![Safiye Sultan](/covers/69428023.jpg)
Полная версия:
Safiye Sultan
Bafa, işte bu düşüncelerle ve bayıltkan bir mahlut hâlinde yüreğini kaplayan çeşitli tatların tazyiki ile hülyaları bir an yaşarken Şehzade Murat, her iki cüceyi yanına çekti, ağlar gibi görünen fakat pek kuvvetli akseden bir sesle onlara anlatmaya koyuldu:
“Aşktan anlayanların hayatı nasıl telakki ettiklerini söyledim, şimdi o olgun insanların aşkı da nasıl anladıklarını söyleyeceğim, kulağınızı iyi açın: ‘Aşk, eşi olmayan bir cevherdir: Anın vasfı emsal ile denilmez; aşk, yakası açılmamış bir sırdır: Anın tasviri misal ile bilinmez: Aşıkların dili altında sözler vardır ki dudak ona mahrem olmaz. Aşk ehlinin, göğüsleri içre nefesler vardır ki dem ana hemdem olmaz. Aşk, bir zahirdir ki örtülmez. Aşk, bir sırdır ki açılmaz. Aşkın kimseyle kârı olmaz. Aşk aynası jengarî olmaz. Aşk, serazadeleri bende eder. Aşk, başları yüksekte duranları, efkende eder. Aşk, efsane ve efsun değildir. Aşk sanatı herdun değildir. Her aşk davası eden âşık olmaz, her muhabbetten dem vuran sadık olmaz. Aşk bir kimyadır, anın madeni can olur. Aşk bir cevherdir, anın mekânı kan olur. Aşk bir zevktir, anın da başka bir dili var. Aşk, bir şevktir, anın da ayrı ehli var. Aşk, bir coşuştur, anın da şeydaları var. Aşk, bir taşıştır, anın da deryaları var. Her gönül ki aşka hane ola: Bela okuna nişane olur ve her gönül ki muhabbete makam ola. Mihnet anda müdam olur.’ ”
Ve birden Bafa’nın yanına koştu, iki elini yakaladı.
“Sen, sen…” dedi. “Benim için hüdasın. Gönül bağını lütfun rüzgârıyla memur kıl. Can gülzarını muhabbetin havasıyla pün nur kıl. Gönül çocuğuna bakışlarınla verdiğin dersi daima ezber et. Can bülbülüne tattırdığın şekeri kerem eyleyip mükerrer et. Ruhumun sarhoşluğunu müdam et. Aşk ahdini, aşk peymanını berdevam et. Vuslat camını dolu sun, dolu sun, dolu sun!”
Galiba tuttuğu elleri öpmek de istiyordu. Fakat bu işi yapmadı, yapamadı. Çünkü şiddetli bir titreme geçirir gibi oldu, gözlerine garip bir bulantı, yüzüne acıklı bir renksizlik geldi, hazin bir dermansızlık içinde belli belirsiz sallandı, sonra yere yıkıldı, ağzından köpükler saçıla saçıla kıvranmaya, fasılalı ihtilaçlar içinde çırpınmaya başladı.
Cüceler, yıldırımla vurulmuş gibi durdukları yerde kalıvermişlerdi. Ne yapacaklarını bilemiyorlar, korkudan tepreşemiyorlardı. Bafa da endişeli bir hayret içindeydi, titriyor ve sessiz sessiz gözyaşı döküyordu. Fakat şehzadenin hızla sakinleştiğini, uyur gibi bir duruma büründüğünü görünce yerinden kalktı, onun dudaklarındaki salyaları mendiliyle sildi, başını kendi dizine yatırdı, parmaklarıyla saçlarını taramaya ve cücelerle -fısıldaşır gibi- konuşmaya girişti:
“Zavallının sarası da varmış. Biraz heyecanlanınca uğursuz illet kendini hatırlattı. Lakin merak edecek şey değil, hafif. Birazdan bir şey kalmaz, güle güle kalkar. Siz, kimseye bu gördüğünüz sahneyi söylemeyin, bana ve şehzadeye sadık kalın.”
Doğru söylüyordu. Murat’ta -babasının gece gündüz sarhoş yaşamasından olacak- sara illeti vardı. Seyrek olmakla beraber, o illetin darbelerinden müteessir oluyordu, ızdırap çekiyordu. O gün de fazla heyecandan yahut şahlanan iştihasını tatmin edememekten, bu illet depreşivermişti. Büyük bir sır olarak saklanmasına rağmen Bafa’ya, cücelere -ilk tanışma saatleri içinde- münkeşif olmuştu.
Bafa, dizine yatırdığı genç başın hafif surette terlediğini, yarı açık gözlerinde hayat ve şuur lemaları belirmeye başladığını, sıkılmış parmakların açılmaya yüz tuttuğunu görünce dudaklarına bir şefkat tebessümü çizdi, uyanacak hastanın sarsılmış idrakini o tebessüm içinde yıkamaya hazırlandı. Çünkü şehzadenin şu vaziyetten sıkılacağını anlıyordu, onu güler yüzle karşılayıp üzüntüden kurtarmak istiyordu.
Doğru görüyor ve doğru seziyordu. Nitekim şehzade de uyanınca onun sezişindeki isabeti ispat etmekten geri durmadı, muzdarip ve mahcup ellerde yüzünü kapadı, “Eyvah, eyvah!” diye inlemeye koyuldu. Hastalığının böyle çarçabuk Bafa’ya mekşuf olmasından utanıyordu, ızdırap duyuyordu. Fakat Venedikli zeki kız, dudaklarını onun kulağına yaklaştırdı, sarayı değil, ölümü uzaklaştıracak bir sesle fısıldadı:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Hulus çakmak: Dalkavukluk etmek, yaranmaya çalışmak. (e.n.)
2
Bu iki hemşire hakkında bir Frenk tarihinde şu satırlar vardır: ‘‘Barbaros Hayrettin Paşa 1534 senesi yazının ilk günlerinde Akdeniz boğazından çıkıp İtalya sahillerine yelken açtı. Messina Boğazı’nda biraz oyalanarak Regyo’yu aldı. Ertesi gün Sen Losido Kalesi’ni alarak gemilerine sekiz yüz esir getirdi ve kaleyi yaktı. Çitraro Kalesi’yle limanında bulunan on sekiz kadırgayı da ateşe verdi ve oradan Napoli sahillerine doğru yoluna devam etti. İsprilonga yağma edildi. Barbaros’un bu sahillerde dolaşmaktan maksadı Fondide Vespazyo Kola’nın zevcesini ansızın ele geçirmekti. Jülya Gonzaga namında olan bu genç kadın -bütün İtalya şairlerinin güzelliğini terennüm ettikleri- Yuannadi Aragonya ismindeki güzellik kraliçesinin kardeşi olup onun da sabahati hemşiresi derecesinde ve güzellikle şöhreti kemalde olduğundan Türk sarayına revnak vermeye layık kıymetli bir avdı. Hayrettin Paşa askerlerinin karaya inmeleri çok sessiz vukuya gelmekle beraber Jülya, kendini bekleyen felaketi haber alabildi ve yalnız bir gecelik gömleğiyle örtülü olduğu hâlde bir atın üzerine atlayıp Fondi’den uzaklaştı. Bir şövalyeden başka muhafızı yoktu. Sonraları Jülya, bu adamı, o sayılı gecede birtakım sarkıntılıklarda bulunmuş yahut lüzumundan fazla şeyler görmüş olduğu için öldürtmüştür. Yuanna’nın güzelliğindeki incelik İtalya’nın en büyük şair ve ressamlarına ilham kaynağı teşkil ettiği hâlde kardeşinin güzelliği Barbaros’un bu taarruzundan dolayı şöhret bulmuştur. Yuanna’nın bugün dahi Louvre’da, Kravford’da, Oksfort’ta, Viyana’da, Roma’da birer resmi vardır ve hayret toplamaktadır.
3
Rikab: Büyük bir kimsenin huzuru, önü, makamı. (e.n.)
4
Balyos: Elçi, ara bulucu. (ç.n.)
5
Romanımızda Don Mikez’in rolü yoktur. Fakat bu adamın Osmanlı tarihindeki yeri çok büyüktür. Bu sebeple bir Frenk tarihinden iktibas ederek kendisini okuyucularımıza tanıtmayı gerekli gördük. O tarih şöyle diyor: “Osmanlı silahlarının ikinci defa olarak Arabistan’ı fethetmelerinden sonra Sultan Selim [Yavuz Selim değil, Sarı Selim] veliahtlığı zamanından beri arzu etmekte olduğu Kıbrıs meselesiyle uğraşmaya fırsat buldu. Ona bu işi telkin eden bir Yahudi’dir ki birkaç vezirden ziyade nüfuza, kudrete malik olmuştur. Jozef Nasi denilen bu adam Portekiz’de doğdu ve orada Don Mikez adıyla yaşadı. Görünüşte Hristiyan olan takımdandı. Kanuni Süleyman devrinde İstanbul’a geldi hem zengin hem güzel bir Yahudi kızına âşık oldu, bu münasebetle yalandan taşıdığı Hristiyan dinini bıraktı, yeniden Museviliğe girdi. Sonra kıymetli taşlar takdim etmek, ödünç para vermek, nefis şaraplar sunmak suretiyle veliaht Selim’in teveccühünü kazandı ve bu teveccühten istifade ederek veliahdı Kıbrıs’ın fethi tasavvuruna alıştırmaya başladı. Bu yolda o kadar muvaffak oldu ki bir gün fazlaca Kıbrıs şarabı içmiş olan Selim -eski dinine döneliden beri Jozef Nasi adını almış- nedimini kucaklayarak ‘Ben padişah olursam sen de Kıbrıs kıralı olacaksın!’ dedi. Sarhoşça verilen bu söze Jozef Nasi pek kıymet verdi ve hemen evine ‘Kıbrıs Kralı Jozef’ hitabesini ve Kıbrıs armasını astı.
Selim, Kanuni Süleyman’dan sonra padişah olunca Jozef Nasi’yi servete boğdu, birçok malikâneler verdi ve nihayet onun zoruyla Kıbrıs üzerine sefer açarak adayı Venediklilerden zapt etti. Lakin Sadrazam Sokullu’nun engelliği yüzünden Jozef’i adaya kral yapamadı.”
Şu hâle göre Venedik devlet ricalinin Don Mikez’den kuşkulanmalarını yerinde bir hareket olarak kabul etmek lazım gelir. (y.n.)
6
İnhina: Eğrilme, bükülme. (e.n.)
7
Cür’a: Bir yudumluk su. İçim, yudum. (e.n.)
8
Kubat Çavuş’un hikâye etmekte olduğumuz elçiliği 1566 yılının sonlarına doğru vuku bulmuş olsa gerektir. Çünkü İkinci Sultan Selim, babasının ölümü üzerine 24 Eylül 1566’da İstanbul’a gelip tahtı ve saltanatı tesellüm etmişti. Fakat Kubat Çavuş’un 1569 yılı sonunda da Venedik’e gittiğini biliyoruz. O vakit duçeye ve Venedik Cumhuriyeti’ne Osmanlı sarayının birtakım şikâyetlerini tebliğe memur edilmiş bulunuyordu ki bunların içinde Dalmaçya hududundaki sarkıntılıklar, birkaç Türk korsanına yapılan işkenceler ve Kıbrıs Adası’nın Hristiyan korsanlara sığınak yapılması birinci planda geliyordu. Kubat Çavuş, bir efendinin uşağına karşı dahi kullanmakta tereddüt edeceği derecede küçültücü bir lisan ile yazılan “name-i hümayun”u, senatonun toplu olduğu bir sırada duçeye verdi ve okunurken de hazır bulundu, Frenk tarihleri bu hadiseyi naklederken “Bu kadar amirane bir surette yapılan taleplerin senatoda müzakeresi caiz olmadığından ret ile cevap verildi. Halk, o kadar heyecan gösteriyordu ki Çavuş’un hayatı tehlikede kalmamak için sarayın arka kapısından çıkarılmasına mecburiyet geldi.” diyorlar. Fakat bu, hakikate uygun değildir. Çünkü Venediklilerin Türk elçilerine, yürekleri titremeden bakmalarına bile imkân yoktu. Nerede kaldı ki her biri bir ejdere benzeyen o elçilere hücum etmeyi zihinlerinden geçirebilsinler!
Yine tekrar edelim ki Kıbrıs’ın alınması meselesi bu romanın çerçevesi dâhilinde değildir. Yalnız Bafa’yla tanışma sırasında o meseleye de temas edilmek zarureti hissedildiğinden bu notları kaydediyoruz. (y.n.)
9
Beht: Şaşkınlık, hayranlık. (e.n.)
10
Osmanlı elçilerine Avrupa payitahtlarında ve devlet merkezlerinde nasıl hayranlıklar gösterildiğini tevsik için -İnhitat Devri’nde Paris’e giden- iki elçinin maceralarından birer ikişer satır alıyoruz.
Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, XV. Lui nezdine elçi olarak gittiği vakit bütün Paris ayağa kalkmıştı, resmî ziyafetlerden sonra kral ava gideceği zaman davet olunur, Paris’in en seçme ve kibar kadınlarıyla at üzerinde ava gidiyor, geçit resimleri temaşa ediyordu. Yirmisekiz Çelebi, Paris halkını o derece cezp etmişti ki herkes onun şahsıyla meşgul olmayı az görerek Türk hayatını incelemeye de koyulmuşlardı. Artık roman kahramanları Türklerden seçiliyordu ve bütün romanlarda korsanlardan, saraylara kapatılmış genç cariyelerden, odalıklar kaçıran sipahilerden, kıskanç ağalardan bahsolunuyordu.
Yirmisekiz Çelebi’nin oğlu Sait Mehmet Efendi’nin Paris’e elçi olarak gelişi daha mühim tesirler yaptı. O, sık sık tiyatroya gittiğinden halk da ardından tiyatrolara doluyorlardı. Opera veya komedi Fransez ilanlarında “Türk imparatoru hazretlerinin elçisi Sait Efendi Hazretleri de oyunumuza teşrifleriyle mübahi kılacaklar.” müjdesi her gün görülüyordu. Kendisinin ziyaretine her gün Paris’in en zarif kadınları geliyorlar, billuri kahkahalarıyla enine boyuna sarhoş ediyorlardı. Kadınlar Türk elçisine kıymetli hediyeler de getiriyorlardı. Madamlardan biri de bir gün ona bir fiyango takdim etmişti.
Bunların içlerinde Türklerin niçin birden ziyade kadın aldığını merak edenler ve meraklarını Sait Mehmet Efendi’nin cevabıyla tatmin etmek isteyenler de görülüyordu.
İşaret ettiğimiz veçhile bunlar Osmanlı İmparatorluğu’nun diş ve tırnağı dökülmüş, gücü kuvveti son derece azalmış bir aslana döndüğü devirdeki elçileridir. Kubat Çavuş ise Türklerin bütün cihan mukadderatını avuçlarında tuttukları bir devrin elçisi idi. (y.n.)
11
16 veya 29 Mayıs: 1416’da Gelibolu önünde vukuya geldiğini Frenk tarihlerinin -dil birliği ile- yazdıkları bu deniz harbinde Osmanlı donanmasına Cali Bey, Venedik filosuna da Amiral Piyetro Loredano kumanda ediyordu. Neticede Osmanlılar mağlup olmuşlar, Cali Bey de dâhil olmak üzere üç bin şehit vermişler ve Venediklilerin eline beş galerya ile dokuz galyot bırakmışlardır. Fakat bu harbin siyasi hadiseler üzerinde hiçbir tesiri olmamış ve Osmanlılar -eskiden olduğu bibi- Venediklilerin ensesinde çorba pişirmeye devam etmiştir. (y.n.)
12
Sagredo’dan ve Gerlach’dan naklederek Hammer, Bafa’nın Türkler eline geçişini şu suretle anlatır: ‘‘Venedik’in asil Bafo ailesine mensup olan Safiye Sultan henüz pek genç iken Venedik’ten -babasının valiliğinde bulunduğu- Korfu’ya azimeti sırasında Osmanlı korsanlarının eline geçmiş ve Şehzade Murat’ın haremine alınmış idi.” (C: 7, s. 13)
13
Peçevî (C: 2. s. 3) Şehzade Murat dediğimiz Üçüncü Sultan Murat’ı şöyle tarif eder: “Kasirden balaca alçak boylu, beyaz tenli, ela gözlü, ebrüleri ve mehasini letafetnümunları kumral ve lahmü şahmede vasatülhal idiler.”
Fakat Viyana İmparatorluk Kütüphanesi’nde Mafey Venyeri’nin el yazısı ile mevcut bir seyahatnamedeki tarif şöyledir. “Orta boyludur, teni beyazdır. Saçları ve sakalı sarıdır. Sakalı çenesinin altından geçerek bir şakağından öbür şakağına kadar uzar, bıyıkları azdır, dudakları kalındır, burnu kıvrıktır, gözleri mavidir, kaşları mukavves ve kısadır.” Bu tarif padişahlık zamanına aittir. Şehzade iken sakalsız olduğunu söylemeye lüzum yoktur.
14
Peçevî bu rüya vakıasını (C: 2. s. 34) şöyle anlatır: “Bir gece yirmi basamaktan fazla bir merdivene çıktıklarını, yirmi otuz kadar yüksek kubbelerin ayakları altında kaldığını görürler. Ol mahalde şehzadeleri Sultan Mehmet ve Sultan Mahrut’u görmek isterler, göremezler. Ol merdivenden üç dört basamak inerken uyanırlar. Ertesi gün harem dairesinde bu rüyayı anlatırken kethüda Raziye Hatun, Şeyh Şüca’yı bilir ve vakıa tabir ettiğini işitirmiş. Şehzadeden izin alır ve rüyayı yazılı şeyhe gönderir. O da merdiven basamaklarının her biri bir yıl demek olduğunu, şehzadenin o basamaklar sayısınca padişahlık yapacağını, dört basamak inişin de 4 güne veya 4 haftaya kadar saltanat müjdesi geleceğini bildirir. Gerçek de böyle çıkar ve o günler içinde saltanat müjdesi gelir.”
Bu kayda göre Seyh Şüca’nın Bafa’dan sonra şehzadeye intisap etmiş olması iktiza ederse de yazma bir Peçevî tarihinde ve bu rüyanın hikâyesi sırasında şehzadelerden bahsedilmediğine, inilen merdiven basamakları da on olarak gösterildiğine göre bahçıvanın daha Kanuni Süleyman ölmeden ve İkinci Selim tahta çıkmadan önce Şehzade Murat’a intisap ettiği anlaşılıyor. Zaten basma Peçevî’deki “Raziye Hatun’un terbiyesi mukarenetiyle bir iki defa şehzade meclisine girer ve bilcümle saadetlu padişahın bervechile hüsnü itimadına bais olurken kutbi alem ildüğünde iştibahı kalmaz ve İstanbul’a bile gelirler.” diye bir kayıt var. Bundan da istidlal olunur ki Şeyh Süca, dört gün veya dört haftalık bir müddet içinde Şehzade Murat’la anlaşmış değildir. Bununla beraber şu rüya işi üzerinde uzun uzun durmaya lüzum yok. Biz. Şehzade Murat’ın muhitini ve karakterini tebarüz ettirmek için o mevzuya temas ettik. Zaten Frenk tarihçileri de rüyanın uydurma olduğunu anlayarak eserlerinde ona yer vermemişlerdir. (y.n.)
15
Peçevî (C: 2. s. 6) Kadı Üveys ile Şehzade Murat’ın tanışmasını şöyle hikâye eder: “Tire kadısı iken bir gün saadetlu şehzade hazretlerine av sırasında heminanlık (dizginbaşı beraber yürümek) şerefi elverir. Adabı müluktan haberi olan bir kişi olmakla şehzadenin gönlüne girer. Tesadüf, o esnada defterdarları vefat etmekle pederi büzürkvarlarına arz edip defterdarlıkların kendiye verdirir.”
16
Topkapı Sarayı’nın mimari kıymeti belki yüksek değildir fakat tezyinî sanat bakımından o sarayda çok kıymetli köşeler vardır ve Üçüncü Sultan Murat dairesi işte o nefis köşelerin en mühimlerinden biridir. İstanbul’da oturan veyahut İstanbul’a gelip giden sanatseverlerin bu daireyi bir değil, birkaç kere görmeleri -yine güzel sanatlara sevgi namına- lazımdır kanaatindeyim. (y.n.)
17
Aziz okuyucularım, ileride ve Murat’ın padişahlığı zamanında göreceklerdir ki Raziye Hatun, Bafa’dan yediği dayağı bütün ömrünce unutmamış ve Bafa ile açıktan açığa mücadele edebilecek bir kuvvet -Murat’ın anası Nurbanu’yu kastediyoruz- bulunca ona dayanarak Bafa’dan intikam almaya çalışmıştır. Pek heyecanlı olan bu hadiselere yavaş yavaş sıra gelecektir. (y.n.)
18
Fatih Sultan Mehmet tahta çıkar çıkmaz -korkunç bir ihtiyat tedbiri olarak- iki yaşındaki kardeşi Ahmet Çelebi’yi boğdurttuğu ve anası olan İsfendiyar kızını beylerden birine verip Anadolu’ya sürdüğü gibi babasının en sevgili zevcesi ve Sırp prensesi Mara’yı da bir irad tahsisi ile Sırbistan’a yollamıştı (1451). (y.n.)
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов