Читать книгу Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce? (Mikâil Bayram) онлайн бесплатно на Bookz (5-ая страница книги)
bannerbanner
Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?
Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?
Оценить:
Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?

5

Полная версия:

Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?

Medreselerde Hangi Dersler Okutuluyordu?

Sizin gittiğiniz dönemdeki medrese müfredatı hakkında ne düşünüyorsunuz? Mesela neler okutulurdu. Bir de 60 inkılabından sonra öğrenci bulunabiliyor muydu?

Medreselerde önce Arapça öğretilirdi. Arapça öğreniminde ilk okuttukları “Binâ” adında bir kitaptı. Küçük bir risaledir. Bu Arapça kelimelerin yapısı, kelime üretmesiyle ilgili bir kitaptır. Bütün medreselerde bu kitabı okurlardı. Hani bizde de derler ya “Benim oğlum binâ okur, döner durur gene okur.” gibi. “Binâ”yı okuduktan sonra bir üst derecesi “İzzî”, “Maksut” okurlardı. Bu kitapları okudukça öğrencinin Arapçası gelişirdi.

Bu üç dersi okuduktan sonra belki en yüksek derecede “Camî” okurlardı öğrenciler. “Cami”, Molla Abdurrahman Cami’nin yazdığı kitabın adıdır. Bu biraz şiir, edebiyat (Arap dili üzerine) bedii ve belagat gibi konuları da içerirdi.

Arap edebiyatında şiir, hitabet gibi konuları anlatırdı. “Camî”yi okuduktan sonra talebe artık bir yere imam olabilecek ehliyeti almış olurdu. Hatta öğrencilere icazet de düzenlerlerdi. Hoca Efendi bir sayfalık bir şey yazardı. İşte falan falanca bende şunları okudu gibilerinden. Bugünkü manasıyla diploma.

Saray’daki Yekkoş dediğim şaire özel hocalar gelirdi. Yani okumuş hoca olmuş onlara müntehî derlerdi. Yani ilimleri nihayete erdirmiş adamlar Yekkoş’un yanına gelirlerdi. Yekkoş onlara Fars edebiyatı, Farsça divanlar okuturdu.

Fars dilinde okuttuğu ilk kitap “Gülistan”dı. Ondan sonra aruz okuturdu. Ben Yekkoş’a yakın olmam hasebiyle “Gülistan”la başladım. Yekkoş, okuturken aynı zamanda ezberletirdi. “Gülistan”ı ben ne kadar okuduysam okuduğum şeylerin hepsini ezbere bilirdim. Bugün bile şöyle dinç kafayla baksam Gülistan’ı ezbere okurum.

Bizim Yekkoş Hoca Efendi Kasım 1957’de vefat etti. O vefat edince bizim oraya Zeynel Abidin Efendi müftü oldu. Ben de yaz tatillerinde Zeynel Abidin’in yanına gitmeye başladım. Zeynel Abidin Efendi’nin oğlu ve çoğu Siirtli olan birkaç talebesi vardı. Onların arasına girer, birlikte okurdum. Zeynel Abidin Efendi’nin yanında “Binâ” okuyarak Arapçaya başladım.

Zeynel Abidin Efendi Farsça bilmezdi. O yüzden talebelerine Arapça okutuyordu. Daha sonra ben tabii liseye gidince hoca efendiden ayrılıp Van’a gittim. Bu sefer Van’da bir süre Hacı Davut Camii’nde kaldım. O dönemde hiç yurt ya da talebe evi yoktu.

İslami ilim geleneğindeki medreselere baktığımız zaman oralarda akait, kelam, tefsir, fıkıh, hadis ve bunların usulü, siyer, İslam tarihi okutulduğunu biliyoruz. Sizin anlattığınız medrese müfredatında ise sadece dil dersleri var. Dolayısıyla medreselerden çıkanlardan İslam adına fazla bir şey beklenmemeli.

Bunların zaten hedefleri köy imamı olabilmekti. Kelam, Siyer bilenlerin köylerde işi olmazdı. Onlar daha yükseği okumak için başka yerlere giderlerdi. Bizim o bölgede öyle kaliteli medreseler yoktu. Kaliteli medreselerde okumak isteyenler genellikle Siirt’e, Mardin’e, Bitlis’e giderlerdi. Hatta Muş’a, Bulanık’a gidenler olurdu. Van’da Arvasilerden Müftü Kasım Efendi vardı. Hatırı sayılan bir adamdı. Malazgirt’ten Molla Ali Ozo Van’a gelirdi. Van’a geldikleri zaman onları tanıma imkânı buldum. Ağrı’nın, Patnos’un biraz ilerisinde Küfreviler vardı. Cesim Küfrevi, Kasım Küfrevi, Besim Küfrevi. En büyükleri Cesim Küfrevi’nin Van’a geldiğini bilirim. Hoca efendilerle toplanıp sohbet ederlerdi. Biz de kıyıda köşede o sohbetleri dinlemeye çalışırdık.

Herhâlde bu medreselerde imam yetiştirecek düzeyde bir Arapça bilgisi, ilmihal bilgisi veriliyordu. İlimde daha ilerlemek isteyen Norşin’e, Tillo’ya mı gidiyor? Oralarda biraz daha üst bilgileri alanlar tatmin olmuyorlarsa Şam’a, Ezher’e filan mı gidiyorlardı?

Gidenler olurdu. Mesela Şam’da Molla Ramazan-ı Buğuti var. Molla Ramazan-ı Buğuti Botanlı’dır. Vaktiyle oraya gidip kalmış. Ondan sonra Suriye vatandaşı olmuş. Çok kıymetli eserler yazan bir adamdır.

Talebe olduğumuz dönemlerde arkadaşımla birlikte zaman zaman Risale-i Nur medresesine giderdik. Onlar bir ev tutarlardı. Evde bir öğrenci sabit kalırdı. Orada toplanılır, Risale-i Nur okunurdu. Bazen büyük abiler gelirdi. Mesela Erzurum’dan Mehmet Kırkıncı Hoca sık sık Van’a gelir o medresede özel dersler yapardı.

1960 senesinde Said Nursi öldüğü zaman, arkadaşım Aziz ile birlikte Urfa’ya cenazesine gitmek istedik. Çok heveslenmemize rağmen gidemedik. Tabii Said Nursi’nin yanında kalmış, ondan ders almış olan Kırkıncı Hoca gibi hoca efendiler Van’a geldikleri zaman bizim medrese hocaları onlara çok gıpta ederlerdi. Çünkü onlar biraz daha bilgili adamlardı. Bizim oranın hocaları çok bilgili değillerdi. Açıkçası pısırıktılar.

O dönemde kaçak olarak medrese işleten hoca efendiler, medreselerini müsaade alarak “Kur’ân Kursu”na dönüştürdüler. Böylece medreseler resmiyet kazanmış oldu. Adı “Kur’ân Kursu”ydu ama onlar orada gene aynı müfredatı okutuyorlardı.

Medresetüzzehra Kimin Hayaliydi?

Sizin medreseye gittiğiniz dönemde Said Nursi’nin hayalindeki Zehra Medreselerinin Van’da açılması konuşulur muydu?

Konuşulurdu tabii. Said Nursi uzun süre Van’da kaldığı için onu bizatihi tanıyan adamlar, aileler vardı. O aileleri şimdi hatırlayamayacağım. Onlardan biri radyo tamircisi Mehmet Kuralkan idi. Hamit Hoca vardı. Mesela Hamit Hoca Van’da Tahir Paşa diye bir validen bahsetmişti.

Osmanlı paşası olan Tahir Paşa’nın iki Fransız misafiri varmış. Misafirler olduğu zaman Tahir Hoca diğer hoca efendilerden birini çağırır, onlara sarayında yemek ikram edermiş. Said Nursi de orada bulunmuş. Tercüman aracılığıyla Said Nursi ile Fransız misafirler arasında fikir münakaşaları olmuş. Münakaşalarda Said Nursi onlara baskın gelmiş. Malum Avrupa’da kaşıkla ve ayrı tabakta yemek yeniyor. Bizde de tabak ortaya koyulur, herkes oraya kaşık sallar. Fransız kendi usullerinin daha iyi olduğunu ifade ediyormuş. Said Nursi de bizim böyle ortada yemenin daha iyi olduğunu ifade etmiş ve bunu şöyle ispat etmiş. Demiş ki:

Birisi kaşığı tabağa uzattıysa, diğeri onu bekler. O kaşığını çektikten sonra öbürü kaşığını daldırır yemeğe. Bu, sosyal adalete riayet etmektir. Siz birbirinize itimatsız olduğunuz için yemeği baştan itibaren ayırıyorsunuz. Ondan sonra aynı kaptan yemek yendiği zaman mide tıka basa dolmuyor. Bu da sağlık açısından daha önemli diye anlatmış.

Tabii Said Nursi Kürt isyanı çıktıktan sonra Van’ı terk edip Erek Dağı’na çıkmış. Orada kendine kulübe yaptırmış, orada yaşamış. Hatta Mehmet Kuralkan Van’dan ona ekmek peynir gibi azık götürürmüş. Said Nursi onlara kulübesinde ders verirmiş.

Said Nursi’nin yakın çevresinden insanlar gördük ama onlarla öyle pek haşır neşir olmadık.

Topal Kâmil Efendi diye yaşlı bir adam vardı; kendisinden önceki hoca efendileri çok iyi bilirdi. Hatta bu Topal Kâmil Efendi bizim Yekkoş Abdulkadir Hoca’nın da sınıf arkadaşıymış.

Kız Çocukları Okula Gidiyor muydu?

Cumhuriyet’in ilanının üzerinden 20-25 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra siz ortaokul ve liseye başlamışsınız. Daha sonraki dönemlerde Cumhuriyet’in getirdiği yeni düzen halkta tepkiyle karşılanıyor. Özellikle dindar çevreler veya Kürt coğrafyasında yaşayan halk eğitim sisteminin gayri İslami olduğunu söylüyor, çocuklarının Cumhuriyet’in okullarına gönderilmesini gâvurlaşmak olarak nitelendiriyor.

O dönemde hem Nurcu çevrelerde, hem tasavvufi ortamlarda sizin okula gitmenize karşı tepki var mıydı? Bir de buna ek olarak sizin okuduğunuz dönemlerde halk kız çocuklarını okullara gönderiyor muydu?

Evvela kız çocukları çok az okurlardı. Okuyan kız çocukları da memur çocukları olurdu. Mesela yüzbaşı, gümrük muhafaza memuru gibi kişiler kızlarını okutuyordu. Yerli halktan kızını okutan adam bilmiyorum. Kız çocuklarını ilkokula, ortaokula verenler memurlardı.

Bizim okuduğumuz dönemlerde gittiğimiz medreselerde bizim okuduklarımızla alay ederlerdi. Yani okula gidiyorsun, gâvurluk öğreniyorsun gibi alay ederlerdi. İstihzaî bir bakış tarzları vardı.

Fakat arkadaşım Aziz Açışlı ile benim, diğer lise talebelerine nazaran farklı bir yönümüz vardı. İkimiz de abdestli namazlı dindar insanlardık. Hoş bir dinî yaşayışımız vardı. Kendi kendimize Risale-i Nurları, başka dinî eserleri, “Kur’ân-ı Kerim”i hatta Osmanlıca kitaplar edinip okuyorduk. Böyle bir özelliğimiz vardı. Bu yüzden medresedeki hoca efendiler benimle Aziz Efendi’yi istisna tutarlardı.

Ama genelde lise veya ortaokul talebelerine hoş gözle bakmazlardı. Onlar liselere, ortaokullara Türk mektepleri derler ve hoş bakmazlardı. Bölgeye gelen memurlara Türk derlerdi. Türklere yakışır mekteplerdir, bu mekteplere ancak Türkler gider derlerdi. Yöre halkının okullara böyle bir bakış tarzları vardı.

Türklere yakışır mektepler derken, yani böyle Türklerin dinden uzaklaştıkları, dinsizleştirildikleri yönünde bir kanaat mi olurdu halkta?

Tabii, tabii, onları söylerlerdi.

Aslında bu kanaat sırf Van’a, Güneydoğu’ya ait bir şey değil. Cumhuriyet’in ilk yıllarında dindar halk, Anadolu insanı çocuğunu mümkünse okula göndermemiş, zorlama karşısında erkek çocuklarını göndermiş. Kız çocuklarını hiç göndermemiş. Daha da zorlama olunca hiç değilse ilkokulu okusunlar, okuryazar olsun diye biraz yumuşamış, ilkokuldan sonra hiç okutmamış. Bu 1950’li 1960’lı yıllara kadar böyle gelmiş.

Babam bile memur olmasına rağmen beni okutmasının en büyük sebebi onun yerine tahsildar olmam içindi. Yani babam emekli olacak ben onun yerine tahsildar olacaktım. Babamın en yüksek seviyede düşündüğü şey buydu.

Risale-i Nur’u ilk okuyuşunuz birinin gözetiminde mi oldu? Yoksa Risaleleri bağımsız mı okudunuz?

Bağımsız, kendi kendimize okuduk. Yalnız dışardan abiler geldiği zaman, onlara ayrıca gider onların anlattıklarını dinlerdik.

Risale okumaya başladığınız dönemde Said Nursi’yi merak etmediniz mi? O sırada halk onunla ilgili konuşmuyor muydu?

Said Nursi eğitiminin büyük çoğunluğunu Van’da görmüş. O’nun döneminde çok güçlü hoca efendiler varmış. Molla Resul, Molla Yusuf gibi kişiler varmış. Said Nursi’yle münakaşa edip meseleleri tartışırlarmış. Hatta bir ara bizim o yöredeki molla efendiler Said Nursi’yi İstanbul’a göndermişler. Said Nursi bizim o yöredeki hoca efendilerin mümessili olarak, temsilcisi olarak 1907 senesinde İstanbul’a gitmiş. İstanbul’a gitmesi dahi bizim o yöredeki hoca efendilerin teşviki ile olmuştur. Tabii biraz da Tahir Paşa’nın onlara açılım sağlamasından kaynaklanıyordu. Çünkü onlar üniversite bilmezlerdi. Ama Tahir Paşa Van’a üniversite açılması fikrini onlara aşılamış olmalı ki onlar da bu isteği dile getirmişler. Çünkü Said Nursi’yi de Van’a bir üniversite açılması talebini iletmek üzere temsilci olarak İstanbul’a göndermişlerdi. Nitekim II. Abdülhamid de onu benimsemiş, kabullenmiş ve bütçe de tahsis etmiş. O bütçe, Van Üniversitesi için harcanmadan önce Balkan Savaşları çıkmış ve ayrılan bütçe Balkan Savaşları’na harcanmış. Biz o zaman bunları idrak edecek seviyede değildik.

Risale-i Nurların Sadeleştirilmesini İstemeyenler Kimler?

Risale-i Nur, 100 yıl önce bir ihtiyaçtan dolayı doğmuş. Pozitivizme yani maddeciliğe karşı insanlara imanî ve aklî örnekler vererek İslam dini anlatılmaya çalışılmış. Ama aradan 100 yıl geçmiş; Said Nursi’nin müntesipleri o günkü şartlar değişmemiş gibi Risale okunmalı diyorlar.

Bu manada Risaleler “Kur’ân-ı Kerim”in önüne engel oluyor. Yani Risale’yi “Kur’ân-ı Kerim”in önüne geçiriyorlar. Yanlış olan bu. Her vaktin bir vacibi vardır. O gün yapılması gereken iş oydu. Ama artık bugünün şartları geçerli. Hani Mecelle’de bir kaide var; “Zamanın değişmesi hükmün değişmesini zorunlu kılar.” diye.

21’inci yüzyılın ilk çeyreğini bitirmek üzereyken bugünkü insanlara “Kur’ân-ı Kerim”i nasıl anlatmamız gerektiği üzerinde kimse durmuyor. Israrla ve inatla Risale-i Nur denilmesini İsla-mın geleceği açısından yanlış buluyorum.

Haklısınız. Az önce Risale-i Nur’da imanî hakikatlerin çok kolaylaştırılarak anlatıldığını ifade ettim. Bugün piyasada pek çok ilmihal yazan pek çok insan var. Dinin başlangıç bilgilerini ihtiva eden kitaplar. Bu kitaplar Risale-i Nurlara eş değerde kitaplar hâline getirilip halka sunulabilir. Basitleştirilmiş şekliyle Risale-i Nur’a alternatif olarak istifade edilen halk kitapları yazılabilir. Nitekim başlangıçtan beri Nurcular bu ihtiyacı duymuşlar. Bu yönde birtakım denemeler de yaptılar. Küçük sözler, bu ihtiyacın bir ifadesidir. Bu kitapları yazmaya Nurcular adapte olamadılar ve hatta rıza da göstermediler.

İşin büyüsünü, tılsımını burada görüyorlar, sadeleştirilmesine karşılar.

“Kur’ân-ı Kerim”in bile Arapça’dan tercüme edilmesine izin verilmişken aynı dilde yazılmış bir kitabın sadeleştirilmesine karşı çıkmak son derece yanlış bir şey.

Daha ilerisi de var; Isparta’da Hüsrev Altınbaşak Efendi’nin başlattığı harekete mensup olanlar Risale-i Nurları Osmanlı harfleriyle okumanın gerekli olduğunu düşünüyorlardı. Zarurete binaen yeni harflere çevrildi. “Üstat Risale-i Nurları Osmanlıca yazıp okutuyordu.” diyorlardı.

Söz buraya gelmişken, biliyorsunuz Nurcular birçok gruplara bölünmüş durumda. Bunlardan bir grup da Fethullah Gülen’nin örgütü. Fethullah Gülen de Risale-i Nurların okunması yerine kendi eserlerini okutup ayrı bir cemaat oldu.

Evvela bu işler Fetullah Gülen’in mantığından, düşüncesinden çıkmış işler değil. Bir üst akıl işi. Dolayısıyla Fethullah Gülen’in çapı buna yetmez. Bir üst yapı, bir üst kuruluş bunları planlıyor, bu işleri beceriyor ve tabii ki bunu yapanlar da büyük ölçüde Fethullah Gülen’in elemanları, öğretmenleri, hizmetlileri olduğu için bunlar hep Fethullah Gülen’in aklından çıkmış şeklinde değerlendiriliyor.

Fethullah Gülen burada sadece bir piyondur. Amerikan siyaseti, Batı devletlerinin siyaseti böyledir. Devletleri ele geçirmenin, devletleri kendisine tabi devletler hâline getirmenin birtakım yolları var; Batılı devletler bunu çok iyi biliyorlar. Hatta bu alanda mütehassıs olmuşlar.

Bundan 30-40 sene önce İran’da Şeyh Kutbuttin vardı. Sünni idi. Şeyh Kutbuttin’i Amerika’nın Detroit şehrine götürüp yıllarca beslediler. Şeyh Kubbuttin’in Kirmanşah’ta çömezleri vardı. Şahın aleyhinde propaganda yaptılar ve Şah aleyhinde bir halk hareketi meydana geldi. Şah, bir halk hareketi sonucu düşürüldü. İşte bunu besleyen, bu hareketi besleyen Batılı güçlerdi. Sünni halkı Şah aleyhine kışkırtıyorlardı.

Batılılar niye yaptı bunu? Çünkü herkes biliyor ki Şah belli bir dönemden sonra Batılı devletlere posta koyup petrolü kesti. Günümüzde de bütün savaşlar petrol savaşlarıdır. Amerika’nın Irak’ı işgal etmesi, Suudi Arabistan’la yapmış olduğu antlaşmalar; bütün bunlar hep petrol davası, enerji davasıdır. Dolayısıyla Şah’a karşı da böyle bir yapılanmayı sağladılar ve Şah’ı devirdiler. Öte yandan, Fethullah Gülen Pensilvanya’ya gitmeden önce orada Karzai vardı. Karzai’yi de yıllarca ABD’de beslediler ve şartlar olğunlaştığında Karzai’yi Afganistan’ın başına geçirdiler. Hatta bir tane Uygur kadın var Amerika’da. Geçenlerde Uygur ilinde Çin hükûmetine karşı ayaklanmalar olduğu zaman bu kadının beyanatlarını duymuşsunuzdur. O kadın da Amerika’dadır. Uygur Türklerine emirler gönderiyor.

Fethullah Gülen de Türkiye’den gitme bir adamdır. Fethullah Gülen’i keşfettiler. Bu, Batılıların ihtisas alanıdır. Kimden neyi üreteceklerini çok iyi bilirler. Alıp götürdüler, senelerce beslediler, hâlâ da besliyorlar. Gülen’nin dünyadaki bütün okulları Amerika’nın düşüncesiyle kurulmuştur. Hatta birçoklarının finansmanını da Amerika karşılıyor. Sadece dershanelerden kazanılan parayla değil, ayrıca Amerika’nın da bunlara katkıları vardır.

Amerika’nın derdi davası tepkisiz, emperyalistlere itiraz etmeyen, itaatkâr Müslüman tipi yaratmaktır. Mevlâna da kendi zamanında bunu yapıyordu. Günümüzde de bunu bu şebeke vasıtasıyla yapıyorlar. Ilımlı Müslüman yaratmak, tepkisiz Müslüman yetiştirmek… Bunu bu müesseselerle yapacaklar. Bunun en kestirme yolu budur. Bu amaçla okullar açıyorlar. Okullar kaliteli eğitim veriyor. Bakın en kaliteli öğretmenler buralarda. Devletin yapamadığı şeyi onlar yaptılar. Yıllardır bu hükûmetin yapamadıkları şeyleri bu mekteplerde yapabildiler.

Said Nursi’nin Bilinmeyen Yönleri Neler?

Burada klasik Nurculukla, Fethullah Gülen hareketini birbirinden kesinlikle ayırmak gerekiyor. Samimi Risale-i Nur okuyucularıyla Fethullah Gülen hareketi arasında bir fark var. Mesela Said Nursi siyasetten son derece çok uzak kaldığını söylediği hâlde bu ikinci hareket siyasetin bizzat içindedir. Said Nursi’yi Tahir Paşa, II. Abdülhamid’e bilerek gönderdi. Padişah bilerek kendisine tahsisatta bulunuyor. Kontrol altında tutmak istiyor. Deli bu adam, akıllansın, tedavi görsün gibi oralarda mektuplaşmalar da var o dönemde sarayla Tahir Paşa arasında… Sonra Balkan Harbi’ne katılıyor, yanında Bitlis yöresinden 500 adamı var. O sırada cumhuriyet fikrini savunuyor. Mecliste bulunuyor. Sonra bir tutum değişikliğine gidiyor. Sonra Halk Partisi dönemindeki tutumu, Menderes’e olan yaklaşımı… Yani siyasetten uzak durduğunu söylediği hâlde bu kadar siyasetin içinde bir kişi.

Said Nursi’nin İstanbul’a gelmesi çok faydalı oldu. Orada Osmanlı münevverleri ile tanışıp fikriyatlarını öğrendi. Kendisi de Tarihçe-i Hayatta ifade ediyor, İstanbul’a geldiğinde Osmanlı münevverleri üzerine bir anket yapmış. “Osmanlı münevverlerine göre sıkıntı nedir?” Şimdi Avrupa’da bilimsel bir ilerleme var, bir yükseliş var. Osmanlı münevverleri bunun farkındadır. Nitekim Avrupacılık fikriyatı ilk defa II. Abdülhamid’in kurduğu müesseselerden çıkmış. Biliyorsun Tıbbiye-i Şahane’yi, veterinerlik fakültesini, sanayi-i nefise mekteplerini kurdu. Bunlar Avrupaî manada kurulan ilk müesseselerdir.

Şimdi Pasteur kuduz mikrobunu keşfetmiş. Kuduzun köpeklerden insanlara geçtiği dönemde çok insan öldü. Şimdi tehlikesi çok düşük. O dönemde kuduz hastalığı çok yaygındı. O yıllarda Sultan II. Abdülhamid Pasteur’e bir mektup yazıp Türkiye’ye davet etmiş. Pasteur de cevabi mektupta “Benim oraya gelmem mümkün değil ama sizin vatandaşınız olan benim talebelerim var. Siz o vatandaşlarınızla temas kurun, düşündüğünüz şeyleri o talebelerim vasıtasıyla yapın.” demiş. II. Abdülhamid’in o talebelerinden birisi Ermeni. O Ermeni’yi bulmuşlar nitekim.

Pasteur’ün talebesine İstanbul’da ipekçilik denilen bir enstitü kurulmuş. Ben o enstitüde hocalık yaptım. Biz Yüksek İslam Enstitüsünü o ipekçilik enstitüsünde kurduk. İpekçilik enstitüsü sayesinde Pasteur’ün talebesi olan Ermeni, Bursa’da ipek böceklerine bulaşan hastalığı tedavi etmiş.

Osmanlı münevverleri Avrupa’daki ilerlemeleri görüyorlar, biliyorlar. Tıp alanında, ziraat alanında, hayvancılık alanında çok önemli gelişmeler olmuş. Bunu bilen Osmanlı münevverleri Avrupa’ya karşı büyük bir hayranlık duyuyorlar. Said Nursi de bunun farkındadır. Bu sebeple “Batı’daki bilimsel gelişmeler Müslümanların imanında rahneler açıyor.” tabirini kullanıyor. “Şüpheler meydana gelmiş. Bunu tedavi etmek gerekir. Onun için ben de bütün mesaimi onların imanlarını kurtarmaya yönlendirdim.” diyor.

Said Nursi bir süre sonra Doğu’ya dönüyor. I. Cihan Savaşı çıkıyor ve Said Nursi orada görev alıyor.

Burada şunu da söyleyeyim; Said Nursi aynı zamanda Abdulhamid için çalışan Teşklilat-ı Mahsusa’ya da üyedir. Senenin birinde İstanbul’dan Beytüşşebap’a bir kaymakam göndermişler. Beytüşşebaplılar kaymakamı kabullenmiyorlar. Kaymakamın ilçeyi terk etmesini istiyorlar. O zaman hükûmet Said Nursi’yi müfettiş olarak oraya göndermiş. Said Nursi Beytüşşebap’a geliyor. Kendisi kitabında anlatıyor; “Beytüşşebap’ta halkı konuşturdum, niye kaymakamı beğenmediklerini sordum. Bana dediler ki bir kaymakam göndermişler ne abdesti var ne namazı. Bizimle ilgilenmiyor, yüzümüze bakmıyor. Biz neyine buna itaat edelim.” diyorlar. Said Nursi, “Bunu diyen adamlar kendileri de namazsız niyazsızdı.” diyor. Said Nursi buradan bir şey çıkarıyor; Doğu insanı dindar insandır. Başındakinin de dindar olmasını ister. Dolayısıyla kaymakam göndereceksen bunu hesaba katarak göndermen lazım.

Raporunu yazıp gönderiyor.

O görevden sonra savaşa gidiyor ve II. Abdülhamid’in kurduğu Hamidiye alaylarına dâhil oluyor. Nitekim kendisine de albaylık rütbesi veriliyor. O dönemde bizim Özalp’ten de Osman Ağa albaydı. Takuri aşiretine albaylık rütbesi verilmiş. Said Nursi de bir milis albayı olarak savaşa katılmış. Hamidiye Alayları o dönemde çok önemli hizmetler görmüşler.

II. Abdülhamid’in çok desteklediği Yüksekovalı Seyyid Ağa vardı. Seyyid Ağa bizim yörelerin en nüfuzlu şeyhiydi. Seyyid Ağa’nın damatlarına II. Abdülhamid milis subayları olarak rütbeler vermiş. Kimine yarbay, kimine binbaşı, kimine paşa gibi… Bunlar I. Cihan Savaşı’nda çok da önemli hizmetler gördüler.

Said Nursi de savaş sırasında Kafkasya’da esir düşmüş. Onunla birlikte esir düşen Mustafa Bolay Efendi ile burada tanıştım. Biz bir defasında Nurcu abilerle onu ziyarete gittik. “Üstatla geçen günleriniz nasıldı?” diye sordular.

Naci Bolay’ın babası.

Süleyman Hayri Bey’in de babası. Hulusi Bolay’ı da tanırım. Onunla çalıştık. Ben Yüksek İslam Enstitüsüne hoca olarak geldiğimde o da orada hocaydı.

Said Nursi Kafkas cephesinde Ruslara esir düştüğünde kamplara götürmüşler. Oradaki hayatı karanlık. Hatta “Tarihçe-i Hayat”ında Rusya’daki esaret hayatıyla ilgili fazla bir şey söylemiyor. Nereye gitti, kimlerle tanıştı, kimler onu alıp Doğu Almanya’ya götürdü? Düşünün Kafkasya’da esir düşmüş, bir müddet sonra Doğu Almanya’ya gelmiş.

Rusya’da esir iken Tolstoy’un talebeleriyle tanışmış. En azından ben öyle tahmin ediyorum. Tolstoy’un talebeleri buna rehberlik yapmış olabilirler.

Savaş sonrasında Balkanlar üzerinden Türkiye’ye dönüp geldiği zaman Cumhuriyet kurulmuş. O da Türkiye’ye dönünce, Atatürk’ün emriyle milletvekili olarak TBMM’ye davet etmişler. Mecliste tek konuşma yapıyor ve o konuşma sonrasında Meclisi terk ediyor. Konuşmasını Arapça yapıyor.“Eyyühel mebusün entum huliktum hâzâa li-yevmin.” diye başlıyor konuşması. “Ey mebuslar siz böyle bir gün için yaratıldınız, böyle bir gün için varsınız.” diye başlayan sözlerle hitap ediyor. O konuşma meclis zabıtlarında aynen yayımlanmış. Biliyorsunuz meclis zabıtları ilk meclisten itibaren on cilt hâlinde yayımlandı.

Said Nursi Nasıl Hızlı Bir Şekilde Yükseldi?

Said Nursi’nin yükselişi aslında çok hızlı. Van’dan sonra Dar’ül Hikmet’in hocası oluyor. Üst perdede bir yerde oturuyor. Bir de bu Risale-i Nur külliyatının aslı nedir? Gerçekten bire bir “Kur’ân-ı Kerim” tefsiri midir? İrani, yani İslami olmayan kaynaklar mıdır? Yüzde ne kadarı “Kur’ân-ı Kerim”dir? Diğer kaynaklardan ne kadar etkilenmiştir?

Said Nursi Doğu’da eğitim gördüğü zaman, klasik akait kitaplarını okumuş, bazı seçkin hocaların yanına da gitmiş. Mesela Said Nursi’nin yanında bulunduğu kimselerden bazıları Bitlis’teki Küfre-vi şeyhleridir. Van’daki Molla Resul’den istifade etmiş. Molla Resul ile Muhyiddin Arabî’nin “Füsus-ül Hikem”ini okurlarmış. “Fusus-ül Hikem”den dolayı münakaşa ederlermiş. Onların içinden bazı hoca efendiler “Fusus-ül Hikem”i reddederlermiş. Reddedenler arasında Said Nursi’nin kendisi de var. Yani Muhyiddin Arabî’nin bazı fikirlerini kabul etmiyorlarmış.

Nitekim Said Nursi gençlik döneminde “İşaret-ül İcaz” adlı bir eser yazmış. O “İşaret-ül İcaz”da bir nevi “Kur’ân-ı Kerim”in tefsirine bir mukaddime yapmayı düşünüyor. Bakara suresinin ilk 33 âyetini “İşaret-ül İcaz”da tefsir etmeye çalışıyor. Burada kardeşi Abdülmecit Ünlükul efendiye temas etmem gerekiyor.

İmam hatipte hocalık yapmış, mezarı üçlerde.

Ben Adana’ya öğretmen olarak gidince rahmetli Abdülmecit Efendi bana bir mektup yazdı. Mektupla birlikte bir de “Dört Mezhep” diye bir kitap yazmış. Şafii ve Hanefi mezhepleri üzerine bir ilmihal yazmış. İlmihalinden de 100 adet göndermiş. Bunları sat, parasını gönder gibi. Tabii bunu alınca Hacı Ali Kap, Durmuş Ali Kayapınar gibi hoca efendiyi tanıyan bazı arkadaşlar vardı; “Hoca efendi çok mağdurdur. Onun için mecbur kalmış bu kitapları göndermiş sana.” dediler. Ben de kitapları satamasam da satılmış gibi parasını gönderdim. Hoca efendinin bir de kızı vardı. Genç olduğum için hoca efendinin kızına talip olmak istedim. Sonra ben üniversiteye geçinceye kadar kız bir polisle evlenmiş.

Geç kalmışsınız.

Evet, geç kaldım.

Said Nursi Şii İlahiyatından Etkilendi mi?

Risalelerle ilgili iddialardan birisi Şii ilahiyat kaynaklarının Said Nursi üzerinde çok ciddi tesirinin olduğu ve Risalelerde yer yer bu etkinin görüldüğü şeklinde. Belki uzlaşma arayışı da denebilir.

bannerbanner