Читать книгу Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce? (Mikâil Bayram) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?
Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?
Оценить:
Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?

5

Полная версия:

Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?

Özalp’in 95 pare köyü var. O köyler içinde sadece Saray’da ilkokul vardı. Bizim çocukluğumuz da böyleydi. Okul yapmak yasaktı yani.

Vanlılar Üniversite İsteyince Ferid Melen Ne Verdi?

Şimdi burada bir çelişki var; yani öğretmen okula gelip Kürt ailenin çocuğunu Türkçe bilmiyor diye cezalandırıyor, devlet de bir taraftan Kürtlerin bulunduğu köye okul yapmayarak onların Türkçe öğrenmesini sağlamamış oluyor.

Biraz sonraki yıllara ait olmuş olacak ama konuyu aydınlatması bakımından önemlidir.

Bizim Ferid Melen diye bir milletvekilimiz vardı. Maliye Bakanlığı yaptı. Ferid Melen kendisini Saray’a nisbet eder, ben Saray doğumluyum der. Hâlbuki yalan, Saraylı değil Bursalıdır. Fakat babası bizim orada hudutta gümrükte muhafaza memurluğu yapmış, ondan dolayı Van’la bir ilgisini kuruyor ve Van’dan milletvekili seçildi birkaç devre.

Şimdi Van’da senenin birinde toplandılar. Ferid Melen partisinin durumunu anlatıyor. Halk da onu takip ediyor. Halil Alpay adındaki bir zat Ferid Melen’e “Efendim artık İstanbul, Ankara’nın dışında da vilayetlere üniversite yapılıyor. (O sıra Trabzon’da Karadeniz Teknik Üniversitesi kurulmuş.) Van’da da bir üniversite kurulsun. Bu yönde bir çalışma yürütseniz. Van’a da bir üniversite yapılsın.” diyor.

Ferid Melen ona kızarak “Ne münasebet, Van’da üniversite, Kür-dolara.” der.

Aynen bu tabiri kullandı. “Kürdolara üniversite yapılır mı?” dedi. Kürt çocukları gelip burada okuyacaklar.“Olur mu öyle şey?” diye azarladı. Onun oğlu Mithat Melen geçen dönem MHP milletvekiliydi.

Münevverlerin mentalitesi böyleydi.

Biz ortaokulu bitirdik, benimle beraber mezun olan arkadaşların hepsi Van’a gidip liseye kayıt oldular. Babam liseye gitmemi istemiyor. Babam, “Askerlik çağın gelmek üzere git askerliğini yap, askerden dönünce de ben emekli olacağım, sen de benim yerime tahsildar ol.” dedi.

Babamın en büyük ideali onun yerine tahsildar olmamdı. Babam bunu düşünüyor. Diyorum işte arkadaşlarımın hepsi gittiler liseye kaydoldular. Ben de gideyim diyorum. Babam rıza göstermiyor. En sonunda birileri sanıyorum babama demiş, o da rıza gösterdi. Fakat sanat mektebine gitmemi istedi. Van’da da lise seviyesinde iki okul var. Bir sanat mektebi bir de lise var, düz lise. Van’a gittim arkadaşlarımla görüştüm. Baktım arkadaşlarımın hepsi düz liseye gitmişler, ben de gittim düz liseye kaydımı yaptırdım. Babam iki-üç ay sonra öğrendi düz liseye gittiğimi.

Tabii bir de yurt lazım. Van’da da hiç yurt yoktu. Başkale’den, Adilcevaz’dan, Ahlat’tan, Patnos’tan, Erciş’ten, Muradiye’den gelen talebeler hep evlerde kalırlardı. Ben bu çocuklarla birlikte evde kalamazdım, çünkü param yoktu. Ben de mecburen camide kalıyordum. Van’ın en büyük camisi Büyük Cami’dir. Yatsı namazından sonra cemaat dağılınca camiye gidiyordum. Üst kattaki seccadelerden, halılardan kendime yatak yapıp yatıyordum. Sabahleyin de erkenden uyanırdım. O seccadeleri yerine koyardım, aşağı iner abdestimi alır, sabah namazını cemaatle birlikte kılardım.

İmamın, müezzinin haberi yok bu durumdan.

Bir Siirtli müezzin vardı. Bir ara onun haberi oldu. Fakat ben kendisine kalacak yerim olmadığı için camide kaldığımı söyledim. Tabii bu dediğim okulun ilk açıldığı aylarda oldu. Daha sonraki dönemlerde arkadaşların yanlarına gidiyordum. Bir dönem Adilcevazlıların arasına girdim, Adilcevazlıların yanında kaldım. Bir dönem de bir defasında camide çok ağır bir şekilde hastalanmışım, üşütmüşüm. Öyle üşütmüşüm ki hiç hâlim yok. Tir tir titriyorum. Ne yapayım, ne edeyim, kahvesine gittiğim bir otel vardı. Erciş Oteli. Erciş Oteli’ne gittim. Dedim bana bir yatak verin. Adam da baktı bana, durumumun kötü olduğunu fark etti. Beni üst kata çıkarttı. Bana bir yatak verdi, ben o üst katta (teras katıydı) yatağa girdim ısınamıyorum bir türlü. Fakat o çocuk da (genç çocuk, otele bakan çocuk) ara ara geliyor bana bakıyor benim durumumun kötü olduğunun farkına varmış. Biz arkadaşlarla onların otelinin bahçesine gelirdik. O gitmiş bizim arkadaşları bulmuş. “Yahu sizin arkadaşınız ölüyor!” demiş. İki arkadaş çıktılar geldiler otele benim durumumu gördüler. Onlar gittiler bir eczacıyı alıp getirdiler. Eczacı anlaşılıyor ki bana penisilin vurdu. Onun yaptığı iğnelerle ben kendime geldim. Ve ondan sonra da o hastalığımdan dolayı yedi gün rapor aldım. O yedi gün rapor süresinde köye gittim. Köyde iyileşmeye çalıştım. Fakat döndükten sonra o arkadaşlardan Aziz Açışlı diye bir arkadaşıma Demokrat Parti binasında oda vermişler; o da fakir ailenin bir çocuğuydu. Gelince “Sen yatak getir, benim odam geniştir. Sen de benim yanımda kal.” dedi. Dediğini yaptım, yatağımı sırtladığım gibi Demokrat Parti binasına getirdim. O seneyi Aziz Açışlı’yla birlikte Demokrat Parti binasında geçirdik.

Hem Aziz Açışlı hem de benim matematik derslerimiz çok kuvvetliydi. Geometri, cebir, fizik derslerimiz çok iyi olurdu. DP’li bazı kişilerin çocukları gelirdi, onlara ders verirdik. Oranın kirasını da o şekilde ödemiş olurduk. Ayrıca cebir dersi zayıf olan arkadaşlarımız vardı. Onlara da ders verirdik. Onlardan da para aldığımız olurdu. Tabii derslerimizin kuvvetli olması hasebiyle lisede de hocalarımız bizi himaye ederlerdi. Mesela DP binasında kaldığımız sıralarda sobamız vardı ama yakıtımız yoktu. Lisemizin müdürü “Bir at arabası getirin, buradan odun doldurun kendinize götürün.” dedi. Dolayısıyla biz lisenin odunlarını getirip odamızı ısıtırdık. Bazen de ders verdiğimiz arkadaşlar odun getirirdi.

Yemekleri kendiniz mi yapıyordunuz?

Yemek genellikle ekmek, zeytin, peynir olurdu. Onunla idare ederdik. Köyden getirdiğimiz yiyecekleri yerdik. Bir ara Aziz Açışlı’yı birisi lokantasına abone etmiş. Aziz Açışlı yemek zamanları beni de yanına alıyor, yemeğinin yarısını da bana veriyordu.

Aziz Açışlı çok genç vefat etti. O yüksek tahsil de yapamadı. Fakat bankaların kurslarına devam etti. Sonra Van’da banka müdürü iken vefat etti.

Lise yıllarında Açışlı’yla aranız nasıldı?

Lise yıllarında Aziz Açışlı’yla çarşıya çıktığımız zaman yakınımızda radyo tamir atölyesi vardı.

Said Nursî ile Nasıl Tanıştı?

O zaman radyo topluma yeni yeni girmiş. Radyo tamirciliği de önemli bir meslek. Hatta benim küçüklüğümde lambalı radyolar vardı. Lambalı radyoları transistörlüye çevirirlerdi. İnsanlar radyolarını tamir ettirmek için köyden gelirlerdi. Lambalı radyo geç ısındığı için transistörlüye çevirmek istiyorlardı.

Radyo tamircisi Mehmet Kuralkan diye biri vardı. Bu Mehmet Kuralkan Said Nursi’nin talebelerindendi. Said Nursi’nin Van’da olduğu dönemlerde Said Nursi’yi bilen bir adamdı. Dükkânının camekânına Risale-i Nurları koymuş. Sözler, Lemalar, Şualar böyle, camekâna koymuş. Biz de dükkânın önünden geçerken bir süre camekânın önünde dikilip kitaplara bakardık. Bir gün Mehmet Kuralkan Bey bize “Buyurun içeride bakın kitaplara.” dedi. Canımıza minnet oldu. İçeriye girip kitapları biraz karıştırdık. Tabii kitapları alacak paramız yoktu. Çıkarken bize Şualar’ı verdi. “Bunu götürün okuyun. Sonra getirirsiniz.” dedi. Götürdük, “Şualar”ı içer gibi hevesle okuduk.

Dili ağır değil miydi sizin yaş seviyeniz ve eğitiminize göre?

Biraz Farsça bildiğimden bana ağır gelmiyordu. Aziz de biliyordu. Said Nursi’nin “Şualar” kitabı ahiret inancı üzerinde durur, ahiret inancının felsefesini yapar, ondan sonra biraz tasavvufi terimlerin açıklamasını yapar. Hatta Said Nursi’nin kitaplarından “Mektubat”ı da almıştık.

Şimdi tabii konu buraya gelmişken Risale-i Nur bahsine deyinmek lazım.

Said Nursi’ye ateşin bir zekâ diyorlar. Gitmiş İstanbul’da tartışmalara girmiş.

Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte kendince mücadelesi var, tabii onların endişesi şu; “Yeni bir devlet kuruluyor halk pozitif bir eğitimle dinden uzaklaştırılıyor, biz ne yapabiliriz insanların imanını muhafaza edecek şekilde, amentünün birtakım maddelerini akli olarak inandırmak için.”

Aziz Açışlı’yla Risale-i Nurları okurken Mehmet Kuralkan bize “Burada medrese var, o medreseye de gidin medresede de birileri hocalık yapıyor.” dedi. Risale-i Nur medresesi. Hocalık yapanların yanına gitmemizi öğütledi. Biz orayı öğrendikten sonra arada bir de genellikle pazar günleri de medreseye gidiyorduk. Orada Risale-i Nur okuyorduk.

İkinci senede Hacı Davut Camisinin imamı Molla Zeki adında Bitlisli bir zat bizi çok seviyordu. Abdestli, namazlı görünce beni himaye ediyordu. O odasını bana vermişti. Hoca Tahir ile o küçük hücrede kalırdık. Orada yatar kalkardık. Bir sene neredeyse orada geçirdik. Öyle ders okuduk. Camiye gelenlerden birisi eskiden Osmanlı memurluğu yapmış bir zattı. Topal Kâmil Efendi. Topal Kâmil Efendi cami cemaatindendi. Fakat bu işleri bilen birisiydi. Kendisini bizim hücreye alırdık, o hücrede Topal Kâmil Efendi bize bazı şeyler okuturdu. Özellikle bana Fuzuli Divanı’nı okuturdu, yani Osmanlıca’yı da öğrenmişim artık, Fuzuli Divanı’nı Kâmil Efendi’den okuyorum. İnanır mısın, o Kâmil Efendi Fuzuli Divanını âdeta ezbere biliyordu. Herhangi bir şiirin birinci beytini okurdum, o devam ederdi. Böyle bir adamdı. Sonra tabii Kâmil Efendi hayatını bize anlatırdı, biz pek anlayamazdık onu.

Kubilay Menemen’de Neden Linç Edildi?

Kâmil Efendi neler anlatmıştı?

Anlattığı şey şuydu: Bunlar Yüksekovalı idi. Ailecek Batıya sürülmüşler. Bu da Menemen’e sürülmüş. Oraya gidince PTT memurluğuna başlamış. Çünkü kitabeti, yazısı çok güzeldi. Ufak tefek bir adamdı. Bunu PTT’ye almışlar. Orada memurken Erbilli Mehmet Esad’ın müridi olmuş. Menemen olayı sırasında da oradaymış. Kâmil Efendi’nin anlattığına göre, bir defasında camideymişler. Bu Kubilay atla camiye girmiş ve onlara hakaret etmiş. Orada da camidekiler bunun üstüne saldırmışlar, attan düşürmüşler, linç etmişler, orada öldürmüşler. Kubilay’ın hadisesini böyle anlatıyor. Tabii onlar Kubilay’ı linç ederlerken etrafta bekleyen askerler de camiye girip camidekilerin hepsini yakalamışlar.

Yani Kubilay bir piyon gibi kullanılmış. Tahrik ettirip tuzağa düşürmüşler.

Evet, daha genç bir subaymış.

Kubilay’ın camiye o şekilde gelmesi doğru değil ama öldürülmesi de yanlış. Hani “Vurun Kahpeye” filmi var ya; aynı. Anadolu’da böyle bir cezalandırma şekli var.

Çok enteresandır, oradaki alay komutanı da Mustafa Muğlalı’dır. Yani Özalp’te Saray’daki 33 kişiyi öldüren adam Menemen’de de komutan. Tabii bunları toplayıp askerî garnizona götürmüşler. Askerî garnizona bunlar teker teker sokulurken ufak tefek, topallayarak yürüyen Kamil Efendi’yi gören bir subay “Sen necisin?”diye sormuş. “Ben PTT’de memurum.” demiş. “Mademki memursun, bunların arasında ne işin var senin.” deyip ensesine bir tokat vurmuş. Ardından “Çek git!” diyerek bunu salıvermiş. O gün 30 kişi götürülmüş ve hepsi asılmış. Kâmil Efendi orada kalsaymış o da idam edilecekmiş. Bizim Özalp Müftüsü Yekkoş lakaplı Abdülkadir Efendi ve Fakı Tahir gibi kişiler Küfrevî şeyhlerine bağlıydılar.

Van’da bir de Abdülhakim Arvasi var. Ona bir ara temas edelim.

Evet, onu pek tanımam, onun oğlunu bilirim. Senin dediğin Necip Fazıl’ın şeyhi olan Abdülhakim Arvasi. Van’da bir Abdülhakim daha vardı. Cahit Zarifoğlu, Van müftüsü Kasım Arvasi’nin kızıyla evliydi.

Arvasiler’in Türkiye Gazetesi, Işıkçı gruplar, belki de bu Abdül-hakim Arvasi şeyhiyle Hüseyin Hilmi Işık’ın birliktelikleri var gibi. Zaten Türkiye Gazetesi’nin bir köşe yazarının soyadı Arvasi.

TGRT radyosunun bir müdürü Ataullah Arvasi benim sınıf arkadaşımdır. Yani Arvasilerle epeyce tanışıklığım vardı.

Arvas orada bir köy mü, bölge mi?

Arvas Köyü var. Onların sağlam bir şecereleri de var. Ta 7’nci asra kadar uzanan bir soy silsileleri var. Onlar o zaman gelmişler, oralara yerleşmişler.

Belki de seyit ve şeriftirler.

Onun için kendilerini seyit diye nitelendirirler. Bir de bizim o bölgede Gorandest şeyhleri var. Onlar da Çatak denen yerde Müküs’ün oradalar. Onlardan da Müslih Görentaş oralıydı. O da milletvekili oldu. Hatta sanıyorum iki devre milletvekilliği yaptı.

Said Nursi’nin Amacı Neydi?

Burada Risale-i Nur’un ne yapmak istediğini tarif etmek lazım. Yani İslami mücadelede Risale-i Nur’un bir karşılığı var mı? Niye toplumun önderleri o gün insanlara “Kur’ân-ı Kerim”i anlatmıyordu mesela?

Evet, Said Nursi’ye en fazla isnat ettikleri suç Kürtçülük idi. Kürt kökenli olmasından dolayı. Hâlbuki Kürtçe eser yazmış değil. Eserlerini Türkçe yazıyor. Buna rağmen, ona Kürtçülük isnat ediyorlardı.

Palulu Şeyh Said, isyan etmeden önce Said Nursi’ye bir mektup yazmış. Harekete giriştiğinde kendisine destek vermesini istemiş. Said Nursi’nin ona yazdığı cevap var. Cevabında, “Bu kavim necip ve İslam’a hizmet etmiş bir kavimdir. Bu kavmin nesline, soyundan gelene kılıç çekilmez; bunlarla savaşmak caiz değildir.” diye öğütte bulunmuş. O zaman Said Nursi Van’daymış. Said Nursi yazdığı bu mektupla kurtulmuş. Birçok dönemlerde Said Nursi’yi öldürmeye niyet etmişler, zehirlemeye çalışmışlar, mahkemelerde suçlamaya çalışmışlar; mahkemelerde de beraat etmesini sağlayan şey Şeyh Said’e yazdığı mektuptur. Bu bakımdan Said Nursi’nin Kürtçülük diye bir davası mevcut değildir. Tamamen onu mutazarrır etmek için, onu ortadan kaldırmak amacına yönelik olarak böyle bir söylem yayılıyordu.

Said Nursi’nin şakirtleri ona Bediüzzaman diyorlar. Yani o her yüzyılda bir gelen müceddit gibi. Bir de Said Nursi Risale-i Nur’un kendisine ilham edildiğini söylüyor. Bir nevi vahiy gibi. Bu yönüyle de kitabına kutsiyet atfediyor. Mesela 5’inci Şua’da “Deccaliyet” kavramı var. O günkü siyasi aktörlerin birçoğu bu deccal kavramının içerisinde yer alabiliyor. Dolayısıyla o gün hem Van’da, hem Van çevresinde sizin aşina olduğunuz çevrelerde Nursi ile Mehdilik, Mücedditlik boyutuyla ilişki kuran var mıydı? Yani bugün Fethullah Gülen’in üstlendiği misyonla bir ilişki kurabilir miyiz?

Bunlar eskiden beri bu tezi öne sürüyorlardı. Said Nursi’nin 20. yüzyılın müceddidi olduğunu sık sık söylüyorlardı. Tabii mücedditlerin sayısı Türkiye’de çok fazla. Diyelim ki bu Arvasilerde, onlarda kendilerine göre 20. yüzyılın müceddidi Abdulhamid’dir. Onlar da II. Abdülhamid üzerinde duruyorlar. II. Abdülhamid’in müceddit olduğunu söylerlerdi.

Nurcular bu tezi öne sürdükleri zaman Van’da kabul edilmiyordu. Özellikle Arvasiler Nurcuların bu tezlerini kabullenmiyorlardı ve bu yüzden de Said Nursi için “Nevresi” tabirini kullanıyorlardı. Nevresi “yeni yetme” demektir. Nursi yerine Nevresi diyorlardı.

Tabii Nurcular arasında bu düşünce hâlen mevcuttur.

Fethullah Gülen kendisini Said Nursi’nin temsilcisi olarak görmektedir. Nurcular da onu öyle görüyorlar. Risale-i Nur talebelerinin lideri konumunda görüyorlar ve Risale-i Nur’u belki en iyi yaşayan, anlatan kişi olarak onu görüyorlar.

Üniversite yıllarında Ankara’da yurtta olduğumuz bir gün arkadaşlar bir eve gidileceğini, o evde Risale-i Nur okunacağını söylediler. Hatta İhsan Süreyya Sırma da vardı. Grup hâlinde gittik. Küçükesat’ta bir eve vardık. Ev gayet geniş bir ev. Bir binbaşının evi. O binbaşı da Nurcu. Binbaşıdan da Nurcu olmaz ya, işte öyle takdim ediyorlardı. Biz eve geldiğimiz zaman Aykut Edibali evdeydi. Aykut Edibali bizden önce eve gelmiş. Muhtemelen o evde misafirmiş. Yemiş içmişler ve bizi bekliyorlar. Gelenlerin büyük çoğunluğu Nurcu arkadaşlardı.

Risale-i Nur okumak üzere birisi bir kitap açtı. Hukuk mezunu olan Edibali müdahale etti. Said Nursi’nin Kürt ve Risale-i Nurların zararlı olduğunu, Risale-i Nur okuyacağımıza “Kur’ân-ı Kerim” okumamız gerektiğini söyledi.

Hasan Basri Çantay’ın mealini orta yere getirdi ve o meali okudu. Arkasından da Mehmet Akif’in “Safahat”ından bir bölüm okudu ve oraya gelenlerin Risale-i Nur okumalarını engelledi. Hem binbaşı hem Edibali birlikte Risale-i Nur okunmasını engellediler.

Ben ilk defa o zaman anladım ki hem o binbaşı hem Edibali MİT’ten idi. İnsanları bir araya toplayıp Nurculuğun aleyhinde faaliyet göstermelerini sağlamaya çalışıyorlardı.

Lise yıllarınızda Van’da Risale-i Nur talebelerinden, Arvasilerden, bir de Kâmil Efendi diye birinden bahsettiniz.

Evet, müritlerinden.

Van’ın İleri Gelenleri Kimlerdi?

Van’da o yıllarda hem dindarlığıyla, hem Cumhuriyet Halk Partisi veya Demokrat Parti çevresinde ün salmış kimler vardı?

Van’da ve çevresinde bazı medrese âlimleri vardı. Onların medreseleri de vardı. O medreselerde eğitim yaparlardı. Fakat onların medreselerinde etraflarında toplanan on kişiyi geçmezdi. 5- 6 müderrisleri vardı. O müderrisler ders verirlerdi. O müderrislerden birisi Zeynel Abidin Efendi’ydi. Özalp müftüsü de oldu.

Özalp müftüsü olduğu dönemlerde yanına gider gelirdim. Onun da medresesi vardı. 5-6 kişiye ders verirdi. Tabii bunlar Arapça eğitim görüyorlardı. Bunun gibi Molla Ali Ozo diye, Erciş’te bir müderris vardı. Molla Ali Malazgirtliydi, fakat Van’da kalırdı. Molla Ali de talebe okutan bir adamdı. Molla Ali sonradan İstanbul’a gidip yayıncılık yaptı. İstanbul’da Beyazıt çarşısında kitapçı dükkânı vardı. Sürekli tercüme yapıyordu. Kendi kitaplarını kendisi yayımlıyordu.

Molla Ali dediğiniz kişi Ali Arslan değil mi?

Evet. Sonra birileri ona yol gösterdi. İlmi kuvvetli bir adam oldu.

“İslam İnançları” diye bir kitabı var büyük boy.

Evet. Tercümeler yapıp yayımlıyordu. Sonra onun gibi bir de Molla Abdurrahman vardı. Molla Abdurrahman daha çok İran edebiyatıyla ilgilenir ve Farsça okuturdu. Belki bizim Özalp ve Saray çevresinde en kuvvetli âlim Abdülkadir Yekkoş efendiydi. Bizim hocamızdı Tebriz’den gelen Molla Tahir hocanın da hocası oydu.

Yekkoş Abdülkadir Efendi gerçekten çok kuvvetli bir âlimdi. Urmiye’de eğitim görmüş. Aslen Yüksekovalıdır fakat gençliğinde İran’ın Urmiye şehrine gitmiş ve orada eğitim görmüş. Önce Saray müftüsüydü. Saray köy olduktan sonra Özalp müftüsü oldu. Sadece bir ya da iki kişiye ders verirdi. Özellikle de edebiyat konularında çok mahir bir adam olduğu için aruz ilmini okuyanlar, İran edebiyatını okumak isteyenler Yekkoş’un yanına gelirlerdi.

Bizim yörede birçok müftü Saray’a, Özalp’e gelip Yekkoş Efendi’den şiir ve edebiyat öğrenirlerdi. Mesela, Başkale müftüsü uzun süre o zattan eğitim aldı. Böyle bir özelliği vardı.

Van’da belki en çok sevdiğim, muhabbet ettiğim adam Molla Ali idi. Norşin Camisi’nin imamıydı, Said Nursi’nin köylüsüydü. Said Nursi ile akrabalığı olduğu da söylenirdi. Molla Ali çok otantik bir adamdı. Son derece rahat konuşurdu. Hiçbir hizbe bağlantısı yoktu. Senenin birinde Van’da kendisiyle görüştüğüm zaman benden Mevlâna’yı anlatmamı istedi. “Mesnevi”yi anlatmamı istedi. Ben de kendisine biraz Mevlâna’dan, “Mesnevi”den bir şeyler anlattım. Bu arada Mesnevi’deki “Eşek-Kabak” hikâyesini anlattım. O zamana kadar “Mesnevi”yi okumamış. O hikâyeyi anlattıktan sonra çok tuhafına gitti.

Erbakan’ın yeğeni Van’da teğmendi. Terhis olacağı zaman arkadaşlarla havaalanına yolcu etmeye gittik. Molla Ali de yanımızda. Orada arkadaşı konuşturdular; kiminle kalıyorsun, kimsin şudur budur. “Babam öldü ben annemle birlikte kalıyorum.” dedi. Öyle deyince Molla Ali hemen devreye girdi, “Kurban benim de karı öldü senin ananı ver bana ben alayım.”

Böyle rahat bir adamdı. Fakat müthiş bozuldu çocuk. Sonra birileri yanaştılar yanına, “Bu molladır, bunların hâlleri böyledir. Sansürlü konuşmayı bilmezler.” dediler.

Medreseleri Abartıyor muyuz?

Sırası gelmişken medrese nedir? Sizin anlatımınızdan anlaşıldığı kadarıyla biraz Arapça, biraz “Kur’ân-ı Kerim” bilen birisi bir evin bir odasını medrese yapıyor, köylerden de 3-5 kişiye ders veriyor. Öğrenci belli saatlerde geliyor veya uygun yer varsa orada da yatıp kalkıyor. Orada üç dört sene kalıyor. Sonra eğitim bitince hadi git deniyor.

Molla olup çıkıyor.

Bilinen durum bu. Aman aman çok iyi bir eğitim değil. İkinci bir husus Türkiye’de Anadolu’da olduğu gibi orada bir hafız yetiştirme geleneği yok. Dini öğretiyor; fakat sistematik, İslam’ı bütünleyici, kuşatıcı bir İslam öğretisi de yok.

Şimdi bazı medreseler yasaklanmıştı. Yasak olduğu için zaman zaman jandarmalar medreselere baskın düzenliyorlardı. Adamları yakalayıp hapse atıyorlardı. Sonradan bir kanunla “Kur’ân Kurslarının” açılmasına izin verildi.

İmam hatiplerin açılmasının akabinde “Kur’ân Kurslarının” da açılmasına izin verildi. Sonra bizim o yörelerde de bazı medreseler “Kur’ân Kursu” açıyoruz gibilerinden müsaade alıyorlardı.

Hoca efendiler buralarda üç beş kişiyi eğitiyorlardı. Fakat yörede bazı medreseler çok kuvvetliydi. Kuvvetli olan medreselerden birisi Bitlis’in Norşin medresesi idi. En kuvvetli hoca efendiler orada, sonra da Tillo’da olurdu.

Devlet-Millet İlişkisi Nasıldı?

Hocam, siz ortaokula başladığınızda diğer öğrencilerden 3-4 yaş büyüktünüz. Öğretmenleriniz olmadığı için derslerinize kaymakam, tabur komutanı gibi kişilerin geldiğini anlattınız. O dönemde hükûmet tabibinin, kaymakamın veya devletin diğer görevlilerinin halkla ilişkileri nasıldı? Birbirlerine nasıl bakarlardı?

Benim okuduğum ortaokul Menderes’in emriyle açılmıştı. Onun bir sebebi de Van Milli Eğitim Müdürü Vahap Kaya’dır. O, öğretmen arkadaşlarıyla görüşüp yeni ilçe olan Özalp’e ortaokul yaptırılması için bir dernek kurduruyor. Derneğe yardım toplamak için makbuz bastırmışlar. Makbuzdan başbakanlığa da göndermişler. Nasıl olduysa makbuzlar Menderes’in eline de geçmiş. Menderes makbuzların hepsini satın almış. Bir de emir vermiş; “Madem bunlar ortaokul istiyorlar hemen bu sene başında bunlara ortaokul açılsın.” Ve Menderes’in bu emriyle ortaokul açılıyor. Menderes’in emriyle okul açıldığı için oradaki memurlar buna itina gösteriyorlardı. Hatta o sene içerisinde meşhur Karagöz oyuncusu Hayali Küçük Ali Özalp’e geldi. Bize ve oradaki memurlara Karagöz oynattı. Ondan sonra aynı zamanda Milli Eğitim müfettişi olan Reşat Nuri Güntekin, Özalp’e geldi.

Başbakanın emriyle açılan okul olduğu için kaymakam olsun, hükûmet tabipleri olsun, diğer ilkokul öğretmenleri olsun, diğer derse gelen hocalar olsun bize itina gösterirlerdi. Ama halkla münasebetleri iyi değildi. Bütün memurların münasebetleri neredeyse sıfırdı.

Bir defa, babam dâhil hepsi rüşvet alırdı. Babam tahsildardı ve o dâhil hepsi köylüleri tuzağa düşürmek için tezgâhlar kurarlardı. Köylülerden haraç almak da hoşlarına giderdi.

Babam, kaymakam ve mal müdürü ile birlikte köylere sayıma gitmişler. Hayvanlarını, tarladaki ürünlerini sayıyorlar. Hayvan ve ürün miktarına göre vergi tahakkuk ettiriyorlar. Bir köye gitmişler; iki köylü kaymakama yalvarmış: “Bizim bu kadar davarımız yok, bize çok fazla davar yazdınız, gelin bakın bizim o kadar davarımız yok.” Kaymakam bunları kovmuş. Biraz sonra adamlar bir daha gelip yalvarmışlar. “Bizim hayvan miktarımızı az yazın, azaltın.”

Bunu bana babam anlattı. Öz babam anlattı. Dedi “Kaymakam yiğit adamdı. Bir tekme vurdu iki tane Kürt’ü kayadan yuvarladı, öldürdü.” Ben de babama kaymakam için “Vay gâvur herif, nasıl gâvur bir adammış.” dedim. Babamın canı sıkıldı “Ulan oğlum onlar Kürt’tü.” Yani değerlendirmeleri böyleydi.

Bu arada bir hatıramı daha nakledeyim; lise 1 veya 2’deydim. O sırada bir amca oğlum var. Askerdeyken bir albayın emir eri olmuş. O albay da Menderes’e kafa tutmuş. 60 darbesi olunca Menderes’e kafa tutmasının mükâfatı olarak albayı Van Valisi yaptılar. Adamın adı Fikret Ersan’dı. Azerbaycan kökenli ve Şia mezhebindendi. Benim amca oğlu da “Albayım Van’a vali oldu.” diye gidip iş istiyor. Vali de ona ne iş yapabileceğini soruyor. O da atlı posta dağıtıcısı olabileceğini söylüyor. Vali sormuş ona atı olup olmadığını sormuş. Olduğunu ve çok iyi at binicisi olduğunu söylüyor. Vali, “Sen atını alıp getireceksin buraya, ben de göreceğim.” demiş. Amca oğlu köyden ata binip Van’a geliyor, hükûmet binasının önüne dikiliyor. Vali çıkıyor hükûmet binasının önünde onu ata bindiriyor. Hükûmet binasının önünde atla bir ileri, bir geri gidiyor. Vali, “Atın tamam, senin diploman var mı?”,“İlkokul üçten terk” demiş. Vali, “Ben seni ilkokula göndereyim. Git orada seni imtihan etsinler. Sana bir diploma versinler” diyor. Öyle anlaşılıyor ki kendisi de ilkokula telefon etmiş, “Bir adamım gelecek ona bir diploma düzenleyin.” demiş. Bizim amca oğlu da geldi, bu durumu bana anlattı. Bana biraz ders ver, ben imtihana gireceğim neler sorabilirler onu bana öğret dedi.

Böyle bir ay sürdü. Her gün yanıma geliyor ben ona 4 işlem öğretiyorum, tarih öğretiyorum, işte İstanbul şu tarihte fethedildi, cumhuriyet şöyle kuruldu gibi şeyler öğretiyorum. İmtihan günü ilkokula gitti. İmtihandan sonra çarşıda buluştuk. “Ne oldu? İmtihana girdin mi?” diye sordum. “Girdim, ne sordularsa hepsini bildim.” dedi. Ben de merak edip ne sorduklarını öğrenmek istedim. Meğer bunu tahtanın başına kaldırmışlar, “Bir küp çiz.” demişler. O da turşu küpü çizmiş. Bakmış öğretmenler katıla katıla gülüyorlar. Onların gülüşünden işkillenmiş, “Kulplu mu olsun, kulpsuz mu olsun?” diye sormuş.“Kulplu olsun” demişler. İki tane de kulp takmış küpe. Sonra bakmış daha çok gülüyorlar. “İsterseniz dört kulp yapayım” demiş. Sonra içlerinden biri “Sen bildin. Git bir hafta sonra gel diplomanı al” demiş. Diplomayı aldıktan sonra vali hakikaten kendisine atlı dağıtıcı (eskiden müvezzi derlerdi) işini verdi.

bannerbanner