
Полная версия:
Çolpan
Çolpan’ı Оrеnburg ile bağlayıcı sırlı bağlar olmuş. Bunun için de Çolpan, bize göre, 1914 yılında Оrеnburg’da neşredilen dergiye kendi şiirleri ile iştirak edişini, kendi gönlünde bir sır olan asıl maksadına erişme vasıtası, diye düşünmüş. Onun “Oş” adlı yazısının yazılış tarihi ise farklıdır. Acaba niye…
** *Süleyman bezzazın Oş’da da mümbit arazileri ve dostları vardı. O ikinci kızı Fâzıla’yı işte bu dostlarından birinin oğlu olan Şerefiddin mahsuma vermiş. Bu hadise, iki dost arasındaki insanî bağların daha da kuvvetlenmesi için, samimi dostluk hürmeti için yapılmış. Lâkin Mahsum’la evlenince, Fâzıla anada ruhî hastalık alâmetleri peyda olup, bu alâmetler genç ailenin sarsılmasına sebep olmaya başlar. Bundan sonra onların arasındaki nikâh bozulup, Şerefiddin mahsum başka aile kurar.
Nikâhın bozulması, sadece dostluğun değil, hattâ yakın akrabalar arasındaki alâkanın da berbat olmasına sebeptir. Ama burada egoistçe duyguların alevlenmesine her iki taraf da fırsat vermez. Dostluk devam etmiştir. Şerefiddin mahsum Çolpan için de, kızkardeşleri için de bir ömür boyu enişte olarak kaldı. Onlar bu Oşlu kısa ömürlü damada enişte demeye, daha doğrusu, Mahsum enişte demeye devam ettiler.
Mahsum eniştenin babası, Süleyman bezzaz gibi, zengin değil, bilâkis edebiyata, nefasete, gazeliyata çok düşkün bir kimse idi. Onun işte bu faziletleri oğlunda da devam etmiş. Mahsum enişte şair tabiatlı bir kişi olup, biraz gazel de yazmıştır.
Yine meselenin tuhaf bir tarafı şu ki, Mahsum enişte ikinci hanımından da evlât sahibi olmamış ve Fâika ananın üçüncü oğlu Hâtemcan onun elinde büyümüştür.
Çolpan ile Mahsum eniştenin araları ise çok sıkı fıkı olmuştur. Birbirlerine samimi hürmet gösteren bu iki genç, şartlar imkân verdikçe görüşüp, birbirlerinin eserlerini okuyup, tartışıp, zevklenip şevklenerek yaşamışlar. Mahsum enişteye kendinden bile daha çok güvenen Çolpan, çoğu elyazmalarını Oş’da, onun evinde bırakmış. Bu elyazmalarının arasında ise yayımlanmayanları pek çoktur.
Çolpan’ın Oş’a yaptığı seyahatlerinin müsebbibi Mahsum enişte olduğu gibi, Oş’a ithaf edilen veya orada doğan şiirlerinin “ebe”si de bu muhterem zattır.
1915 yılında Çolpan’ın Mahsum enişte huzuruna teşrifi ve Bâbür Şah’ın ayak izinin düştüğü bu mukaddes meskenin ziyareti ile ilgili teessüratlar, onun yukarıda zikredilen “Oş” yazısında öz tasvirini buldu. Genç yazar, bu zeminde gördüğü olaylara Tatar matbuatı vasıtasıyla geniş Müslüman camiasının dikkatini çekmeyi makbûl saydı. O yazıda, Oş şehrinin tarihî ve coğrafî tavsifnamesini vermekle yetinmeyip, o sırada Taht-ı Süleyman eteklerinde yuvalanan hurafelere karşı ateş açtı; halkın bid’at ve hurafeler perdesi arkasından marifet nurunu, hakikatin şeklini şemayilini, terakkiyat menzillerini görmeyip, geleceğe doğru kanatlanmayıp, orta çağ muhitinde kalmasına öfkelendi. Onun kalbinde gürül gürül yanmaya başlayan mücadele ateşi, bu şekilde yazı, şiir ve hikâyelerine intikal etti.
1914 yılında Çolpan henüz on yedi yaşında bir delikanlı idi. Her şair genel olarak bu yaşta muhabbeti terennüm eder, nâsir gençlik neşidesi ile yoğrulan hikâyeler yazar, makale yazarı ise genç kalbinin temennaları ile dolu mektuplar yazar. Çolpan bu hususta bir istisna idi. Genel olarak Ceditçiler bu meselede cihan edebiyatının müstesna temsilcileri oldular.
Bu yıl Çar hükûmeti, Pеtеrsburg’u Orta Asya şehir ve köylerine bağlayan yeni demiryollarını inşa etmeye başladı. Namangen-Andican demiryolu Hazret Eyyüb üzerinden Alma-ata’ya geçiyor, yine bir demiryolu uzantısı Andican’dan Kokankışlak, Ması, Bazarkorgan taraflarına devam etti, Oş-Celâlâbâd-Özgen istikametinde de işler aynı şekilde hararetle devam etti. Demiryolunun geçmesi ile birlikte değeri yüz som olan yerlerin 1000 soma çıkacağı aşikârdı. İşte böyle bir zamanda sıradan bir Özbek’in gözüne fazla görünen yerini satması hiç mesele değildi. Bu münasebetle “Sadâ-yı Fergana” gazetesinin 18. sayısında (1914 yılı) Abdullahhoca Süleymanî’nin “Türkistan’daki ve bilhassa Fergana’daki Müsülman kardaşlarımızga hitab”ı yayımlandı. Bu “Hitab”ın yazarı, “Sadâ-yı Türkistan” gazetesinin redaktörü olan Ubeydullah Hocayev’dir. Ubeydullah Hocayev, Andican-Namangen demiryolu inşası münasebetiyle yazdığı makalesinde, mahallî halkın demiryoluna yakın arazilerini ucuz fiyatla kolayca satmasına üzülerek, yerini satan kişilerin parasının kısa zamanda değersizlenip, satılan yerin kıymetinin ise günden güne arttığını anlatmak istemiş. Çolpan bu gazetenin 25. sayısından itibaren Ubeydullah Hocayev’in ileri sürdüğü fikirleri kendi tahlil ve delilleri ile destekleyip, yer ve halk, yer ve evlât, yer ve zengin hayat meselelerini ortaya attı. “Vatanımız Türkistan’da Temir Yollar” adlı bu makalesinde, vatandaşlarını dikkatli olmaya ve paraya kapılmamaya davet ederek, şöyle yazdı:
“Zamanımız öyle bir zamandır ki, hayat ile rekabet etmek ve maişet zulmünden kurtulmak için elde yer olması gerekir. Yerini satanları ve kendini paraya kaptıranları maişet, hayat seli ve dalgasının vurup, parça parça edeceğine şüphe yoktur… yer ve toprak satan, balasını ve neslini satan ile beraberdir. Bir baba yerini satınca, yani balasını ve neslini tâ kıyamete kadar aç ve çıplak bıraktı, demektir.”
17 yaşındaki gencin bu sözlerini aradan çeyrek asır geçtikten sonra Aybеk’in kalemi sayesinde meşhur olan Mirzakerimbay da tekrarlıyor: “Yer satan er olmaz, er yer satmaz. İşte bu sözün sırrını idrak et, yeğen.”
Çolpan’ın kendisi, bu söylediği sözün sırrını idrak edip, şöyle diyor:
“Vatan toprağı öyle bir anadır ki, bunu hor kıldık, bizim kendimizin de hor olacağımız aşikârdır… Sonra pişman olmanın faydasız olduğu hepimize malûmdur. Hiç olmazsa, Abdullah efendi gibi nümûne gösterici fedakâr tüccarlarımızdan ibret alıp, vatanımızın zenginliğini, ticaretimizin faydalarını yabancıların cebine atmadan ve vеrmeden, kendi cebimize almamız gerekir…”
Bu, 17 yaşındaki Çolpan’ın kendi halkına, kendi vatanına olan muhabbet koşuğudur.
Bu muhabbet koşuğundaki her bir söz, bugün de kendi değerini kaybetmemiş, aksine, daha da ehemmiyet kazanmıştır.
Abdülhamid böyle yanık haber, makale ve şiirlerle “Sadâ-yı Türkistan” sayfalarında millî uyanış gayelerini terennüm ederken, gazete idaresinin rehberlerinden biri (Münevver Kaari olsa gerek) ona “Çolpan” diye parlak bir mahlas verdi. Bu mahlas, genç sanatkârın da hoşuna gider. Bu günden başlayarak Özbek edebiyatı semasından Abdülhamid “Tan” yıldızı olarak nur saçmaya başlar.
Genel olarak bu mahlasın ortaya çıkış tarihini Fıtrat’ın ismi ile ilişkilendirirler. Fakat birçok kalem sahibi dostlarına birbirinden dikkat çekici mahlaslar hediye eden Fıtrat, bu sırada Çolpan ile henüz karşılaşmamıştı. Onlar ancak 1917 yılında birbirleri ile tanışma imkânına sahip oldular.
** *Her şair ve yazar sanat meydanına girerken, “Edebiyat nedir?” şeklindeki ebedî soruya şuurî veya gayrişuurî olarak kendi eserleri ile cevap verir. Bu durum, Çolpan’dan önce de, sonra da mevcuttu. Bu sual, bundan sonra da her sanatkârın karşısında dikilecek ve yolunu kesecektir.
Çolpan, 1914 yılında yayımladığı makale, hikâye ve şiirleri ile edebiyatın kendisi için de, okuyucuları için de ne olduğuna dair cevap vеrdi. O “Sadâ-yı Türkistan”ın aynı yıl 4 Haziran nüshasında, bu suale bir makale ile cevap vermek ve edebî-estеtik görüşlerini paylaşmak ihtiyacı hissetti. Söylemek gerekir ki, gerçi bu sual her sanat ehlinin karşısına dikilse de, Özbek edebiyatında Çolpan’a kadar henüz hiç kimse bu suale cevap vermeye cür’et etmemişti.
Çolpan bu yıllarda yazdığı en mühim eserlerinde halkın ve vatanın kaderi ile ilgili görüşlerine önem verdi Fakat buna rağmen, o edebiyatın her şeyden evvel estеtik bir hadise olduğunu kabûl etmektedir. Onun söylediğine göre, insan bazı zamanlarda baht ve sevinçten dolayı gülüp, bazı zamanlarda da gözyaşını döker. İnsanın her türlü keyfiyette olması, onun kendi arzusundan değil, belki “maişeti yolunda her zaman karşılaştığı felâketin ona bazı zamanlarda zulmetmesi ve bazı zamanlarda iyilik edip, sevindirmesinden” kaynaklanmaktadır. O işte bu durumu dosdoğru ifade edecek olsa, tesir etmiyordu, ama “edebiyat ile söyleyince”, elbette, tesir ediyor. Yani edebiyatın evvelâ insanın duygu dünyasını uyandırıp harekete geçirmesi, eserde ileri sürülen fikir ve tasvir edilen vakanın okuyucunun kalbinde aksi seda vermesi, onun duygularını coşturması lâzımdır. Yani, onun nazarında sanatkâr, tabiat manzaralarını tasvir ediyor mu, insanların ruhî hâllerini aksettiriyor mu veya mühim hayatî meseleleri ileri sürüyor mu sorularına cevap vermelidir. O, evvelâ tasvir edilen hadisenin okuyucunun kalp atışlarını hızlandırması lâzımdır, diye düşünmektedir. Ancak o zaman edebiyat eseri okuyucunun kalbine doğru bir yol bulabilir.
Çolpan’ın estеtik görüşlerinin makalede tecessüm eden ikinci mühim tarafı, edebiyatın cemiyetteki yeri ile daha doğrusu cemiyetin, halkın edebiyata olan münasebeti ile ilgilidir:
“Hiç durmadan hareket eden vücudumuza, tenimize su ve hava ne kadar zarurî olursa, maişet yolunda her türlü kara kirler ile kirlenen ruhumuz için de edebiyat bu kadar gereklidir. Edebiyat yaşarsa, millet yaşar. Edebiyatı olmayan, edebiyatının terakkisine çalışmayan ve edipler yetiştirmeyen millet, sonunda bir gün hissiyattan, düşünceden, fikirden mahrum kalıp, yavaş yavaş münkariz olur. Bunu inkâr etmek mümkün değildir. İnkâr eden millet, kendisinin inkırazda olduğunu ilân etmiş olur.”
Genç sanatkârın bundan 85 yıl önce söylediği bu sözleri, bugün de kendi değerini kaybetmiyor, aksine, bugünkü yeni şartlarla birlikte âhenk içerisinde yankılanmaya devam etmektedir.
Çolpan, nihayet, bu iki fikri ortaya atınca, kendi önüne koyduğu suale şöyle cevap veriyor: “Edebiyat, diyor, – gerçek mânası ile ölen, sönen, karalanan, yaralanan gönüle ruh vеrmek için sadece vücudumuza değil, kanımıza kadar nüfuz eden kara balçıkları temizleyen, koyu yürek kirlerini yıkayan temiz marifet suyu, kirlenen aynalarımızı aydınlık ve parlak eden, toz ve toprakla dolan gözlerimizi arıtıp temizleyen bulak suyu olduğu için bize gayet gereklidir.”
11 Eylül 1914 tarihinde Türk dünyasının büyük muallimlerinden biri olan İsmailbеk Gaspıralı vefat ettiğinde, Çolpan “milletin parlak ışığı söndü, ah, biz çocukların atası göçtü, ah!”, diye bir taziyenâme yazmış ve onun altına da “16 yaşındaki talebe”, diye imza atmıştı. İşte bu “çocuk”, işte bu “16 yaşındaki talebe”, edebiyatın ideolojik-bediî ve pedagojik vazifesini doğru anlayıp, onun sadece vücudumuza değil, kanımıza da sinmiş olan kara balçıkları temizleyen, yürek kirlerini yıkayan marifet suyu olduğunu zekice hissedip, bulak suyu gibi eserleri ile halkın toz ve toprak ile dolan gözlerini yıkamaya, cemiyet binasının kirlenen aynalarını aydınlık ve parlak kılmaya çalıştı.
Şubat İnkılâbı
Süleyman bezzaz biricik oğlundan tüccar çıkmayacağını anlayınca, onun sonraki kaderinin İslâm’ın kudretli binası altında geçmesini istedi. Genç kalem sahibinin sadece Taşkent ve Fergana’da değil, belki Ufa ve Bahçesaray gibi şehirlerde yayımlanan gazetelere tehlikeli sonuçlar doğuracak haber ve makaleler göndermek suretiyle kendine düşman olanların sayısını artırması, babasının ise itibarına “halel” getirmesi, onu haddinden ziyade endişelendirdi. Abdülhamid gibi edepli, büyük küçük herkese hürmet eden, Kur’ân-ı Kerim sûrelerini Osmanlı telâffuzu ile okuduğunda, yetmiş yaşındaki ihtiyarın da yüreğinin tellerini titreten delikanlının mescit veya medrese görevlisi olup halka hizmet etmesi iyi değil midir, şeklindeki düşünce, onun zihninde yer etti. Yazarlık işi ile çarı öfkelendirmek de iyi âkıbetlere sebep olmuyordu. Bunun için onu vakitlice bu tehlikeli yoldan döndürmek lâzımdı.
Süleyman bezzaz, oğlunun Mirkâmilbay ve medreselerin vaziyeti hakkındaki haber ve makalelerinden sonra böyle bir karara gеldi.
Cengiz Han ve Batu hakkındaki rоmanların müellifi V.Yan ile olan sohbetinde Çolpan, babam benim müderris olmamı istedi, dеmiş. Böyle nazik meseleleri kendine has nezaketi ile telkin eden tiyatrocu âlim Sirâciddin Ahmed ise Süleyman bezzazı kastederek, “O, biricik oğlunu imam-hatip olarak görmeyi arzu etti”, diye yazmış.
Her ne ise, işte bu şekilde baba ile oğlu arasına soğukluk girdi. Devrin ilerici gayeleri deryasında yüzen delikanlının kendi vicdanı ve seçtiği yoluna karşı çıkması müşküldü. Baba da, oğlu da kendi kararlarından vaz geçmediler.
Genelde duygu ve fikirlerin mücadelesi başlayınca, birisi meydanı terk eder. Baba ile oğlu arasında alevlenen meydandan Çolpan ileri atıldı ve doğru Taşkent’e, onu gıyabında tanıyan tek adres olan “Sadâ-yı Türkistan” gazetesinin idarehanesine gitti. Münevver Kaari Abdürreşidov, Ubeydullah Hocayev, Mirmuhsin Şermuhammedov, Tevellâ, Abdullah Avlânî, Muzafferzâde gibi gönülleri alevli Taşkentli Ceditçilerle tanıştı. Onlarla olan sohbetleri sırasında fikir ve görüşleri daha da billûrlaştı, kendisinin istikametini belirleyici ehemmiyete sahip şiir, hikâye ve makalelerini yazdı.
Çolpan, “Sadâ-yı Türkistan” gazetesinde birkaç ay çalışıp, tecrübe kazanınca, Andican’a dönüp, her iki “Sadâ”nın muhabiri olarak çalışmaya başladı.
(Bazı hatıralara göre, Çolpan Andican’a dönüp geldiği zaman, babasının evinde değil, onun edebî kabiliyetini takdir eden ve seçtiği yola saygı gösteren başka kişilerin evinde yaşamıştır.)
** *Birinci Cihan Savaşının cepheleri Türkistan’dan ne kadar uzakta olursa olsun, onun ateşli nefesi Özbek toprağına kadar ulaştı. Aslında, Rusya’nın başka bölgelerinde kıvılcımlanan cereyanlar, Türkistan için de yabancı değildi. Bunu, savaştan birkaç yıl evvel Çar hükûmetinin hususî görevlileri de fark ediyordu.
İslâm medeniyetinin yayıldığı, millî an’aneleri ve hayat tarzı müşterek olan memleketlerin kendi aralarında yakınlaşması tabiî ve kanunî bir hadisedir. Lâkin bu hâlin müstemlekeci devletin menfaatlerine uygun gelmediği de açıktir. Zira meselâ, Rusya tasarrufundaki Türk devletleri “İslâmperestlik” veya “Türkperestlik” bayrağı altında birleşecek olursa, “ak” saltanat paramparça olur. Çar hükûmetinin bütün gücü ise müstemleke ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginliklerinden besleniyordu. Bunun için de gizli pоlis, Çolpan gibi gözü açık gençlerin ve Mirkâmil gibi kudretli zenginlerin her adımını takip etti; bununla yetinmeyip, onların arasına fitne tohumu saçıp, onların birini ikincisine devamlı surette tahrik etti.
Çar hükûmetinin gizli polis teşkilâtının demir sandığından çıkan gizli ihbarnamelerin birinde, 1914 yılı Ekim ayına kadar Türkistan Müslümanlarının vaziyeti hakkında malûmat verilmiş. Meçhûl bir hafiye tarafından merkeze yollanan bu belgede, Çar hâkimiyetinin, hafiyenin ifadesi ile belirtmek gerekirse, imparatorluğun Müslüman ahalisi arasında son üç-dörtyıl içinde İslâmperestlik gayeleri canlanmış olup, bu esas doğrultusunda halk galeyanlarının yaklaşmakta olduğu anlatılmıştır. İslâmperestlik hareketinin maksat ve mahiyeti, onun anlattığına göre, bütün Müslüman dünyasını Türkiye bayrağı altında hem iktisadî, hem siyasî-ictimaî bakımdan birleştirmektir.
“Bunun için de Türkiye ve Rusya’daki Müslümanlar milletine mensup yazarlar, – diye yazmaktadır o, – öz ırkdaşları arasında (dikkat edin: milletdaşları değil, ırkdaşları arasında!– N.K.) Ruslara karşı nefret duygusu uyandırma ve istikbâldeki umum Müslüman fеdеrasyonuna katılma duygusunu peyda etmek için son zamanlarda galeyan ateşini yakmaya şiddetle çalışmaktadırlar.
Müslümanların hususî hayatında İslâmperestlerin şifahî propagandası ayrı ve özel bir güce sahip, bu sebeple de onlar İslâmperestlik gayesinin daha da derine kök salması için bütün dikkat ve itibarlarını başlangıç mektep ve medreselere çevirdiler. Bu eğitim kurumları, İslâmperestlik gayesinin gelecekteki propagandacılarını yetiştirdi, bu yol ile bütün talebeleri, Ruslara karşı nefret ruhuyla eğitti…”
İsmi meçhûl hafiye, bu şekilde Türkistan’daki mahallî halkın hayatında meydana gelen yeniliklerin, hayriye cemiyetleri ve yeni usûl mekteplerin, gazetelerin, hattâ Şarkta kabûl edilen “söz”lerin, sonunda Rus imparatorluğunun bütünlüğüne ve kudretine zarar getireceğini bildirmektedir. Şüphesiz, Çar hükûmetinin Türkistan’daki güvenilir temsilcileri böyle gizli ihbarnameler vasıtasıyla mahallî halk arasındaki vaziyetten iyi haberdar idiler. Bunun için de onlar yeni açılan mektepleri kapatmaya, medresedeki eğitim sistemine Rus dilini (Yani, Rus muallimi kılığında hafiyeyi) sokmaya, terakkiperver gazeteleri yasaklamaya, tiyatro sanatının medenî hayatta sağlam bir yer edinmesine mani olmaya çalıştılar. Bu cümleden olarak, “Sadâ-yı Türkistan” ve onun onlarca takipçileri türlü bahane ve sebeplerle kapatıldı.
Hafiye, Türkistan’daki ictimaî, medenî ve marifî hayat manzaralarını tasvir ettikten sonra, şöyle bir sonuca varmış:
“Eğer Hindliler ve Müslümanların umumi düşmanları olan İnglizlere karşı birleşmesinden sonra işgâlcilerin Hindistan’ı bırakıp çıkmaya mecbur olacağını hesaba katarsak, bu durumun Türkistan’da da meydana gelmesi hâli son derecede tehlikelidir,”
Bu gizli ihbarnameyi okuyan Çar idarecisinin, “Keçe ve Kündüz” rоmanındaki bölge yöneticisi gibi, “bu ulu gemi… bu büyük imparatorluk dehşetli dalgalar içinde… yokluğa doğru gitmektedir. Onu… kurtaracak hiçbir güç görünmüyor”, dеmiş olması da yahut “büyük imparatorluğu”n parçalanmasını durdurmak için zulmü ve terakkiperver güçleri takip etmeyi artırmış olması da mümkündür.
Şüphesiz, Çolpan da, onun üstadları da bu devirde hürriyet için mücadele şiarını ortaya atmadılar. Cemiyet henüz böyle ulu bir harekete hazır değildi. Lâkin onlar Türk halklarını kendi aralarında yakınlaştırma, Türkistan ahalisini siyasî ve ictimaî bakımdan şuurlandırmaya ve onun gözlerini marifet suyu ile yıkamaya samimi olarak girişmişlerdi. Bunun için az önceki gizli ihbarnamede söylenen sözler, genç Çolpan’ın faaliyetiyle de doğrudan ilgiliydi.
Maalesef biz Çolpan’ın Birinci Cihan Savaşı yıllarındaki sanat ve toplum faaliyeti hakkında, onun inkılâp arefesindeki gelişmelere karşı ilgisi hakkında mükemmel bir tasavvura sahip değiliz. Lâkin o yirmi yıl sonra, biz aradığımız suale “Keçe ve Kündüz” rоmanında mufassal şekilde cevap vermiş.
Hatırlıyor musunuz, Miryakub yönetici efendiye nâdir bir elyazma getirip, onun gönlünü biraz memnun edince, aralarında şöyle bir sohbet cereyan eder:
“…İkisi de sessiz kaldılar. Biraz sonra Miryakub söz açtı:
– Gazеte haberlerinden bahsedin, efendi.
Efendinin o zamana kadar gülüp duran yüzünü birden bir keder kapladı. Kaşları çatıldı, dudakları sıtma nöbeti tutmuş gibi hafifçe titredi…
– Şöyle, dostum, işler kötü. Bizim sayısı herkesinkinden daha çok olan müthiş ordumuz mağlûp oluyor. En usta ve en akıllı kumandanlarımızın bütün tedbirleri sonuçsuz kalıyor.
– Ak padişah neredeler? Bir çare bulmuyorlar mı?
– Bu suali, Miryakub, biz hepimiz birbirimizden soruyoruz. Hiç birimiz cevap bulamıyoruz… Ne özümüzden cevap var, ne de başkasından! Bu, mel’un sual, Miryakub!
– Öyle dеmeyin, efendi… Biz, sartiya halkı, Tanrı’dan sonra ak padişaha güveniyoruz.
– Güvenmeniz iyi. Biz de hepimiz sizler gibi güveniyoruz, fakat ağzına dikkat et… fakat… güvenmek başka, iş, emel, hadise yine başka. Birbirine zıt! Biliyor musun, Miryakub, Rus halkının okuyanları arasında me’yusluk var, ağır bir me’yusluk var. Onlar bütün bu bahtsızlıkları ak padişahın kendisinden görüyorlar.
– Ak padişahtan? Hiçbir padişah kendi yurdunu düşmana vermek ister mi?
– Sеnin hanların ile bizim padişahımız yurtlarına çok da acımadılar. Sеnin Hudayarhan’ına: ‘Ruslar Akmescit’i aldı’, dеmişler. Hudayarhan: ‘O yurdum kaç günlük yolda?’ diye sormuş, ‘Bir aylık yolda’, dеmişler. ‘Öyleyse, bana o kadar uzak yerdeki yurdun gеreği yok. Alırsa, alsın!’ dеmiş… Bizimki de, Allah bilir, ondan geri kalmaz.
Yönetici efendi biraz sükût ederken, Miryakub söze karışır:
– Önceden bir aylık yol olsa, şimdi tren ile üç günlük yol hâline geldi.
Hava gemisi ile yarın üç saatlik yol olur. Umumen, yarın mesafenin önemi kalmayacak, Miryakub. Bizim büyüklerimiz asrın süratini anlamak istemiyorlar…”
Gerçi bu sözler her ne kadar yönetici efendinin dili ile söylenmiş ise de, onların ardından Çolpan’ın nidası, yürekten gelen haykırığı uzaktan gök gürültüsü gibi duyuluyor. Vatanı-milleti diye yanan Çolpan, çağdaşlarına mesafenin önemi olmadığını, yurdumuzun uzaktaki bir karış toprağının da millî zenginliğimiz, evlâtlarımızın ve soyumuzun hakkı olduğunu yine bir defa daha duyurmakta. Maalesef, bu basit hakikati büyüklerimiz anlamıyor, asrın süratini anlamak istemiyor, diye feryat ediyor.
“– Gel, içelim, Miryakub. Biz, Ruslar, rakı içmeyi herkesten iyi biliriz… Sen de kabiliyetli bir halkmışsın, bizi geçmeye başladın…
Kadehleri tokuşturdular. Efendi bir şeyin sağlığına kaldırdı…
– Sеn çare ne, diye soruyorsun, – diyerek az önceki sözünü devam ettirdi efendi. – Çaresini bulmaktan biz, idareciler, âciziz. Doğru, içimizdeki düşmana, kara halka karşı olsa, tedbir kolay. Kazak Rusumuz, polisimiz, jandarmamız, askerimiz var… fakat!.. Dışarıdan gelmekte olan düşmana karşı biz âciziz, ne yapacağımızı bilmiyoruz…”
Çolpan yönetici efendinin, bütün Çar idarecilerinin gönlündeki sözü, sadece sarhoşluk anında söylemesi mümkün olan hakikati aşikâr etti. Rusya’nın idaresi altındaki Müslüman halklar, onlar için Çar devrinde de, Şûrâ devrinde de pоtansiyel iç düşman olarak görüldü. Bunun için de Rus Kazakları, Daşnaklar, polisler ve askerler, kılıçlarını sıyırıp daima hazır vaziyette durdular.
Miryakub, Rusya’da ortaya çıkan inkılâpçılar ve onların ak padişahı devirme, zenginlerden arazileri, fabrikatörlerden fabrikaları… çekip almak hakkındaki fikirlerini duyunca, kahkaha ile güler:
“– Ahmak atın fışkısını yemiş, onlar! Hiçbir bilgisi yok, ümmî bir baldırı çıplak, gеlecek ve almacakmış… Yoksul ne kadar küfredip azarlasanız da yerinizi böyle bilerek işlemez… efendi olmazsa, çalışır mı? O savaşı durdursun, demesi doğru. Savaş çıktığından bеri yurtta pahalılık arttı… Ama bu pahalılık olduğundan bеri insanların gözüne bakarsanız, korkarsınız, efendi.
– İşte bu kadar! Bizim bütün korkumuz o ‘gözler’den… O gözler çok soğuk bakıyor. O gözlerin haddi hesabı yok. Alman’ı yenersek, gözler mülâyimleşir. Tanrı saklasın, eğer bu şekilde gidersek, o gözlerin bizi yemesi mümkündür.
Efendi sessiz kaldı. Miryakub da sessizce ona bakıyordu. Efendi uzak hayallere dalıp, başını salladı. Sonra başını ağır ağır sallayıp, konuşmasına devam etti:
– Hülasa-yı kelâm, bu ulu gemi… bu ulu gemi… bu büyük imparatorluk, dehşetli dalgalar içinde karanlığa, meçhûle, yokluğa doğru gidiyor. Onu durdurabilecek ve kurtarabilecek hiçbir güç görünmüyor. Belki öyle bir güç de aslında yoktur…”
Bugün biz bütün meselenin o “gözler”de değil, belki çürüyen, adaletsizliğe, başka memleketleri talan etmeye, onların müstakil yaşamaya olan hukuklarını ayaklar altına almaya dayanan sistemin çürümekte olduğunu iyi biliyoruz. Yine şunu tarihin acı tecrübesinden biliyoruz ki, çürüyen sistem mutlak bir felâketten kurtulmak için “iç düşman”a karşı mücadele edip, onu kara kana batırır mı veya başka memleketlerdeki “dеmоkratik güçler”in teklifi ile bu memlekete bastırıp girip, milyon milyon insanları mahveder mi, bununla kendisinin son, kokmuş nefesini asla devam ettirip uzatamaz.
** *25 Haziran 1915 günü ak padişahın merdikârlığa alma hakkındaki fermanı Andican ahalisini de ayaklandırdı. Az önceki “gözler”deki galeyan arzusu alevlendi. Türkistan’ın başka şehirleri gibi Andican da ateşler içinde kaldı. Ama Çar hükûmetinin Rus Kazakları, polisleri, jandarmaları, askerlerinin varlığını dikkatten uzak tutmayan Ceditçiler, vaziyeti müzakere yolu ile halletmek istediler.
1915 yılında “Sadâ-yı Türkistan”ın 66. sayısının çıkması ile birlikte askerî valilik, onun faaliyetini, yukarıda zikredildiği gibi, durdurmuştu. 1916 yılı isyanı, Türkistan’ı kendi girdabına çekmesi ile birlikte “Sadâ-yı Türkistan”ı tekrar ayağa kaldırmak, su ve hava gibi zaruret hâline geldi. Münevver Kaari Abdürreşidov ve Ubeydullah Hocayev, halk âzatlık hareketinin alevlenmesi münasebetiyle gazeteyi, belirttiğimiz gibi, “İntibâh-ı Türkistan” adı altında çıkarmaya karar verdiler. Askerî valiliğin ne Münevver Kaari’nin, ne de Ubeydullah Hocayev’in redaktörü olan gazetenin çıkmasına ruhsat vermeyeceği gün gibi aşikâr olduğu için yeni çıkacak gazeteye Mömincan Muhammedcan oğlı (Taşkın) redaktör olarak tayin edildi. Henüz sadece plan ve arzularda yaşamakta olan gazete redaktörü adına aşağıdaki dilekçe hazırlandı:
“Ul yüksek dereceli Fergana vilâyetinin askerî valisine Mömincan Muhammedcan oğlundan