Читать книгу Jo'nun Oğulları (Луиза Мэй Олкотт) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Jo'nun Oğulları
Jo'nun Oğulları
Оценить:
Jo'nun Oğulları

5

Полная версия:

Jo'nun Oğulları

“Onu şu an göremezsiniz çünkü dışarıda.” diye cevap verdi Teddy ve arkasına kısaca göz gezdirerek mutsuz ebeveyninin ortadan kaybolduğunu gördü. Pencereden tüydüğünü tahmin etti, bazen böyle zorluklarla karşılaştığında ara sıra yaptığı gibi.

“Çok üzüldüm. Tekrar gelirim. Burası onun çalışma odası mı? Büyüleyici bir oda!” Sonra da bu davetsiz misafir tekrar salona odaklanarak yakalayabileceği bir haberin olup olmadığına bakındı, bu girişimleri ölümle sonuçlansa bile sonuna kadar mücadele veriyordu.

“Hayır, değil.” dedi Teddy nazik ama kararlı bir şekilde onun koridordan geriye doğru çekilmesini sağlayarak. Bir yandan da annesinin köşeyi dönerek kaçmış olmasını yürekten ümit ediyordu.

“Eğer bana Bayan Bhaer’in yaşını, doğum yerini, evlendiği tarih ve kaç çocuğu olduğunu söyleyebilirseniz çok minnettar kalırım.” diyerek devam etti utanma bilmez ziyaretçi, kapı paspasına ayağı takılırken.

“Altmışlı yaşlarında, Nova Zembla’da doğdu, tam da bugün evliliğinin kırkıncı yılını kutluyor ve ayrıca on bir tane kızı var. Öğrenmek istediğiniz başka bir şey var mı, efendim?” Ted’in ciddi yüz ifadesi verdiği saçma sapan cevaplarla çok hoş bir tezatlık yaratıyordu ama gazeteci bozguna uğradığının farkında bile değildi. Kahkahalarla eve dönüp girmek üzereyken, bir kadın ile onu takip eden, yüzleri sevinçle parlayan üç kız basamaklardan çıkmaya başladı.

“Biz ta Oshkosh’tan geliyoruz ve sevgili Jo teyzemizi görmeden eve dönmek istemedik. Kızlarım onun eserlerine hayranlık duyuyorlar ve onu görmeye bel bağladılar. Biliyorum biraz erken bir saat ama Holmes, Longfeller ve diğer ünlüleri de görmeyi planlıyoruz, onun için önce buraya geldik. Ben Oshkosh’tan Bayan Erastus Kingsbury Parmalee, ona öyle söylersiniz. Beklememizin mahzuru yok, eğer bizi görmek için henüz müsait değilse etrafa bakınabiliriz.”

Tüm bu sözleri öyle hızlı söyledi ki Ted balık etli küçük hanımlara gözlerini dikip bakakaldı. Onlar da altı çift mavi gözleriyle yalvarırcasına Ted’e dikip bakıyorlardı ama Ted’in doğuştan gelen nezaketi bu hanımlara en azından medeni bir cevap vermekten mahrum etmeyi imkânsız kılıyordu.

“Bayan Bhaer’i bugün görmeniz mümkün değil. Biraz önce çıktı sanırım ama isterseniz evi ve arazileri gezebilirsiniz.” diye mırıldanırken dördü tarafından içeri doğru itildi ve hepsi de kendinden geçmiş bir biçimde etrafına bakınmaya başladılar.

“Ay çok teşekkür ederiz! Eminim ki çok sevimli, çok hoş bir yerdir burası! Yazılarını orada yazıyor öyle değil mi? Oradaki de onun fotoğrafı mı? Lütfen söyleyin! Tam hayal ettiğim gibi birine benziyor!”

Bu yorumlardan sonra ince işlenmiş resminin önünde durdular. Bu, saygıdeğer Bayan Norton’du. Hâlinden hoşnut bir yüz ifadesiyle bir elinde kalemle poz vermişti. Ayrıca başında taç ve boynunda inci bir kolye vardı.

Ciddiyetini büyük bir çabayla korumaya çalışarak Ted, kapının arkasında asılı duran ve onun eğlence kaynağı olan Bayan Jo’nun çok kötü yapılmış bir portresine işaret etti. Işık, burnunun ucunda çok tuhaf bir gölge oyunu oynamıştı ve yanakları da oturduğu sandalye kadar kırmızı çıkmıştı ama bütün bu komik yanlarına rağmen aslında oldukça iç karartıcıydı.

“Bu fotoğraf annem için çekilmişti ama maalesef pekiyi çıkmamış.” dedi Ted. Asıl olanla düşünce arasındaki üzücü fark karşısında kızlar dehşete düşmüş gibi görünmemeye çalıştılar. Onların verdiği bu mücadeleyi Ted, büyük keyif alarak izledi. On iki yaşında olan en küçükleri, hayal kırıklığını gizleyemedi ve idollerimizin aslında sıradan erkek ve kadın olduklarını fark ettiğimizde neler hissediyorsak o da o anda öyle hissetmiş olmalı ki hemen kafasını öbür tarafa çevirdi.

“Onun on altı yaşlarında olacağını ve saçlarının sırtından aşağı doğru iki tarafından örülmüş olacağını düşünmüştüm. Artık onu görmesem de olur.” dedi çocuk dürüstçe, koridorun kapısına doğru ilerlerken. Annesi özür dilemek için geride kalmıştı. Ablaları ise “Çok hoş, o kadar canlı ki şiir gibi âdeta, bilirsiniz işte, özellikle kaşları müthiş.” demek zorunda kaldılar.

“Haydi kızlar, bugün yapılacak çok işimiz var, o yüzden gitsek iyi olur. Albümlerinizi bırakabilirsiniz ve Bayan Bhaer, içlerine bir şeyler yazdıktan sonra size tekrar gönderebilir. Size binlerce defa minnettarız. En içten dileklerimizi söyleyin annenize ve onu göremediğimiz için ne kadar üzüldüğümüzü de aktarın lütfen.”

Bayan Erastus Kingsbury Parmalee bu sözleri söyler söylemez büyük kareli bir önlük giymiş, kafasının üstüne bir mendil bağlamış, koridorun en ucunda çalışma odasına benzer bir odada vızır vızır toz alan orta yaşlı bir kadına ilişti.

“Hazır dışarıdayken onun özel odasına birazcık göz atsak?..” diye haykırdı hevesli kadın. Ted, annesini uyaramadan kadın, ailesiyle beraber bir hışımla koridor boyunca koşuşturdular. Ön taraftaki çimlerin üzerindeki sanatçı yüzünden, evin arka tarafındaki gazeteci yüzünden -ki o daha evden ayrılmamıştı- ve koridordaki kadınlar yüzünden annesi kaçacak delik bulamamıştı.

“Onu yakaladılar!” diye düşündü Teddy, bir taraftan eğleniyor, bir taraftan üzülüyordu. “Portreyi gördüklerine göre onun hizmetçi rolünü oynamasına gerek kalmadı.”

İyi bir oyuncu olarak Bayan Jo, elinden geleni yaptı hatta başarılı da olabilirdi ama ne var ki o son darbeyi vuran portre, ona ihanet etti. Bayan Parmalee yazı masasının önünde durdu ve orada duran lüle taşı pipoya, yakınında duran erkek terliklerine ve direkt Profesör Bhaer’ine yazılmış bir yığın mektuba kayıtsız kalarak ellerini birleştirdi ve çok etkilendiğini belirterek haykırdı. “Kızlar, işte bu noktada bizi iliklerimize kadar heyecanlandıracak o sevimli, o ahlak dersi veren hikâyelerini yazdı! Ben… Ah! Bu yetenekli kadından bir hatıra olarak bir parça kâğıt, eski bir kalem ya da bir posta pulu alabilir miyim?”

“Tabii ki kendi evinizmiş gibi davranın.” diye cevap verdi hizmetçi, oradan biraz uzaklaşarak ve göz ucuyla oğluna baktığında, gözlerinde artık bastıramayacağı bir neşe okunabiliyordu.

Kızlardan en büyüğü bunu fark etti, gerçekleri tahmin etti ve hemen önlüklü kadına gözlerini çevirdiğinde şüphelerinin doğrulandığını gördü. Annesine hafifçe dokunarak fısıltıyla, “Anne, bu Bayan Bhaer’in ta kendisi, eminim. Biliyorum o olduğunu!” dedi.

“Olamaz! Olabilir mi? Ah, evet o! Fikrimi beyan etmeliyim ki çok memnun oldum!” Ve kapıya doğru giden mutsuz kadının peşinden hızlıca koşarak Bayan Parmalee aşırı hevesli bir biçimde arkasından seslendi. “Bize aldırmayın! Çok meşgul olduğunuzu biliyorum ama bir kerecik elinizi sıkmamıza izin verin. Ondan sonra da gideriz.”

Kayıp olarak bilinen Bayan Jo, artık teslim bayrağını çekerek onlara doğru döndü ve bir çay tepsisini uzatır gibi elini takdim etti, annesinin dediği gibi “bir miktar endişe verici misafirperverlikle” çok içten gelen tokalaşmalara boyun eğdi.

“Eğer bir gün yolunuz Oshkosh’a düşerse bilin ki ayaklarınızın yere değmesine asla izin verilmeyecektir. Bizim halkımız sizi el üstünde tutacaktır ve sizi aramızda görmekten çok ama çok mutlu olacağız.”

Zihninde, o azgın kasabaya asla gitmemeyi karara bağladıktan sonra Jo, elinden geldiğince samimi bir şekilde sordukları sorulara cevap vermeye çalıştı ve albümlerini imzalayıp her ziyaretçiye birer hatıra verdikten ve hepsini teker teker öptükten sonra en nihayetinde oradan ayrılabildiler. Artık sırada “Longfeller, Holmes ve geri kalanlara” ziyaretleri vardı. Oysa hiçbiri evde değildi, en azından tüm içtenliğiyle böyle ümit ediyordu Jo.

“Seni hain seni, kaçabilmem için neden bana şans vermedin? Ah, ah aman Tanrı’m, bir de o uydurduğun yalanlar! Ümit ederim ki bu doğrultudaki bütün günahlarımız affedilir. Ama hileyle bu insanlardan kurtulamazsak bize gerçekten ne olur bilemiyorum. Bir kişiye karşı onca insanın olması hiç de adil değil.” Ve çocuklarının yaşamak zorunda olduğu bu deneyimlere homurdanarak Bayan Jo, önlüğünü koridordaki dolaba astı.

Teddy, tam okula gitmek üzere oradan ayrılırken merdivenlerden dönüp geriye baktığında “Caddeden bir sürü insan geliyor! Hazır ortalık sütlimanken sen saklanmana bak! Ben onların yolunu keserim!” diye haykırdı.

Bayan Jo hemen yukarı fırladı ve kapısını kilitledikten sonra çimlerin üzerine yayılmış kız okulundan gelen birçok genç hanımı sakin bir şekilde inceledi. Evin içine girmekten mahrum edilmiş bu kızlar çiçekler toplayarak kendi kendilerine eğlenmelerine baktılar, saçlarını yaptılar, öğle yemeklerini yediler ve oradan ayrılmadan önce bulundukları yer ve sahipleri hakkında özgürce fikirlerini beyan ettiler.

Bu olayı takip eden birkaç saatlik sessizlikten sonra o uzun öğleden sonrasında sıkı bir çalışmayı hedefleyerek tam işe koyulmak üzereydi ki Rob eve geldi. Hristiyan Genç Erkekler Sendikasının üniversiteyi ziyaret edeceğini ve aralarında Jo’nun da tanıdığı iki üç kişi, okula gitmeden önce ona saygılarını göstermek amacıyla onların evine uğramak istediklerini anlattı.

“Yağmur yağacak, o yüzden zannedersem gelemeyebilirler ama eğer gelirlerse hazır beklemek isteyebileceğini düşündü babam. Biliyorsun, bu erkek çocuklara hep zaman ayırabiliyorsun ama zavallı kızlara gelince sen her zaman kalbini onlara kapatıyorsun.” dedi Rob, sabahki ziyarette olanları Rob’ın erkek kardeşi ona anlatmıştı.

“Oğlanlar hayranlıklarını abartılı bir şekilde göstermiyorlar, o yüzden tahammül edebiliyorum. En son bir grup genç kızın içeri girmelerine izin verdiğimde bir tanesi kollarıma atılarak ‘Hayatım, sev beni!’ diye bağırdı. Onu tüm gücümle sarsmak istemiştim.” diye cevap verdi Bayan Jo, kalemini tüm gücüyle silerek.

“Erkeklerin böyle bir şey demelerine izin vermeyeceğini ümit ediyorum. Ama senden imza isteyeceklerine eminim, bu nedenle birkaç düzine hazırlamanda yarar var.” dedi Rob, yirmi dört tabakalık kâğıt destesini çıkararak. Oldukça misafirperver bir gençti ve annesine hayran olanların duygularını çok iyi anlayabiliyordu.

“Yine de kızları cebinden çıkaramazlar. Öyle sanıyorum ki X üniversitesine gittiğimde, gün boyu en az üç yüz tane imza vermişimdir. Sonra da oradan ayrıldıktan sonra, masama bir yığın kartvizit ile albüm bırakmıştım. Bu dünyada başıma dert olabilecek en saçma sapan ve yorucu çılgınlıklardan biri bence.”

Bütün bu sızlanmalarına rağmen Bayan Jo yine de bir düzine imzasını bıraktı, siyah elbisesini giydi ve pek yakında yapacağı telefon görüşmesini beklemeye başladı ama bir taraftan kendi işine geri dönerken yağmurun yağması için dua etmeyi de ihmal etmedi.

Beklediği sağanak yağış sonunda bastırdı ve artık kendini güvende hissederek saçlarını topladı, bilekliklerini çıkardı ve kitabının bir bölümünü bitirmek için acele etti çünkü her gün, en az otuz sayfa yazmayı görev edinmişti; karanlık basmadan bu görevini tamamlamayı seviyordu. Josie vazolara koymak için çiçek almıştı ve tam son şeklini vermek üzereydi ki dışarıdaki yamaçtan aşağı doğru, birkaç şemsiyenin hareket ederek onların evine doğru geldiğini gördü.

“Geliyorlar teyzeciğim! Onları karşılamak için amcamın, arazinin içinden koşuşturduğunu görebiliyorum.” diye seslendi merdivenlerin başından.

“Gözünü üzerlerinden ayırma ve bizim caddeye geldiklerinde bana haber ver. Her yeri düzenleyip aşağı gelmem bir dakikamı alır.” diye cevap verdi Bayan Jo, bir yandan can havliyle not alıyordu, ne de olsa kitabı hiçbir insan için bekletmeye gelmez hatta toplu hâlde Hristiyan Sendikası gelse bile.

“İki üç kişiden daha fazlalar. En az yarım düzine insan görüyorum.” diye seslendi koridor kapısından kız kardeşi Ann. “Hayır! Bir düzine insan geliyor sanırım, teyzeciğim, dışarıya bir bak, sanki hepsi birden geliyor gibi! Ne yapacağız şimdi?” Ve Josie hızla yaklaşmakta olan o simsiyah şemsiyelilerin yaratacağı izdiham ile yüz yüze geleceğini düşünerek iyice ümitsizliğe kapıldı.

“Tanrı’m, merhamet et bana. En az yüzlerce kişi var! Koşup arka girişe bir leğen koy. Şemsiyelerindeki yağmur suları oraya aksın. Bir de koridordan geçip oraya bırakmalarını söyle, ayrıca şapkalarını masanın üzerine istif etsinler çünkü ağaç hepsini taşıyamaz. Artık paspas koymanın bir anlamı kalmadı. Ah zavallı halılarım!” Ve Bayan Jo bu istilaya hazırlık yapmak için aşağı kata indi, o sırada Josie ve hizmetkârlar onca çamurlu çizmelerin eve gireceği düşüncesiyle perişan hâlde sağa sola koşuşturuyordu.

Uzun bir şemsiye kuyruğu oluşturarak hepsi teker teker geldi, şemsiyelerinin altında yüzleri kızarmış, pantolon paçaları sırılsıklam olmuştu. Belli ki bu beyefendiler, yağmurdan pek etkilenmeyerek kasabada çok hoş vakit geçiriyorlardı. Profesör Bhaer, hepsini kapıda karşıladı ve hoş geldiniz konuşmasını yaptığı sırada Bayan Jo kapıda belirdi ve çamurlu hâllerine üzülerek hepsini içeri davet etmek için başıyla işaret etti. Hoş geldiniz nutkunu çekmekte olan ev sahibini yağmurda şemsiyesiz bırakarak, bu genç adamlar aceleci davranarak neşeyle, samimiyetle ve hevesle basamakları çıktılar. İçeri girerken bir yandan şapkalarını çıkarıyor, bir yandan da şemsiyeleriyle mücadele veriyorlardı. Verilen talimata uyarak, hemen içeri doğru ilerleyip ellerindekileri bir kenara bırakıyorlardı.

Rap, rap, rap tam tamına yetmiş beş çift postal koridor boyunca ilerledi. Yetmiş beş adet şemsiye de misafirperver leğende kaynaşmaları için bırakıldı. Sonra da bu şemsiyelerin sahipleri, evin alt katının her tarafında cirit atmaya başladı, ev sahibesi de yetmiş beş defa bu candan insanlarla hiç söylenmeden tokalaştı, kimisinin eli ıslaktı, kimisinin ise ılıktı ama neredeyse hepsinin o günkü gezintileri hakkında anlatacak bir hatırası vardı tokalaşırken. Tez canlı bir adam iltifatlarda bulunurken ufak bir kaplumbağa gösterdi, bir diğerinin ise ünlü yerlerden arakladığı bir yığın çubuğu vardı ama yine de hepsi Plumfield’a ait bir hatırat için âdeta yalvardı. Gizemli bir şekilde masada bir yığın kartvizit beliriverdi, üzerine de imza alabilmek için ricada bulunan bir not iliştirilmişti ve o sabah ettiği yemine rağmen Bayan Jo, her birini teker teker imzaladı. O sırada kocası ve oğulları da ev sahipliği görevini üstlenmişti.

Josie, evin arka tarafında bulunan oturma odasına bir ara sıvıştı ama evi araştırmaya çıkan bazı gençler tarafından fark edildi ve bir tanesi ciddi şekilde onurunu kırarak aslında son derece masumane bir şekilde, onun Bayan Bhaer olup olmadığını sordu. Doğrusunu isterseniz misafirlikleri pek de uzun sürmedi. Hatta günün başına göre sonu, daha iyi geçti diyebiliriz çünkü yağmur durmuştu ve hepsinin üzerinde çok güzel bir gökkuşağı parlamaya başlamıştı. Bu iyi niyetli insanlar çimlerin üzerinde durup veda ederken tatlı tatlı şarkı söylemeye başladılar. Umut vadeden gökkuşağı, gençlerin kafaları üzerinde kavis çizmişti. Sanki cennet onların bütünleşmesine gülümsüyordu ve çamurlu toprak ile yağmurlu gökyüzünün arkasında her zaman güneşin doğuşuyla herkesin kutsandığını göstermek istercesineydi. İşte, bu iyiye alamet değil de neydi?

Teşekkürlerini bildirmek için üç kez tezahürat yaptılar ve sonra da gözden kayboldular. Halılardaki çamurları küreklerle kazıyıp temizledikçe ve yarısı suyla dolu leğeni boşalttıkça ziyaretleriyle aileyi eğlendirecek çok hoş anılar bıraktılar.

“İyi, dürüst, çalışkan gençler onlar ve onlar için harcadığım yarım saati fazla görmüyorum ama gerçekten işimi bitirmek zorundayım, o yüzden çay saatine kadar hiç kimsenin beni rahatsız etmesine izin vermeyin.” dedi Bayan Jo, kapıyı pencereyi kapatma işini Mary’ye bırakarak. Baba ve oğulları misafirlerle gitmişti. Josie de Jo teyzedeki eğlenceyi annesine anlatmak için eve koşturmuştu.

Evdeki huzur sadece yarım saat hüküm sürdü, sonra da kapı çaldı. Mary kıkırdayarak üst kata koşturdu ve “Biraz tuhaf görünümlü bir kadın geldi. Bahçeden bir tane çekirge alıp alamayacağını öğrenmek istiyor.” dedi.

“Ne istiyor?” diye haykırdı Bayan Jo, kalemini düşürüp mürekkep lekesi yaparak. O güne kadar yapılan en garip ricalar arasında herhâlde bu en tuhafıydı.

“Bir çekirge, hanımım. Sizin meşgul olduğunuzu söyledim ve ne istediğini sordum. O da bana ‘Ünlü birkaç kişinin arazilerinden aldığım çekirgeler var ve koleksiyonuma katmak için bir tane de Plumfield’dan istiyorum.’ dedi. Hiç böyle saçmalık duydunuz mu, hanımım?” diye sordu Mary. Sonra da karşılaştığı bu rica karşısında tekrar kıkırdamaya başladı.

“Ona hepsini almakta serbest olduğunu söyle. Onlardan kurtulursam ne âlâ, sürekli yüzüme doğru zıplamaları yetmiyormuş gibi bir de elbiseme takılıyorlar.” diyerek kahkaha attı Bayan Jo.

Mary gözden kayboldu ancak bir dakika sonra neşeden nutku tutulmuş bir hâlde geri döndü.

“Size çok minnettar olduğunu söylüyor, hanımım ve ayrıca sizden eski bir gecelik ya da bir çift uzun çorap istiyor. Yaptığı bir halıya ekleyecekmiş. Emerson’dan bir yelek, Bay Holmes’tan pantolon ve Bayan Stowe’dan da bir elbise aldığını söylüyor. Bu kadın deli olmalı!”

“O eski kırmızı şalımı veriver ona, ben de daha sonra onun o muhteşem halısıyla bütün ünlülerin arasında harika bir şov yapacağım. Evet, bunların hepsi kafayı sıyırmış, hepsi aslan avcısı. Gerçi bu kadın zararsız bir deliye benziyor, ne de olsa zamanımı ziyan etmiyor hatta eğlenceli geçmesini bile sağlıyor!” dedi Bayan Jo pencereden göz attıktan sonra işlerine dönerek. Aşağıda kızıla çalan siyah renkli bir kıyafet giymiş uzun boylu, zayıf bir kadın vardı. İstediği canlı böceği yakalamak için çılgınca oradan oraya çimlerin üzerinde atlıyordu.

Hava kararmaya başlayana kadar bir daha rahatsız edilmedi ama bir süre sonra Mary, kafasını kapıdan uzatarak bir beyefendinin Bayan Bhaer’i görmek istediğini ve hayırı cevap olarak kabul etmeyeceğini söyledi.

“Kabul etmek zorunda. Asla aşağı inmeyeceğim. Günüm çok zorlu geçti ve bir daha rahatsız edilmek istemiyorum.” diye cevap verdi yılgın yazar, yazdığı bölümün büyük finalin ortasındayken ara vermek zorunda bırakılarak.

“Ben de ona öyle söyledim hanımım ama son derece yüzsüzce dosdoğru içeri yürüdü. Sanırım o da diğer delilerden biri ama söylemeliyim ki ondan çok korktum, çok iri yarı ve koyu tenli, son derece de serinkanlı, gerçi yakışıklı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.” diye ekledi Mary kurnazca sırıtarak. Yabancının yüzsüz davranışlarına rağmen belli ki Mary’nin gözüne girmeyi başarmıştı.

“Bütün günüm rezil oldu ve bu son yarım saatimi, bölümümü bitirmekle geçireceğim. Ona gitmesini söyle ve asla aşağı inmeyeceğim.” diye öfkeyle bağırdı Bayan Jo.

Mary aşağı indi, elinde olmadan Bayan Jo dinlemeye başladı, ev sahibesi başlarda bazı mırıldanmaları, sonra da Mary’nin büyük bir çığlık attığını duydu. Bayan Jo, gazetecilerin neler yapabileceklerini hatırlayarak ve ayrıca hizmetçisinin, hem güzel hem de korkak olduğunu düşünerek, hemen kalemini bir kenara fırlattı ve hizmetçisini kurtarmak amacıyla aşağı koştu. En haşmetli havasına bürünerek merdivenlerden indi ve duraksayarak, eşkıya kılıklı davetsiz misafirin büyük bir kuvvet harcayarak merdivenlerden çıkmaya çalıştığını ve Mary’nin de cesurca karşı savunmaya geçtiğini gördü, sonra da büyük hayranlık uyandıran o ses tonuyla gürledi.

“Geri çevirmeme rağmen, hâlâ burada kalmakta ısrar eden bu kişi kimdir?”

“Onu tanımadığınıza eminim, hanımım. Adını vermiyor ve onunla görüşmeyi kabul etmezseniz sonradan çok pişman olacağınızı söylüyor.” diye cevap verdi Mary, kızgın ve al al olmuş yanaklarıyla nöbet yerinden geri çekilerek.

“Pişman olmaz mısın?” diye sordu yabancı, o simsiyah gözlerinin içi gülüyordu yukarı baktığında, çok uzun bir sakalın arasında dişleri parlıyor ve öfkeli kadına cesaretle yaklaşırken iki elini de ona doğru uzatıyordu.

Bayan Jo, onu delici bakışlarla inceledi, ne de olsa bu ses ona çok tanıdık geliyordu; sonra da Mary’nin şaşkınlığı karşısında her iki kolunu bu eşkıya kılıklı adamın boynuna sardı ve neşeyle çığlık attı. “Sevgili oğlum, sen nereden çıktın?”

“Kaliforniya’dan ve özellikle seni görmek için geldim Bhaer anne. Şimdi beni buradan gönderseydin pişman olmaz mıydın?” diye cevap verdi Dan, çok içten bir öpücükle.

“Son bir yıldır sen benim burnumda tüterken seni evimden attırabileceğimi hiç düşünemiyorum bile!” diyerek kahkahalar attı Bayan Jo. Yaptığı şakadan fazlasıyla memnundu ve yuvasına dönen gezginle rahatça konuşabilmek için merdivenlerden indi.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

DAN

Bayan Jo, Dan’de Kızılderili kanı olduğunu sık sık düşünürdü, sadece yaban ve gezginci bir hayata âşık olduğundan değil, onun dış görünüşü de bunun bir kanıtıydı ve büyüdükçe bu huyu göze çarpan bir özelliği hâline gelmişti. Yirmi beşindeydi, çok uzun boyluydu, kuvvetli bacaklara, ince ve koyu tenli bir yüze sahipti. Dikkat çeken bakışlarıyla tüm duyularının zinde olduğu havasını veriyordu. Tavırları biraz kabaydı, enerji doluydu, hızlı konuşur çabuk sinirlenirdi, gözleri alev topu gibiydi ve sanki birine karşı gardını almak istercesine her zaman dikkatle etrafına bakınırdı. Genel olarak dinç ve taptaze bir havası vardı ve onun macera dolu hayatının tehlikelerini ve mutluluklarını yakından bilen insanlara bu çok büyüleyici geliyordu. “Bhaer anne” ile oturup sohbet ederken Dan, göz kamaştıracak kadar iyi görünüyordu. Güçlü koyu tenli elini, Bayan Jo’nun elinin üzerine koymuş, şefkat dolu ses tonuyla onunla konuşmasını sürdürüyordu.

“Eski dostları unutmak mı! Şimdiye kadar tek bildiğim yuvamı nasıl unutabilirim? Hatta yaşadığım bir dizi şanslı olayı anlatmak için öyle alelacele buraya geldim ki kendime çekidüzen vermek için uğraşmadım bile, hem de hiç olmadığım kadar vahşi bir bufaloya benzeteceğinizi bile bile!” Sonra da taranmamış siyah saçlarını sallayarak, sakallarını çekiştirerek öyle bir kahkaha attı ki bütün odayı çınlattı.

“Benim hoşuma gitti, her zaman haydutlara karşı bir zaafım olmuştur. Ve sen de tıpkı onlardan birine benziyorsun. Aramıza yeni katılan Mary, senin bakışlarından ve tavırlarından çok korkmuştu. Josie seni bilmez bile ama o koca sakalın ve dalgalanan yelene rağmen Ted, hemen Danny’sini tanır. Herkes pek yakında seni karşılamak için buraya gelecektir, o yüzden onlar doluşmadan bana kendinden biraz daha söz et. Ah, Dan, bir tanem, buraya en son neredeyse iki yıl önce gelmiştin! Her şey yolunda mı peki?” diye sordu Bayan Jo, bir taraftan Kaliforniya’daki hayatını bir taraftan da ufak bir yatırımdan beklenmedik bir kâr elde ettiğini anaç bir ilgiyle dinliyordu.

“Hem de üstün başarıyla! Biliyorsun, paranın benim için pek önemi yok. Kendi masraflarımı karşılayacak cüzi bir miktar benim için yeterli. Yani hayatıma devam ettikçe elime bir şeyler geçsin yeter, bir anda çok fazla para kazanıp onun derdiyle uğraşmak istemiyorum. Eğlenceli olan, oradan zaman zaman elime paranın geçmesi ve benim de istediğim gibi onu savurabilmem. İşte bu hoşuma gidiyor. Onları biriktirmenin hiç anlamı yok, yaşlanacak ve ona ihtiyacım olacak kadar yaşamayacağımı biliyorum. Benim gibi tipler böyle işte.” dedi Dan, elde ettiği o ufak servetin içini daralttığı izlenimini verdi.

“Ama evlenip bir yere yerleşirsen, ki böyle olmasını ümit ediyorum, o zaman başlangıçta biraz paraya ihtiyacın olacak, oğlum. Bu nedenle hesabını bil ve yatırım yap, hemen har vurup harman savurmaya kalkışma, zor günler hepimizin başına gelebilir ve birine bağımlı olmak senin için zor olabilir, buna dayanamazsın.” diyerek bilgece bir cevap verdi Bayan Jo. Gerçi bir taraftan çok para kazanan şanslı oğlunun şımarmadığını görmek onu mutlu etmişti.

Dan kafasını sallayıp odaya göz gezdirdi, sanki oraya çok uzun süredir hapsedilmiş de tekrar açık havaya çıkmak ister gibi bir tavır içindeydi.

“Benim gibi bir eşekle kim evlenir ki? Kadınlar istikrarlı erkeklerden hoşlanır ve ben de asla öyle biri olamayacağım.”

“Sevgili oğlum, ben genç bir kızken senin gibi macera peşinden koşan delikanlılardan hoşlanırdım. Yeni ve cesaret gerektiren, özgür ve romantik olan her şey, biz kadınları her zaman cezbetmiştir. Sakın cesaretin kırılmasın, bir gün demirleyecek bir liman bulacaksın. Sonra bir de bakmışsın, daha kısa yolculuklara çıkıyorsun ve evine daha çok yük götürüyorsun!..”

“Bir gün sana Kızılderili bir kadını eş diye getirsem ne dersin?” diye sordu Dan. Odanın köşesinde bembeyaz parlayan ve çok hoş bir görüntüye sahip olan mermerden yapılmış Galatea’nın büstüne bakarken gözlerinde haylazlığın pırıltıları okunuyordu.

“Eğer iyi biriyse onu tüm kalbimle kabullenirdim. Öyle bir olasılık mı var?” Ve Bayan Jo, edebiyatla ilgilenen kadınların bile aşk meselelerinin meraklarını uyandırdığını gösterircesine ona dikkatle baktı.

“Şu an öyle bir şey yok, teşekkür ederim ama ben almayayım. Ted’in hep dediği gibi şu an ‘fink atmakla’ meşgulüm. Sahi, bizim oğlan neler yapıyor?” diye sordu Dan. Yeterince duygusal konular konuşmaktan usanmıştı ve büyük bir maharetle sohbetlerini başka yöne çevirmişti.

Bundan sonra Bayan Jo, makineli tüfek gibi konuşmaya başladı ve oğulları aniden içeri girip de iki sevgi dolu genç birer ayı gibi Dan’in üstüne atlayana kadar çocuklarının becerilerini ve erdemlerini ayrıntısıyla anlatmaya başladı. Sevinçli duygularını dışa vurmak istercesine Dan ile arkadaşça bir güreş müsabakasına tutuştular ve doğal olarak her ikisi de yenilgiye uğratıldı, ne de olsa bizim avcı, onların çaresine bakmakta gecikmedi. Bu olayın üzerine Profesör eve geldi ve çakıldaklar gibi susmak bilmediler. Mary’nin bile neşesi yerine geldi ve aşçı da olağanüstü bir akşam yemeği hazırlamak için kolları sıvadı, sezgisel olarak kehanette bulunup bu misafirin nezaketle karşılanması gerektiğini anlayarak.

bannerbanner