğine ödünç alabilirlerdi. Fanny’nin de kuzenleri gibi kendine ait bir atının olmasının tamamen gereksiz hatta uygunsuz olacağı düşüncesindeydi. Sonuçta kuzenleri birer hanımefendiydi. Mrs. Norris, Sör Thomas’ın da böyle bir şeye asla izin vermeyeceğinden emindi. Sör Thomas’ın yokluğunda böyle bir masrafa girmenin, ekonomik durumlarının akıbetinin belirsiz olduğu böylesine bir dönemde ahırın giderlerini arttırmanın izah edilebilir bir yanı yoktu. Ancak tüm itirazlara rağmen Edmund’ın cevabı değişmiyordu: “Fanny’nin bir atı olmalı.” Mrs. Norris’in aksine Leydi Bertram oğluna hak veriyordu. O da Fanny’ye bir at alınmasının şart olduğu, babasının da böyle düşüneceği fikrindeydi. Sadece acele etmemesi gerektiğini savunuyordu. Sör Thomas’ın dönmesini beklemesini, o geldikten sonra bu meseleyi nasılsa halledeceğini söylüyordu. Nasılsa eylülde dönecekti. Eylüle kadar beklemenin de kimseye bir zararı dokunmazdı.

Edmund, her ne kadar Fanny’ye zerre kadar saygısı olmayan teyzesine, annesine oranla daha fazla içerlese de bu durumda kendisini teyzesine kulak vermek zorunda hissetti. Düşünüp taşınarak, hem babasının fazla ileri gittiğini düşünmesi riskini ortadan kaldıracak hem de Fanny’nin bir an önce egzersizlerine başlamasını sağlayacak bir yöntem geliştirdi. Kendisinin üç atı vardı ancak bunların hiçbiri bir kızın binebileceği türden değildi. İki tanesi avda kullanılıyordu. Üçüncüsü çok iyi bir yol atıydı. Bu üçüncü atı, kuzeninin binebileceği türden bir atla değiş tokuş etmeye karar verdi. Böyle bir atı nereden bulabileceğini biliyordu. Böylece kararını kısa sürede hayata geçirdi. Yeni kısrak tam bir hazineydi. Hemen hiç sorun çıkarmadan yeni görevi doğrultusunda eğitildi ve Fanny’ye teslim edildi. Fanny şimdiye dek kendisine ihtiyar midillisinden daha uygun bir at bulamayacağını düşünüyordu ancak Edmund’ın kısrağından aldığı keyif, bugüne dek yaşadıklarının hepsinin ötesindeydi. Hele ki Edmund’ın kendisi için yaptığı bu kibar davranışı düşündükçe mutluluğu kelimelerle anlatılamayacak kadar büyüyordu. Kuzeni, onun gözünde iyi ve güzel olan her şeyin sembolüydü. Kimse onun kıymetini Fanny kadar bilemezdi. Edmund’a ne kadar minnet duysa azdı. Ona karşı olan hislerinde, saygı, minnet, güven ve sevgi içi içe geçmişti.

Atın resmiyette Edmund’ın malı olması nedeniyle Mrs. Norris, Fanny’nin onu kullanmasına ses çıkarmıyordu. Leydi Bertram ise sözünü dinlemeyerek eylül ayını ve Sör Thomas’ın dönüşünü beklemeyen Edmund’a kızamıyordu çünkü eylül ayı gelip geçmiş ancak Sör Thomas gelmemişti. Ne zaman geleceği de beli değildi. Sör Thomas İngiltere’ye dönmeye hazırlandığı sırada birtakım aksilikler yaşanmıştı. Bunu üzerine oğlunu eve gönderirken, kendisi anlaşmanın imzalanmasını beklemek üzere kalmıştı. Tom, eve sağ salim ulaşmış, babasından da güzel haberler getirmişti. Ancak bu sözler Mrs. Norris’in kuruntularını gidermeye yetmemişti. Mrs. Norris, Sör Thomas’ın oğlunu eve göndermesinin asıl nedeninin, onu tehlikeden korumak olduğunu düşünüyor, korkunç bir şey olacağı hissinden kurtulamıyordu. Hele sonbaharla birlikte geceler uzadıkça, küçük evinin hüzünlü yalnızlığında bu düşünceler zihnini kemirip duruyor, bunlardan sıyrılabilmek amacıyla kendisini Mansfield Park’ın yemek odasına atıyordu. Neyse ki kış eğlenceleri başladı da Mrs. Narris’in kafası biraz rahatladı. Gittiği eğlencelerde büyük yeğenine hayırlı bir kısmet bakarak oyalandı. Sürekli, Zavallı Sör Thomas geri dönemezse, en azından Maria’nın mutlu bir evlilik yapmasıyla teselli buluruz, diye düşünüyordu. Bu düşünceler en çok, büyük servet sahibi bir delikanlıyla karşılaştığında beliriyordu. Özellikle de bu civardaki en büyük araziler ve en güzel toprakların varisi olan delikanlıyla…

Mr. Rushworth, Miss Bertram’ın güzelliğini görür görmez ona vurulmuştu. Evlenme niyetindeki delikanlı, kısa sürede Miss Bertram’a körkütük âşık olmuştu. Pek de zeki sayılamayacak, iri yarı bir delikanlıydı. Duruşunda, davranışlarında rahatsız edici bir yan yoktu. Genç hanımefendi, delikanlının gönlünü fethetmiş olmaktan ziyadesiyle memnundu. Yirmi bir yaşına girmiş olan Maria Bertram, artık evlenme zamanının geldiğini düşünüyordu. Mr. Rushworth’le evlenirse babasınınkinden daha büyük bir servete konmakla kalmayacak, en büyük hedefi olan Londra’da bir eve de sahip olacaktı. Bir yolunu bulup Mr. Rushworth’le evlenmeye kararlıydı. Bu evliliğin en hararetli destekçisi olan Mrs. Norris, tarafları ikna etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor, bu uğurda her türlü numaraya başvuruyordu. Bu doğrultuda, delikanlının birlikte yaşadığı annesiyle samimiyet kurmakta gecikmemiş, hatta Leydi Bertram’ı on beş kilometre yol giderek kadını ziyaret etmeye ikna etmişti. Kısa sürede sıkı fıkı oldular. Mrs. Rushworth, oğlunu evlendirmeyi çok istiyor, Miss Bertram’ı da gördüğü genç kızlar arasında cana yakınlığıyla, başarılarıyla oğlunu mutlu edebilecek en iyi aday olarak görüyordu. Mrs. Norris bu iltifatı teşekkürlerle kabul ederek, kadının iyiyle kötüyü ayırma konusundaki becerisine övgüler düzdü. Maria gerçekten de ailenin gururu ve neşesiydi. Kusursuz bir melekti. Elbette ki çevresi hayranlarla dolu bir kız olarak seçim yapmakta hayli zorlanıyordu. Bununla birlikte, kısa bir süredir tanışıyor olmalarına rağmen Mr. Rushworth’ün her anlamda Maria’yı hak edecek ve kendisine bağlayacak bir delikanlı olduğuna kanaat getirmişti.

Katıldıkları balolarda ettikleri birkaç dansın ardından genç çift bu düşünceleri haklı çıkardı ve hâlâ dönmemiş olan Sör Thomas’ın da onayının alınması koşuluyla nişanlanmaları kararlaştırıldı. İki aile ve son birkaç haftadır Mr. Rushworth ile Miss Bertram’ın evlenmesine kesin gözüyle bakan çevredekiler pek sevinmişti.

Sör Thomas’ın bu evliliğe onay veren mektubu birkaç ay sonra ulaştı. Zaten kimsenin, Sör Thomas’ın bu evlilikten içtenlikle mutluluk duyacağından kuşkusu yoktu. İki ailenin kaynaşmasının önünde bir engel kalmamıştı. Artık gizli saklı davranmalarına gerek yoktu. Ancak Mrs. Norris bir yandan karşılaştığı herkese bu evliliği anlatıyor, bir yandan da bu konunun ulu orta konuşulmaması gerektiğini tembihliyordu.

Bu işte bir terslik olduğunu düşünen tek kişi Edmund’dı. Teyzesinin tüm methiyelerine rağmen Mr. Rushworth’ün ideal bir eş olabileceğini düşünmüyordu. Kiminle mutlu olacağına karar verecek olan elbette kız kardeşiydi ancak onun mutluluğu parada araması hiç hoşuna gitmiyor, kendi kendine Bu adam yılda yirmi bin kazanıyor olmasaydı, sıradan bir aptaldan farkı kalmayacaktı, diyordu.

Sör Thomas ise kendi adına, kızının, hakkında sadece iyi şeyler duyduğu bir damat adayıyla böylesine su götürmez avantajları olan bir evlilik yapacak olmasından memnundu. Çok mantıklı bir evlilik olacaktı. Aynı bölgeden, ortak çıkarları olan insanlardı. Hiç vakit kaybetmeden rıza gösterdi. Tek koşulu, düğünün kendisi gelmeden yapılmamasıydı. Bir an önce dönebilmek için can atıyordu. Nisan ayında yazdığı bu mektupta, her şey istediği gibi giderse yaz bitmeden Antigua’dan ayrılabileceğini söylüyordu.

Temmuz ayına gelindiğinde durum buydu. Fanny on sekizine bastığı sıralarda köyün sakinleri arasına iki kişi daha katıldı. Bunlar, Mrs. Grant’in, annesinin ikinci evliliğinden dünyaya gelen kardeşleri Mr. Crawford ile Miss Crawford’tı. İkisi de epey zengindi. Delikanlının Norfolk’ta güzel bir malikânesi, genç kızın ise yıllık yirmi bin paunt geliri vardı. Çocukluklarında ablaları onlara çok düşkündü. Ancak Mrs. Grant’in evlenmesinin hemen ardından annelerinin ölmesi üzerine çocukların velayeti, Mrs. Grant’in hiç tanımadığı amcalarına verilmişti. İşte o zamandan beri pek görüşmemişlerdi. Amcalarının evi çocuklar için sıcak bir yuva olmuştu. Amcaları olan Amiral Crawford ve eşi Mrs. Crawford hiçbir konuda anlaşamazlardı. Bununla birlikte ikisi de çocukları pek sevmişti. Aslında bu konuda da tam anlamıyla anlaştıkları söylenemezdi. İkisi de ayrı çocuğa düşkündü. Amiral, oğlana bayılıyor, Mrs. Crawford ise kızın üzerine titriyordu. Bu yüzden, Mrs. Crawford’ın ölümünün ardından, genç kız evde pek rahat edememiş ve yeni bir ev aramaya başlamıştı. Amiral Crawford ahlaksız bir adamdı. Karısının ölümünün ardından yeğeniyle ilgileneceğine metresiyle birlikte yaşamaya başlamıştı. Mrs. Grant, kız kardeşinin kendi yanına gelmek istemesini işte bu olaya borçluydu. Böyle bir şey her iki tarafı da mutlu edecekti. Mrs. Grant’in çocuğu yoktu. Bu yüzden oyalanabilmek için taşrada yapılabilecek her şeyi denemiş, ancak hiçbir şey can sıkıntısını giderememişti. Oturma odası şık mobilyalarla doluydu. Çok güzel çiçekleri, bir kümes dolusu tavuğu vardı. Ancak o evde bir canlılık olsun istiyordu. Bu yüzden kız kardeşinin yanına gelmesi onu çok mutlu etmişti. En azından evlenene kadar yanında kalırdı. Tek korkusu, Londra’da yaşamaya alışkın olan genç kızın Mansfield’dan sıkılmasıydı.

Miss Crawford da benzer kaygılar taşıyordu. Ablasının ve çevresinin yaşam biçimi hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Bu yüzden ilk olarak ağabeyini, malikânesinde birlikte yaşamaya ikna etmeyi denedi. Bu çabalar bir işe yaramayınca ablasının yanına gitmekten başka çaresi kalmadı. Ağabeyi Henry Crawford, dar bir çevrede yerleşik bir yaşam sürebilecek bir adam değildi. Bu yüzden, maalesef kız kardeşine bu önemli konuda yardım edemeyecekti. Yine de Northamptonshire yolculuğunda kendisine eşlik edecek ve eğer orada sıkılırsa çağırır çağırmaz onu almaya gelecekti.

Buluşma her iki tarafı da rahatlattı. Miss Crawford, ablasının, beklediği gibi taşralı biri olmadığını gördüğü için sevinçliydi. Eşi de beyefendi birine benziyordu. Geniş, dayalı döşeli bir evleri vardı. Mrs. Grant ise karşısındaki güzel genç kızı ve yakışıklı delikanlıyı eskisinden de çok seveceğini hissetmişti. Mary Crawford oldukça güzel bir kızdı. Henry pek yakışıklı sayılmazdı ancak kendine özgü bir havası vardı. Her ikisi de hayat dolu ve neşeliydi. Mrs. Grant, kardeşlerinin her açıdan mükemmel olduğuna kanaat getirmişti. İkisini de çok severdi ama Mary onun göz bebeğiydi. Pek güzel bir kadın olmayan Mrs. Grant, kız kardeşinin güzelliğiyle övünme fırsatı yakalamıştı. Kardeşine uygun bir eş bulmak için gelmelerini bekleyememiş, gözüne baronetin büyük oğlu Tom Bertram’ı kestirmişti. Sonuçta yıllık yirmi bin paunt geliri olan, zarif ve başarılı bir genç kız olduğunu tahmin ettiği kız kardeşi, bir baronetin oğluna yakışırdı. Mrs. Grant sıcakkanlı, açık sözlü bir kadındı. Mary’nin eve gelişinin üzerinden daha birkaç saat bile geçmeden bu planını anlatmaya başlamıştı.

Mary böylesine saygın bir aileye yakın olmalarından dolayı mutluydu. Ablasının tez canlılığından da yaptığı seçimden de pek rahatsız olmuşa benzemiyordu. Sonuçta o da karşısına iyi bir kısmet çıkar çıkmaz evlenme kararındaydı. Mr. Bertram’ı daha önceden Londra’da görmüştü. Ne kendisi ne de cemiyetteki konumu itiraz edilecek türdendi. Ablasının sözlerini şakaya vurdu ama bir yandan da ciddi ciddi düşünmeye başlamıştı. Mrs. Grant’in Henry için de planları vardı.

“Ve şimdi…” diye devam etti sözlerine, “Her şeyin eksiksiz olması amacıyla bir şey düşündüm. İkinizin birden buraya yerleşmesinden büyük mutluluk duyarım. Bu yüzden Henry, sen de hoş, güzel, güler yüzlü, başarılı ve seni çok mutlu edebilecek bir kız olan küçük Miss Bertram’la evleneceksin.”

Henry reverans yaparak teşekkür etti.

Mary, “Sevgili ablacığım…” dedi, “Eğer Henry’yi böyle bir şeye ikna edebilirseniz, böylesine akıllı bir akraba bulmuş olmak, yaşadığım mutluluğu daha da arttıracak. Keşke evlendirecek yarım düzine kızınız olsaydı diye düşüneceğim. Henry’yi evlenmeye razı edebilmek için bir Fransız kadınının ikna kabiliyetine sahip olmanız gerekir. Çünkü İngiliz kadınları tüm maharetlerini sergilemelerine rağmen bir şey elde edemediler. Henry için ölüp biten üç yakın arkadaşım vardı. Bu kızların pek de akıllı kadınlar olan anneleri, yengem ve bizzat ben ne diller döktük, ne numaralar çevirdik bilemezsiniz! Henry görüp görebileceğiniz en çapkın erkeklerden biri. Eğer şu Miss Bertram kardeşler kalplerinin kırılmasını istemiyorsa Henry’den uzak durmalı.”

“Sevgili kardeşim, böyle biri olduğuna hayatta inanmam!”

“İyi kalpli biri olduğunuza eminim. Mary’den daha kibar olduğunuz da kesin. Gençliğin, deneyimsizliğin neden olduğu kararsızlıkları hoş göreceğinize eminim. Ben temkinli bir insanımdır. Aceleye getirip mutluluğumu riske atamam. Evlilik kurumuna benim kadar değer veren erkek azdır. Bence güzel bir eş, şairin dediği gibi cennetin son ve en güzel armağanıdır.”

“Son sözcüğünü nasıl vurguladığını görüyorsunuz Mrs. Grant! Hele şu gülümsemeye bakın! İnanın bana, korkunç bir adamdır! Amiral yüzünden böyle bozuldu o!..”

Mrs. Grant, “Gençlerin evlilik hakkında söylediklerine kulak asmam.” dedi, “Evlenmek istemediklerini söylüyorlarsa bunun tek nedeni henüz doğru kişiyle karşılaşmamış olmalarıdır.”

Dr. Grant gülerek, Mrs. Grant’i evliliğe bakışından dolayı kutladı.

“Evet! Utanacak değilim. Bence herkes doğru insanı bulur bulmaz evlenmeli. Gözü kapalı gitsinler demiyorum ancak uygun birisi çıkarsa vakit kaybetmeden evlensinler.”

5

Bu iki evdeki gençler birbirlerinden ilk bakışta hoşlanmış, iki taraf da birbirini çekici bulmuştu. Bu tanışıklık kısa sürede -elbette görgü ve terbiye kuralları çerçevesinde- bir samimiyete dönüştü. Bertram kardeşler, Miss Crawford’ın güzelliğini kıskanmamıştı. İkisi de güzel bir kızı kıskanmayacak kadar güzeldi. Hatta Miss Crawford’ın koyu kahverengi gözlerini, parlak esmer tenini, düzgün fiziğini onlar da en az ağabeyleri kadar beğenmişti. Gerçi Miss Crawford daha uzun boylu, düzgün vücutlu ve sarışın olsaydı işler değişebilirdi. Ancak şu hâliyle güzellikleri kıyas bile kabul etmezdi. Miss Crawford için ancak tatlı, sevimli bir kız denebilirdi. O civarın en güzel kızları hâlâ kendileriydi.

Ağabeyi de pek yakışıklı sayılmazdı. İlk gördüklerinde gayet çirkin, sıradan bulmuşlardı. Yine de tatlı dilli, beyefendi birisiydi. İkinci görüşmelerinde o kadar da sıradan olmadığı ortaya çıkmaya başladı. Çirkindi, buna şüphe yoktu ama bakışları can yakıyordu. Dişleri de çok güzel görünüyordu ve çirkinliğini unutturacak kadar düzgün yapılıydı. Üçüncü görüşmelerinin ardından, yani papaz evinde birlikte yedikleri akşam yemeğinin sonrasında artık çirkin olduğunu düşünen kalmamıştı. Tam aksine, kızların şimdiye dek tanıdığı en hoş delikanlıydı. İkisi de ondan epey etkilenmişti. Miss Bertram’ın nişanlı oluşu nedeniyle doğal olarak Mr. Crawford, Julia’ya kalıyordu. Julia da bu durumun farkındaydı. Mr. Crawford’ın gelişinin üzerinden bir hafta geçmeden Julia âşık olmaya hazır vaziyetteydi.

Maria’nın kafası karışıktı. Doğrusu kafasının neden karışık olduğunu anlamaya çalışma gayreti içinde değildi. Mr. Crawford’ı hoş bulmuşsa bulmuştu, ne çıkardı ki bundan? Herkes onun nişanlı olduğunu biliyordu. Davranışlarına çekidüzen vermesi gereken biri varsa o da Mr. Crawford’dı. Mr. Crawford’ın herhangi biri için kendini tehlikeye atmak gibi bir niyeti yoktu! Bertram kardeşler ilgilenilmeyecek gibi değildi. Kendisinin göstereceği ilgiyi de seve seve kabul edecek gibilerdi. Böylece kendisinden hoşlanmalarını sağlamak için harekete geçti. Kızların, kendisinin aşkıyla ölmelerini istemiyordu ancak daha mantıklı davranması gerektiği hâlde bu gibi konularda kontrolü yitirdiği olurdu.

Akşam yemeğinin ardından kızlara arabalarına kadar eşlik eden Henry eve dönünce, “Bu kızları sevmeye başladım ablacığım.” dedi, “İkisi de çok zarif ve hoş.”

“Gerçekten de öyleler. Böyle düşünmene sevindim. Ancak eminim Julia’dan daha fazla hoşlanmışsındır.”

“Tabii! Julia’dan daha fazla hoşlandım.”

“Emin misin? Yani genelde Miss Bertram’ı daha güzel bulurlar da…”

“Bence de öyle. Her açıdan daha üstün, ancak ben Julia’yı beğendim. Miss Bertram daha güzel, daha hoş olmasına rağmen ben Julia’dan hoşlanacağım. Emir büyük yerden geldi!”

“Ben sana bir şey demiyorum Henry, ama er geç Julia’dan daha fazla hoşlanacağını biliyorum.”

“Ben baştan söyledim ya!”

“Dahası, Miss Bertram nişanlı. Bunu sakın aklından çıkarma sevgili kardeşim. O seçimini çoktan yaptı.”

“Evet, zaten bu yüzden sevdim onu. Nişanlı bir kız her zaman için bekâr bir kızdan daha hoştur. Çünkü hâlinden memnundur. Kaygılanmasına gerek kalmamıştır. Kimsenin dikkatini çekmeden gönül eğlendirebilir. Karşındaki kız nişanlıysa başın belaya girmez.”

“Bu arada Mr. Rushworth de gayet iyi bir delikanlıdır. Birbirlerine de pek yakışıyorlar.”

“Ancak Miss Bertram onu pek umursamıyor sanki, yakın dostunuz hakkındaki düşünceniz bu, değil mi? Ancak ben hemfikir değilim. Bence Miss Bertram, Mr. Rushworth’e çok bağlı. Adını duyduğu an gözleri parlıyor. Zaten Miss Bertram gibi iyi birinin âşık olmadan evleneceğine ihtimal veremem.”

“Mary, bu çocukla nasıl başa çıkacağız?”

“Kendi hâline bırak! Konuşmak bir işe yaramıyor. Er geç onu da birisi kafesleyecektir nasılsa.”

“Ancak ben onun kafeslenmesini istemem. Doğru dürüst ve onurlu bir evlilik gerçekleştirmeli.”

“Canım benim! Kaderine razı olsun o da… Kim olursan ol fark etmez. Herkes er geç kafeslenecektir.”

“Evlilikte böyle değildir sevgili Mary.”

“Özellikle de evlilikte böyledir. Sözüm meclisten dışarı sevgili Mrs. Grant, ama erkeklerin de kadınların da yüzde biri bile kafeslenmeden evlenmez. Bence öyle, zaten öyle de olması gerekiyor. İlişkileri düşününce, insanların karşısındakinden en çok şey beklediği, kendisini en çok kandırdığı kurum evliliktir.”

bannerbanner