Читать книгу Safiye Sultan (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Safiye Sultan
Safiye Sultan
Оценить:
Safiye Sultan

4

Полная версия:

Safiye Sultan

Ne ileride ne geride ne sağda ne solda bir yelken hatta bir gölge görünmemesi -yine öbürlerinden önce- Loredano’yu cesaretlendirdi ve dillendirdi. Fakat asilzade kaptan, Bafa’nın Türkleri yükselten sözlerini, o ilk korku sırasında, unutuverdiğinden mevzuyu tahrifle söze girişti:

“Sinyorita…” dedi. “Bu nasıl söz? Karşınızda Loredanoların kanını taşıyan bir kaptan var. Hangi Türk korsanı, bir ‘Cali Bey’ olmak ister ve önüme çıkmak alıklılığını gösterir?”11

Bafa, acır veya iğrenir gibi budala gencin yüzüne uzun uzun bakarken Kapitano, deminki sükûtunun elemini merhemlemek istedi, söze karıştı:

“Muhterem Loredano, dedesinin babası tarafından bir buçuk asır evvel Gelibolu önlerinde kazanılan deniz zaferini hatırlatmak istiyor. Müsaade ederseniz ben de aynı yıllarda bir ‘Kapitano’nun Osmanlıları Kesendire’den tart, Kristopolis Kalesi’ni (Kavala) onlardan zapt ettiğini size hatırlatmakla müftehir olacağım. Söylemeye hacet yoktur ki o Kapitano’nun asil kanı, hiç bozulmadan bu kölenizin damarlarında dolaşıyor.”

Suranço, bir suçlu gibi kötü kötü düşünüyor ve öbür asilzadelerden -cesur kan itibarıyla- geri kalmaktan ürkerek -işe yarar bir tarih hatırası bulmak için- hafızasını yorup duruyordu.

Bafa da gözlerini ona dikmişti ve maskaralık yarışında bu sersemin nasıl davranacağını öğrenmek istiyordu. Suranço, işte bu müstehzi bakış altında bir iki asır evvelki Venedik tarihini hatırladı, dedelerinin o devirlerde neler yaptıklarını göz önüne getirebildi ve üç beş kere öksürdükten sonra, “budala mağrurlar” kafilesine katılarak şu cevheri yumurtladı:

“Asil arkadaşlarıma son derece müteşekkirim. Çünkü dedelerini yüksek huzurunuzda münasebet getirerek anmakla beni de büyük ceddim Civani Suranço’nun aziz hatıraları arasına sürüklediler, heyecanlandırdılar. Loredano da Kapitano da bilirler ki Gelibolu ve Kesendire zaferlerini kolaylaştıran büyük ceddim olmuştur. Çünkü o, Venedik’ten kalkarak ve bin türlü güçlükler yenerek Konya’ya kadar gitmiş, Karamanoğulları’nı, Osmanoğulları aleyhine ayaklandırmıştı.”

Bafa, yüzlerine tükürmek istediği bu şımarık gençlerin o biçim davrandığı takdirde utanacak yerde, kıvanç duyacaklarını sezdiğinden tükürüklerini heder etmedi. Lakin ölülerin kahramanlığını kendilerine mal etmeye savaşan budalalara edep ve izan dersi vermekten de kendini alamadı:

“Gelibolu nerede, Kesendire nerede, Konya nerede ve yüz elli yıl evvel yurtlarına alın açıklığıyla hizmet eden Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar nerede?.. Cüret, zekâ, haysiyet, bilgi ve namus; para gibi, ev gibi, ad gibi soydan soptan miras kalsaydı, dünyada hiçbir değişiklik olmazdı. Ne yazık ki Gelibolu önünde bir deniz harbi kazanan Loredano’nun torunları henüz bir zafer kazanmamışlar hatta harbin yüzünü görmek imkânını bulamamışlardır. Kesendire kahramanının torunları da aynı durumdadır. Şu hâlde bir tarih satırını bütün bir ömür ve bütün bir aile, zerre zerre yemekten vazgeçmeli, kabilse, o satıra birkaç kelime ilave etmeli.”

Bir lahza durdu, sonra yüzünü buruşturarak içindeki bulantıyı kelime hâlinde heriflerin idrakine kustu:

“Dedelerinizi tanıyorum, Türklerin de nasıl bir cihan olduklarını öğrenmiş bulunuyorum. Fakat siz, mümkün olsa da kendileriyle övündüğünüz dedelerinizle yüz yüze gelseniz, onların kanını taşıdığınızı güç ispat edebilirsiniz. Onun için tarihi rahatsız etmeyelim, susalım.”

Asil olmayanlar yüreklerinde bir tat dolaştığını duyarak için için gülümsediler. Asalet gururuyla bir gemi güvertesinde tarihî hatıraları şahlandırmaya çalışan budalalar ise sillelenmiş gibi kızardılar, sustular. Bafa’yı gücendirmemek kendilerince zekâ borcu ve hülya vecibesi olduğundan şu ağır hakarete tahammül ediyorlardı. Önlerine bakıp dilsizleşiyorlardı. Zaten bahsin münakaşaya tahammülü de yoktu. Bafa, kendilerinden belki daha asil bir ailenin çocuğuydu. O, geçmiş günlerle gıdalanmanın ahmaklık olduğunu söyledikten sonra, kendilerine ancak susmak düşerdi.

Bafa, Türklerin ismini andığı zaman saygı göstermeyen ve bu edepsizlikle de iktifa etmeyerek Türklerin ufak mikyastaki askerî talihsizliklerini dile alan budalalara güzel bir ders verdiğinden dolayı memnundu, sırtını onlara ve yüzünü denize çevirerek gülümsüyordu.

Yarım saat evvelki velveleyle şimdiki sükût garip bir tezat teşkil ediyordu. O geniş güvertede sinek uçsa vızıltısı herkesin kulağına çarpabilirdi. Çünkü bütün erkekler ve onların iradesini topuğuna bağlamış olan Bafa, susuyordu.

Koca gemiye enikonu ıssızlık havası dolduran bu sükûnet belki yarım, belki bir saat sürdü. Tayfadan birinin alı al, moru mor bir durumda ansızın ortaya çıkıp ve Kaptan Loredano’nun önüne gelip “Sinyor, sağımızda bir gemi var!” diye verdiği haber, ortalığı telaşa vermeseydi daha da sürecekti.

Fakat o beş kelime, beş gülle gibi ortalığı altüst etmişti, herkes elini siper yapıp gözünün bütün kudretiyle denizi tarassuda girişmişti ve çenelere bir gevezelik musallat olmuştu. Konuşmayan yoktu, dinleyen görünmüyordu. Yarım saat sonra görünen geminin Türk bayrağı taşıdığı anlaşıldığından vaziyet büsbütün değişti, kaptandan en basit nefere kadar bütün erkekleri korkuyla karışık bir heyecan kapladı.

Gerçi Türklerle Venedikliler o sırada dosttular. Hatta bir Türk elçisi -bildiğimiz veçhile- Venedik’te cumhurreisinin misafiriydi, tantanalı ziyafetlerle ağırlanıp duruyordu ve şu hâle göre de Türk bayrağı taşıyan bir gemiye uzaktan korka korka bakmak manasızdı. Lakin bütün Akdeniz’de dolaşan gemiciler, Türk korsanlarının Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik Cumhuriyeti arasındaki sulhe -otuz yıldan beri- iştirak etmediklerini ve nerede Venedik gemisi görürlerse köpürmüş, kabarmış bir hınç denizi gibi amansızlaştıklarını biliyorlardı.

Bunun sebebi, Venediklilerin iki namert hareketleri olup Türk korsanları -Topkapı Sarayı tarafından ilan olunan sulhe ve affa rağmen-o sefil hamleleri unutmuyorlardı, Venedik bayrağını Akdeniz’de dolaştırmamak azmini besliyorlardı. Korsanların hakları da vardı. Çünkü Venedikliler 1536’da İskenderiyeli genç Mürabit diye anılan meşhur bir Türk denizcisini, sebepsiz ve haksız pusuya düşürerek ölüm derecesinde yaralamışlardı, kumanda ettiği bütün filoyu da zapt etmişlerdi. Vakıanın çirkinliği, elli altmış gemi ile genç Mürabit’in yedi sekiz kadırgalık küçük filosuna hücum eden namerdin Venedik amirallerinden biri olmasından ve bu baskın yapılırken de Osmanlılarla Venediklilerin sulh hâlinde bulunmasından ileri geliyordu.

Genç Mürabit, bire karşı on gemi ile ve pusu kurmak suretiyle hücum eden düşmana boyun eğmedi, her Türk’ün yapacağı şekilde hareket ederek harbi, yani ölümü kabul etti. İlkin amiral bayrağı taşıyan kendi gemisi, sonra iki kadırgası yandı, bin beş yüz Türk, bu yangınlar içinde küle çevrildi. Bizzat Mürabit sekiz on yerinden yaralıydı, gemisi batarken denize atılmıştı. Venedik donanması kumandanı Proveditör Cirolamo Cenapları, bir zafer alayında boynuna zincir vurup teşhir etmek için olacak, yaralı aslanı sudan çıkarttırdı, gemisine aldı. Fakat meramına erip de onu Venedik sokaklarında gezdirttiremedi. Zira duçe ve senato, yurtlarının Türk çizmesi altında tarumar olacağını düşünerek pusucu amirali azlettikleri gibi genç Mürabit’in de yaralarını tımar ettirmişler, elini ayağını öpüp affını dilemişler ve iyileşince emrine mükemmel bir filo verip Afrika sahillerine göndermişlerdi. Osmanlı hükûmeti, Mürabit hakkında yapılan son muameleleri tarziye olarak kabul ettiğinden bu hadiseden harp çıkmadı. Fakat Türk korsanları Venedikli kanında nasıl bir yılan zehri dolaştığını anlayıp intikam hırsına kapıldılar, Sen Mark bayrağı altındaki gemileri uzun müddet düşman teknesi saydılar.

Venedikliler ancak ihtiyatlı hareket etmek ve toplu bir durumda sefer yaptırmak suretiyle gemilerini Türk korsanlarının öç ateşinden koruyabiliyorlardı. Arada sırada da -denizin dili yok diyerek- zayıf buldukları gemilere baskın yapıyorlardı. Mesela buğday yüklemek üzere limanlarına gelen tüccar teknelerini zapt etmekten ve bu şakavet, İstanbul’a aksedince de elçi üzerine elçi yollayıp tarziyeler vermekten, tazminat ödemekten geri kalmıyorlardı. Fakat bir filo kumandanlarının -Venedik’e gelmekte olan- bir Türk elçisini denizde -öldürmek, yok etmek kastıyla- takibe cüret etmesi Venediklilerin sulh için içtikleri andın kıymetini, sözlerindeki değeri bir kere daha meydana koyduğu gibi Türk korsanlarının hıncını da sekiz on kat ziyadeleştirdi.

Bu elçi, Yunus Bey adlı bir Türk diplomatıydı. Bir Türk gemisinin Korfo sularındaki Venedik donanması tarafından zapt edilmiş olmasından dolayı, ihtarlarda ve tazminat talebinde bulunmak üzere Venedik’e gidiyordu. O, üç kadırgalık küçük bir filo ile yola çıkmıştı. Cumhur’un dolgun mevcutlu bir donanması -yine denizin dili yoktur kanaatiyle- bu küçük filoyu yok etmek hevesine kapıldı, açık denizde taarruza geçti.

Yunus Bey’i getiren filo, harp için hazırlanmamış ve dost bir devlet merkezine doğru yola çıkmanın verdiği emniyetle zayıf bir durumda bulunmuş olduğundan Cumhur donanmasının hücumuna karşı koyamadı, kaçmaya çalıştı, Himara sahillerinde karaya oturdu. Ora halkı, Türklere saygı göstermediler, hayli sıkıntı verdiler ve Yunus Bey’in rütbesine öğrenince edepli davrandılar.

Bu hadise, Venedik aleyhine harp açılmasını zaruri kılacaktı. Lakin Venedik duçesi, senatosu -İstanbul’un vakayı haber almasından önce- harekete geçti, Yunus Bey’in kadırgaları üzerine yürüyen Kont Grade Niko’yu zindana attı, Korfo sularında bir Türk gemisi zapt eden filo kumandanı Proveditör Kontarini’yi de muhakeme altına aldı, İstanbul’a etraflı tarziyeler verdi, rüşvetler sundu. Fakat Türk korsanları, silahsız elçilere bile hücum etmeyi kabul eden Venedik ahlaksızlığını affetmedi, öç alma siyasetini kuvvetlendirdi.

İşte Bafa’yı taşıyan gemideki asilzadeleri ve kaptanından dümen neferine kadar bütün o cesur denizcilerini renkten renge sokan, telaş içinde bırakan sebep buydu. Görünen geminin korsanlara ait olması ihtimaliydi. Eğer o ihtimal doğru çıkarsa harp muhakkaktı. Yani Türklerin Venedik gemisine saldırmaları yüzde yüz beklenebilirdi ve bu, felaket kelimesiyle de ifade olunamayacak kadar büyük bir talihsizlik olacaktı. Çünkü iki kere ikinin dört etmesi nasıl tabii ise tek bir Türk gemisinin yine tek bir Venedik gemisini haklaması da o ayarda tabiiydi. Hatta manevi veya maddi bir sebeple, göze görünmeyen ve akla sığmayan bir amilin zoruyla iki kere iki bazen beş yahut üç olabilir. Fakat bir Türk’ün bir yahut iki yahut üç Venedikliyi bir çırpıda mağlup etmesi, tepelemesi, daima doğru çıkan ve çıkacak olan bir hakikatti.

Korfo’ya doğru süzülen galeryadaki asilzadeler, askerler, tayfalar, kürekçiler de işin böyle olacağını bildiklerinden sararıp soluyorlardı. Bayılıp ayılıyorlardı. Herkes sersemlediği için gemi de başıboş kalmıştı. Gelişigüzel deniz üzerinde yuvarlanıp gidiyordu. Hâlbuki enginde görünen Türk gemisi, nereye doğru süzüleceğini tespit etmişe benziyordu. Gittikçe büyüyen bir deniz ejderi hâlinde Venedik teknesinin üzerine doğru koşa koşa geliyordu.

Erkeklerin telaşına, manasız kekelemelerine karşı gözünü ve kulağını kapamış görünen Bafa, deniz üstünde belirişi bir tehlike işareti olarak kabul olunan geminin gerçekten Türklere ait olduğuna kanaat getirdikten sonra yüzünü kaptan Loredano’ya çevirdi.

“Bu geliş…” dedi. “Avcı gelişine benziyor. Harp edecek misiniz?”

Daha bir iki saat önce, tarihî hatıralardan gurur hissesi almak isteyen ve Türklere -tek bir Türk’ün bulunmadığı yerlerde- meydan okuyan Loredano’nun ilkin dudakları, sonra çenesi titredi, dişleri arasından şu miskin birkaç kelime döküldü:

“Kuvvetler arasındaki nispeti bilmiyorum, şerefimizi tehlikeye düşürmekten korkuyorum.”

Bafa’nın gözleri Kapitano’nun yüzüne dikilince o, asilzade hemşehrisinden daha akıllı davrandı, korkaklığın ağırlığını güzel kızın varlığına yükledi:

“Harp etmek kolay. Fakat sizi muhataraya düşürmek meselesi var.”

Suranço da bu ara mırıldandı, Kapitano’nun yumurtladığı cevhere cila verdi:

“Biz ölmeye hazırız. Sizin yaşayacağınıza emin olmak şartıyla!..”

Bafa, İtalyan kamusunda bulunan en ağır kelimeleri bir araya getirerek ve onları tükürükten bir zarfa koyarak sırayla şu üç asilzadenin yüzüne fırlatmak için hafızasını yoruyordu. Yüreği bulana bulana tahkir cümleleri hazırlamaya savaşıyordu. Fakat top menziline girmiş olan Türk gemisinden uçup gelen ilk gülleyle galeryadaki Venedik bayrağı uçup gidince ihtiyarsız titredi, hakaret etmek istediği gençleri o suretle küçültmekten vazgeçti; cesaretlendirmeye yeltendi:

“Haydi!” dedi. “Ne duruyorsunuz? Vazife başına geçsenize! Yoksa teslim mi olmak istiyorsunuz?”

İkinci, üçüncü ve dördüncü gülleler yelkenleri, direklerden bir kısmını tarumar ederken Loredano, Bafa’nın önünde diz çöktü, yalvardı:

“Emri siz verin, topçulara siz kumanda edin. Ben size baka baka, harp işareti veremeyeceğim.”

Güzel kız, gözlerini göğe kaldırarak ilahtan bir şeyler niyaz etmek isterken gemi mürettebatının grandi direğine beyaz bayrak çektiklerini gördü, iliğine kadar titreyerek o işareti Loredano’ya gösterdi:

“Askeriniz sizi iyi tanımış! İşte bu tanımanın vesikası da çirkin çirkin sallanıyor!”

Ve yüzüne enikonu renk gelen, yüreğine neşe dolan Loredano’nun yakasını tutarak olanca kuvvetiyle sarstı:

“Şimdi, şimdi…” dedi. “Yolumuzu kaybediyoruz, başka bir yola düşüyoruz. Bu yeni yolun adını olsun söyleyecek kadar cesaretin var mı?”

Zillet yolu, esaret yolu, hakaret yolu, felaket yolu gibi bir cevap alacağını umuyordu. Fakat Loredano, küstah küstah sırıttı, şu sözleri söyledi:

“Baht yolu sinyorita, baht yolu! Biz fâniler hep bahtımızın esiri değil miyiz? Burnumuzun dibinde sandığımız Korfo’ya giderken Türklerin taarruzuna uğrayıp yolumuzu şaşırmamız da baht işidir. Gam yemeyin, tahammül gösterin!”

O sırada Türk gemisi de pek mahirane manevralar yaparak, muhtelif genişlikte daireler çizerek galeryaya yanaşmak üzereydi. Bafa, mukadderata boyun eğmişti ancak kendisinin gençliğine, güzelliğine, zekâsına ve bütün benliğine tasarruf edecek şahıs veya şahısları görmek ihtiyacını duyarak nemli gözlerini, mağlup ve namert galeryaya rampa etmek üzere bulunan Türk teknesine çevirmişti. Birden o nemli gözler büyüdü, solgun dudaklar titredi ve güzel Bafa -sevince de hayrete de delalet eder bir sesle- bağırdı:

“Deli Cafer Reis, Deli Cafer Reis!”

Doğru görüyor ve doğru söylüyordu. Dört gülleyle koca bir galeryayı teslime mecbur eden Türk gemisinin güvertesinde Deli Cafer’in heybetli endamı yükseliyordu. Üç gün önce Venedik’te arşın arşın kumaş satan, duçeler sarayında harp hikâyeleri, düğün masalları anlatan iri boy Türk, bu korsan gemisi güvertesinde -o kırmızı cepkeniyle, kırmızı fesiyle ve kuşağıyla- kızıl kana boyanmış bir harp ilahı gibi muhteşem görünüyordu.

Bafa, bu müşahedede hakikati de görmüş oluyordu. Çünkü Deli Cafer’le karşılaşmak, Adriyatik Denizi’nin ağzında tekevvün eden şu vakıanın sırrını okumak demekti. Evet, Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar ve bu harp gemisi, tesadüfün zoruyla değil duçeler sarayında üç Türk’ün baş başa vererek yaptıkları anlaşma üzerine işte “baht yoluna” düşüyorlardı. Daha doğrusu Türkler, kendini yakalamak için Venedik Cumhuriyeti’nin bir gemisini ve bir sürü Venedikliyi esir ediyorlardı.

Bu vaziyette ne yapmak lazımdı? Bafa, baygınlık verecek kadar artmış bir heyecan içinde o suale cevap bulamıyordu. Esirdi ve esirlerin mutlak bir itaatten, mutlak bir inkıyattan başka hakları olamadığını biliyordu. Lakin kendini esir eden kuvvetin daha dün yine kendi güzelliği önünde ne samimi hayranlıklar gösterdiğini düşününce sade ve miskin bir esirden bambaşka bir şey olduğunu anlıyordu. Başını dik tutmak istiyordu. Bununla beraber Türklerle yan yana gelince ağlamak mı somurtmak mı yoksa gülümsemek mi şence görünmek mi lazım geleceğini kestiremiyordu.

Böyle sık dokuyup ince elemeye vakit de müsait değildi. Korsan gemisi kancaları atarak galeryayı kendine bağlamıştı. Manga manga askerlerini mağlupların yanına göndermek üzere bulunuyordu. Bundan ötürü Bafa, hadiselerin inkişafını beklemeye ve göreceği muameleye göre hareket etmeye karar verdi.

Deniz harplerinde, hele o devirde, kara harpleriyle kıyas kabul etmeyecek derecede hızlı davranılırdı. Çünkü deniz, kazanılmış bir zaferi hezimete çevirmeye muktedir unsurlardandı. Muharipler, onun ansızın coşup haileler vücuda getirmesinden korktukları için iş başında pek çevik hareket ederlerdi. Türkler ise süratin, atılganlığın, çabuk iş görürlüğün birinci sınıf numunelerini teşkil eden bir milletti. Denize bile “emrivaki”ler yapmak fırsatını kolay kolay vermezlerdi.

Bu sebeple Bafa çok beklemedi, bir bölük kadar Türk askerinin galeryaya sıçradığını gördü. Önlerinde Deli Cafer vardı, eli yatağanının kabzasında olduğu hâlde -teslim bayrağı çekildikten sonra sessizce sıralanmış olan- gemi mürettebatının yüzüne bile bakmadan hızlı hızlı yürüyordu. Askerler, ondan emir almaksızın vazifelerini yapmaya başladıkları, Venedik dilaverlerini ikişer ikişer yakalayıp kendi gemilerine götürdükleri için Deli Cafer’in ardında sekiz on kişilik bir manga kalmıştı.

O, işte bu muhtasar takımın başında yürüdü, yürüdü, Bafa’nın yanına geldi, çelikten bir dağ parçasının reverans yaptığı zehabını uyandıran heybetli bir eda ile eğildi.

“Küçük hanım…” dedi. “Sizi esir edenlerin kendilerini size karşı esir saymakla iftihar ettiklerini söylemekliğime müsaade eder misiniz?”

Ve kızın konuşmasına meydan vermeden ilave etti:

“Belki korktunuz. Fakat yanınızda gemiciler vardı. Onların, düşmanca davranmak ve düşman gemisi batırmak isteyen Türklerin bizim yaptığımız gibi davranmayacaklarını size söyleyeceklerini umarak o üç dört gülleyi savurduk. Yanınıza da çabuk geldik, kendimizi tanıttık.”

Bafa, kaşlarını çattı.

“Yanımıza…” dedi. “Geldiniz. Lakin dost gibi değil.”

Ve elini uzatarak gemiden götürülen dilaverleri gösterdi:

“Arkadaşlarımdan ayrılıyorum. Bu, dost işi midir?”

Deli Cafer, yüksek bir heyecan içinde on kat daha güzelleşmiş olan Venedik dilberini uzunca bir lahza süzdü, kelimeler üzerinde dura dura sordu:

“Arkadaşlarınızın esir edilmemesini mi istiyorsunuz?”

“Tabii!”

“Venediklilerin Türk gemilerine namertçe baskın yaptıklarını bile bile mi bunu istiyorsunuz?”

Kız, göz bebeklerinin içine kadar kızarmakla beraber tereddüt etmeden cevap verdi:

“Evet!”

“Bu geminin de serbest bırakılmasını arzu ediyor musunuz?”

“Tabii!”

“Ya kendiniz için ne düşünüyorsunuz?”

“Baht yolunda gözü kapalı yürümeyi!”

Deli Cafer, derin derin düşündü. Sonra bir elini Bafa’nın omzuna koydu.

“Biz…” dedi. “Size baht yolu değil, taht yolu açıyoruz. Çünkü sizi şevketlu padişahın büyük oğluna armağan götüreceğiz. Osmanlı tahtı ona kalacağı için siz de er veya geç, imparatoriçe olacaksınız. Ben şimdiden sizi o sıfatla selamlıyorum, emirlerinizi kabul ederek gemiyi de içindekileri de serbest bırakıyorum. Yalnız siz, lütfen bizim gemiye buyurun!”

Bafa, Osmanlı sarayında Bizanslı, Sırbistanlı, Rusyalı prenseslerin ne muhteşem hayat geçirdiklerini -masal gibi- dinlemiş ve henüz yakın bir tarihte ölen Hürrem Sultan’ın yaptığı işler hakkında da epeyce bilgi elde etmiş bulunuyordu. Kubat Çavuş’la Deli Cafer’i, Kara Kadı’yı Venedik’te gördükten sonra -yerinde izah ettik- Türklere büyük bir incizap beslemeye başlamıştı. Fakat hiçbir zaman hatırına imparatoriçe olmak gelmediği gibi Türklerin arasına düşmek de hayalinden geçmiş değildi. Bu sebeple, duygularında garip bir kargaşalık vardı. Yurdundan, yuvasından, anasından ve babasından ayrılacağını düşündükçe içine sızılar yayılıyor, gözleri dolu dolu oluyordu. Dünyanın en kuvvetli, en zeki, en nazik, en güzel milleti olan Türkler arasında o kuvveti, o zekâyı, o nazikliği, o güzelliği bol bol hissederek ve onlardan kalbiyle, ruhuyla hatta etiyle istifade eyleyerek yaşayacağını düşününce de içine yayılmış sızılar geçiyor, yerine tatlı bir helecan geliyor, gözleri de gülmeye başlıyordu. Deli Cafer’in sözleri, bu duygu kargaşalığını birden giderdi, genç kızı hayal ve heyecan âlemlerine sürükledi. Bütün benliğine neşeli bir uysallık getirdi. Artık -suni olarak da- somurtamıyordu, tatlı bakışlarıyla heybetli Türk’ü kucaklayarak durumundan mahzuz ve mesut görünüyordu.

Deli Cafer, toy kızın esirlik felaketini saadet olarak telakki etmekte gecikmediğini görünce yana çekildi.

“Buyurunuz…” dedi. “Bizim gemiye geçelim. Orada esirleri siz azat edersiniz.”

İki üç dakika sonra, onu Kara Kadı karşılıyordu. Lakin genç ruhlu ihtiyar korsan bu istikbal sırasında yalnız değildi, duçeler sarayında kıymetleri Kubat Çavuş tarafından ballandıra ballandıra anlatılan iki meşhur cüce de yanındaydı. Bafa, o canlı insan minyatürlerini görünce -nasıl bir vaziyette bulunduğunu unutarak- ellerini şımarık şımarık çırptı, şen şen bağırmaya girişti:

“Aman, ne güzel şeyler, ne zarif oyuncaklar!”

Ve cüceleri uzun uzun muayene ettikten, evire çevire seyreyledikten sonra Kara Kadı’yı selamladı.

“Affedersiniz…” dedi. “Cüceleriniz, o kadar hoşuma gitti ki sizi selamlamayı unuttum.”

Ve biraz sıkılarak Deli Cafer’in kulağına fısıldadı:

“Bu cüceleri arkadaşınız bana verir mi?”

O, boyun kırdı:

“Yarın imparatoriçe olacak bir hanımın en küçük arzusunu yerine getirmek bizim için en büyük vazifedir. Şu hâlde cüceler sizindir efendim!”12

Bafa, tehlikeden kaçmanın ve ne şekilde olursa olsun yaşamanın şeref gibi, haysiyet gibi, namus gibi şeyler uğrunda ölmekten çok daha akıllıca bir iş olduğunu ispat etmiş olan Venedik dilaverlerini gemilerine geri yollattıktan sonra kendi evinde bulunuyormuş gibi harekete başladı, imkân nispetinde açılıp saçıldı, Deli Cafer’le ve Kara Kadı ile Türk hayatına dair konuşmalara girişti. En çok temas ettiği mevzu, Osmanlı veliahdının şahsı ve sarayı idi. Evirip çevirip sözü oraya getiriyordu. Şehzade Murat’ı görmeden tanımak hırsıyla bin türlü sualler sıralıyordu.

Fakat cücelerden de ayrılmıyordu. Türkçeden başka birer düzine dil bellemiş ve her birini o dille konuşan bir anadan doğmuş gibi tekellüm etmekte bulunmuş olan bu canlı minyatürler aynı zamanda mükemmel birer mukallit, mükemmel birer hokkabaz olduklarından Bafa’yı kendilerine hayran edip bırakmışlardı. Maymundan file kadar her hayvanın, sekiz on millete mensup -dişili, erkekli- insanların -gerçeğinden ayırt edilmesine imkân olmayan bir sıhhatle- seslerini ve birtakım karakteristik hareketlerini taklit etmekle, gözden sürme çekmek derecesinde ustalıkla da hokkabazlıklar yapmakla genç kızı âdeta büyülemişlerdi.

Deli Cafer’le Kara Kadı onun yurdundan ve yuvasından ayrılmak elemiyle hırçınlaşmamasını, ağlayıp sızlamamasını, kendi hesaplarına uygun bir durum olarak kabul etmekle beraber, ibrete değer bulmaktan da geri kalmıyorlardı. Çünkü beniâdem denilen mahluklara Allah’ın, tabiatın ve bahtın tattırabileceği en büyük acı -iki deniz kurdunun inancına göre- esir olmaktır, yurttan ve yuvadan uzak kalmaktır. Yine onların kanaatlerince, bir erkek veya bir kadın, herhangi bir iğrenç hastalıktan, bir esirin tattığı ızdırabı duyamaz. Etleri parça parça dökülen, ciğerleri tutam tutam burunlarından düşüp dağılan, gözleri sönen, yürekleri delinen hastaların hissettikleri acı, düşman eline düşmüş ve vatandan cüda kalmış bir esirin duyduğu elemle ölçülemez. Çünkü esir olmak, cennetten cehenneme düşmektir. Esir olmak havasızlığa mahkûm kalıp her nefes alıp verişte bir kere boğulmaktır. Ondan dolayıdır ki yurdunda ekmek bulamadığı ve esir olarak yaşadığı memlekette refaha kavuşturulduğu hâlde gözü hep vatanına çevrili kalmak esirlerin belli başlı şiarıdır. Esir, o sıfatla altın köşklerde yaşamaktan ise yurduna kavuşup çöplükte yaşamayı tercih eder.

Hâlbuki Bafa, kendini baba kucağına götürecek bir yoldan zorla ayıranlarla bir lahzada kaynaşmıştı. Gülüp eğleniyordu ve en küçük bir ızdırap duymuyordu. Acaba bu kayıtsızlık millî bir redîe miydi yoksa iğrenç bir terbiyenin neticesi miydi?..

Deli Cafer’le Kara Kadı ne sosyologdular ne psikolog. Yalnız “insan ruhunun ne gibi tecellilerle temiz ve ne gibi tezahürlerle pis sayılması lazım geleceğini” Türk içtimai heyeti içinde yeni ve yabancı misallerle öğrenmişlerdi.

Değişmesine imkân olmayan o bilgiye istinat ederek Bafa’nın esirlikten elemlenmemesini ruhi bir pislik olarak telakki ediyorlardı, enikonu tiksiniyorlardı. Eğer o, birkaç gün ağlayıp sızlamış olsaydı, hiç de böyle düşünmeyeceklerdi ve kıza tesliyet vermek için ellerinden geleni yapacaklardı. Fakat şimdi derin bir hayret ve derin bir iğreniş içinde onun varlığına karşı kayıtsız kalmak zorunu duyuyorlardı.

Kara Kadı bir aralık insaflı bulunmak istedi. Deli Cafer’in yanında Bafa’yı müdafaaya yeltendi:

“Canım…” dedi. “Haksızlıkta ileri gitmeyelim. Bu Venedikli kız, nihayet bir çocuktur. Şöyle eğilip koklarsak ağzında henüz süt bulunduğunu görürüz, Böylesi bir çocuğa, yakında Osmanlı padişahının karısı olacaksın, dersek onda akıl kalır mı, fikir kalır mı?”

bannerbanner