Читать книгу Safiye Sultan (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Safiye Sultan
Safiye Sultan
Оценить:
Safiye Sultan

4

Полная версия:

Safiye Sultan

Deli Cafer, işte bu umumi ve derin hayret içinde sözünü bitirdi, yüzünü Bafa’ya çevirdi:

“Turgut Reis’in yanında o gün ben de vardım, Kara Kadı da vardı. Bir koyun sürüsünü suya götürür gibi şarkı ırlıyarak gemileri yürütmüştük. Fakat kuvvet bizim değildi, Turgut’undu. Ona da bu iktidar aşktan geliyordu.”

Bafa, ruhları dalgınlaşan o cemaat içinde ilk uyanan idrak oldu ve mahmur mahmur sordu:

“Turgut Reis âşık mıydı?”

“Evet, âşıktı.”

“Kime?”

“Savaşa!”

Bu kısa cevabın en büyük bir hakikat taşıdığını -aşkla, şevkle-anlatmaya da girişecekti. Fakat Türk celadetini, Türk hamasetini, Türk dehasını tek bir menkıbenin canlı çerçevesi içinde Venediklilere seyrettirmeyi siyaset bakımından doğru ve gerekli bularak Cerbe vakasını Deli Cafer’e naklettirmiş olan Elçi Kubat Çavuş araya girdi:

“Kara Kadı amca…” dedi. “Senden de Nasuh ile Cafer’in hikâyelerini dinleyelim. Bir harp hikâyesinden sonra tatlı bir kıssa dinlemek sinir yatıştırır.”

Ve duçeye hitap ederek nasıl bir mevzu seçtiğini izah etti:

“Nasuh ile Cafer, Kara Kadı amcanın cüceleridir. Ne Osmanoğulları sarayında ne Çin-i Maçin’de ne de bir başka yerde onlardan daha küçük boylu insan yoktur. Rahmetli Sultan Süleyman bu minimini mahlukları haber alınca kendilerinin değil, sahibi olan Kara Kadı’nın ağırlığınca altın verip onları sarayına almak istedi. Fakat o sırada bu ammiler devlet hizmetini bırakıp savuşmuşlardı. İzlerini bulmak, cüceleri almak mümkün olmadı.”

Kara Kadı’ya bakarak sustu, o da bu bakıştaki manayı anlayarak anlatmaya koyuldu:

“Nasuh’la Cafer, bir boydadır, bir çaptadır. Teraziye koyuşumda ağırlıkları bir gelir. Ne yarım dirhem aşağı ne yarım dirhem yukarı. İkiz olmadıkları hatta bir memleket halkından bulunmadıkları hâlde, birbirlerine denk olmaları, yüzce de benzer görünmeleri şaşılacak bir şeydir. Ben her ikisini birlikte terbiye ettim, okuttum, yetiştirdim. Şimdi Nasuh kaç dil bilirse Cafer de o kadar dil bilir. Cafer ata ne kadar iyi binerse Nasuh da o kadar güzel at kullanır. Nişancılıkta, cirit oyununda, yüzmekte, gemi kullanmakta ikisi de birinci sınıf ustalardandır. Fakat biri öbürkünden üstün değildir. Zavallıların beceremedikleri tek bir sanat var: Pehlivanlık! Cüsseleri müsait olmadığından o sanatta yaya kaldılar.”

Herkes bu uzun övüşleri -alık alık ve ağızları açık- dinlerken Bafa sordu:

“Cücelerinizin boyları ne kadar?”

“Benim elimin ölçüsüyle üç karış!”

Bafa’nın gözü Kara Kadı’nın kalın ve kuvvetli eline kaydı, koca koca gemileri birer kuzu uysallığıyla karada yürüten o elin kalınlığına ve kuvvetliliğine rağmen fazla bir uzunluk taşımadığını gördü:

“Benim elimle…” dedi. “Beş karış demek. Çok küçük şeyler. Nerede buldunuz bunları?”

Kubat Çavuş müdahale etti:

“Nerede bulunduğunu öğrenmekten bir şey çıkmaz. Şimdi nerede bulunduklarını sorunuz ki talihiniz varsa kendilerini görebilirsiniz.”

Kara Kadı, derin derin Bafa’nın yüzüne baktı ve ağır ağır cevap verdi:

“Cücelerim gemidedir, gemi de biliyorsunuz, Venedik limanındadır. İsteyen teşrif eder, cücelerimi görür, kendileriyle konuşur.”

Bafa, içini çekti.

“Yarın…” dedi. “Yorgunum, öbür gün hazırlıklarımı tamamlamaya mecburum, daha öbür gün yolcuyum.”

Deli Cafer de Kara Kadı da -heyecanla- sordular:

“Ay yolculuk mu var?.. Nereye?”

“Korfu’ya, babamın yanına gidiyoruz. İki gün sonra Venedik’ten ayrılacağız.”

Elçi Kubat Çavuş’un kaşlarını kısa bir lahza çatıklaştıran heyecanlı tavırlarının manasızlığını, daha doğrusu yersizliğini anlamış olan deniz kurtları, soğukkanlılıklarını ele almışlardı. Bafa’nın yolculuğunu vesile yaparak ve onun dilbaz, canbaz, sihirbaz, dekkebaz cüceleri görmekten korktuğu için Korfu’ya kadar kaçmaya hazırlandığını söyleyerek şakalaşıyorlardı. Kubat Çavuş bir müddet bu şakalaşmayı dinledi, sonra kendi de latife ediyormuş gibi görünerek bahse başka bir mecra verdi:

“Sevgili amcalarım…” diyordu. “Küçük hanım bilinmez ve bulunmaz bir yere gitmiyor ki. Korfu, hepimizin bildiğimiz bir yer. Otuz yıl önce, Venedikli dostlarımızla orada küçük bir güreş de yapmıştık, galip, mağlup belli olmadan ayrılmıştık. Siz, dilediğiniz zaman adaya gider, küçük hanıma cücelerinizi gösterebilirsiniz.”

Ve sonra kafataslarının içine, yüreklerin en gizli köşelerine bakar gibi görünen kudretli gözlerini Bafa’nın latif yüzüne dikti.

“Ben…” dedi. “Duçe cenaplarına rica edeyim, siz de babanızı balyosluğu kabul için kandırınız, Korfu’dan İstanbul’a gidiniz. Orada, harp filolarını, koyun sürüsü gibi ıslık çala çala yürüten şu babayiğitlerin binlercesine, hikâyelerini dinlerken ağzınızın sulandığını duyduğunuz cücelerin daha mükemmellerine ve her şeyin en iyisine rast geleceksiniz. İstanbul, Türk olalıdan beri, Tanrı’nın beğendiği yerlerden biri olmuştur, Orada şimdi hava, biraz cennet kokusu taşır. Su, enikonu kevserleşir. Güneş ise bütün İstanbulluları örten kızıl ipekten işlenmiş bir mantoyu andırır. Bu manto, büyülü olduğu için yazın serinlik, kışın sıcaklık hissettirir ve hiçbir mevsimde üşütmez, terletmez. Ya mehtapları…

Sizi inandırmak için dinime yemin ederek söylüyorum: İstanbul’un her mehtabı hemen hemen sizin kadar güzeldir.”

Bafa “Ne güzel yalan söylüyorsunuz elçi bey!” diye kahkahayı koparırken Kubat Çavuş, etrafındakileri telaşa düşürecek derecede ciddileşti.

“Dinime…” dedi. “Yemin ettiğimi söylediğime göre, sözlerime inanmanız lazım gelir. Siz, buralardan görünen mehtaplar kadar değil, İstanbul’un akıllar alan, yürekler hoplatan mehtapları kadar güzelsiniz. Öğüdümü kabul eder de İstanbul’a giderseniz her ay beş altı gün göğe asılan o nurdan aynada kendinizi görebilirsiniz.”

Bunlar, bu sözler Bafa’nın şuuru üzerinde silinmez izler bırakıyor ve sinirlerine karışıklık veriyordu. Deli Cafer, Kara Kadı ve Kubat Çavuş, efsunlu bir müselles gibi dimağında hep birden yer almış olup o dimağ, cazip olduğu kadar garip ve garip bulunduğu kadar da cazip olan bu müsellesin incitmeyen sıkleti altında tatlı tatlı sallanıp duruyordu.

Türkleri, toy kalbinin bütün temizliğiyle artık güzel ve yüksek buluyordu. Türklüğe karşı -müstesna bir zümrüt, eşsiz bir inci için duyulan incizaplara benzer- bir temayül hissediyordu.

Bu hızlı kapılışta, aralarına düştüğü üç Türk’ün bedenî olgunluklarıyla terbiyevi yüksekliklerinin, durumda ve tutumda belirttikleri gösterişsiz zarafetin tesiri pek tabii olmakla beraber, onu kısa bir lahza içinde Türk’e âşık yapan kuvvetli amillerden biri de ziyafet salonunda toplanan hemşehrileriyle o üç Türk arasındaki yaradılış farkıydı. Bafa, o güne kadar, bir duçe başını, bir duçe sarayı kadar muhteşem görüyordu. Bir senatör, bir has müşavir, onun gözünde yarı ilahlaşmış şahsiyetlerdi. Fakat bu gece, o görüş, o telakki temelinden değişivermişti. Çünkü -Sen Marko Meydanı’nda arşınla kumaş satan ve korsanlıktan gelme olduklarını söylemekten çekinmeyen- Deli Cafer’le Kara Kadı’nın, onlarla aynı hamurdan yaratıldığı anlaşılan Kubat Çavuş’un Venedik devlet adamlarını her bakımdan sıfır seviyesine indirdiklerini gözüyle, şuuruyla, kalbiyle görmüş bulunuyordu.

Türkler, duçenin vakarına bakarak, senatörlerin çalımını pabuçlarına çiğneterek, has müşavirleri uşağa çevirerek yürüyorlar ve onlarla konuşurken aslanların tavşanlara birkaç mırıltı ikram etmelerini andıran bir ağız kullanıyorlardı.

İşte bu müşahede, genç kızın idrakinde garip bir değişiklik, kanaatlerinde yaman bir yıkılış vücuda getirmişti. Evvelce korkunç olarak tanıdığı Türkler, şimdi ona başları yıldızların kucağına yaslanmış dağlar kadar azametli görünüyordu. Bu dağlarda çimenin, çiçeğin, rengin ve ıtırın en güzeli vardı ve onların eteğinde dolaşmak bile insanı bahtiyar bir sarhoşluğa kavuşturabilirdi. O sarhoşluğa ki insani ve vicdani olduğu için gelişigüzel uyanıklıklarla ölçülemezdi, tartılamazdı.

Bafa, Türk cazibesine kapılmanın benliğinde uyandırdığı kargaşalıklar arasında gemileri karada yürüten kahramanlarla bin Venediklinin toptan beceremeyecekleri işleri bir karış boylarıyla başarıveren cüceleri de sık sık düşünmekten kendini alamıyordu. Henüz müphem, henüz renksiz ve silik olmakla beraber, genç kızın içinde o kahramanların eliyle itilmek, yürütülmek, uçurulmak ve o cücelerin hünerleriyle hayretten hayrete düşürülmek için bir iştiyak var gibiydi.

Bu rüşeymî duyguda o, yalnız değildi. Salonları dolduran renk renk kadınlar da aynı müphem incizabın, iştiyakın ve ihtiyacın hummasını yaşıyorlardı.

Bununla beraber Bafa, ruhi bir silkinişle kendini toplamaktan geri kalmadı, Kubat Çavuş’a cevap verdi:

“İltifat ediyorsunuz, beni şımartıyorsunuz ekselans. Fakat anlıyorum ki benim İstanbul’a gitmemi gerçekten istiyorsunuz. Bu arzunuz acaba benimle sık sık görüşmeye yol bulmak düşüncesinden mi doğuyor?”

Elçi, litrelerle şarabın sersemletemediği vakur başını şöyle bir kaldırdı. Sofrayı saran kadınları birer birer gözden geçirdi:

“Türk ili dile alındığı zaman biz Türkler kendimizi unuturuz. Ben de memleketimin güzelliklerini saymaya savaşırken kendimi düşünemezdim ve düşünmemiştim.”

“O hâlde ekselans?”

“O hâlde hakikat şudur: Biz Türkler, her şeyin en güzelini memleketimize layık görürüz. Siz de kadın güzelliğinin en yüksek numunelerinden birisiniz, istiyorum ki yurdumuzun bir köşesi sizinle aydınlansın ve sizin ciğerlerinize bizim yurdun temiz havası girsin!”

Manalı manalı Deli Cafer’in, Kara Kadın’ın yüzlerine baktı.

“Siz de…” dedi. “Benim gibi düşünüyorsunuz, değil mi? Öyleyse, ulu Tanrı’nın şu güzel Bafa’yı Türk yurduna nasip etmesi için candan, yürekten dua edelim, sofradan da kalkalım!”

Kadınlardan fazla sarhoş olanlar, “Kıskandık ekselans. Bizi güzel bulmuyorsunuz demek.” gibi sözlerle sarkıntılığa yeltenirlerken, Kubat Çavuş kalktı, Bafa’yı Deli Cafer’in koluna taktı, çakırkeyif madamlardan birini de Kara Kadı’ya yoldaş etti, kendisi duçenin koluna girdi.

“Siz…” dedi. “Yalnız dinlediniz, biz de boyuna konuştuk. Şimdi vaziyetlerimiz değişecek: Dinleme nöbeti bize, konuşma sırası size gelecek!”

Duçe Jerom, iliğine kadar sevinç içindeydi. Çünkü Don Mikez’in Topkapı Sarayı’ndaki seyislerden farksız olduğunu öğrenmiş ve Kor-fu valisinin İstanbul’a balyos olarak gönderilmesi hâlinde birçok kazançlar elde edileceğini de sezmiş bulunuyordu. Bu büyük müjdeleri kendiliğinden vermiş olan elçi Kubat Çavuş’u memnun etmek için günlerce konferans vermeye, nutuklar sıralamaya razıydı. Hâlbuki ziyafet programı, kendisine öyle bir külfet yüklenmesine imkân bırakmıyordu. Yemekten sonra müzik vardı. En şöhretli üstatlar, en kıymetli besteleri -elçi bey şerefine- terennüm edeceklerdi. Daha sonra komik ve trajik sahneler gösterilecekti, arada dans edilecekti.

Duçe, bütün bunları elçi beye hatırlattı ve programın madde madde tatbik edilmesi için izin istedi. Kubat, kendi dolabını çevirmekle meşgul olduğundan bu ricaya ciddi bir ilgi göstermedi, sade bir “hayhay” deyip Kara Kadı ile gizli bir muhavereye girişti. İki Türk ana dilleriyle fakat dudak dudağa konuşuyorlardı. Kelimeleri yanı başlarındaki Deli Cafer’e bile duyurmaktan çekiniyorlardı. Garip olan nokta, Deli Cafer’in -tek kelimesini duymadan- o muhavereyi anlar gibi davranması ve ara sıra Kara Kadı’ya gözüyle, kaşıyla fikirler telkin etmesiydi. Yetmişlik deniz kurdu, bu telkinleri yaparken, diz dize oturduğu güzel Bafa’ya bir şey sezdirmemeyi de göz önünde tutuyor ve eski Türk düğünlerini anlatmak suretiyle toy kızın idrakini kendi iradesi altında bulunduruyordu.

Program işte bu vaziyette madde madde tatbik ediliyordu. Elçi beyle hemşehrilerini eğlendirmek yolunda her zahmet ihtiyar olunuyordu. Bir kısım kadınların programa dâhil olmayan numaraları ise gerçekten eğlenceliydi. Venedik hazinesinin altın kitabına adlarını sokmak fırsatını kaçırmış olduklarını anlayan bu madamlar, şaraptan aldıkları ilham ve kuvvetle, üç Türk’ten birinin mahrem hatıraları arasında yer almaya çalıştıkları için programa bağlı oyunları kıymetsizlendirecek hünerverlikler gösteriyorlardı, akla ve hayale sığmaz vesileler bulup elçinin, Deli Cafer’in, Kara Kadı’nın kolları arasına yükselmeye savaşıyorlardı.

Onlar, istihzaya da tenezzül etmekten uzak bir durumdaydılar, sadece vakur idiler, düzinelerle kadın gözünün -her çeşit sadakayı kabule hazır- birer keşküle döndüğü ve o kadınlardan birçoğu -çeşit çeşit kelime oyunları yaparak- aşk dilenciliğini açığa dahi vurdukları hâlde Elçi Kubat da denizci Türkler de temiz bir mermer kayıtsızlığı içinde kendi muhaverelerine devam ediyorlardı.

Hücuma geçen kadınlar son hamlelerini dansa saklıyorlardı. Fakat Türkler, alafranga oyun bilmediklerini ileri sürerek raksa kalkmadıklarından o hamleler de ancak yüreklerde kaldı. Zaten vakit de ilerlemişti, tan yeri yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Kubat Çavuş bu vaziyette, meftur gönüllere merhem sürmek nezaketini gösterdi. Belindeki kuşağa takılı kutulardan ikincisini açtı, önündeki masaya küçük çapta birçok şişeler saçtı.

“Hanımlar…” dedi. “Bu şişelerde memleketimin en güzel kokularından birer parça vardır, gelin yağma edin!”

Ve çığlıklı kısa bir lahza içinde şişelerin yağma edilmesi üzerine iki elini göğsüne kavuşturarak şöyle bir tebliğ yaptı:

“Gevşek davranıp yahut beceriksizlik edip koku alamayanlar benim konukladığım eve gelebilirler, diledikleri kadar koku alırlar. Şimdilik bize izin.”10

Duçe, basit bir teşrifat memuru gibi yan yan yürüyerek elçi beye yol göstermek kaygısına düştüğü sırada Kubat Çavuş, Deli Cafer’le Kara Kadı’ya ve Bafa’ya döndü:

“Buyurun öne düşün. Bize düşen ardınızda yürümektir. Fakat sizi ve bizi saatlerden beri nur içinde yaşatan küçük hanıma da ‘Yine görüşelim.’ demeyi unutmayalım. Hepimizin yolu ayrı ama ulu Tanrı’nın ne yapacağı bilinmez. Ben İstanbul’a gideyim derken İngiliz adalarına düşerim, siz Fas yoluna dümen kırmışken Kıbrıs’a düşersiniz. Matmazel de Korfu’ya giderken İstanbul’a düşebilir.”

Bafa gülümsedi.

“Böyle bir yanlışlığın…” dedi. “Vukuya gelmesini temenni ederim ekselans!”

“Tanrı işitsin küçük hanım!”

Duçeyle Kubat, iki deniz kurdunu büyük kanalın bir köşesinde bekleyen kayıklarına kadar teşyi ettiler, oradan geri döndüler. Elçi, ertesi gece için kendilerini yemeğe davet etmek istemişti. Deli Cafer, İtalyanca olarak af diledi, “iyi rüzgâr eserse yola çıkmak istediklerini” söyledi. Duçe, “Pek çabuk, değil mi?” diye söze karışmış ve onların hiç olmazsa on gün daha Venedik’te kalmalarını ricaya koyulmuştu. Türkler kısa bir cevap ile o uzun yalvarışı kestiler, kayığa atlayıp açıkta demirli duran gemilerine doğru yollandılar.

Kürekte üç Türk denizcisi vardı, denize duyurmadan kayığı uçuruyorlardı. Onların pençelerinde kürekler, nazik bir kola dönmüştü, açılıp kapanırken okşadıkları sevgiliyi bir buse kadar bile incitmiyorlardı. Kara Kadı, büyük kanala serpilmiş gondolların arasından süzülüp çıktıktan sonra Deli Cafer’in omzuna bir yumruk indirdi.

“Kubat Çavuş’la…” dedi. “Neler konuştuğumuzu biliyorsun, değil mi?”

“Duymadım ama anladım!”

“Verdiğimiz kararı beğendin mi?”

“Beğenmeye beğendim lakin ava kim sahip olacak?”

“Kubat’a kalırsa hünkâr. Bana kalırsa biz!”

Deli Cafer, bir nebze düşündükten sonra sağ elini ağır ağır kaldırdı, arkadaşının omzuna koydu.

“Hayır.” dedi. “Kubat da yanlış düşünmüş, sen de. Allah nasip eder de avı yakalarsak Manisa’ya götürelim. Doğacak güneş, batmak üzere olan güneşten daha hayırlıdır. Batacak güneşin ışığındaki hastalık da caba!..”

II

BAHT YOLU MU TAHT YOLU MU?

Galerya denilen harp gemilerinden biri, denize düşmüş yüzgeç ve şişman bir güvercin gibi Adriyatik’ten cilveli bir yalpalayışla süzülüp cenuba doğru iniyor. Deniz sanki heyecanlı bir göğüs, kabarıp kabarıp duruyor, titiz ve hırçın değil. Şu galeryayı yavaş yavaş sallanan beşiğe benzetmemiş olsa sakin bile sanılacak. Bu zararsız oynaklık gemide bulunanlara da gülüp oynamak ihtiyacı aşılamış olmalı ki güverte düğün salonunu andırmada. Gülen gülene, oynayan oynayana…

Bu neşenin müdürü kaptan gibi görünüyorsa da gönüllerin başka bir mihraka bağlı ve fikirlerin başka bir mihraba takılı olduğu belli. Kaptan, mabetlerdeki resmî önder durumunda, cemaatin onunla değil, azametine ve kudretine iman taşıdıkları mabut ile ilgilendikleri belli!

Orada o harp gemisi güvertesinde mabut, Venedik’te tanıdığımız Bafa’dır. Tacir ve siyaset bakımından facir Cumhuriyet’in en şöhretli kaptanlarından Venyeri Loredano’nun kumandası altındaki bu kıvrak gemi, duçeyle senatonun mühim emirlerini, Korfu’ya, Kıbrıs’a ve Girit’e götürmek için yola çıkarmıştır. Loredano, aynı zamanda, Sinyorita Agripin Bafa’yı babasına teslim etmek vazifesini yüklenmiş bulunuyor. Fakat Cumhuriyet, kendisinden birçok siyasi hizmetler beklediği Bafa’nın yolda bir aşk kazasına uğramasından yahut deniz tutması gibi bir arizanın ızdırabı arasında başka bir tutkunluğun hummasına da yakalanmasından korktuğu için yanına birbirini kıskanan ve birbirinin aleyhinde yıllardan beri dolap çevire gelen asil ailelere mensup iki de muhafız katılmıştır. Bunlardan birinin adı Viktor Suranço, öbürününkü Piyetro Kapitano’dur.

Her iki asilzade, dediğimiz gibi, birbirinin kanına susamış vaziyettedir. Gerçi görünüşte dostturlar hatta kardeş sanılacak kadar samimidirler. Lakin siyaset yolunda biri öbürüne daima kuyu kazmak, pusu kurmak ister. Vatana taalluk eden herhangi bir mevzuda -belki bir asırdan beri- Suranço ve Kapitano ailelerinin dil birliği, fikir birliği gösterdikleri görülmemiştir. Onlardan birinin ak dediğine öbürü mutlaka kara der. Yalnız bir noktada Suranço çocuklarıyla Kapitano mensuplarının birleştiği vakidir. Loredanolulara düşmanlık! Venedik duçesiyle baş müşavirleri işte bu hakikati göz önünde tutarak ve Bafa’yı herhangi bir kazadan korumayı emel edinerek Korfu’ya gidecek harp gemisine Loredano ailesinden bir kaptan seçmişler, onu kontrol için de yanına Surançolardan, Kapitanolardan birer asilzade tayin etmişlerdi..

O devirde İtalya’nın ne yaman bir ahlak bozukluğu içinde bulunduğunu kavrayabilmek için meşhur Makyavel’in (Machiavelli) hikâyemize rastlayan tarihten kırk yıl evvel öldüğünü ve onun siyasette yalancılığı, ikiyüzlülüğü, fitnekârlığı, nifakçılığı tavsiye eden eserinin basılmasından ise -Bafa’nın Korfu’ya doğru yollandığı yılda-henüz otuz altı sene geçtiğini hatırlamak kâfidir. Venedikliler başta olmak üzere bütün İtalyanlar o sırada Makyavel’e layık bir vatandaş olmaya çalışıyorlar ve İncil’i bir köşeye atıp bütün dikkatleriyle Makyavel’in “Prens”ini okuyorlardı.

Bu meşhur ahlaksız adam, malum olduğu üzere, kuvveti yegâne ilah olarak tanımış ve kuvvetlenmek uğrunda -dinî, içtimai, ahlaki- her türlü mukaddes mevzuların inkâr edilmesini caiz görmüş idi. Onun mezhebinde aile bağlılığı, ahdüpeyman kaygısı, şeref ve haysiyet endişesi, vicdan düşüncesi yoktur. Siyasetin manası onca “muvaffak olmak”tan ibarettir ve bu manayı tahakkuk ettirmek için de her şeyin -yalancılıktan muhabbet tellallığına kadar her kepazeliğin- yapılması caizdir.

Fakat Makyavel, siyasette muvaffak olmak meselesini her şeyden ziyade “tefrika”dan bekleyen bir diplomattır. Bundan dolayı şakirtlerine ve vatandaşlarına, “İlkin parçala, dağıt. Sonra ez, hâkim ol!” demişti. Venedik Cumhuriyeti -Makyavel’in adı sanı ortada yokken-bu çeşit siyaseti takip etmekte ve bütün muvaffakiyetlerini de o siyasetteki maharetine borçlu bulunmakta idi. Makyavel’in eserleri, birer ahlaksızlık İncil’i gibi İtalya’nın her köşesine yayılınca dost devletlerin, komşu hükûmetlerin idari ve içtimai ahengini -bin türlü entrikalarla- bozmak, o devletler halkını parti parti ayırarak boğaz boğaza getirmek siyasetinde kullanılacak eller bulmak daha kolaylaşmıştı. Venedik politikacıları bu kolaylıktan dâhilî siyasette de istifade etmeyi düşündüklerinden Makyavelizmin kendi aralarında da tatbikine girişmişlerdi, mükemmel bir casus şebekesi kurarak ve asil aileleri birbirine düşman etmekten başlayarak öz yurtlarında yaman bir tefrika vücuda getirmişlerdi.

İşte Akdeniz adalarından birkaçını dolaşacak olan fakat ana vazifesi güzel Bafa’yı Korfu’ya götürmekten ibaret bulunan şu harp gemisinde birbirine düşman üç aileden birer kimsenin bulunması da o tefrika siyaseti yüzündendi. Fakat duçeyle senato, Loredano’yu Suranço’nun, onu Kapitano’nun ve Bafa’yı da her üçünün murakabesi altına korken tam Makyavelvari davrandığı için gemide kimsenin vaziyetten haberi yoktu. Ondan ötürü de umumi neşe yerindeydi, asilzadeler ve gemi zabitleri -heyecanlı bir göğüs gibi kabarıp kabarıp inen- mavi deniz üzerinde gülüyorlar, eğleniyorlardı.

Gemidekiler -garip bir tesadüf(!)– hep gençti, Kaptan Loredano henüz otuz yaşındaydı. Kıbrıs Kumandanı Marko Antonio Bragadinoya, senatonun mahrem emirlerini tebliğe memur olduğunu söyleyip duran Viktor Suranço, Loredona’dan üç yaş küçüktü. Korfo’daki istiratyotlara (muntazam süvari) kumandan tayin edilmiş olan Piyerto Kapitano ise her iki asilzadeden büyük olup otuz beş yaşlarında görünüyordu. Gemi zabitleri ortalama bir hesapla aynı yaşlarda bulunduğundan güvertedeki umumi neşeyi tabii görmek lazım geliyordu.

Lakin bir hakikati de unutmamak gerek: Geminin kaptanı, topçubaşısı, silahendazlar başbuğu, dümencisi, hesap memuru, bunların muavinleri, asaletmeap Viktor Suranço ve Piyerto Kapitano, aralarında Bafa bulunmasaydı, yine böyle kahkahalar savurarak, çeşit çeşit oyunlar yaparak mı seyahatlerine devam edeceklerdi? Muhakkak ki hayır. Onları böyle harekete geçiren hep o yavrucağızın güzelliğinden yüreklere sızan, yayılan alevlerdi. Herkes, büyük ve küçük rütbede herkes, ona yaranmak ve kendini beğendirmek istiyordu. Lakin kız, her yere ışığını döküp de hiçbir yerin kaygısını taşımayan güneş gibi onların hülyalarına karşı kayıtsızdı, oturduğu yerden gözlerini denize vererek derin derin düşünüyordu.

Bir dişi, otuz erkek!.. Bu, bir kemik ve otuz köpek demekti. Fakat ortadaki nimetle o nimete midelerini açanlar arasında şuurun hâkim oluşu hırlama, boğaz boğaza gelme gibi vaziyetlerin belirmesine mâni oluyordu, Yani kemiğe herkes geviş getiriyor fakat kimse pençe atamıyordu. İşte insanla hayvanı ayırt eden kuvvetlerden biri de budur. İnsan, kalabalıkta veya kanunun tazyiki altında ihtirasına hâkim olur. Hayvan, böyle bir ihtiyatkârlık gösteremez!

Bununla beraber kemiğe göz dikenler, yavaş yavaş ve derece derece şuurlarını da kaybetmek istidadındaydılar. Engin bir deniz, ılık bir hava, hudutsuz bir gök, hüsnün cazibesini çoğaltmakta, kalbin mukavemetini azaltmaktaydı. Tabiat denizin sesinde, göğün renginde, havanın ılıklığında hep aynı emri fısıldıyor; “Seviniz, sevişiniz!” diyor gibiydi. Kulağa değil, kalbe ve iradeye hitap eden bu sesten heyecana gelmemek imkânı yoktu.

Lakin Bafa’nın kayıtsızlığı bütün bu heyecanları sersemletiyor, hedefsizleştiriyor, şuursuzlaştırıyordu. Bütün erkekler, o kayıtsızlığı yıkmak kudretini nefsinde göremediklerinden aptal aptal gülüp duruyorlardı. Ağlasalar, şüphe yok ki daha iyi yapmış olacaklardı. Fakat birbirlerine gülünç olmamak için hep birden gülüyorlardı.

Bu hâl, Bafa’nın kendi kendini dinlemekten yorulmasına ve gözlerini sersemler kafilesine çevirerek her erkeği bir lahza süzmesine kadar devam etti. Şimdi büyük, küçük bütün o avareler, keskin ziyadan örülme bir ağ içine düşmüşler gibi üzerlerinden geçen bakışın ışığına sarılmışlardı. Yeni bir sersemliğin vecdini yaşıyorlardı.

Kaptan Loredano, en cesur dil oldu ve yılışa yılışa Bafa’ya sokularak yaltaklandı:

“Otuz erkek…” dedi. “Gözünüzü denizden çeviremedi. Çok dalgındınız, galiba Venedik’i düşünüyordunuz?”

Asil Suranço, Lerodano’yu kıskandı. Başka bir ağza düşmek üzere bulunan kemiğe sokulmakta tehalük gösteren mahluklar gibi hemen atıldı:

“Sinyoritanın…” dedi. “Korfo’yu düşündüğüne eminim. Çünkü istikbal, geride değil ileridedir. Gemi de bizi adım adım ileri götürüyor.”

Genç Kapitano da bir şeyler söylemek ve hiç olmazsa harharasını hissettirmek istiyordu. Fakat Bafa, aptal kadınlar yüreğinden başka hiçbir duygu kaynağı üzerinde dalga yaratamayacağına kanaat beslediği bu üç miskin heyecanı zarif bir dudak bükümüyle tezyif ettikten sonra, yüzü denize çevrili olduğu hâlde düşüncelerinin hakikatini onlara bildirdi:

“Ne düşündüğümü keşfedemediniz. Şu engin denize saatlerce kapanan bir muhayyile, ne Venedik ne de Korfo üzerinde bu kadar uzun müddet oyalanabilir. Hele genç bir kızın şuurunu saatlerce esir eden mevzu mutlaka deniz kadar engin olmak lazım gelir. Venedik böyle bir vaziyette bir parça köpük, Korfo da bir tutam su hükmünde kalır.”

Ve ortaya atacağı hakikatin, o budalaları bir kat daha alıklaştırması için kelimelere yüksek bir tınnet vererek ilave etti:

“Türkleri düşünüyordum!”

Kıza hayli sokulmuş olan üç asilzade gibi gerilerde kalan erkeklerin de yüzleri soldu, gözleri bulandı, derileri üzerinden bir soğuk seyyale geçti ve bütün başlar ihtiyarsız denize çevrildi. Hepsi, istisnasız olarak hepsi, gözlerinin görme hududu dışında Türk korsan gemilerinin dolaştığını kuruntuluyorlar ve engin bir boşlukla uzanıp giden denize korka korka bakıyorlardı.

bannerbanner