
Полная версия:
Jo'nun Oğulları
“Teşekkür ederim, onu kullanacağım ama eğer başarısız olursam seni hatırlatması için bufalo kafasını koridora asacağım.” dedi Bess, o taptığı tanrılara hakaret etmesine içerlemişti ama iyi terbiye aldığı için bunu ancak ses tonuna yansıtabilmişti, bir dondurmanın tadı kadar tatlı ama bir o kadar da soğuk.
“Sanırım diğerleri yeni yerleşim yerimizi görmeye geldiğinde sen gelmezsin. Senin için fazla zahmetli mi olur acaba?” diye sordu Dan, prenseslerine hitap ettiklerinde tüm oğlanların yapmaya çalıştığı gibi saygın bir havaya bürünmeye çalışarak.
“Ben eğitim görmek için yıllarımı Roma’da geçireceğim. Bu dünyanın tüm güzellikleri ve sanat eserleri orada, ayrıca bir ömür boyu orada yaşasam bile tadını çıkarmak için yeterli değil.” diye karşılık verdi Bess.
“Tanrıların Bahçeleri ile benim muhteşem Rocky Dağları’nı kıyaslayacak olursak Roma, küf bağlamış eski bir mezar taşına benziyor. Sanatı azıcık bile umursamıyorum ama doğaya tahammül edebiliyorum ve sana öyle şeyler gösterebilirim ki sanırım soluksuz kalırsın. En iyisi sen gel; Josie atlara bindiği sırada, onları model olarak kullan. Bir arada kümelenmiş yüz kadar yabani at, sana saf güzelliği yansıtamıyorsa ben de bu işten vazgeçeceğim!” diye haykırdı Dan, özgür yaşamın yabanıl güzelliği ile canlılığı karşısında heyecan duymaya başladı ve büyük haz aldığı bu yaşam tarzını kelimelere sığdıracak gücü bulamadı kendinde.
“Bir gün oralara babamla geleceğim ve Sen Mark ile Capitol tepesindeki atlardan daha mı güzeller bir bakacağım. Ama lütfen benim tanrılarıma çirkin sözler söyleme, ben de senin yaşam tarzını sevmeye çalışacağım.” dedi Bess, Batı’nın görmeye değer olduğunu düşünmeye başlamıştı, gerçi oralarda ne Raphael17 ne de Angelo18 gibi sanatçılar henüz ortaya çıkmamıştı.
“İşte bu konuda anlaştık! Yabancı bölgelere gitmeden önce insanların kendi ülkelerini tanımaları gerektiğine inananlardanım, sanki yeni dünya keşfetmeye değmezmiş gibi.” diye söze başladı Dan, olanları çoktan unutmaya hazırdı.
“Avantajları olduğu kadar bazı çekinceleri de var. İngiltere’de kadınlar oy kullanabiliyor ama biz kullanamıyoruz. Her türlü iyi şeyde Amerika’nın önünde olmadığımız için utanıyorum.” diye haykırdı Nan. Her türlü reformda ilerici bir görüşe sahipti ve kendi hakları konusunda endişe duyuyordu, ne de olsa bazı hakları elde etmek için savaş vermek zorunda kalmıştı.
“Ay ne olur, tekrar başlama o konuda! İnsanlar her zaman o hususta tartışırlar, birbirlerine ağızlarına geleni söylerler ve asla da hemfikir olmazlar. Sessiz ve mutlu bir gece geçirelim.” diye yalvardı Daisy. Nan ne kadar tartışmaları seviyorsa Daisy de bir o kadar nefret ederdi.
“Yeni kasabamızda istediğin kadar oy kullanabileceksin Nan, belediye başkanı ve belediye meclis üyesi olabileceksin, böylece tüm birimleri yönetebileceksin. Ayrıca her şey dertsiz tasasız olacak yoksa öyle bir yerde yaşayamam.” dedi Dan. Sonra da kahkaha atarak ekledi, “Görüyorum Bayan Terelelli ve Bayan Shakespeare Smith tıpkı eskiden olduğu gibi hiçbir konuda anlaşamıyorlar.”
“Eğer herkes her konuda anlaşsaydı o zaman asla ilerleme kaydedemezdik. Daisy dünya tatlısı biri ama zaman zaman örümcek kafalı olmaya yatkın, bu yüzden onu kışkırtmaktan keyif alıyorum ama göreceksiniz, gelecek sonbaharda benimle gidip oy kullanacak. Şimdilik bizlere izin verdikleri o tek şeyi yapabilmemiz için Demi de bize eşlik edecek.”
“Onları götürecek misin, Diyakoz?” diye sordu Dan, sanki çok beğeniyormuş gibi eski kelimelerden birini kullanarak. “Bu düzen Wyoming’de mükemmel şekilde işliyor.”
“Onları götürmekten onur duyarım. Annem ve teyzelerim her sene gidiyorlar. Daisy de benimle gelir. O hâlde benim ruh ikizim sayılır. Onu arkada bırakmaya hiç niyetim yok.” diyerek Demi kolunu kız kardeşinin omzuna attı. Her zamankinden daha da düşkün olmuştu ona.
Böyle bir bağın ne kadar tatlı olabileceğini düşünerek Dan, onlara efkârlı bir biçimde baktı ve verdiği mücadeleleri hatırlayarak yalnız geçen gençliği, daha da hüzünlü bir hâl aldı. Tom sesli bir şekilde iç geçirerek o an duygusallaşmayı imkânsız kıldı ve sonra da car car konuşmaya başladı.
“Ben her zaman ikizim olsun istemişimdir. Diğer kızlar zalim davrandığında başını yaslayabileceğin ve teselli bulacağın bir ikizinin olması bence çok eğlenceli ve rahat.”
Tom’un karşılık görmeyen tutkusu ailede alay konusu olurken, bu kinaye herkesin gülmesine neden oldu ama Nan, kargabüken otlarını içeren şişesini birdenbire ortaya çıkardığında herkesin kahkahalara boğulmasını sağladı ve sonra da profesyonel bir havaya bürünerek açıklamalarından birini yaptı.
“Akşam ıstakozu fazla kaçırdığını biliyordum. Bundan dört tablet al, hazımsızlığına iyi gelir. Tom her zaman iç geçirdiğinde ve yemeği fazla yediğinde saçmalamaya başlar.”
“Onları alacağım. Bana verdiğin tek tatlı şeyler bunlar zaten.” Ve Tom, kasvetli bir şekilde kendine verilen dozu çiğnemeye başladı.
“ ‘Hastalıklı bir akla kim vaiz verebilir ya da kökleşmiş tasaları kim yok edebilir?’ ” Tırabzanda tünediği yerden Josie, oldukça dokunaklı bir şekilde konuşarak alıntı yapmıştı.
“Benimle gel Tommy ve seni adam edeyim. Haplarını, damlalarını bir kenara bırak ve bir süreliğine tüm dünyada gönlümüzce gezip eğlenelim, bir kalbin ya da bir miden olduğunu bile unutursun.” dedi Dan, her derde deva olan tek bildiği ilacı önererek.
“Benimle gemilere bin, Tom. İyi bir deniz tutması sana iyi gelir ve sert bir poyrazla da hezimete uğrarsın. Bir doktor olarak gel bizimle. Yatacak yerin olur ve eğlencemizin sonu hiç gelmez.”
Ve eğer senin Nancy, kaşlarını çatarsa oğlum,Ve senin mavi ceketinle alay ederseO zaman yelkenlerini yükselt ve diğer limanlara git,Oralarda daha sadık bir bakire bulursun.diye ekledi Emil, her sorunu ve tasayı keyifli hâle getirerek bir şarkının fragmanını mutlaka biliyordu ve bunları arkadaşlarıyla paylaşmaktan hiç çekinmiyordu.
“Bunu diplomamı aldıktan sonra düşünebilirim. Bu ölümlü dünyanın üç yılını heba etmeye hiç ama hiç niyetim yok, zaten elimde ne yaptığımı gösterecek hiçbir şeyim de yok. O zamana kadar.”
“Ben asla Bayan Micawber’i terk edemem.” diye araya girdi Teddy, hıçkırarak ağlamaklı bir sesle konuştu.
Tom onu hemen basamaklardan yuvarlayarak aşağıdaki ıslak çimlerin üzerine düşürdü ve bu ufak çaplı kavgaları bittiğinde onların ilgilerini çekebilecek çay kaşıkların çıkarttığı tıngırtıların daha serinletici yiyeceklerin ikram edildiğini ima etti. Eski zamanlarda kızlar erkeklere hizmet ederdi, o da karışıklığa sebebiyet vermemek içindi ama artık genç erkekler, genci ve yaşlısı, bütün kadınlara servis etmek için âdeta yarış hâlindeydiler ve bu ufak detay, zamanla durumların nasıl tersine çevrildiğini açıkça gösteriyordu. Ama ne kadar hoş bir düzendi! Josie bile yerinden kalkmayarak Emil’in ona meyve getirmesine izin verdi, genç kadınlığa attığı adımın her anından zevk alarak. Ama ne var ki Ted, onun pastasından çaldığında bütün görgü kurallarını unutarak parmaklarına vurdu ve böylece cezalandırmış oldu. Evin onur konuğu olan Dan sadece Bess’e hizmet etmekle görevlendirildi, yaşı küçük olmasına rağmen kendi ufak dünyalarında en önemli yere sahipti bu kız. Tom her yiyeceğin en iyisini dikkatle Nan için seçti ama ne var ki şu sözlerle ezildi:
“Ben bu saatte hiçbir şey yemem ve eğer sen de yersen gecenin bir vaktinde kâbuslar görürsün.”
Ve böylece görev aşkıyla acıkma duygularını bastırarak hazırladığı tabağı Daisy’ye vermek zorunda kaldı, kendisi de akşam yemeği olarak gül yapraklarını çiğnemekle yetindi.
Şaşırtıcı miktarda besin değeri yüksek yiyecekleri mideye indirdikten sonra birisi “Haydi şarkı söyleyelim!” diye bağırdı ve böylelikle hoş nağmelerden oluşan bir saat geçirdiler. Nat keman çaldı, Demi kaval çaldı, Dan eski banjoyu tıngırdattı ve Emil de “Bounding Betsy” enkazı hakkında çok efkârlı bir halk şarkısını şakıdı, sonra da hep beraber eski şarkılardan söylediler. Ta ki tüm odanın her yerinde müzik notaları uçuşana kadar ve oradan gelip geçen herkesi gülümseyerek dinlettirip, “Eski Plum bu gece oldukça neşeli.” dedirtene kadar.
Herkes gittikten sonra Dan verandada biraz daha oyalandı, bir taraftan otlaklardan gelen yumuşak ve ılık rüzgârın esintisinin keyfini çıkarıyor, bir taraftan Parnassus’tan gelen çiçek kokularıyla ferahlıyordu. Ay ışığı altında romantizmin tadını çıkarıyorken birdenbire Bayan Jo kapıyı kapatmak için çıkageldi.
“Hayaller âleminde misin, Dan?” diye sordu Bayan Jo, o hassas anın gelmiş olabileceğini düşünerek. O anı ilginç kılabilecek ve kendisine güvenmesini veya şefkatli birkaç söz söylemesini beklerken, Dan’in aniden ona dönerek dobra dobra konuşarak yaşattığı şoku düşünemezsiniz.
“Sigara içmeyi düşünüyorum.” dedi.
Tüm ümitlerinin yıkılmasına rağmen Bayan Jo güldü ve sevecen bir şekilde cevap verdi.
“Evet, içebilirsin ama odanda! Bu arada sakın evi ateşe vereyim deme!”
Belki o an Dan kadının yüz ifadesindeki hayal kırıklığını okudu ya da bir zamanlar oğlan çocuğuyken yaptığı muziplikleri hatırlayıp içine mi işledi bilemiyorum ama yine de eğilip onu öptü ve fısıltıyla “İyi geceler, anne.” dedi. Bu bile Bayan Jo’yu memnun etmek için yetti.
BEŞİNCİ BÖLÜM
TATİL
Herkes ertesi günün tatil olmasından memnundu, bu nedenle kahvaltı masasında biraz daha oyalandılar, ta ki Bayan Jo çığlığı basana kadar.
“Aman Tanrı’m, orada bir köpek var!” Ve kapı eşiğinde büyük cins bir tazı göründü, öylece sessizce duruyor, gözlerini Dan’den ayıramıyordu.
“Merhaba eski dostum! Gelip seni almamı bekleyemedin mi? Yaramaz bir çocuk gibi kaçtın mı yoksa? Bak şimdi, kendi sonunu hazırladın, erkek gibi dayak yemeyi bileceksin!” dedi Dan, köpeği karşılamak için ayağa kalkarak. Köpek de sahibinin yüzüne daha iyi bakabilmek için arka bacaklarıyla şahlandı ve havladı, âdeta itaatkârsızlık yaptığına kızgın bir şekilde itiraz ediyormuş gibiydi.
“Tamam, tamam. Don asla yalan söylemez.” diye ekledi Dan, o koca yaratığa sarılırken. O sırada pencereye göz attığında bir adamın atıyla yaklaştığını gördü.
“Sizi nerede bulabileceğimi bilemediğim için dün gece bütün ganimetlerimi otelde bıraktım. Dışarı gelin ve Octoo ile tanışın, o benim atım, tam bir güzellik abidesi.” Bunu der demez Dan hemen harekete geçti ve yeni geleni karşılamak için tüm aile de peşine takıldı.
Tüm sabırsızlığıyla atın sahibine ulaşabilmek için basamakları tırmanmaya çalıştığını gördüler. Onu getiren adam da dehşete düşmüş, onu dizginlemeye çalışıyordu.
“Gelmesine izin ver.” diye seslendi Dan. “Bir kedi gibi tırmanıyor ve bir geyik gibi atlayabiliyor. Eh kızım, gidip biraz dörtnala koşalım mı?” diye sordu o güzelim yaratık gürültü çıkararak yanına geldiğinde. Dan onun burnunu ovaladı. Pırıl pırıl parlayan dış yüzeyine şaplak attığında neşeyle kişnedi.
“Böyle bir ata sahip olmaya değer.” dedi Ted, hayran hayran baktığında çok hoşnut olmuştu, ne de olsa Dan’in yokluğunda atın bakımını kendisi üstlenecekti.
“Gözlerinden zekâ fışkırıyor! Bıraksan belki konuşacak da!” dedi Bayan Jo.
“Aslında kendince bir insan gibi konuşuyor. Onun bilmediği o kadar az şey var ki. Değil mi, canım kızım?” Ve sanki o ufak siyah atın çok değerli olduğunu göstermek istercesine kendi yanağını atın yanağına değdirdi.
“Octoo ne anlama geliyor?” diye sordu Rob.
“Şimşek. Bu ismi hak ediyor, yakında göreceksiniz. Kara Şahin benim tüfeğime karşılık olarak onu bana verdi ve orada burada gayet iyi vakit geçiriyoruz birlikte. Bu kız hayatımı birçok kez kurtardı. Şuradaki yara izini görebiliyor musunuz?”
Uzun yelesinin altında gizlenmiş ufak bir yaraya işaret etti Dan ve ayakta durarak kolunu Octoo’nun boynuna doladı, hikâyesini anlatmaya başladı.
“Bir gün Kara Şahin ile bufalo izi sürüyorduk ama beklediğimiz gibi hemen bulamadık onları, bu yüzden yiyeceklerimiz bitti. Kampımızın bulunduğu Kırmızı Geyik Nehri’nden yüzlerce mil uzaktaydık. Artık mahvolduğumuzu düşünüyordum ama benim cesur arkadaşım dedi ki ‘Şimdi sürüleri bulana kadar nasıl hayatta kalacağımızı göstereceğim sana.’ Ufak bir gölün yanında geceyi geçirmek için atlarımızdan indik, görüş alanımızda bir tane bile canlı yoktu hatta bir kuş bile yoktu. Arazinin millerce ötesini görebiliyorduk. Bunun üzerine ne yaptık dersiniz?” Sonra da Dan, etrafında toplananların yüzlerine baktı.
“Solucan yediniz, Avustralyalılar gibi.” dedi Rob.
“Çim ya da yaprak kaynattınız.” diye ekledi Bayan Jo.
“Yamyamların yaptığı gibi belki karnınızı balçıkla doyurdunuz.” diye tahminde bulundu Bay Bhaer.
“Atlardan birini öldürdünüz.” diye haykırdı Ted, bir şekilde kanın akmasına çok heveslenerek.
“Hayır ama bir tanesinin kanını akıttık. Bakın hemen şurası, bir teneke kaba doldurduk, içine yabani ada çayı ekledik, biraz su ve bazı çubukları tutuşturarak ısıttık. Gayet güzeldi ve iyi uyumamızı sağladı.”
“Herhâlde Octoo pekiyi uyuyamamıştır.” dedi Josie, acısını paylaşan bir yüz ifadesiyle hayvanı okşamaya başladı.
“Hiç umurunda bile olmadı. Kara Şahin’e göre bu hâlde bir atın üzerinde birkaç gün geçirebilirmişiz hatta yolculuk bile yapabilirmişiz ve at farkına bile varmazmış. Bir başka sabah bufaloları bulduk ve kutumda gördüğünüz kafa, benim vurduğum bufaloya ait. Artık onu duvara asıp herkesi korkutup kaçırabiliriz. İnanın çok azılı bir hayvandı.”
“Buradaki kayış ne işe yarıyor?” diye sordu Ted, tek dizgini ve gemi, kemendiyle beraber Kızılderili eyeri incelemekle meşguldü. Atın boynunun etrafına dolanmış deri kayıştan söz ediyordu.
“Düşmana karşı yandan taarruz yapmak istediğimizde, atın arka taraflarına doğru oturup göze batmamaya çalıştığımızda ona tutunuyoruz ve döne döne dörtnala gittiğimizde atın boynunun altından ateş ediyoruz. Sana şimdi gösteririm.” Ve hemen eyerin üzerine atlayan Dan, atıyla beraber basamakların üzerinden sıçradı; büyük bir hızla çimlerden geçti. Bazen Octoo’nun sırtındaydı, bazen yarı gizlenmiş şekilde marsipet ayağı ile kayışa tutunarak gidiyordu, bazen de tamamen aşağı atlayarak atın yanında uzun adımlarla koşuşturarak ilerliyordu. Fazlasıyla eğlendiği belliydi. O sırada Don da peşlerinden koşuşturuyordu, tekrar özgür olup arkadaşlarıyla birlikte olmanın verdiği köpeklere özgü bir coşkuyla.
Mükemmel bir görüntüydü. Üç tane azgın şey oynaşmaktaydı, o kadar yaşama gücü olan, zarif ve özgür ruhlu gözüküyorlardı ki o an için, o düzgün kesilmiş çimler uçsuz bucaksız bir çayıra dönüşmüştü ve bu anlık bakış, izleyicilere kendi yaşantılarının ne kadar yavan ve donuk olduğunu hissetmelerine neden oldu.
“Bu bir sirkten daha güzel!” diye haykırdı Bayan Jo, tekrar bir genç kız olmayı dileyerek. Belki o zamanlar at dedikleri bu zincirli şimşeğin üzerinde dörtnala koşabilirdi. “Nan’in kırılan kemikleri alçıya aldığını öngörebiliyorum, ne de olsa Dan ile aşık atmaya çalışacak olan Ted, her bir kemiğini kıracaktır.”
“Birkaç kere attan düşmekten zarar gelmez ve bu yeni bakım ile haz ona her bakımdan iyi gelecektir. Ama korkarım ki böyle bir Pegasus’a bindikten sonra Tom asla toprağı sabanla sürmeyecektir.” diye cevap verdi Bay Bhaer. O sırada siyah kısrak bahçe kapısının üzerinden atlayarak ağaçlı yoldan âdeta uçarak geldi ve sahibinin tek bir komutuyla heyecan ile titreyerek hemen durdu. Dan attan atlayarak alkış alıp almayacağını görmek için etrafındakilere bakındı.
Oysa alkışı fazlasıyla aldı ve kendisinden çok hayvanın hatırı için memnun oldu. Ted bir ders almak için derhâl yaygarayı kopardı ve kısa bir süre sonra o antika eyerin üzerinde, kendini son derece huzurlu hissetti. Üniversitede gösteriş yapmak için uzaklaşırken Octoo’yu çok yumuşak başlı buldu. Uzaktan koşuyu gören Bess telaşla yokuş aşağı koşuşturdu, hepsi verandada toplandıktan sonra Dan ekspresin kapısının önüne “çöpü bırakır gibi” attığı büyük kutunun kapağını hızlıca çekti. Bu arada bir parantez açarak tam olarak Dan’in kullandığı kelimeleri ödünç almakta mazur görmüyorum.
Genellikle Dan az ama tam teçhizatlı yolculuklar yapmayı severdi ve iyice eskimiş bavuluna taşıyabileceğinden daha fazla eşya koymayı hiç tercih etmezdi. Ama artık kendisine ait biraz parası olduğundan yay ve mızrağı ile kazandığı zafer hatıralarından oluşan koleksiyonunu eve getirip arkadaşlarına hediye etme arzusuna karşı koyamadı. “Bu güveler bizi yiyip bitirir.” diye düşündü Bayan Jo çok tüylü bir kafa ortaya çıktığında. Peşinden kendisi için ayakları altına serilebilecek kurt derisinden yapılmış bir kilim, Profesör’ün çalışma odasına aynısından ama bu sefer ayı derisinden yapılmış olanı ve oğlanlar için tilki kuyruklarıyla bezenmiş Kızılderili kıyafetler dağıtıldı.
Bir temmuz günü için hepsi hoştu ve sıcak tutuyordu belki ama yine de hepsi sevinçle karşılandı. Ted ve Josie hemen giyinip süslendiler, savaş narası atmayı öğrendiler ve savaş baltaları, yaylar ve oklarla evin arazisinde bir dizi ufak çaplı bir kavgaya tutuşarak arkadaşlarını hayrete düşürdüler; ta ki yorgunluk, onların rehavete kapılmasına neden olana kadar. Av kuşlarının kanatları, tüylü pampa otları, Kızılderililerin para olarak kullandıkları boncuklar ve güzelce işlenmiş tespihler, ağaç kabukları ve kuş tüyleri kızları çok memnun etti. Maden filizleri, ok başları ve kabataslaklar ise Profesör’ün ilgisini çekti. Kutu tamamen boşaldığında huş ağacının kabuğuna yazılmış hüzün dolu birkaç Kızılderili şarkıyı da hediye olarak Dan Bay Laurie’ye verdi.
“Her şeyin tamamlanması için üzerimize sadece bir çadır gerek. Akşam yemeği olarak size kavrulmuş mısır ve kurutulmuş et vermem gerekiyormuş gibi hissediyorum, benim cesur çocuklarım. Böyle güzel bir Kızılderili toplantısından sonra kimse kuzu ve yeşil bezelye yemek istemeyecek.” dedi Bayan Jo, uzun koridordaki resmedilmeye değer kargaşayı incelerken. İnsanlar kilimlerin üzerinde yan gelip yatıyordu ve çoğunun üzeri, az veya çok, kuş tüyleri, mokasenler veya boncuklarla süslenmişti.
“Geyik burnu, bufalo dili, ayı eti ve közlenmiş ilik kemiği benim tercihimdir ama değişikliğe her zaman açığımdır, bu nedenle meleyen kuzunla yeşil etini getirebilirsin.” diye cevap verdi Dan. Kutunun yanında, kabilenin ortasında bir reis gibi oturmuş, görkemli tazısı da ayaklarının dibine serilmişti.
Kızlar ortalığı toparlamaya başladılar ama çok da ilerleme kaydettikleri söylenemezdi çünkü dokundukları her şeyin bir hikâyesi vardı, kimi heyecan verici, kimi komik, kimisi de çılgıncaydı ve bu nedenle akıllarını işlerine vermekte zorlandılar, ta ki Bay Laurie, Dan’i alıp oradan uzaklaştırana kadar.
Bu o yaz tatilinin başlangıcı olmuştu ve o çalışkan toplumun sessiz geçen hayatında Dan ve Emil’in yuvalarına dönmeleriyle çok hoş bir his uyandırmaları görülmeye değerdi, zira herkesi şenlendiren taze bir esintiyi de beraberlerinde getirmiş gibiydiler. Üniversite öğrencilerinin çoğu tatillerde orada kalıyorlardı ve Plumfield ile Parnassus kaldıkları bu günlerde ellerinden geldiği kadar onlar için hoş vakit geçirmelerini sağlamaya çalışıyorlardı çünkü çoğu farklı eyaletlerden geliyordu, kimisi de fakirdi ve evlerine gitmek için durumları pek elverişli değildi, bu nedenle bizimkiler onların gelişimi ve eğlenceleriyle ilgileniyorlardı. Gerek erkeklerle gerek kızlarla Emil çok çabuk ahbap olabilecek bir yapıdaydı ve bir denizci gibi çılgınca eğlenmeyi biliyordu ama ne var ki Dan üniversitenin iyi aile kızları karşısında korkuya kapılıyor ve aralarına girdiğinde çok sessiz davranıyordu, tıpkı bir kartalın bir güvercin sürüsünü izlediği gibi onları süzüyordu. Ne var ki erkeklerle daha iyi geçiniyordu ve onların kahramanı oluvermişti. Mertçe elde ettiği başarılarını takdirle karşılamaları Dan’e iyi geliyordu çünkü eğitimdeki eksikliklerinin fazlasıyla farkındaydı ve sıkça merak ederdi o ders kitaplarında onu tatmin edecek bir şeyin olup olmadığını, yoksa görkemli doğanın örneklemelerle gösterdiği kapsamlı incelemeleri mi daha yararlıydı? Sessiz duruşuna rağmen kızlar onun iyi yanlarını görmekte gecikmedi ve “İspanyol” adını taktıkları bu çocuğu büyük bir beğeni ile dikkate alıyorlardı. Aslında kömür karası gözleri konuşmasından daha dilbazdı ve bu iyi niyetli gençler cana yakınlıklarını çok değişik ve cazibeli yollarla göstermeye çalıştılar.
Dan bunu fark etti ve onlara layık olmak için çok çabaladı. Konuşmalarını kontrol altına aldı, kaba saba davranışlarını yumuşattı ve söylediği ile yaptığı her şeyin onlarda yarattığı etkiye dikkat etti çünkü iyi bir izlenim yaratmak onun için çok önemliydi. Başka insanlarla beraber olmak onun yalnız kalbini ısıttı, gördüğü değişik kültürler karşısında elinden geleni yaptı ve onun yokluğunda meydana gelen değişiklikler gerek kendisinde gerek diğer insanlarda, eski yuvasını bambaşka bir dünyaya dönüştürmüştü. Kaliforniya’daki hayatından sonra burada olmak hem hoş hem de dinlendiriciydi. Etrafında bulunan bütün o tanıdık yüzler, yaşadığı pişmanlıklarını unutması için yardımcı oldular ve bu iyi niyetli insanların güvenini kazanmak ve aynı şekilde çevresinde bulunan masum kızların saygısını elde etmek için çok azmetti.
Böylelikle gündüzlerini binicilik, kürek çekmek ve piknik yapmakla geçirdiler, geceleri ise bol bol müzik, dans ve piyesler vardı, herkes yıllardır böylesine neşeli geçen bir tatil yapmadıkları konusunda hemfikirdiler. Bess sözünü tuttu ve arkadaşlarıyla eğlence yerlerine giderken ya da babasıyla müzik çalışırken o çok sevdiği çömlekçi çamurlarının toz tutmasına izin verdi. Babası da hayatından memnundu, ne de olsa kızının yanaklarına renk gelmiş ve eskiden gördüğümüz o dalgın dalgın bakışlarının yerini kahkahalar almıştı. Josie bile Ted ile daha az tartışır oldu çünkü Dan’in bir bakışı onun anında boyun eğmesini sağlıyordu ve bu da isyankâr kuzende çok olumlu etkiler yaratıyordu. Ama Octoo bu yaşam dolu genç için daha iyisini yaptı, bir zamanlar gönlünün tahtı olan bisikleti yerine bu atın cazibesine tamamıyla kapıldığı görüldü. Gece veya gündüz hiç fark etmeksizin bu yorulmak bilmez hayvana bindi ve zaman geçtikçe şişmanlamaya başladı. Bu da annesini aşırı sevindirdi çünkü fasulye sırığı gibi oğlunun fazla hızlı büyüdüğünden sağlığı için endişe duyuyordu.
İş hayatını sıkıcı bulduğundan Demi üzüntüsünü biraz olsun hafifletmek için boş zamanlarında ikna edebildiği herkesin gerek oturarak gerekse ayakta, fotoğrafını çekmeye başladı, birçok başarısızlıkların yanı sıra bir sürü mükemmel fotoğraflar da basabildi, ne de olsa insanları gruplandırmada oldukça zevk sahibiydi ve ayrıca sonsuz bir sabra sahipti. Dünyaya kamerasının merceğinden baktığı bile söylenebilirdi ve bir parça siyah pamuklu kumaşın altından arkadaşlarına gözlerini kırpıştırarak baktığında bu durumu çok eğlenceli bulduğu belliydi. Dan onun için bir hazine sayılırdı çünkü hemen kabul eder, Meksika kıyafetiyle yanına atını ve tazısını da alarak büyük bir hevesle poz verirdi. Herkes bu etkileyici fotoğraflardan birer kopya isterdi.
Bess de poz verenlerin arasında en sevdiklerindendi hatta Demi kuzeninin fotoğrafıyla amatör fotoğrafçılık sergisinde bir ödül bile almıştı. Fotoğrafta başından aşağı doğru serbest bırakılmış o güzelim saçlarının üstünde bir bulut kadar beyaz bir dantel, omuzlarına kadar iniyordu. Bu fotoğraf kıvançlı sanatçı tarafından etrafındakilere bolca dağıtıldı ama kopyalardan birinin tarihe geçmesi gereken ufak bir hikâyesi de vardı. Uzun sürecek ayrılıktan önce Nat bulabildiği her andan istifade ederek Daisy ile zaman geçirmeye çalıştı, bu durum karşısında Bayan Meg az da olsa merhamete geldi çünkü bu bahtsız sevginin tek çaresinin Nat’in yokluğu olacağından emindi. Daisy az konuşur oldu ama o kibar yüzü yalnız kaldığında hemen hüzünlenirdi ve kendi elleriyle zarifçe işlediği mendillere birkaç tane sessiz gözyaşı dökerdi. Nat’in kendisini asla unutmayacağından çok emindi. Bebek bezleriyle başlayan serüvenleri söğüt ağacının altında paylaştıkları sırlara kadar uzanıyordu ve kendisini bildi bileli arkadaşı olan bu değerli adam olmadan hayat oldukça yalnız geçecekti. Daisy eski kafalı bir evlattı, sorumluluk sahibiydi ve yumuşak başlıydı, annesine öylesine sevgi ve hürmetle bağlıydı ki onun emirleri Daisy için kanun sayılırdı ve eğer âşık olmak yasaksa o zaman arkadaşlık yeterli gelmeliydi. Bu nedenle kendi üzüntüsünü kendine sakladı, Nat de her zaman neşesiyle gülümsedi, sağlayabileceği her türlü konfor ve sefayla aile hayatında geçireceği son günlerini mutlu kılmaya çalıştı. Akılcı öğütler ile tatlı sözlerden tutun da bekâr olarak kalacağı ikametgâhı için iyice doldurulmuş iş çantasından ve yolculuğu için bir kutu şekerlemeye kadar düşündü.
Tom ve Nan, Plumfield’da eski arkadaşlarıyla eğlenebilmek için mümkün olduğunca derslerine zaman ayırmaya çalıştılar; ne de olsa Emil’in bir sonraki seferi oldukça uzun sürecekti, Nat’in yokluğunun ne kadar süreceği belirsizdi ve Dan’in tekrar ortaya ne zaman çıkacağını kimse bilmiyordu. Gençlerin hepsi hayatın ciddiye binmeye başladığının farkına varmaya başlamışlardı ve birlikte geçirdikleri bu çok hoş yaz gecelerinde eğlenirken bile hepsi artık çocuk olmadıklarının bilincindeydiler. Eğlence sırasında gelecekteki planları ve umutları hakkında sık sık konuşur olmuşlardı, ayrı ayrı yollarda hayatlarına devam ettiklerinde bağlarını daha fazla koparmadan âdeta birbirlerini tanımak ve yardım etmek için çaba harcıyorlardı.