
Полная версия:
Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?
Söz gelimi Sultan İbrahim zamanında yaşayan bir adam vardı; Karamanlı İbrahim Efendi. Karamanlı İbrahim Efendi bir kitap yazmış, kitabının adından dahi adamın kalitesi anlaşılıyor. Kitabın adı “İlmu’l-Hey’e Alâ Mezheb-i Ehli Sünne.” Anlamı şu: Ehli Sünnet Mezhebine Göre Astronomi İlmi. Şimdi böyle bir şeviyede olan bir insan, üstelik bu adam kitabını Sultan İbrahim’e sunmuş. Sultan İbrahim’den de caize almış. O dönemde devlet adamları böyle bir hizmet yaptı diye onlara mükâfat da veriyorlar. Söz gelimi bir kese altın veriyorlar. Şimdi böyle bir eserin yazıldığı dönemde toplumda bilimden bahsedilebilir mi? Eserin el yazması nüshaları matbu değil. El yazması nüshaları da hemen her kütüphanede var. Niye çoktur el yazması eser? Çünkü çok okunuyor.
Osmanlı’da Medreseleri Islah Çalışmaları Yapıldı mı?
Mezhepçilik o kadar ileri gitmiş ki dinî konuları geçtik, ilmî konular bile mezhebe göre yorumlanıyor. Konu medreselerden açılmışken Osmanlıların son dönemi ve Cumhuriyet’e geçiş döneminde Islah-ı Medaris’ten bahsedilir. Medreseleri yeniden ihya etmek için reform çalışmalarından söz edilir. Bu çalışma ile ilgili bakış açınız nedir?
Tanzimat dönemine gelindiğinde Osmanlı münevverleri Batı’da büyük bir gelişmenin mevcut olduğunu görüyorlardı. Osmanlı ileri gelenleri Batı’daki gelişmeleri görünce bu ilimlerden yararlanılması gerektiğini düşündüler. Osmanlı sultanları da buna önem verdiler. Belki de buna en çok önem veren Sultan II. Abdülhamid’in kendisidir.
Sultan II. Abdülhamid biliyorsunuz Tıbbiye-i Şahane’yi kurdu. Bu müessesenin kuruluş amacı Batı’da gelişen tıp ilmini burada devam ettirmektir. Ondan sonra Veterinerlik Fakültesini kurdu.
Bakın bizim geçmişimizde hayvan sağlığına dair bir şey yoktur. Sadece at bakıcılığıyla ilgili bazı eserler yazılmış; ‘Feresname’ deriz onlara. O da tabii atlar toplu olarak bulunduğu için atlar arasında birtakım hastalıklar oluyor. O hastalıkların tedavisi sebebiyle bir ölçüde veterinerlik mesleğine önem verilmiş. Fakat Sultan II. Abdülhamid’den sonra veterinerliği, hayvan sağlığını bütün yurt sathında yayma operasyonları baş göstermiş. Ondan sonra Medrese-i Sanayi-i Nefise’yi (Güzel Sanatlar Akademisini) kurmuş. Bunlar II. Abdülhamid zamanında yapılmış çalışmalardır. Hâlbuki bu alanlarda Batı’da çok daha önceden gelişmeler olmuş. Batılılar bu müesseseleri harp sanatı alanında da kullanmışlar, teknoloji de geliştirmişler.
Ve Osmanlılar Batı’ya karşı yenilgilerinin teknolojiden kaynaklandığını fark etmişler. Mesela Hadım Süleyman Paşa Kızıldeniz’de donanma kurdu. Oradan Hindistan’a gidecekti. Hint denizinde Portekizli gemicilerle karşılaştılar. O tarihte Portekizliler gemilere barutlu silah monte etmişler. O barutlu silahlarla kendi gemilerinden Osmanlı gemilerine ateş ediyorlar ve Hadım Süleyman Paşa orada mağlup oluyor. Belki Osmanlıların Avrupa’ya karşı ilk büyük mağlubiyeti budur.
Hadım Süleyman Paşa Hint denizinde mağlup olunca bütün tayfasını kaybetti. Ondan sonra karaya çıkıp, karayoluyla memleketine dönebildi. Batılıların teknolojiyi harp alanında kullanmaları daha o zamandan başlamıştı. Osmanlılar bu gelişmeleri biraz geç de olsa fark ettiler. Oysa bu gelişmeleri daha erken görmeleri gerekirdi.
Nizamiye Medreselerinde Gazâli’nin etkisi yok mudur?
Sadece Gazâli’nin etkisi yok. Doğu’da ise devlet adamları ilim adamlarına yön veriyor. Bizde ters işleyen bir etkileşim. Nizamülmülk’ün kafa yapısı böyleydi. Nizam-ül Mülk medreseleri kurdu ve bu medreselere belli bir program yükledi. İlim adamlarına da Gazâli’ye de öbürlerine de verdiği programa göre çalışmalarını emretti.
Programı da verdi.
Genel anlamda bugünkü diyanetin fonksiyonunu yaptı. Hâlbuki metinlerde eşraf-ul ulema olarak geçiyor. Yani âlimlerin en şereflileri s sultanlara tâbi olan, onların dizinin dibinde oturan adamlar olarak ifade edilmiş.
Karmatiler Eşkıya mıydı?
“İhvan-ı Safa Risaleleri” hakkındaki kanaatlerinizi de yeri gelmişken konuşalım. Karmatiler döneminde “İhvan-ı Safa Risaleleri”ne baktığımızda müzikten tutun da bir sürü beşeri ilimler var.
Evet, bütün ilimler var, doğrudur.
Eşkıyaydı, merduddu, kâfirdi gibi yaftalarla ifade edilmelerine rağmen Karmatiler bunu nasıl başarmışlar?
Evvela İhvan-ul Safa ilim adamlarının politik bir yönleri var. Abbasi hanedanlığının hüküm sürdüğü bir dönem. Bunlar evvela bu devlet yapısına muhaliftiler. Abbasilere muhalif oldukları için takip altında tutuluyorlar. Bu yüzden yazdıkları eserlerde adlarını zikretmemişler. Fakat bunların siyasi amaçları da Abbasi devletini alaşağı etmek, yerine Şia imamlarını iktidara getirmek. Kısaca ifade edecek olursak Şiiliği iktidara getirmeyi planlıyorlardı. Bu yüzden de Abbasiler bunları tehlikeli görmüşler. Bunların gizli olarak yazdıkları eserleri şanssızlık eseri olarak günümüze kadar gelmiş. Bu eserlerinde tabiat ilimlerinin çeşitli dallarına ait İslam dünyasında zirve olacak eserler meydana getirdiler. Maalesef onların eserleri de İslam dünyasında yeterince okunmadı. Okunmamasının sebebi dönemin zihniyetinin bunları merdud saymasıydı. Şia diyerek ötekileştirdiler. Onları kötülemek için her ifadeyi kullandılar. Bu şekilde toplumu Karmatiler’den ürküttüler. Dolayısıyla “İhvan-ı Safa Risaleleri” maalesef İslam dünyasında gerekli ilgiyi görmedi. Ancak o risaleleri yazanlar, talebelerine gizli gizli bunları okuttular. Bu, Anadolu’da da yapıldı.
Moğollar Anadolu’ya geldiklerinde bizim Ahi Evren’in eserlerini okutmadılar. Ahi Evren’i takip altında tutuyorlardı. Hatta Mevlevi yazar Eflaki; “Gizlice falan eseri okuyorlardı.” diyor. Okudukları eser Ahi Evren’in “Tabsırat-ul Mübtedi” adlı eseridir. Eflaki’nin galiz bir ifadesi var Ahi Evren’den bahsederken. “Bazı o… çocukları gizlice Tabsıra okuyorlardı.” diyor. Taassup her dönemde var olmuş. İlerlemenin en büyük engeli de bu taassup.
Emeviler’in Devlet Modeli Nasıldı?
Sünnilik dediğimiz kurumsallaşmış yapı Mutezile’yi linç etmiş. Hatta merdud kabul etmiş. Nizamiye Medreseleri’nde başlayan süreçle bugünkü selefi gruplar, tekfirci gruplar hiç de ahlaki olmayan politik katliamlara girişebiliyorlar. İslam dünyasındaki mevcut süreç, Nizamiye Medreseleri’nin devamı olabilir mi? Eğer akıl devrede olsaydı bu tür şeyler yapabilirler miydi?
Evet, dediğiniz doğrudur fakat maalesef Mutezile mezhebini benimseyenler akılcı olmalarına rağmen kendileri gibi düşünmeyenlere işkence etmeyi kendileri için avantaj saydılar. Onlar da İslam dünyasında hür düşünceyle bilim üretmeyi anlayamadılar. Üstelik kendileri de bir sürü işkence gördüler. Fakat kendileri iktidar olduklarında, kendileri gibi olmayanlara işkence yaptılar. Bu belki de İslam dünyasının içine düştüğü bir çelişkidir. İslam’ın başlangıcında insanları düşünmeye teşvik eden, insanları serbest düşündüren bir ortam, sonraki dönemlerde devam ettirilmedi.
Hani Hz. Ömer için anlatırlar, “Ben yanlışlık yaparsam ne yaparsınız?” diye soruyor. Arap bir göçebe kalkıp “Seni kılıcımızla düzeltiriz.” diyor. Müslümanlar bu kadar rahat düşünebiliyor. Bu düşünce sonraki dönemlerde devam etmedi. Farklı devlet anlayışı tipleri ortaya çıktı.
Hz. Peygamber’in kurduğu devletin belli bir şekli vardı. Evvela o devlete son veren Emeviler; onun yerine ırkçılığa dayanan, asabiyete dayanan bir devlet modeli meydana getirdiler. Ve bu devlet modelini de öyle kalıplaştırdılar ki Ümeyyeoğulları’ndan olmayanlar bu devleti yönetmede hak sahibi olamazdı. Ümeyyeoğulları bu devleti yönetecekti. Ümeyye ailesinden olmayı âdeta şart koştular.
İkinci olarak da Arap olmayanlara değer vermediler. Arap olmayanı insandan dahi saymadılar. Buna belki ilk tepkiyi de İrani çevreler koydular. İranlılar “Yahu biz sizden daha bilgiliyiz, biz dünyayı sizden daha iyi tanıyoruz, daha medeniyiz.” dediler ve o şovenist hareketleri meydana getirdiler. Ümeyyeoğullarının ırkçılığına karşılık onlar da kendi ırklarını öne sürdüler.
Emeviler Devletinin ortadan kalkmasından sonra da bir şey değişmedi. Bunun yerine Abbasoğulları iktidara geldiler. Abbasoğulları da kendilerine uygun bir devlet modeli geliştirdiler. Onlar belki de Emevilerden daha tehlikeli bir konuma geldi.
Ne yaptılar?
Evvela İrani tefekkürün tesiriyle kendi Abbasi halifelerinin yeryüzünde Allah’ın gölgesi olduğu fikrini yaydılar. Güya Hz. Peygamber demiş ki “Halife yeryüzünde Allah’ın gölgesidir ve bu yeryüzünde Allah’ın gölgesi olan halifeler şeriat ihdas etme hakkına da sahiptirler.” Bu kadar ileri gittiler. Bu düşüncedendir ki Harun Reşit iktidardayken aynen eski krallar gibi, eski İran şahları gibi kendisinden sonra kimlerin iktidara gelmesi gerektiğini vasiyet etti.“Ben yeryüzünde Allah’ın gölgesiyim, benden sonra kimin halife olması gerektiğini ben tayin ederim.” diye vasiyet yayımladı. Oğlu Emin’i kendisine veliaht tayin etti. Muaviye’nin veliaht tayin etmesinden farksız bir şeydi. Muaviye hiç olmazsa güce dayanıyordu. Ümeyye ailesindenim, benim böyle bir üstünlüğüm var diyordu. Bu ise vasiyet ediyor. Abbasiler “Biz yeryüzünde Allah’ın gölgesiyiz ve şeriat koyma yetkisine de sahibiz.” dediler. Harun Reşit’ten sonra oğlu Emin de kendini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak ilan etti ve yerine oğlunu halife olarak vasiyet etti. O zaman Me’mun kardeşine karşı isyan etti ve İran üzerinden topladığı askerlerle gelip onların saltanatını yıktı ve kendisini halife ilan etti. Rahmetli Seyyid Kutub’un “İslamî Etütler” adlı kitabında dediği gibi bu devletler istişare meclisini oluşturamadılar. Osmanlılar da istişare meclisini oluşturamadıkları için evlat katili oldular. Devleti devam ettirebilmek için kardeşlerini, oğullarını öldürdüler.
İslam’da devlet modeliyle ilgili hiç kitap yok hocam. Bir tek “Ahkâmi Sultaniye” diye bir kitap var. Onun dışında bir kitap yok.
Esasında sultanları yönlendirmek amacıyla çok kitap yazıldı. “Ahkâm-ül Sultaniye”den önce “Edeb’ül Kâdi” diye bir kitap yazıldı. Bu kitaplar devlet adamlarını yönlendirici olamadılar. Mesela bizim Alaaddin Keykubat’a bile 4-5 tane sunum yazıldı.
İbn-i Teymiye’nin de var.
Yönetimle ilgili İbn-i Teymiye’nin de var. Devlet adamlarının yönetimlerini sınırlayacak, ilkelerini belirleyecek kitaplar yazdılar ama bütün bunlara rağmen bu alışkanlık yerleşemedi.
Müslümanlar bugün bile insanlığa İslam’ın hitabı şudur diyemiyorlar. Tabii bu meseleye daha sonra yine döneriz. Biraz önce Muhammed Hamidullah’tan söz etmiştik. Onu Kayseri’ye getirip konuşturmuştunuz. O bahsi biraz açalım mı?
O bahsi açmadan biraz öncesine gitmek istiyorum; askerlik dönüşü Kayseri Yüksek İslam Enstitüsüne hoca olarak tayin edildim. Bu sırada doktora da yapıyordum. Doktora çalışmaları vesilesiyle sık sık İstanbul’a gider İstanbul’da kütüphanelerde çalışırdım. Tabii kütüphanelere gitmem bazı hocalarla da tanışmama imkân hazırladı. İşte o kütüphanelerde tanıştığım hocalardan birisi de Muhammed Hamidullah Bey’dir. Diğer bir hoca da Tancalı olan (yani Fas’ın Tanca şehrinden) Muhammed Tanca Hoca idi. Sonra Türk vatandaşı olunca Tanci soyadını aldı. Muhammed Hamidullah da Türkiye’ye misafir olarak gelip giderdi.
Muhammed Hamidullah Bey’in Türkiye’ye gelişi de çok enteresandır. Muhammed Hamidullah Bey, Avrupa’da bizim tarih profesörümüz Zeki Velidi Togan’ı tanımış. Zeki Velidi Togan hatıratında da ifade ediyor. Togan, Türkiye’de dinî ilimler alanında çok geri kaldığımızı fark ediyor. Artık İran’da olan, Hindistan’da olan başka yerlerde olan kaliteli din adamlarının Türkiye’de olmadığı hükmüne varıyor ve faydalı olacağı düşüncesiyle Hamidullah Bey’i Türkiye’ye davet ediyor. Hatta üniversitelerle de irtibat kuruyor ve Muhammed Hamidullah Bey’in Türkiye’ye gelmesini sağlıyor.
Muhammed Hamidullah Hoca ve Tanci Hoca sürekli olarak Süleymaniye Kütüphanesine veya Topkapı Kütüphanesine devam ederlerdi. Ben de tez çalışmam vesilesiyle buralara gider hocalarla tanışır, onlardan istifade etmeye çalışırdım.
Hocanın Zeki Velidi Togan tarafından kurulan İslam Araştırmaları Merkezinde de görevi vardı. Etrafında birkaç tane de hoca vardı. Bunlardan birisi de Salih Tuğ Bey’di. Hocayı ziyaret ettiğim bir gün kendisini Kayseri’ye davet ettim. Salih Tuğ Bey, hocanın çok yoğun programı olduğunu, bize zaman ayıramayacağını söyledi. Üç-dört gün sonra Süleymaniye Kütüphanesi’ne uğradığımda “Aha hocayı Kayseri’ye davet eden adam geldi.” dediler. Hoca da orada oturuyordu. Hoca kabul etti. Ondan sonra Kayseri’ye Yüksek İslam Enstitüsünün müdürüne davet için telefon ettim. Ben, Muhammed Hamidullah ve Yusuf Ziya Kavakçı Bey Kayseri’ye geldik. Hocayı Kayseri’ye getirince ilk programımız Yüksek İslam Enstitüsünde konuşturmaktı. Yüksek İslam Enstitüsünün yemekhanesi aynı zamanda konferans salonu olarak da kullanılırdı. Orada hocayı konuşturduk. Hoca o konuşmasında İslam’da köle hukuku üzerinde durdu, köleciliğin gelişimi üzerinde durdu, hem Batı’da hem Doğu’da İslam dünyasında ve Batı dünyasında köleciliğin gelişimi ve kölelerin hukuku üzerinde durdu ve bence çok kaliteli, çok güzel bir konuşma oldu. Batı, insanlık tarihinde köleciliğe kendisinin son verdiğini iddia eder. Hoca konferansında Batı’nın köleciliğe teknolojik buluşlar sebebiyle son verdiğini söyledi. Oysa İslam dünyasında ilk defa Sultan Abdülaziz Han Batılı devletlere ve hatta bütün dünyaya bir ferman yollamış ve o fermanda köleciliğin kaldırılması teklifinde bulunmuş. Fermanı gönderdiği yıl sanıyorum 1862. Batı köleciliğe 1890 yılında son verdi.
Muhammed Hamidullah Hocanın bu açıklamalarından hareketle gerçekten İslam dünyasında köle hukuku alanında da çok büyük bir alicenaplığın mevcut olduğunu söyleyebilirim. Özellikle İslam köleliği doğrudan kaldırmıyor. Köle edinmenin kaynaklarını kurutuyor.
Muhammed Hamidullah Hoca’yı Kayseri’ye getirmemizden müftü Abdullah Saraçoğlu rahatsız olmuş. Birilerine onu dövdürme planı yapmış. Biz bunu öğrendik. Tedbir aldık.
Büyük Doğu Kulübünün Ankara Şubesini Kim Açtı?
1969’da Hamidullah Bey’in “İslam Peygamberi” kitabı çıktı. Basında “Miraç’ı inkâr ediyor” diye Hamidullah aleyhinde bayağı bir kamuoyu oluşturdular. Dolayısıyla Türkiye kamuoyunda Hamidullah hakkında önyargı vardı.
Evet, önyargı var. Zaten bunu hep söylüyorum. Türkiye’mizde bazı insanlar dinî ilimler alanında söz sahibiydiler ve bütün Türkiye’ye hâkimdiler. Bunlardan birisi de Necip Fazıl Kısakürek’ti.
Necip Fazıl bildiğiniz gibi din adamı değil, dini bilmez, Arapçası da yoktu. Ama bir Osmanlı kültürü almıştı. Osmanlı kültürüyle İslamcılık da yapardı. Tabii Necip Fazıl’dan başka insanlar da vardı. Söz gelimi Hüseyin Hilmi Işık, Ahmet Davutoğlu gibi adamlar da vardı.
Şimdi bunlar İslam dünyasında, özellikle Türkiye’de dinî ilimler alanında kaynaklara inecek biçimde dini inceleyen, araştıran akademisyenler ortaya çıkınca tahammül edemediler, Necip Fazıl da buna tahammül edemedi. Üstelik de o dönemlerde, tam o tarihlerde hızlı bir şekilde Mevdudi’nin, Seyyid Kutub’un, Muhammed Hamidullah’ın eserleri tercüme ediliyor. Bu eserler onları çok rahatsız ediyordu. Dolayısıyla Hamidullah, Seyyid Kutub, Mevdudi aleyhine birtakım yayınlar oldu. Bu yayınların belki en şiddetlisini yapan Hüseyin Hilmi Işık’tı. O sadece bu zevata hücum etmiyor, “Kur’ân-ı Kerim”e müracaat eden, “Kur’ân-ı Kerim”i tefsir eden, tercüme eden kimselerin de aleyhinde bulunuyordu. “Kur’ân-ı Kerim”i anlayanlar anlamış, bizim o anlayanlardan dini anlamaya çalışmamız lazım, müçtehitler bunu anlamışlar, müçtehitler ne demişlerse bizim onunla yetinmemiz lazım diyordu. Hatta bir yazısında “Piyasada ne kadar dinsiz adam gördüysem meal okuyarak dinden çıkmış.” diyordu. O zamanda meal okuyuculuğu başlamıştı. Artık dinî alanda farklı kaynaklardan beslenen insanlar yaygınlaştı. Bunda biraz da hem imam hatip okullarının, yüksek islam enstitüsü ve ilahiyatların rolü çok büyük oldu. Nitekim ilahiyatlarda yetişen insanların aleyhinde de yayınlar yaptılar. Hayrettin Karaman da bu türden hücumlara maruz kaldı. Başkaları da bu tür hücumlara uğradılar. Fakat bu hücumların en önemli hedefi Muhammed Hamidullah Bey, Tanci Hoca, Tayyip Okiç, Seyyid Kutub, Mevdudi gibi şahsiyetlerdi. Bunlara hakaret derecesine varan tenkitler yöneltilmeye başlandı.
O dönemde dinî alanda çalışmanın böyle bir dezavantajı vardı. Bazı insanlar doğruyu söylemekten çekiniyorlardı. Bunun sebebi, saldıran kişilerin meydana getirdiği atmosferdi. Tabii ben talebelik dönemlerimde Necip Fazıl Kısakürek’e yakın olan kişilerdendim.
Üniversiteye girdiğimiz yıllarda dini alanda en popüler şahıs Necip Fazıl’dı. Üstelik bir şairlik yönü de vardı. Ben de o zaman şiir yazardım. Şairlik yönüyle de Necip Fazıl’ı kendime yakın bulurdum. Tabii Üstat da o dönemlerde vilayetleri geziyor hemen her yerde konferanslar veriyordu. Konferanslarını takip ediyoruz. Üstelik büyük bir heyecanla takip ediyoruz. Necip Fazıl da bizim ayranımızı kabartıyor. Biz Ankara’daki Büyük Doğucular olarak Necip Fazıl’a müracaat edip “Biz Büyük Doğu’nun Ankara’da şubesini açmak istiyoruz.” dedik. Necip Fazıl önce Büyük Doğu Fikir Kulübünün tüzüğünün buna müsait olmadığını, bir tüzük değişikliği yapacaklarını söyledi. Bize “ipe un seriyor” gibi geldi. Fakat sonra Sait Çekmegil’in oğlu Selami Çekmegil üstatla görüşüp Büyük Doğu Fikir Kulübünü açma müsaadesini almış. Tabiî Çekmegil bunu bize haber verince bir araya gelip Ankara şubesini açmayı başardık.
Büyük Doğu Fikir Kulübünün Ankara şubesini açınca Mustafa Yazgan’ı kendimize başkan yaptık. Mustafa Yazgan o zaman Mülkiyeyi bitirmiş, bir cemiyette çalışıyordu
Bir apartman katını kiraladık. Hepimiz cıbır adamlardık. Paramız yok, pulumuz yok. Müslüman esnaflara uğruyoruz, para istiyoruz; apartmanın kirasını ödemeye çalışıyoruz. O zaman 750 lira kira veriyorduk. Kirayı verecek gücümüz yoktu. Özellikle ben, Selami Çekmegil ve Mehmet Tekmen’le birlikte çarşıya çıkar kira için zenginlerden para dilenirdik. Üstat Ankara’ya geldiği zaman onu Büyük Doğu Fikir Kulübüne getirirdik. Arkadaşlarımızın arasında propaganda yapardık. Talebelerden müteşekkil bir cemaat oluşturur üstadı dinletirdik. Binamızda bir elli-altmış kişi kadar dinleyici olurdu. Gerçi o kadar sandalyemiz yoktu. Ama yerlere de otururduk. Bu yüzden üstadın Ankara’ya gelişini çok sıkı takip ederdik.
Bir defasında bayramı geçirmek için İstanbul’a emmizademin yanına gittim. O tarihte Büyük Doğu’da bir yazı çıkmıştı. Üstat İstanbul Büyük Doğu Kulübünde bayramlaşma töreninde bulunacağını bütün Büyük Doğuculara ilan etmişti. Ben de bu ilanı okuyunca dergiye gittim. Unkapanı’ndaydı. Erken gittiğim için kapının yanında küçük bir yerde oturdum. Çay içerken üstat kulübe geldi. Göz ucuyla beni gördü. Gitti, salona oturdu. Oturur oturmaz oradakilere Ankara Büyük Doğucuları methetti. “Ankara Büyük Doğucuları arı gibi çalışıyorlar. Hele orada Mikâil Bayram adlı birisi var, benim şeyhimin hemşehrisidir, şöyle kahramandır.” dedi. Salondakilerden birisi benim orada olduğumu söyledi.
Ne? Mikâil burada mı?
Ben de odacıktan çıktım salona girdim. Keramet göstermiş gibi bir hava yarattı.“Buna hissî kable vuku” derler. Yani beni görmeden oradaki varlığımı hissetmiş gibi anlattı onlara.
İHL Olsaydı Liseye Gider miydi?
Liseyi bitirdiğiniz zaman üniversiteye nasıl girdiniz? O yıllarda üniversiteye giriş yöntemi nasıldı? Hangi şehirlerde üniversite vardı? Neden ilahiyat fakültesini seçtiniz?
Ortaokulu bitirdiğim zaman en büyük arzularımdan biri imam hatip okuluna talebe olmaktı. Fakat bizim yörede hiçbir yerde imam hatip okulu yoktu. En yakın olarak Diyabakır ve Erzurum’da vardı. Benim de Diyarbakır’a, Erzurum’a gidecek ekonomik imkânım yoktu. Onun için mecburen liseye kaydolmuştum. Lisedeyken arkadaşlarımın arasında özel bir konumum vardı. Medresede okuduğum için biraz Arapça biraz Farsça bilen bir talebe idim. Bu bakımdan edebiyat derslerinde çok başarılı olurdum. Hatta çoğu zaman hocalar benim olduğum yerde ders veremezlerdi. Çünkü onlar divan edebiyatı okuttukları zaman aruzdan bahsederlerdi. Medresede aruzu okuduğum için hocaların derslerine müdahale ederdim. Onun için hocalar korkarlardı. Bir de eskiden beri matematik, geometri, fizik gibi derslerde kuvvetliydim. Hatta lisedeyken arkadaşlarıma kurs vermek suretiyle biraz para da kazandım. Özellikle matematik, cebir, geometri derslerinden de kurs verirdim.
Yani hem sosyal hem de fizik, kimya gibi sayısal alanlarda iyiydiniz.
Evet, ama müzik, beden eğitimi, resim, yabancı dil gibi derslerden de zayıf not alırdım. O derslere önem vermezdim. Üniversiteye gireceğimiz sıralarda “İstiklal” diye bir gazete çıktı. Mehmet Şevket Eygi çıkarırdı. O gazetede imam hatiplerle ilgili yazılar olurdu. O sebeple imam hatip okuluna gitmeyi çok arzuluyordum. Üniversiteye gireceğim sırada imam hatip okuluna gitme arzumdan dolayı birinci derecede ilahiyatı tercih ettim. O yıllarda sadece Ankara Üniversitesi bugünkü tarzda test yaparak talebe seçiyordu. Test uygulaması İstanbul’da yoktu. Zaten o dönemde bir Ankara’da, bir İstanbul’da, bir İzmir’de, bir de Trabzon’da teknik üniversite açılmıştı veya açılmak üzereydi. Yani başka şehirde üniversite yoktu. Dolayısıyla benim okuyabileceğim üniversite ya Ankara ya da İstanbul olacaktı.
Ankara Üniversitesine kaydolduğum zaman tek tercih yaptım; o da Ankara İlahiyat Fakültesi idi. Ondan sonra İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu bir üsteğmen bizde hocaydı. Benim ilahiyata gideceğimi öğrenince “Yavrum sen niye ilahiyata gideceksin, dindar olmak istiyorsan gene ol ama sen teknik üniversiteye uygun bir talebesin.” dedi. Onun isteği üzerine İstanbul’a gittim. Ama önce Ankara’daki imtihana girdim. Fakat test tekniğini bilmediğim için Ankara İlahiyat Fakültesi imtihanını kazanamadım, yedekte kaldım. Ondan sonra İstanbul’a gittim. Orada teknik üniversitenin imtihanını da kazanamadım. Fakat sonradan ilahiyatta sıramın geldiğini öğrendim, İstanbul’dan alelacele döndüm Ankara’ya kaydımı İlahiyat Fakültesine yaptırdım.
1961-62 öğretim yılında üniversite öğrenciliğim başladı. Okula kaydolunca çok değişik bir ilahiyat fakültesi düşünüyordum. Ancak okula başlayınca hiç hoşuma gitmedi. Bazı hocaların derslerini hiç sevmedim. Zaten sevilecek adamlar değildi. Biraz böyle Halk Partisi zihniyetli hocalardı. Fakat sonradan baktım fakültede iyi hocalar var; onları tanımaya başladım.
Tanıdığım iyi hocalardan biri Suut Kemal Yetkin Bey’di.
Öğrenciler Hüseyin Atay’a Neden Karşı Çıkıyorlardı?
Hocaların isimlerinin hepsini verelim, haklarında yorum yapmasak da önemli.
Suut Kemal Yetkin Bey sanat tarihi dersine gelirdi. Özellikle İslam mimarisi konusunda çok güzel, çok lezzetli dersler anlatırdı. Onun için Suut Kemal Yetkin’in derslerini kaçırmak istemezdim.
Sonradan Tayyip Okiç Bey’i tanıdık. Boşnak bir hoca efendiydi. Tayyip Bey’in dersleri hoşumuza gitmeye başladı. Tayyip Bey özellikle tefsir ve hadis konularında aydınlanmamıza vesile oldu. Bir ilahiyatlı olarak bilmemiz gerekeni Okiç Bey bize veriyordu. Bir de Okiç Bey’e takviye olarak Hüseyin Atay vardı. Hüseyin Atay doktorasını yapıp Bağdat’tan yeni dönmüştü. Orijinal bir ders anlatım tarzı vardı. Hüseyin Atay Bey bize nasıl düşünmemiz gerektiğini öğretti. Ondan öğrenene kadar hepimiz düşündüğümüzü zannediyorduk. Fakat onu dinledikten sonra nasıl düşünmemiz gerektiğini bilmediğimizi öğrendim.
Hüseyin Atay İslam felsefecisiydi. O bize nasıl düşünürsek doğru düşünmüş olacağımızı, nasıl düşünürsek yanlış düşünmüş olacağımızı öğretti. Biraz da münakaşalı geçerdi onun dersi. Çünkü çeşitli kliklerden gelmiş arkadaşlar vardı. Sınıfta 90 kişiydik. Bunların 40’ı imam hatip çıkışlıydı. O seneye mahsus ilahiyat fakültesine imam hatiplerden 40 öğrenci almışlardı. Diğer öğrenciler lise çıkışlıydı. Özellikle imam hatip çıkışlı olan ve belli bir kliğin adamı olarak gelen öğrenciler Hüseyin Atay’a çok itiraz ederlerdi.
Hüseyin Atay Bey bize “Kur’ân-ı Kerim’i anlamaya çalışın, düşünce metodunu anlamaya çalışın. İnsan Kur’ân-ı Kerim’le meşgul olursa belli bir dönem sonra Kur’ân-ı Kerim’in mantığı kendisinde oluşur. Siz o mantığı edinmeye çalışın.” diyordu. Orhan Karmış, hocaya itiraz etti. Epey bir öğrenci grubu da onu destekledi. Karmış itiraz ederken şunu dedi:
“Kur’ân-ı Kerim bakkal defteri midir ki herkes gelip Kur’ân-ı Kerim’in sayfalarını karıştıracak, Kur’ân-ı Kerim’den bir şey öğrenecek.”
Orhan Karmış, öldüğü güne kadar o anlayışla yaşadı. “Kur’ân-ı Kerim”in tek başına anlaşılamayacağını, geleneksel olarak yapılan tefsirlerin bize yeteceğini, “Kur’ân-ı Kerim” mealinin okunmaması gerektiğini, tefsir okumaya gerek olmadığını, hayatı devam ettirmek için ilmihâlin yeterli olacağını savundu. O, Hüseyin Hilmi Işık ekolünü devam ettirdi. Hüseyin Hilmi Işık ile bir akrabalığı vardı zannedersem.