Читать книгу Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce? (Mikâil Bayram) онлайн бесплатно на Bookz (6-ая страница книги)
bannerbanner
Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?
Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?
Оценить:
Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?

5

Полная версия:

Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?

Bizim oradaki medreselerde belli ölçüde Şiiliğin etkisi vardı. Hatta bu medreselerden bazı hoca efendiler Cumhuriyet’ten önce İran’a giderler bir süre eğitim görürlerdi. Mesela bizim Abdülkadir Yekkoş Efendi Urumiye’ye gitmiş, bir süre kalmış. Sonra Molla Bozo denilen bir adam vardı, o da orada eğitim görmüş. Dolayısıyla bu tür eğitim gören insanların bizim medreselerin üzerinde belli ölçüde bir etkisi vardı. Fakat sizin de dediğiniz gibi bu hadiseler Said Nursi üzerinde biraz derin etki yaratmış. İşte o etkilere binaen “Benim gönlüme doğdu, şu âyetin rakam değer 1923 ediyor, bu benim Meclise geldiğim tarihtir.” gibi Hurufiliğe, ebcet hesaplarına giren konular Said Nursi’ye Şii etkisinden geliyor diyorlar.

Hz. Ali’ye nispet edilen “Celcelutiye Kasidesi” var. Aslı esası yok. Bir defa bu kaside 6’ncı yüzyılda ortaya çıkmış. Ama Said Nursi Hz. Ali’nin kasidesi olduğunu söylüyor. Ona bir sürü atıflarda bulunuyor. Sonra Said Nursi’nin iyi okuduğu kitaplardan birisi de “El-Hikem-i Ataiyye” diye bir kitap var. Atâullah el-İskenderî’nin yazdığı, bu MEB klasikleri arasında da çıkmış bir kitaptır. “El-Hikem-i Ataiyye”yi çok iyi okumuş.

Konusu tasavvuf olan bir kitap. Said Nursi’nin galiba “Mektubat”ının içindedir. Telvihatı Tisa, Dokuz Telvih’te anlattığı tasavvufi meseleler büyük ölçüde oradan alınmadır. Bir de tasavvufa dair “Kuşeyri Risalesi”ni çok güzel okumuş. “Kuşeyri Risalesi”ni de çok iyi biliyor. Birçok bahsinde ad vermeden alıntılar yaptığı görülüyor.

Aslında Risalelerde bir tasavvuf felsefesi var.

Tabii, doğru. “Zamanımız tasavvuf zamanı değil imanı kurtarma zamanıdır.” diyerek tasavvufu bir kenara koyuyor.

Tekrar ilk Meclis’te yaptığı konuşmaya dönelim.

Meclis’te o konuşmayı yaptıktan sonra Atatürk’le görüşüyor. Atatürk kendisine “Hoca Efendi, seni Meclise bize güzel şeyler anlatasın, güzel öğütler veresin, senden istifade edelim diye çağırdık. Sen de geldin dinden diyanetten şeriattan bahsediyorsun.” diyor. Hâlbuki orada söylediği şeyler de güzel şeylerdir. Konuşmasında “Irkçılık yapmayın; ırk esasına göre menfi milliyetçilik esasına göre devlet kurmayın. Bizim Doğu insanı buna alışık değil.” diyor. Said Nursi haklı söylüyor. Ama Mustafa Kemal Atatürk de “Sen bize dinden diyanetten bahsediyorsun. Biz seni irşadınla bize yol gösteresin diye getirdik.” diyor. Bunun üzerine ayrılıp Van’a geliyor. Van’a geldiği zaman rahmetli Kuralkan abi onu karşılayanlardandır. Onun evinde misafir kalmış. Eski arkadaşlarıyla görüştükten sonra Erek Dağı’na çıkmış.

1925’te Seyh Said İsyanı sırasında, Seyh Said ona bir mektup yazıp böyle bir harekete girişeceğini söyleyip desteğini istemiş. Said Nursi de ona Tarihçe-i Hayat’ında yazdığı şekilde bir mektup yazmış. “Türkler Osmanlı’nın bakiyesidir. Türkler Osmanlı’nın neslidir. Türkler İslam’a böyle hizmet ettiler.” şeklinde yazmış. Pakistanlı Fazlurrahman, gittiği bir kongrede Osmanlılar tenkit edildiği zaman kürsüye çıkıp “Ya siz ne konuşuyorsunuz hum cündullah” diyor. Yani bunlar Allah’ın askerliğini yapmışlar, Allah’ın askeri olmuşlar Türkler. Said Nursi de buna benzer bir şeyler söylüyor. “Bunlar Cündullah idiler. Cundullah’tırlar. Ve Cundullah’ın torunlarıdır. Bunlara kılıç çekilmez.” şeklinde cevap göndermiş Seyh Said’e.

Çok politik bir cevap.

Zaten Said Nursi’yi daha sonra açılan mahkemelerden kurtaran tek şey de budur. Birçok mahkemede Said Nursi bunu gündeme getirmiş. Çünkü Said Nursi’yi mahkeme edenler ona Kürtçülük suçlaması izafe etmeye çalışmışlar. Kürtçülük iddiasıyla onu cezalandırmak istemişler. Said Nursi her defasında bu meseleyi öne sürüyor ve Kürtçü olmadığını böyle bir menfi milliyetçilik yapmadığını ifade ediyor. Bu yüzden mahkemelerden birinde hâkim beraat kararı vermiş.

Said Nursi Van’da uzun süre durunca tehlikeli olacağı düşünülmüş. Ondan sonra Kastamonu’ya sürgün etmişler. Oradan Eskişehir, Isparta, Afyon, Denizli gibi muhtelif yerlere sürgün ediliyor.

Sibirya’ya Esir Götürülen Said Nursi Balkanlardan Nasıl Geldi?

O günkü sistem hayatta kalmasını istemiş olabilir mi? Adamı Sibirya’ya sürgün ediyorlar, Balkanlardan çıkıp geliyor. Az önce de bahsi geçti, rivayetlerden birisi de Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olduğu yönünde.

Teşkilat-ı Mahsusa üyelerinden birisini ben keşfettim. Bu adam Süleyman Şükrü Bey. Süleyman Şükrü Bey de Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olarak birçok yerleri gezmiş. Kuzey Afrika’yı boydan boya gezmiş, ondan sonra İran’ı gezmiş. Sonra Türkmenistan’dan Rusya’ya geçmiş ve Petersburg’a gitmiş. Petersburg’da kitabını yayımlamış. Kalın bir kitap yayımlamış. Kitabının adı da “Seyahat-ül Kübra.”

Büyük Seyahat.

Büyük Seyahat. O seyahatnamenin bir nüshası da Yusuf Ağa Halk Kütüphanesinde var.

Osmanlıca?

Osmanlı harfleriyle evet. Ben onu incelerken dedim acaba o tarihlerde Said Nursi’yi de oralarda gördü mü? Süleyman Şükrü Bey çok uyanık ve çok bilgili bir adam. Gittiği her yerde Osmanlıcılığı ön planda tutuyor. Osmanlılığı anlatıyor. Osmanlı devlet düzeninin ne kadar makbul bir şey olduğunu anlatıyor. Birçok yerde insanları ikna ediyor. Hatta Tunus’ta, Cezayir’de Osmanlı Devleti’ne hayranlık uyandırıyor.

Said Nursi nasıl bir siyasetçi? Selanik’te yaptığı bir konuşmada II. Abdülhamid’e karşı cumhuriyetçi olduğunu söylüyor. Konuşmasında karıncaları örnek veriyor. Birinci Cihan Savaşına katılıyor. Mecliste konuşuyor.

İttihatçılarla beraber olmasının en önemli sebebi Avrupa’da gelişen o pozitif ilimleri onlardan edinmesidir. Said Nursi modern ilimleri bilmiyordu. Onlardan istifade ediyor. Avrupa’daki bilimsel gelişmeleri kavramaya çalışıyor. Mesela “Sözler”de kozmografyadan bahsediyor. Sanıyorsunuz ki Said Nursi astronomdur. Öyle bir edayla konuşuyor. O nev’iden bilgileri medreselerden edinmiş değil, İttihatçılardan öğrendiği şeylerdir.

O zaman İttihatçılara saygısı var. O dönem çok etkileniyor.

Tabii tabii hiç şüphesiz. Sonra İttihatçılığı döneminde 31 Mart Vakası meydana geliyor. O olayda görev alıyor.

II. Abdülhamid’e karşı bir hareketin içinde. II. Abdülhamid’e karşı olanların arasında Mehmet Akif, Elmalılı Hamdi Yazır gibi kişiler de var.

Mısır’da Muhammed Abduh’un en başta gelen talebelerinden biri Reşit Rıza’dır. Ezher şeyhlerinden. Reşit Rıza İttihatçı subayların Yahudi kökenli, Sabetayist olduklarını söylüyor.

Selanikli dönmeler.

Bunların Yahudi kökenli olduklarını ve Yahudiliğe hizmet ettiklerini söylüyor. Hatta Atatürk Samsun’a, Erzurum’a gittiği zaman Reşit Rıza’ya göre Osmanlı subayları Osmanlı devletini tasfiye etmeye karar veriyor. Osmanlı Devleti’ni tasfiye etmeyi planlamışlar. Buradan şu netice çıkıyor; Mustafa Kemal gidip Doğu’da asker topladı, Fransa’yı, İtalya’yı, Yunanlıları yendi. İngilizlere bir tekme vurdu. Rusları yendi. Bu adam ne biçim adamdır. Yedi düvelle savaştı. Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu.

Rahmetli Necip Fazıl da “Efendim bilmem kaç kilometre toprağı kaybetmiş, Anadolu’ya sıkışmış. Ondan sonra da ‘ben zafer kazandım’ diyor.” derdi. Bunu Reşit Rıza görmüş.

Sonradan okuduğum bazı kitaplara göre Reşit Rıza tamamen doğru söylüyor. Mesela (bugünlerde piyasada yayımlandı) Henry Peterson’un hatıratını okudum. Henry Peterson Sion Katırlarının komutanı. 750 tane katırla Çanakkale savaşlarında ikmal yapıyorlarmış. 750 tane katırı gemilerle Çanakkale’ye indirmişler. Cephelere katırlarla ikmal yapıyormuş. Henry Peterson kitabında “İsrail’in kurulması için bu tek ümittir. İsrail devletinin kurulabilmesi için herhâlde bu savaşı kazanıp Osmanlıları tasfiye etmek lazım.” diyor. Belki de Reşit Rıza onlardan öğrendi bunları.

Çünkü bir ara Mason locasına da girip çıkmış…

O Muhammed Abduh’tur. Reşit Rıza da belki bir ara hocasının yolunda olmuş olabilir. Orada bir adam daha var. Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve oğulları Mısır’dan Avrupa’ya talebe gönderiyorlarmış. Giden talebelerin başında Allame Rıfat diye birini müfettiş olarak gönderiyorlar. Fransa’da talebelerin başında müfettiş olarak bulunuyor. Batılıların siyasi entrikalarını oradan takip edebiliyor. Dolayısıyla bu adam da Reşit Rızalara bilgi aktarmış olabilir.

Bizim Anadolu gençliği bir dönem Necip Fazıl, Ömer Nasuhi Bilmen gibi kişilerden besleniyordu. Bir süre sonra gerek Pakistan’da gerek Mısır’da, Arap memleketlerinde birtakım insanlar çıktı. Bunların en önemlileri Mısır’da Seyyid Kutub, Pakistan’da Mevdudi, Muhammed Hamidullah’tır. Bunlar ortaya çıkınca bizim yerli ulema bunlara adapte olamadılar. Bunları hafzalaları almadı. Ondan sonra başladılar bunları karalamaya. Sözgelimi Necip Fazıl Muhammed Hamidullah’a “Ba’idullah” dedi. Hüseyin Hilmi Işık, Mevdudi için “Merdudi” diyordu. Seyyid Kutub’a bir şeyler söylüyordu. Yakın zamana kadar imam hatipten çıkan bazı insanlar da hazmedilmiyordu. Mesela Hayrettin Karaman. Çünkü yeni birtakım şeyler ortaya koydular.

Mezheplerin birleştirilmesi kitabını hoca tercüme etti. Türkiye’de 70’li yıllarda son derece büyük reaksiyonla karşılaştı. Hoca Konya’ya, Meram Müftülüğünün olduğu yere konferansa geldi. Adamı öldüreceklermiş. Suikast yapmak üzere birisi görevlendirilmiş. Şarteli indireceklermiş. Birine silah vermişler. Karanlıkta öldürecekmiş. Kimin vurduğu belli olmayacakmış.

Ben İstanbul’daydım o zaman. Hamidullah Hoca İstanbul’da araştırma merkezlerine gider, oralarda dersler verirdi. Ben de Kayseri Yüksek İslam Enstitüsünde müdür yardımcısıyım. Hamidullah Hoca’yı Kayseri’ye davet ettim. İki gün sonra Kayseri’ye gitmek üzere Hoca ile birlikte uçağa binip hocayı Kayseri’ye getirdik. Hocayı bir otele yerleştirdik. Ertesi gün konferans verecek. Üstadın Kayseri’ye geldiği öğrenilince hemen ilanlar yapıldı. İşte cami çevrelerinde duyuruldu. Hoca enstitünün konferans salonunda bir konferans verecek. O zaman Kayseri Müftüsü Abdullah Saraçoğlu idi. Medreselerden yetişme bir adamdır. Daha önce Bursa müftüsüydü, sonra Kayseri’ye geldi. O zat, birtakım adamları ayartmış. Muhammed Hamidullah’ı merdivenlerden inerken dövecekler. Ya bu akıl kârı mıdır?

Suçu ehl-i sünnete karşı olmak!

Allah’tan biz erken haberdar olduk. Birkaç arkadaş güvenliğini sağlayıp hocayı salondan çıkarttık. Konferansta kölelikten bahsetti. İslam’da köle hukukunu anlattı hoca. Düşünün yani onun gibi bir adamı dövmeyi… Bugün bu bağnazlık kalmadı…

Yahudilerin Cifir Hesapları İslam’a Nasıl Girdi?

Türkiye’deki klasik Müslümanlar, kendi yetişme şekillerine aykırı yeni bir fikir, yeni bir kitap gördükleri zaman derhâl fikrî sapık etiketi basarak yok etmeye çalıştılar. Bu konuda canlı bir örnek sizin Muhammed Hamidullah’ı Kayseri’ye konuşma yapmak üzere getirmeniz ve onun başına gelen olaylar. Sonra sizin Konya’da başınıza gelen olaylar var. Bir de Hayrettin Karaman Hoca’nın “Telfik-i Mezahib” isimli kitabı üzerine olan olayları zircirleme bir şekilde peş peşe sormuş olayım.

Daha önce Said Nursi’nin İslami kaidelere uymayan, İslam’la bağdaştırılamayan birtakım çalışmalarından bahsettim. Özellikle “Sikke-i Tasdik-i Gaybi” isimli bir kitap yazmış. O kitabında “Kur’ân-ı Kerim” âyetlerini, hadisleri cifir hesaplarına vurarak birtakım sonuçlara varmaya çalışıyor. ‘Nurun Ala Nur’ âyeti malum. Bu âyeti cifir hesabına vurduğumuzda Said Nursi’nin tutuklanma olayına denk gelmiş. İşte buradaki âyeti kendi tutuklanma olayına yorumluyor. Cenab-ı Allah buna işaret ediyor gibi şeyler yazmış. “Sikke-i Tasdik-i Gaybi” de yüzlerce bu türden saçmalıklar var.

Bu düşünceler Said Nursi’ye nereden geldi?

Said Nursi’yle uğraşanlar bunu bilemiyorlar. Said Nursi’nin okuduğu dönemin medreselerinde hocalar cifirle birtakım hesaplamalar yaparlardı. Şiirler yazarlardı. Şiirlerinde ebcet hesaplarıyla bir manayı ifade etmeye çalışırlardı.

Cifir denilen şey Arap harflerinin her birine bir rakam verilmesidir. Mesela Arapça’daki 29 harf birer rakamla ifade edilmiş. Bu aslında Yahudilerin icat ettiği bir şey. Hatta İskenderiyeli Yahudi Philo icat etmiştir. İskenderiyeli Philo Tevrat âyetlerinin harflerini bu rakamlarla değerlendirmiş ve buralardan birtakım manalar çıkarmış. İslam’dan sonra Müslümanlar arasında da uygulanmış. “Kur’ân-ı Kerim” âyetlerini cifir hesaplarına vurarak birtakım manalara ulaşmaya çalışmışlardır. Bu aslında İslam dünyasında bir eğlence veya bir tarihî olayı zapt etme kültürü meydana getirmiş. Mesela cami yaptırmışlar, caminin yapılış tarihini cifirle ifade etmişler. Bir beyit şiirle, bazen bir kelimeyle.

Doğu’daki hocalar da bu işle çok meşgul olurlardı. Bu işin derinlemesine ilmini yapan Bitlisli Müştak Efendi adındaki bir şairdir. Said Nursi, Müştak Efendi’den çok etkilenmiş. Çünkü Müştak Efendi birtakım sözler söylüyor ve sözlerinde gelecekle ilgili birtakım olaylara işaret ediyor.

Bu kültür Mısır’dan Mezopotamya’ya, Mezopotamya’dan İran’a, İran’dan da bize geçmiş görünüyor.

Şia’dan da bize geçti. Müştak Efendi birtakım remillerde bulunuyor. Remil, gelecekle ilgili olayları tasvir etme sanatıdır. Dolayısıyla Müştak Efendi kendi dönemiyle ilgili birtakım kehanetlerde bulunuyor. Said Nursi oralarda yetişen bir adam. O dönemde bu Müştak Efendi’nin şiirleri basılmış, matbudur.

Müştak Efendi, Said Nursi’den yaşça büyük. Sanıyorum 1890’lı yıllarda vefat etmiş bir adam. Said Nursi onun eserlerini okumak suretiyle bu mesleği edinmiş. O da öğrendiği mesleği, âyetlere, hadislere uyarlamaya başlamış.

Özellikle İsmailiye mezhebinde olanlar bunu çok kullanmışlar. Yalnız İsmailiye mezhebinde bunun kullanışının biraz farklı bir anlamı var. Çünkü İsmailiye mezhebinden olan imamlar “Kur’ân-ı Kerim”in bir zahirî manası, bir de bâtıni manası olduğunu söylüyorlar. Okumuşluğu olan herkes “Kur’ân-ı Kerim”in zahirî manasını bilir. Ama bâtıni manasını ancak imamlar bilir.

İmamlar nasıl bilir bunu?

İmamlar cifir hesabıyla biliyorlar. Dolayısıyla o âyetin manasının tefsirini ancak imamlar yapabilirler. Bu meslek aynı yollarla tasavvufa da geçmiş. Tasavvufçular da bu yolu uygulamaya başlamışlar. İşte Said Nursi bir taraftan geçmişten gelen bilgiyi, bir taraftan da sufi olan şairlerin sanatını kullanmaya başlamış.

Muhyiddin İbnü’l Arabî’’ye atfedilen bir cümle var, “Şın şına geçtiği zaman…” Bunu açıklar mısınız?

Güya Muhyiddin İbnü’l Arabî bir gün Ümeyye Camii’nin önünde bir yerde durmuş ve insanlara “Sizin Rabbiniz benim ayağımın altındadır.” demiş. Tabii Muhyiddin İbnü’l Arabî’yi tardetmişler. Yavuz Sultan Selim, Şam’a gelinceye kadar onun o sözünü anlamamışlar. Yavuz Sultan Selim Şam’a gelince güya İbnü’l Arabî’nin mezarını ziyaret etmiş. Orada bu meseleyi Yavuz Sultan Selim’e anlatmışlar. Yavuz Sultan Selim de “Ayağını nereye koydu da böyle dedi, bu adam böyle dediyse boşuna söylememiştir.” demiş. Muhyiddin Arabî’nin ayağını koyduğu yeri göstermişler. Orayı kazdırmış, altından hazine çıkmış. Oradan hazine çıkınca “Ha demek ki Muhyiddin İbnü’l Arabî onlara sizin Rabbiniz paradır. İşte para ayağımın altındadır demek istemiş.” demiş. Bunu şöyle ifade ediyorlar: “Essinu iza dehaleş şini zehra kerametil Muhyiddin.” Şin Sultan, Şin de Şam demektir. Sultan, Şam’a vardığında İbnü’l Arabî’nin kerameti ortaya çıkacaktır. İşte bu da bir remil usulüdür. Bizim Abdulkadir Yekkoş Hocaefendi de bu tür şeylerle meşgul oldu. Hatta bir beyitinde diyor ki;

“İçme Hamid’in içinin yağını,Sonra ururlar baş u ayağını”

diyor.

Bu ne demek? Normalde bundan hiç kimse bir şey anlamaz. Şimdi bunu deşifre ettiğin zaman şöyle bir mana çıkıyor: Hamit kelimesinin içinde ne var? “M” ile “y” var. “M” ile “y”, mey eder. Yani şarap içme. İçersen ne olur? Başıyla ayağını sana vururlar diyor. “H” ile “d” de baş ile ayağıdır. Yani had demek. Şarap içersen sana had cezası uygulanır. “Başıyla ayağını sana vururlar.” diyor. İşte bakın bu da bir cifir oyunudur.

Örtülü bir şiir. Aslında bir mana ifade etmiyor. Erbabınca çözüldüğü zaman mana anlaşılıyor. Said Nursi’nin kültür temellerinden birisi bu. Aslında Şia’dan etkilenmiş ama nereden etkilendiğini aşikâr etmiyor.

Said Nursi zaten oralarda büyüdü. Doğu’daki medreselerde okudu. Rahmetli kardeşi Abdülmecit Efendi Konya’da yaşıyordu. O, kardeşinin bu tür şeylerini onaylamıyormuş. “Bunlar saçma sapan şeylerdir.” diyormuş.

İmam hatipte öğretmen olduğu, İlahiyat asıllı olduğu için biraz engel oluyordu.

Buna itiraz etmiş bunu tercüme etmek istememiş. Onun bazı eserlerini Abdulmecit Efendi tercüme edermiş. “Sikke-i Tasdiki Gaybi” adlı cifir hesabıyla uğraştığı kitabını tercüme etmemiş Abdülmecit Efendi.

Diyelim ki Said Nursi sembollerle, rumuzlarla, remillerle, işaretlerle “Kur’ân-ı Kerim” tefsiri yapıyor. Hadislere de yorumlar getiriyor. Bu özde çok ciddi manada bir çatışma yaşamadıkça, geleneksel formla bir şey yapması onun eksikliği midir?

Şöyle bir eksikliği var:

Geniş halk kitleleri bu tür şeylere çok ilgi duyarlar. İçinde esrarengiz şeyler ararlar. Böyle bir anlayış fikrî derinliği kaybettirir. Eğer insanların hepsini böyle düşünürseniz İslam’a muhatap olan herkes bu esrarengizlerin peşinden koşar. Gerçek uğraşması gereken şeyi terk eder. Nitekim tarihimizde de bu olmuş. Bunlar insanlara çok daha cazip gelmiş. Gitmişler muskacılıkla uğraşmışlar. “Kur’ân-ı Kerim”le uğraşıyoruz diye, İslam’ı öğreniyoruz diye gidip bunlarla meşgul olmuşlar. Hatta bazıları ömürlerini tamamen buna vermişler. Dolayısıyla esas ciddi meseleler üzerinde düşünülememiş.

Özalp’te Seyyidler var. Köyde otururlardı. Özalp’in merkezine taşındılar. Kendilerinin Hz. Peygamber’in soyundan geldiğine inanılır. O yörenin halkı da onların Seyyid ailesi olduğuna inanırlar.

Mesela Said Nursi’nin çokça benimsediği “Celcelutiye Kasidesi” var. Celcelutiye Kasidesi’nde Hz. Ali, Risale-i Nur’dan bahsetmiş. Celcelütiye’nin cümlelerinden, beyitlerinden bu manaları çıkarıyor. Bugün Nurcular Celcelütiye Kasidesi’nin büyük bir hazine olduğunu düşünürler. Celcelutiye’den bir mana çıkarabiliyorsa en büyük âlim işte odur.

Hâlbuki Celcelutiye denilen kaside Hicri 6. yüzyılda ortaya çıkmış bir şeydir. Hz. Ali’yle herhangi bir bağlantısı da mevcut değildir. Celcelutiye Kasidesi’ne “Uydurma” derseniz Nurcular tarafından suçlanırsınız. Suçlu, itikatsız, hatta dinsiz addedilirsiniz. Dolayısıyla Said Nursi’nin bu tür kitaplarında Celcelutiye Kasidesi’ne de atıflarda bulunulur.

Bir dönem insanlar dünyanın öküzün üstünde olduğuna inanıyorlardı. Halkımız da böyle inanıyordu. Öküz kafasını sallıyor deprem oluyor. Bu düşünce sadece metinlerde de kalmamış, halk arasında yayılmış. Anadolu insanı, Müslüman halklar böyle inanır olmuşlar. Şimdi bu bazı kelâmî kitaplara dahi girmiş. Halk için yazılan bazı kelam kitaplarına yerleşmiş. Onun için Ömer Hayyam Farsça şiirde diyor ki;

“Gavi es der asıman kı nameş Pervin.” Gökyüzünde bir tane öküz var adı da Pervin’dir. Öküz burcunun adı Pervin’dir.

“Yek gavi diğer hes der zir i zemin.” Bir başka öküz var o da yerin altında yeri taşıyor.

Bakın öküz burcuyla ilgili de halk orada hakikaten bir öküzün olduğunu düşünür. Yıldızlar kümesinin meydana getirdiği bir motifle ilgi kuramıyor. İnsanlar orada gerçek bir öküzün mevcudiyetine inanıyor.

Ondan sonra Ömer Hayyam diyor;

“Çeşm-i Xıredet ba kun-u bibin.”

Akıl gözünü aç da dikkatle bak.

“Zir u ziber-i dugav müşti xerbin.”

Bu iki öküzün arasında sürüyle eşekleri seyret.

Şimdi Ömer Hayyam da o dönemde bu düşüncelerle alay ediyor. Ömer Hayyam bu düşüncelerle alay edince de merdud bir adam olmuş, lanetlik bir adam olarak kalmış. Ömer Hayyam’ı hayırla anan bir tek adam var mı?

Yok.

Demek ki o dönemde de bu fikirler ortalıkta cevelan ediyordu. İnsanlar böyle inanıyorlardı ve Ömer Hayyam da bununla mücadele etmek zorunluluğunu hissetmişti.

21. yüzyıla geldik, hâlâ bu düşünceler mevcut. Ha Said Nursi burada güzel bir şey yapmış, insanları bir şeyden kurtarmış; sandığınız gibi öküz değil, öküzün gücünden yararlanmayı ifade ediyor bu cümle. Evet, o gericiliği ortadan kaldırmaya çalışmış. Bununla da İslam’ı savunduğunu düşünüyor. Hâlbuki ben Said Nursi’nin yerinde olsaydım “Hz. Peygamber böyle bir şey dememiş, nerede demiş? Hz. Peygamber hiçbir yerde dünya öküzün üstündedir veya balığın üstündedir demiş. Bunlar efsane, eski kitaplarda mevcut olan şeylerdir.” derdim.

Nizamiye Medreselerinde Felsefe Dersi Yasak mıydı?

“Kur’ân-ı Kerim”de Bakara Suresi var. İsrailoğullarının adli bir vakasının figürü olan Bakara’nın Mısır toplumunda da olduğu söyleniyor. Yani bakara Kıpti toplumunda da Tanrısal bir figürdü. Bakara Hint kıtasında da var. Şimdi modern müfessirler de İsrailoğulları Mısır’dan göç ederken Tanrısal figürleri Filistin topraklarına taşıdılar diyorlar. Bununla birlikte bir kısım müfessir de “Bu dönem ziraat, tarımın başladığı bir dönemdi. Dolayısıyla tarımda hem bakara hem de bakaratün vardı” diyorlar. İnek hem süt ve hayvancılıkta, hem kara saban ve ziraatta önemli bir figürdü.

En önemli şey şu; o kültürlerin, o efsanelerin yanlış anlaşılması veya idrak olunamaması insanları ifsâd ediyor. İnsanları geri bırakıyor. İnsanların tefekkürünü dumura uğratıyor. Bu yönüyle İslam dünyasına zararları da büyük.

Bilirsiniz, Selçuklular zamanında Nizamiye Medreseleri kuruldu. Kurulan 22 Nizamiye Medresesi’nin müfredatında tabiat bilimleri katiyyen yoktur. 22 tane Nizamiye Medresesi tabiat bilimlerine yer vermemiş.

Sadece dinî ilimler okutulmuş.

Hatta dinî ilimlerde Şafii mezhebine bağlı kalınmış. Akaitte de Eş’ari mezhebine bağlı kalınmış. Şimdi devlet bu kadar büyük yatırım yapıp bu müesseseleri kurmuş, bu müesseselerde tabiat bilimlerine yer verilmemiş. Buradan doğan açığı Melikşah fark etmiş. Melikşah bunu fark edince Rey şehrinde büyük bir rasathane kurmuş ve o Rey şehrindeki rasathanenin başına da İmamı Muzafferiddin el-Fezari’yi getirtmiş. Geometriye dair eser yazan adamdır. “Kitabü’l Mesahe” adında bir eseri var.

Ömer Hayyam o dönemde orada görevliydi. Bu müessesenin kuruluş amacı, o günün o nizamiye medreselerinin tabiat bilimlerindeki açığını kapatmakdır. Bu Orta Çağ boyunca İslam dünyasında etkisini gösterdi. Müslümanlar tabiat ilimleriyle barışık olamadılar. Hatta tabiat ilimlerinde ileri gelmiş zevatın birçoklarını tahkir ettiler ve o adamların İslam dünyasında gözden düşmesini sağladılar. İbn-i Sina tekfir edildi, Farabi tekfir edildi, bunların eserleri merdud addedildi.

Felsefe lanetlendi mesela.

Evet.

Tıp bayramı münasebetiyle radyoda bir program izledik; İbn-i Sina’nın “Kitab-ı Şifa”sı 1700 yıllarına kadar Avrupa’da tıp okullarında okutuluyormuş.

Ders kitabıydı. İbn-i Sina’nın “El-Kanun fi’t Tıbb” ilk defa İtalya’da, Roma’da basıldı. Miladi takvime göre söylüyorum; 1010 yılında Roma’da basıldı. Nitekim Roma’da basılan “El Kanun fi’t Tıbb”ın Yusuf Ağa Halk Kütüphanesinde de bir nüshası mevcut idi. Çalınan kitaplar arasında o da vardı. Görüyor musunuz?

İşte bu değişik bir İslam anlayışı. Sen devletsin değil mi? Fizikten, matematikten, biyolojiden, tıptan uzak duracaksın; bu nasıl bir din anlayışı?

Eskiler ilimleri ikiye ayırırlar. Bir kısım ilimler insana hitap eder, insanın yapılanmasını sağlar, insanı ihya eder. İnsanı inşa eder. İnsanın düşünce tarzını inşa eder. Dinî ilimler, matematik, felsefe, bütün ilimler insanı inşa eder ve ilimler bir yönüyle de tabiatı inşa eder, eşyayı inşa eder, şehirleri inşa eder. Bir kısım ilimler de bu yönde kullanılır.

İnsanı, eşyayı, çevreyi inşa eden ilimleri terk ettiniz mi imar da olmaz, medeniyeti de meydana getiremezsiniz. Bu tür gelişmeler maalesef Orta Çağ da İslam dünyası için büyük bir şanssızlık olmuş.

Felsefe, Matematik Osmanlı Medreselerinde Öğretiliyor muydu?

Osmanlı, çağının ilerisinde bir devlet ama Osmanlı medreselerinde de aynı durum devam etmiş.

Osmanlı’nın kuruluş döneminde gerçekten aydın, bilgili sultanlar vardı. O sultanların etrafında bilgili insanlar vardı. Özellikle bu alanda belki Fatih ve Fatih’in babası özel bir yere sahiptir. Ben Fatih’in babasına da çok yer veriyorum Osmanlı sultanları arasında. Belki bir numaralı yeri Fatih Sultan Mehmet’in babası II. Murat’a veriyorum. O dönemlerde belli bir yükseliş var. Medreseler alanında, tabiat bilimleri alanında bir gelişme var. O dönemde mesela bir Kadızâde-i Rûmî var, bir Ali Kuşçu var. Bakın bunlar da Anadolu’da yetişmiş insanlar değil. Semerkant’tan, Buhara’dan gelmişler.

Hiç olmazsa Sahn-ı Saman Medreseleri kurulmuş. Bu tür ilimlerde gelişmiş insanlar, buralarda hizmet görmüşler. Fakat daha sonra Osmanlı’nın gerileme döneminde böyle seçkin insanlar mevcut değildi. Kaldı ki Ali Kuşçu’yu Birunî’yle kıyas edecek olursanız Ali Kuşçu, Birunî’nin talebesinin talebesi dahi olamaz. Bilimsel seviyenin ne kadar düştüğünü söylemek istiyorum. İnanın Birunî’nin talebesinin talebesi dahi olamaz. Böyle bir durum söz konusu ama bir Ali Kuşçu’nun mevcudiyeti, bir Kadızâde-i Rûmî’nin mevcudiyeti önemlidir. Fatih Sultan Mehmet’in döneminde bu tür değerli insanlar mevcuttu ama daha sonraki dönemlerde bu da yoktu artık.

bannerbanner