Полная версия:
Safiye Sultan
Ziyafet salonundaki kalabalığı bilhassa ilgilendiren onların üzerlerine aldıkları yağmurluklardı. En pahalı ve en güzel çuhadan bornoz biçiminde yapılan bu üstlüklerin etrafı ağır harçla süslü olup yakalarından birer düğmeyle ilikleniyor ve sağ etekleri sol omza atılıyordu. Bu durum, eski Romalıların togalarını andırdığından salondaki halka neşe vermiş ve Türklerin böyle bir benzerlik hatırı için o üstlükleri giydikleri zannolunduğundan kendileri uzun alkışlara layık görülmüştü.
Elçiye ayrılan yerin yakınında iki yaldızlı koltuk da Deli Cafer’le Kara Kadı’ya tahsis edilmişti. Baş teşrifatçı kendilerine yerlerini -yerlere kadar eğilerek- gösterdiği vakit Kara Kadı, elini bıçaklarından birinin kabzasına koydu ve sordu:
“Bizi buraya çağıran küçük kız nerede?”
Bu suali salon dışında bulunanların bile işitecekleri bir sesle teşrifatçının kulağında gürlettiği için kendi seviyesindeki asilzade kızlarla bir köşeye çekilerek yan gözle Türk misafirleri süzen Bafa, telaş ve sevinç içinde bağırdı:
“Buradayım ekselans, huzurunuzda eğilmek üzere hemen geliyorum!”
Duçelerin, Venedik’e komşu hükûmetçiklerin başında bulunan dükaların, prenslerin secdemsi inhinalarla6 selamladıkları bu güzeller güzeli kız dediğini de yaptı, büyük bir kral veya imparatorun huzurunda bulunuyormuş gibi sol dizini kırarak ve kollarını açarak o heybetli iki misafiri selamladı ve Deli Cafer’in “Yanımızda otur, uzağa gitme.” demesi üzerine de bir iskemle alıp ikisinin arasına yerleşti.
Âdeta sevinç ve kıvanç duyuyordu. İçinde, tabiattan üstün ve tabiattan kuvvetli iki kartal arasında oturan bir güvercinin heyecanı vardı. Binbir yuvayı bir demde tarumar etmek kudretinde bulunan bu büyük mahlukların kendine karşı nazik davranmalarından, saygı göstermelerinden zevk alıyordu. Sonra bu çelikten yapılmış insanların özlerini görebilmek, sönük bir yanardağ sükûneti altında sakladıkları lavları, alevleri keşfetmek için de dayanılmaz bir merak duyuyordu. O sebeple gözlerini en son hadde kadar manalaştırarak, dudaklarını elinden geldiği derecede tatlılaştırarak Türkleri söyletmeye çalışıyor ve aklına geleni soruyordu. Deli Cafer de Kara Kadı da onun boyuna öten sevimli bir serçe gibi aralarında cıvıldayıp durmasından hoşlanıyorlardı, her sualine -fakat kısa kısa- cevap veriyorlardı.
Bafa, bir aralık, millî vazifesini de hatırladı, Deli Cafer’in kulağına eğildi.
“Yeni padişahınız…” dedi. “Çok şarap içermiş, öyle mi?”
Bu başlangıçla sözü, Yahudi Don Mikez’e getirecekti. Fakat Deli Cafer, padişah sözünü duyar duymaz şöyle bir doğruldu, kendine çekidüzen verdi.
“Her koyun…” dedi. “Kendi bacağından asılır. Adını andığın kişi de günah işliyorsa cezasını çeker. Biz kendi işimize bakalım.”
Ve o bahse hiç taalluku olmayan bir sual ile mevzuyu değiştirdi:
“Burada ev sahibi kim? Seni yanımıza çağırmasaydık, galiba kalabalık kervansaraya konmuş garipler gibi burada pinekleyip duracaktık.”
Kız, duçenin ve elçi beyin henüz gelmediklerini ve onların teşrifleriyle beraber tanışma merasiminin yapılacağını söyledi, sonra sözü hüsnü aşka çevirdi. Fakat Deli Cafer’le Kara Kadı’nın heyecan göstermelerine, o nazik mevzu üzerinde -sergide yaptıkları gibi- uzun uzun söylenmelerine zaman kalmadı, salon kapısından baş teşrifatçının sesi yükseldi:
“Türk elçisi asaletlu Kubat Çavuş Hazretleri, Venedik doju fehametlu Jerom Priyoli Hazretleri…”
Duçe, Türk elçisinin konuklandırıldığı yere kadar gitmiş ve kendisini alıp -muhteşem bir alayla- büyük saraya getirmişti. Biri o devirde dünyanın en kuvvetli hükûmetini, biri de entrikada gerçekten üstat tacir bir Cumhuriyet’i temsil eden bu iki zat yan yana yürüyerek salona girmişlerdi. Elçi Kubat bu durumda müteharrik bir mezar taşına yoldaşlık eden korkunç bir ehrama benziyordu: Duçe o kadar cılız ve çelimsizdi, kendisi o derece boylu boslu ve heybetli idi.
O, kılık ve kıyafet bakımından da duçeyi silik ve çok silik bir seviyeye düşürüyordu. Çünkü bir kavsıkuzahı kumaş olarak kullanmış ve o kumaştan elbise yaptırıp giyinmiş gibi göz kamaştırıcı bir renk bolluğuna bürünmüştü.
Başında beyaz keçeden bir külah vardı ve bu külahın alt tarafı sarı sırma ile süslenmiş olup sivri ucu arkaya doğru kıvrıktı, ön tarafta da alacalı tüyden bir sorguç bulunuyordu.
Arkasına dolama dedikleri kırmızı kaftanı almış, içine mavi entari giymiş, dizine yine kırmızı şalvar geçirmiş, ayaklarını sarı renk çizmelere sokmuştu. Belinde lahuri şaldan bir kuşak ve yalnız elmas kabzalı bir hançer vardı. Bu renk renk kumaşlar içinde o, dediğimiz gibi kavsıkuzaha sarılmış gibi görünüyordu. Fakat sorguçlu külahından, sarı çizmelerinden ziyade belinin iki yanına asılı parlak sahtiyandan bir çift kutu dikkat uyandırıyordu. Onlar, o kutular ne kalem mahfazası ne piştov kuburu olamazdı. Çünkü bir değil, yüz kalem alacak kadar büyük oldukları gibi piştov kılıflarında olduğu misillu iki yanları açık değildi. Bu sebeple merak uyandırıyorlar ve o lahur kuşağın üstünde de hayli kaba görünüyorlardı.
Lakin salonda ve dehlizlerde bulunanlar Kubat Çavuş’un uzunca bir lahza elbisesiyle meşgul olduktan sonra, bütün dikkatlerini onun yüksek endamına ve bu endama engin bir mana ilave eden güzel yüzüne bağlamışlardı. Erkekler sarsılmaz bir sıhhat ve solup bozulmaz merdane bir taravet numunesi seyretmekten hem haz hem eza duyuyorlardı. Çavuşta en yüksek derecesi görülen erkek güzelliği, erkek olgunluğu, onların cinsî gururunu okşuyordu. Fakat onun yanında kendilerinin bir sürü kediye dönmesi güçlerine gidiyordu.
Kadınlar, böyle iki cepheli bir duygu taşımıyorlardı. Onlar, biraz önce gelen Deli Cafer’le Kara Kadı için nasıl samimi bir hayranlık duymuşlarsa Kubat Çavuş hakkında da aynı suretle mütehassis olmuşlardı. Hepsi, istisnasız hepsi onun haşmetli endamını seyrederken ruhi rüyalar görüyorlar ve yüreklerini bu rüyalar sırasında kademe kademe onun endamındaki irtifa üzerinde yükseltiyorlardı. Yine hepsi, kendilerine yüklenen vazifeyi nasıl göreceklerini düşünerek ızdıraplı bir heyecan geçiriyorlardı. Çünkü Kubat Çavuş onların gözüne uçsuz bucaksız bir güzel vadi gibi görünüyordu ve zavallıların idraki bu renk dolu, ziya dolu vadinin sonsuzluğu içinde sersemleşiyordu.
Duçe de sersemdi, bir çınar dibine düşmüş cılız bir sarmaşık durumunda olduğunu seziyor ve bu kudretsizlikten utanıyordu. Bununla beraber vazifesini, çevirmek istediği dolapları unutmuyordu. Onun için salona girer girmez çehresini ciddileştirdi, küme küme yerlere eğilen başlara keskin bakışlarıyla cüret ve zekâ dağıtmaya koyuldu, sonra Kubat Çavuş’a sokuldu.
“Asaletmeap…” dedi. “Size bir sürpriz hazırladık.”
Ve onun sormasına meydan vermeden eliyle salonun en uzak köşesini gösterdi:
“İki Türk misafirimiz daha var. Umarım ki Venedik’te ve duçeler sarayında iki hemşehri görmek, ana dilinizi duymak hoşunuza gidecektir.”
Kubat Çavuş, haber verilen cemilenin kıymetini geniş bir tebessümle duçeye hissettirdikten sonra başını çevirdi.
“Bir değil…” dedi. “İki hatta üç sürpriz. Çünkü davet ettiğiniz adamlar gelişigüzel birer Türk olsaydı, yine memnun olacaktım. Hâlbuki onlar bizim yurdumuzda adları masallara geçmiş babayiğitlerdir, çok ünlü denizcilerdir. Birine Deli Cafer, birine Kara Kadı derler. Akdeniz’in dalgaları da balıkları da onları tanır. Kendilerini önüme çıkarmakla iki sürpriz birden yapmış oluyorsunuz. Çok teşekkür ederim.”
Merakını yenemeyen Duçe sordu:
“Üç sürpriz var buyurmuştunuz?”
Kubat Çavuş, iki Türk denizcisinin oturduğu köşeye doğru elini uzattı:
“Bizim kurtların…” dedi. “Yanındaki kuzuyu kastediyorum. Kurt kucağında kuzu görmek de mühim bir sürpriz değil midir?”
Küçük Bafa’yı gösteriyordu. Elçinin bu körpe güzelliğe daha uzaktan numara verişi, alaka gösterişi, duçeyi sevindirdiğinden hemen anlatmaya koyuldu:
“Korfu Adası’ndaki valimizin kızıdır. İki üç güne kadar babasının yanına gidecektir.”
Ve sesini son derece hafifleterek ilave etti:
“Ben bu güzel kızın İstanbul’u görmesini, Türk hayatına alışmasını isterim. Hatta babasını balyoslukla İstanbul’a göndermeyi de tasarlamıştım. Lakin yaptığım istimzaca garip bir cevap verdiğinden fikrimde ısrar edemedim.”
Salonun ortasında durmuş ve kulağına fısıldar gibi konuşan duçeyi dinlemeye koyulmuş olan Kubat Çavuş bu bahse büyük bir ilgi gösterdi ve sordu:
“Korfu valisinin garip bulduğunuz cevabını eğer bir mahzur yoksa öğrenebilir miyim?”
“Sizi başka elçilerle bir tutmuyoruz, dost ve kardeş tanıyoruz. Onun için söyleyebilirim: Korfu Valisi Sinyor Leonar dö Bafa, Osmanlı İmparatorluğu mukadderatında Portekizli bir Yahudi’nin müessir olduğunu duymuş, balyoslukta o Yahuda ile temas etmek zorunda kalırsa müteessir olacağını hesaplamış. İşte şu güzel kıza nefis bir şark seyahati yapmak fırsatını kaçırtan sebep!”
Kubat Çavuş cevap vermedi, yürüdü, kendilerine kılavuzluk eden baş teşrifatçının delaletiyle ilerledi, Deli Cafer ve Kara Kadı’nın bulundukları köşedeki hususi mevkiye kadar geldi. Denizci Türkler, ayağa kalkmışlar ve bir ellerini bıçaklarının kabzasına koyarak elçiyi -güler yüzle- karşılamışlardı. Kubat, her iki Türk’ün ayrı ayrı ellerini öptü. “Sizi burada görmek ne mutlu!” diye sevincini açığa vurdu ve onları resmî surette duçeye, duçeyi de onlara tanıttıktan sonra Bafa’ya yaklaştı:
“Dikenle…” dedi. “Gül arasında tabiat bir yakınlık yaratmıştır. Bu hâlden cüret alarak size sokuluyorum: Sizi çok nefis bulduğumu söylemekliğime müsaade eder misiniz?”
Kara Kadı gülümseyerek söze karıştı:
“Bizi istersen şahit göster. Hem kalbimizi hem kalıbımızı basarak bu küçük hanımın yeryüzünde eşi olmayan bir güzel idüğine şehadet ederiz.”
Bafa, yarım saat önce Deli Cafer’le Kara Kadı’ya yaptığı gibi bu sefer de Kubat Çavuş’un önünde diz kırdı, şuh bir reverans yaptı:
“Cariyenizim…” dedi. “İltifatınızdan iftihar duyuyorum!”
Şimdiki kurtlar üçleşmiş ve duçeye bu üç kurdun tek bir kuzuya gösterdikleri derin sevgiyi muvazeneli tutmak vazifesi düşmüştü. O, kendine pek çetin görünen bu işi nasıl başaracağını düşünürken Kubat Çavuş “Davetlilerinizi tanıyalım.” dediğinden tanıma ve tanıtma merasimi başladı. Salonda bulunan erkekler ve kadınlar, uzak veya yakın birer alakadar istifade ederek çift bir durum alıyorlar ve o hâlde Kubat Çavuş’un önünden geçiyorlardı. Baş teşrifatçı her çifti kısaca elçiye tanıtıyor ve bu tanımadan, tanınanların göz bebeklerinde kalan yadigâr, Kubat Çavuş’un küçük bir tebessümü oluyordu. Bununla beraber o, Venedik asilzadelerinden bir kısmının isimlerine aşina çıkmaktan geri kalmıyordu. Mesela Antuvan Grimani, Mark Antuvan, Jerom Pesaro gibi isimlerle kendine takdim olunan kimselerin vaktiyle yapılmış harplerde, Türklere karşı silah kullanan kumandanlara mensup olduklarını hatırlıyor ve o gibilerle bir iki kelime konuşmak tenezzülünde bulunuyordu.
Bu merasim bittikten ve biraz daha konuşulduktan sonra, yemek odasına gidildi. Şeref mevkisi, duçe tarafından elçiye bırakılmıştı. Elçi de bu mevkiyi Kara Kadı’ya terk ettiğinden bütün program altüst oldu. Lakin küçük Bafa, uzun bir lahza süren hercümerce rağmen iki denizcinin arasından çıkmadı. Onun sağında Kara Kadı, solunda Deli Cafer, karşısında da Kubat Çavuş oturuyordu.
Sofralar bir değil, birkaç taneydi. Fakat -Şark usulüne göre- baş sofra demek olan elçi sofrasına kadınların en güzelleri oturtulmuştu. Bu suretle midelerden ziyade gönüllere ziyafet çekilmiş ve damaklardan çok daha fazla ruhlar doyurulmuş oluyordu. Muhtelif tipte ve çapta güzelliklerden sofraya dökülen rengü nur gerçekten sarhoşlatıcı bir hava ve sahne yaratıyordu. Duçe bu havanın ve bu sahnenin tesirini çoğaltmak için şarap sürahilerini ve billur bazuları harekete geçirmekte istical gösterdiğinden sofradaki yüksek vakar, yavaş yavaş bulutlanmak üzereydi.
Şimdi her kadın, muaşeret kaidelerini ve cinsî gurur icaplarını ayak altına alarak, elçiye ve iki tacir Türk’e şarap sunmak kaygısına düşmüştü. Bu tehalükten çok kıvrak bir kargaşalık, boy boy ve renk renk kolların uzanıp çekilmesinden, birleşip çözülmesinden doğma yumuşak ve muattar bir anarşi vücuda geliyordu. Her Türk’ün ağzına üç beş yalvaran tebessüm ve üç beş kadeh birden uzanıyordu.
İşte bu neşeli haylar, huylar arasında Kubat Çavuş, sofradan bir ara geri çekildi.
“Hanımlar…” dedi. “Boş yere yoruluyorsunuz, beni de üzüntü içinde bırakıyorsunuz. Her elçi, ne kadar büyük salahiyet sahibi olursa olsun, nihayet bir emir kuludur. Ben de şevketlu efendimin iradesine, fermanına göre hareket etmeye mecburum. Benim kudretlu, azametlu padişahım Venedik’te bulunduğum müddetçe, kendi has hazinelerinden verilen altın tası kullanmaklığımı emir buyurmuşlardır. Başta Duçe Hazretleri olmak üzere hepiniz bilirsiniz ki Sultan Fatih devrinden beri Venedik’e gelen Türk elçileri hep bu tasla su, şerbet ve şarap içmişlerdir. Aynı şeyi yapmaklığım ferman buyurulduğundan güzel ellerinizle sunduğunuz kadehleri kabul edemedim, üzüldüm. Müsaade ederseniz o ziyanları telafi edeyim.”
Ve belindeki sahtiyan kutulardan birini açtı, yarım kilo şarap alabilecek büyüklükte görünen altın bir tas çıkardı, Bafa’ya uzattı.
“Lütfen doldurunuz!”
Altın kitaba Bafa adının yazılması ihtimalini düşünerek hep birden kıskançlığa kapılan öbür kadınlar, başka yoldan aynı hedefe yürümek düşüncesiyle teker teker veya çifter çifter yerlerinden fırlıyorlardı. Bir kısmını içmiş oldukları kadehlerini Deli Cafer’e, Kara Kadı’ya sunuyorlardı. Onlar zaten naz etmiyor, niyaz da ettirmiyorlardı. Her sunulan kadehi tek cür’a7 bırakmadan içiyorlardı. Fakat sofra halkı -Kubat Çavuş’la duçe müstesna- çakırkeyif kesildikleri hâlde bu çok yaşamış genç Türklerde küçük bir değişiklik görülmüyordu.
Fakat neşeliydiler, boyuna Bafa’yla şakalaşıyor ve onu kahkahayla güldürüyorlardı. Elçinin altın tası güzel kıza uzattığını görünce el çırptılar, bir ağızdan takıldılar:
“Kubat Çavuş kanatlanmak istiyor, kanadı da küçük hanımın elinde arıyor.”
Fakat elçi, bu latifeye cevap vermedi, Bafa’nın doldurduğu tası bir çırpıda boşalttıktan sonra, başka bir kadına uzattı ve gelen doluyu boşaltır boşaltmaz üçüncü bir madamın sakiliğine çanak tuttu. Kubat Çavuş altın kadehi sıra ile her kadına doldurtarak içiyordu. Bu çılgın hareketin sonu şüphe yok ki tavus kuyruğuyla karışık iğrenç bir sızış olacaktı. Fakat kadınların sevine sevine, duçenin düşüne düşüne, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın da üzüle üzüle bekledikleri bu netice belirmedi. Kubat Çavuş vakarından bir zerre dahi kaybetmedi, yalnız yüzünü ekşitti, altın tası bir havlu ile güzelce kurutup kutusuna soktuktan sonra iskemlesini sofradan biraz daha uzaklaştırdı.
“Biz Türkler…” dedi. “Bir çanak ayranın hakkını kırk yıl tanırız. Şu hâlde benim duçe hazretlerinden, senatörlerden, müşavirlerden ve hele madamlardan gördüğüm ikramı ömrüm oldukça unutmaklığıma imkân yoktur. Her fırsatta Venediklilerin kibarlığını söylemekten ve Venedik hükûmetine elimden gelen yardımları yapmaktan geri kalmayacağım. Fakat biz Türkler, doğru özlü ve doğru sözlüyüz de. İçimiz neyse dışımız da odur. Düşündüğümüzü saklamayız, açığa vururuz. Onun için -yine başta duçe hazretleri olmak üzere has müşavirlere, senatörlere ve iltifatlarını görmekte olduğum güzel madamlara- küçük bir öğüt vermek isterim.”
Öbür sofradaki erkekler ve kadınlar da sıra sıra gelmişler, baş sofra etrafında heyecandan titreyen bir halka çevirmişlerdi. Kubat Çavuş, kısa bir lahza düşündükten sonra sözüne devam etti:
“Şevketlu efendimin ahırında birkaç bin at, bahçesinde üç beş bin it bulunduğu gibi, çeşit çeşit hizmetlerini görmek için beslenen sayısız uşakları vardır. O atların, o itlerin şevketlu efendime bir fikir aşılamaları, haşa ve haşa yol göstermeleri nasıl hatıra gelmezse o uşaklardan herhangi birinin padişahımıza akıl öğretmesi de hatıra gelmemek lazım gelir. Hiç yerin göğe ışık saldığı görülmüş müdür? Kulun da mevlasına fikir vermesi mümkün değildir. Hâlbuki Venedik’te garip garip rivayetler dolaşıyor. Güya Don Mikez adlı bir Yahudi uşak, şevketlu efendimin zihnine girmiş ve padişahı Venedik’in aleyhine kışkırtmaktaymış!”
Birden sesini yükseltti:
“Bunlar yalan, tamamıyla yalandır. Şimdi Jozef Nasi diye adlanan Don Mikez’i tanırım. Bir at uşağı, bir seyis neyse o da şevketlu efendimin hizmetkârları arasında öyledir. Devlet işlerinde yol göstermek sadece onun değil, hiç kimsenin haddi değildir. Zaten Venedikli ile aramızda bugün bir tatsızlık da yok. Zanta için beş yüz, Kıbrıs için sekiz bin duka vergi veriyorsunuz. Arnavutluk gibi, Dalmaçya’daki hudutlarımıza da saygı gösteriyorsunuz. Balyoslarınız nazik adamlar. Nabza göre şerbet vermeyi biliyorlar. Şevketlu efendim size neden incinsin, neden kızsın? Josef Nasi’yi Kıbrıs’a kral mı yapacağız? Rodos gibi, Sakız gibi Kıbrıs’tan hiç de aşağı olmayan adalara kral koymadık da bizim olmayan Kıbrıs için mi kral seçeceğiz… Böyle sözlerin konuşulması çirkin, yayılıp duyulması da tehlikelidir. Aslanla şakalaşılmaz. Bunu da unutmamalıyız.”
Kubat Çavuş, Osmanlı sarayında dönüp dolaşan dedikoduları Venediklilerin omzuna yüklemekle büyük bir siyaset gösteriyor, aynı zamanda o küme küme kadına verilen vazifeyi kıymetten düşürüyordu. Zeki Çavuş, duçeden en küçük rütbeli Venedikliye, Bafa’dan en çirkin kadına kadar herkesin bu Don Mikez işiyle ilgili olduğunu, kendisini tuzağa düşürüp söyletmek istediklerini kavramıştı. İşret âleminde sinirlenerek bir veya birkaç kadının kalbini kırmamak için meseleyi kökünden söküp atmak istiyordu.8
Bu açık sözler, Don Mikez hikâyesi üzerinde ısrarı manasızlaştırmakla beraber altın kitaba girmek ümitlerini de silip süpürdüğünden kadınlardan bir kısmı neşesizlenmişti. Fakat Venedik millî hazinesindeki altın kitaptan daha kıymetli olan bir kitapta, Elçi Kubat Çavuş’un yüreğinde bir satır, bir cümle hatta bir kelime veya bir nokta olmak iştiyakını taşıyan madamlar, Don Mikez işinin bu şekilde neticelenmesinden bilhassa memnun olmuşlardı. Çünkü hükûmet hesabına değil, kendi hesaplarına hareket etmek ve heybetli elçiden bir hatıra uğrulamaya çalışmak imkânına kavuşmuş oluyorlardı.
Fakat Kubat Çavuş, hadiselerin dizginini kendi elinde tutuyordu. Kimseye hamle fırsatı vermiyordu. Nitekim siyasi nutkunu bitirdikten sonra şu veya bu taraftan mukabele edilmesine veya bir teklifte bulunulmasına da imkân bırakmadı. Yüzünü Deli Cafer’e çevirdi.
“Ammi…” dedi. “İzin verirsen bir ricada bulunacağım.”
Ve onun tavrını bozmadan “Söyle evlat!” demesi üzerine şu dileği ileri sürdü:
“Rahmetli Turgut Reis’le bile Cebre çemberinden nasıl kurtuldunuzdu?.. Zahmete katlanıp hikâye edersen bu hanımlar, bu efendiler sayende tatlı bir kıssa dinlemiş olurlar.”
Deli Cafer, naz etmedi. Fakat gurura da kapılmadı. Sanki herkesin elinden gelir bir işten bahsediyormuş gibi gösterişsiz bir lisanla meşhur Cebre menkıbesini anlattı. Malum olduğu üzere bu menkıbe, Türk denizcilik tarihinde hatta bütün dünya denizciliği tarihinde yegâne sayılan vakıalardandır, bir deha hamlesidir ve şu suretle tekevvün etmiştir:
Turgut Reis henüz korsanlık hayatı yaşarken Tunus civarındaki Mehdiye Limanı’nı ele geçirmişti. Oradan İspanya, Sicilya ve Napoli sahillerini tehdit ediyordu. İmparator Şarlken, krallar kralı ve taçdarlar taçdarı vaziyetini takınan, tam manasıyla el kıran ve baş koparan kesilip koca Akdeniz’i avcu içine alan bu meşhur Türk’ü o limandan çıkarmak istedi, uzun hazırlıklar yaptı ve bütün Hristiyan âleminin güneşi sayılan Andreya Dorya kumandasında bir donanma yollayarak Mehdiye’yi ansızın muhasara ettirdi.
Turgut Reis o sırada İspanya sahillerinden vergi topluyordu. Baleara adalarına da aynı salgını tattırarak Mehdiye’ye döndüğü vakit şehrin ve limanın ateşten bir çember içine alındığını gördü, Cerbe Adası’na çekildi.
Oradan sık sık Tunus kıyılarına geliyor, dört yüz gemiden mürekkep bir filo ile on binlerce kişiden teşekkül eden bir kara ordusuna haftalardan beri kapıları kapalı tutan Mehdiye’ye yardım etmeye savaşıyordu. Bu küçük şehir, o büyük düşman kuvvetlerine karşı tam beş ay göğüs gerdi, her şehide bedel en azından yirmi İspanyol neferi feda ettirdikten sonra bir yığın toprak hâlinde İmparator Şarlken ordusuna teslim oldu.
Şimdi sıra Turgut’la boy ölçüşmeye gelmişti. Amiral Anderya Dorya, sayısı yüzleri aşan donanmasını Cerbe Adası’na -umulmaz bir günde- götürdü ve meşhur korsanı -kırk yedi gemilik filosuyla-orada bastırdı. Hesap, mantık, akıl, muhakeme ve her şeyi Turgut Reis’in orada ya yanıp kül olmasını yahut Anderya Dorya’ya boyun eğmesini zaruri gösteriyordu. Harbe girişmek düpedüz delilikti ve bu delilikten hayırlı bir netice çıkmasına asla imkân yoktu. Fakat gücünün şiarı muhali mümkün kılmaktı ve o gücün harekete geçtiği yerlerde alevin yakmak, suyun boğmak, kasırganın yıkmak hassalarını kaybettiği çok görülmüştü. Onun için Anderya Dorya’nın limana doğru sürmek istediği gemilere Turgut tarafından yol verilmedi, karaya çıkarılan bataryaların isabetli ateşiyle filo açıklara sürüldü.
Bununla beraber tehlike, dört yüz harp gemisi hâlinde, Cerbe Limanı’nı göz hapsine almış demekti. Bugün değilse yarın veya öbür gün bu büyük filo o küçük adayı kuru bir çıra gibi mutlaka tutuşturacak, alev alev yakacaktı. Bu vaziyette Turgut Reis’le arkadaşlarına ve gemilerine nasip olacak akıbet ise o çıra yangını içinde tutuşup mahvolmaktan başka bir şey olamazdı.
Amiral Anderya, bu kanaatteydi, ona yoldaşlık etmekte bulunan kara askeri kumandanı General Toledo bu kanaatteydi, müstakil bir fırkaya başbuğluğuyla şeref veren Sicilya Hıdivi Vega bu kanaatteydi. Minimini bir şehri bir Türk korsanının elinden -fakat o korsanın bulunmadığı bir günde- almak şerefine ortak olmak hırsıyla Mehdiye önlerine alay alay asker getirmiş olan eski Rodos Şövalyeleri bu kanaatteydi. Hatta millî İspanya kahramanlarından Lui Vargas -bir Türk kurşunuyla vurulup ölmeden önce- bu kanaatteydi.
Belki Cerbeliler de bu kanaatteydi. Fakat başta Turgut Reis olmak üzere Türkler başka bir iman besliyorlardı. Anderya Dorya’ya yenilmeyeceklerine şüphe etmiyorlardı. İşte bu iman onları hep birden harekete geçirdi ve tarihin eşini kaydetmediği bir hamleyle o tuzaktan kurtulmak imkânını kendilerine verdi.
Hamlenin şerefi, şüphe yok ki Turgut’a aittir. Lakin arkadaşlarının da o şerefte büyük bir hisseleri vardır. Çünkü düşünen başa, yapan el yardım etmezse düşünülen şey, ekseriya hülyadan ibaret kalır. Cerbe’de de Turgut Reis, bütün filonun -düşman ateşine açık duran- limandan kaldırılıp adanın öbür tarafına, düşman donanmasına görünmeyen yönüne götürülmesini düşündü ve bütün reisler, kaptanlar, leventler bu fikri münakaşasız kabul ederek tahakkuk sahasına çıkarmak için ortaya atıldı.
Fatih’in -İstanbul’u muhasara sırasında- Türk donanmasını karadan yürüterek Haliç’e indirdiğini biliyoruz. Turgut da aynı işi Cerbe’de yapmış gibi görünürse de her iki büyük Türk’ün bu hamlelere giriştikleri sırada bağlı bulundukları şartlar göz önüne getirilirse Turgut’un kazandığı şerefin daha büyük olduğunu kabul etmek lazım gelir. Çünkü Fatih Sultan Mehmet’in yapmak istediği işe engel olacak bir kuvvet yoktu. Ve emri altında on binlerce insan bulunuyordu. Hâlbuki Turgut, korkunç ve hemen hemen hücuma hazır bir donanmanın tehdidi altındaydı, silah arkadaşlarından başka da yardımcıya malik değildi.
Öyleyken bu yaman işi yapmaya girişti. Bataryaları sık sık işleterek düşmanın gözünü oyaladığı sırada Türk filosunun bulunduğu limandan adanın öbür yakasına kalın tahtalardan geniş bir yol döşetti, bu tahtaların üstüne yağlı bir madde döktürmek suretiyle kayganlık husule getirdikten sonra gemileri tekerlekler üzerine aldırarak geceleyin yürüttü, serbest bir limana indirdi ve hemen yelkenleri şişirip enginlere açıldı.
O esnada -Turgut Reis’in bütün filosuyla- Anderya Dorya’ya teslim oluşunu seyretmek üzere Sicilya’dan birkaç yüz asilzade geliyordu. Turgut, denize açılır açılmaz onları taşıyan büyük gemiye rastladı ve bir kuru sıkı topla gemiyi durdurarak zapt, içindekileri de esir etti. Anderya Dorya, bu işler olup biterken Cerbe Limanı önünde Turgut’a yapılacak muameleyi kararlaştırmak üzere meclisler kurup dağıtmakla meşguldü.
Menkıbe, Deli Cafer’in ağzında sadelikle karışık müessir bir azamet alıyordu. Onun, mesela tahtadan yol döşenmesini tarif ederken vakıayı basit göstermeye özenişi dinleyenler üzerinde ters tesir yapıyor ve o yol ziyafet salonunda binlerce amelenin alın teriyle ve yorulmuş adaleleriyle döşeniyormuş gibi herkesi hülyalı bir hayret sarıyordu. Hele kadınlar, büyülenmiş sanılacak kadar beht9 içindeydi. Fakat bu şaşkınlığın onları mahzuz ettiği de anlaşılıyordu. Başka türlü nasıl olabilirdi ki, karadan filolar yürüten Türkler, gökten yere inmiş veya denizlerin dibinden fırlayıp şuraya buraya dağılmış kimseler değildi. Her milletin efradı gibi onlar da bir babayla bir ananın vücuda getirdiği mahluklardı. Lakin düşünce, duygu, cüret ve hareket bakımından kimseye benzemiyorlardı, tabiata tahakküm için yaratılmış görünüyorlardı, işte bu üstünlük, o menkıbenin anlatılması sırasında, her kadının idrakinde derece derece tebarüz ettiğinden topunu birden tatlı bir şaşkınlık istila edivermişti. Koca koca harp gemilerini karada yürüten Türklerin bir kadın kalbini ne yükseklere ve ne derinliklere götürebileceğini o şaşkınlık arasında düşünmeye savaşanlar ve bu düşüncenin hazzıyla yarı baygınlaşanlar da vardı.