Полная версия:
Safiye Sultan
Raziye Hatun bir lahzada bunları düşünmekle beraber mütalaa yürütmeye -tabiatıyla- cesaret edemedi, yalnız göz ucu ile Bafa’yı hain hain ısırdı, sonra efendisine döndü:
“Siz…” dedi. “İstirahat buyurun, işi cariyenize bırakın.”
Ve emir beklemeden Bafa’ya yaklaştı, sahteliği pek belli bir tebessümle onu okşadı, eliyle de “Benimle beraber gel.” manasını ifade eden birtakım işaretler yapmaya koyuldu. Kız, bu basit işaretleri hemen anlamış olduğu hâlde acele yahut merak edip yerinden kımıldamadı, henüz ayakta duran şehzadenin yüzüne baktı. Gözlerinde vuzuhla konuşan bir hâlet vardı. O bir çift yeşil zümrüt dile gelmiş gibiydi. Murat, birçok şairlerin yazılarından daha beliğ olan bu bakışların mefhumunu kavradı, gülerek bir tasdik işareti yaptı, Bafa da -kaşları hafifçe çatkın olarak- ayağa kalktı, Raziye Hatun’un ardına düştü, odadan çıktı. Eşiği atlarken başını döndürüp prense bakmış ve onun hayran bakışlarla kendini teşyi ettiğini görünce, eliyle selam işareti yaparak iltifatta bulunmuştu.
Kâhya kadın, şu hamam faslı sırasında kendi kuvvetini, kendi ehemmiyetini genç Venedikliye hissettirmeyi tasarladığından yüzünü ciddileştirmişti, ağır bir tavır almıştı. Hamama gelince yüzünü Bafa’ya çevirdi, “Beni takip et.” işaretini tekrarladı ve mermer döşeli methalde duralayarak -kendi aklınca- anlatmaya koyuldu: “Ben senden büyüğüm, beni kızdırırsan, seni döverim!” demek istiyor ve kızın yavaşça kulaklarını çekiyordu. Sonra soyunulacak yere geçerek kızı sedire oturttu, işaretle tarif etmek suretiyle soyunmasını teklif etti. Bafa, sessizdi ve dikkatle etrafını tetkik ediyordu, içeriden sızıp gelen sıcak hava onun tenine çarçabuk jaleler sıralamıştı. Altın tacının telleri dibinde katre katre inciler peyda oluyordu. Sükûtuna rağmen kafası işliyordu. Çünkü Raziye Hatun’un kendisini nasıl bir yere getirdiğini ve soyunmasını teklif etmekle nasıl bir maksat güttüğünü anlamıştı. Yalnız aldanmamak ve yapacağı işte hataya düşmemek istediğinden hissine hâkim olmaya çalışıyordu.
Raziye, şehzade sarayında kâhya kadın olmanın ve yüzlerce halayığa, her dediğini yaptırmanın kendine verdiği gururla, âdeta sabırsızlanıyor ve kızın hemen soyunmasını istiyordu. Onun kayıtsız ve sessiz durmakta inat ettiğini görünce kaşlarını çattı, işaretlerini tekrarladı ve emrini, hızla yaptırmak için de şehzadenin dahi oraya gelmek üzere bulunduğunu anlatmaya koyuldu. Eliyle bıyık işareti yapıyor ve o bıyık sahibinin, hamama geleceğini ifhama çalışarak kızı harekete geçirmek istiyordu.
Bafa bu son işaretleri alınca kalktı, hamamın iç taraflarını örten kapıyı açtı, kurnaları ve küçük mikyastaki mermer göbeği gördü, sonra döndü, Raziye’nin yanına geldi, ondan iğrendiğini göstermek istiyormuş gibi bulantı işaretleri yaptı ve kadıncağızın bir kulağını yakalayarak hamamdan dışarı sürümeye başladı. Raziye, hiç ummadığı bu hücum karşısında şaşırdığından bağırmayı da beceremiyordu, ulumakla inlemek arasında bir besteyle genç kızı takip ediyordu.
Hamamla Şehzade Murat’ın beklediği oda arasında on on beş adımlık bir koridor vardı. Bu kısa mesafeyi Bafa somurta somurta, Raziye de uluya uluya geçmişlerdi. Kulağını genç parmaklardan kurtaramayan kâhya kadın, şehzadenin yanına varır varmaz, bu işkenceden halas olacağını hatta zalim ve had bilmez kızın cezalandırılması suretiyle kendinin hoşnut edileceğini umduğundan Bafa’yı takipte acele ediyordu.
Lakin zavallının ümitleri tamamıyla boşa çıktı. Çünkü Bafa, yakaladığı kulağı şehzadenin önünde de bırakmadı, Raziye Hatun’u salon kapısına kadar götürdü, orada biçarenin beline bir tekme savurdu, sofanın ortasına kadar fırlattı.
Şehzade hayran hayran vakıayı seyrediyordu. O anda umulmaz bir oyun seyretmenin verdiği hazla hoş bir şaşkınlık geçiriyordu. Ne dövülenin lehinde ne dövenin aleyhinde bir düşüncesi yoktu. Fakat Raziye’yi sofaya fırlatıp attıktan sonra yanına gelen, sert sert bir şeyler söylemeye koyulan Bafa’yla baş başa kalınca şehzadeliğini, saray kanunlarını, harem nizamını hatırladı, büyük bir suç işlemiş olan güzel kıza sertçe kelimelerle öğüt vermek istedi.
Kendisinin İtalyanca, Bafa’nın da Türkçe bilmemesi değil, en nefis bir musiki ahengiyle harıl harıl terennüm eden ağzın güzelliği, o ağza yakışan bir letafetle pırıldayan gözlerin cazibesi, bu arzuyu gelip geçen bir düşünceden ibaret bırakmıştı. Artık Şehzade Murat, Raziye Hatun’un dayak yemesiyle, harem nizamına, saray ananelerine vurulmuş olan darbeyi düşünmüyordu, Bafa’nın lahuti sesine ruhunu vererek ondaki saçların nuru, ondaki gözlerin zarafeti, ondaki dudakların tadı, ondaki gerdanın şiiri ve ondaki endamın sihri içinde gaşyolup gidiyordu.
Lakin bu temaşa, güzel Venediklinin heyecanına karşı kayıtsız kalmayı mümkün kılamazdı. Çünkü o heyecanda da başka bir güzellik, başka bir cazibe vardı. Bu sebeple şehzade, cesur ve pervasız halayığın ne istediğini, neden gazaba geldiğini anlamak istedi, manalı manasız işaretler sıralamaya girişti. Bafa, bir müddet o işaretlere gelişigüzel mukabelede bulundu fakat bu şekille anlaşamayacağını anlayınca, şehzadenin önünde çömeldi, iki eliyle cücelerinin boylarını çizdi, o muhayyel çizgileri yürütmek suretiyle kendilerini hatırlattı, içeriye getirttirilmelerini anlattı.
Cüceler, harem ağaları gibi saraylarda kadınlarla temas etmeleri caiz görülen mahluklardır. Şu şartla ki hadım ağalar, harem dairesinde yatıp kalkmaya da mezun oldukları hâlde, cücelere bu izin verilmemiştir. Onlar, davet vuku buldukça hareme girerler, hokkabazlık ve maskaralık yaparlar, kadınları -padişahın ve şehzadelerin huzurunda- güldürüp eğlendirirler, sonra bahşişlerini alıp koğuşlarına dönerler. Şu hâle göre, Bafa’nın dileğini yerine getirmekte bir mahzur yoktu. Şehzade Murat da böyle düşündü, dairesi kapılarına henüz ne bir köle ne bir halayık getirmediği için koridora kadar çıkmak zorunda kaldı, oradan el çırpmaya koyuldu. Daire dışındaki sofalarda emir bekleyen dişili erkekli hizmetçilerden nöbeti olanların, bu işaret üzerine hemen koşacaklarını biliyordu. Fakat ilk el çırpmaya, koridorun bir köşesinden kâhya hatunun iniltisi cevap verdiğinden şehzade onun yanına kadar yürüdü:
“Hâlâ…” dedi. “Ağlıyor musun? Ayıp be! Kalk, gözlerini sil, kapıma iki üç kızla, iki üç köle yolla. Bu macerayı da unut.”
Fettan kadın, efendisinin ayaklarına kapanarak -gözyaşları döke döke- yalvarmaya koyuldu:
“Sarayında yüzden artık kız var. Hepsinin çiçeği burnunda. Beğen beğen, hizmetine al. Dilersen ben yollara düşeyim, diyar diyar dolaşayım, sana istediğinden âlâ kızlar bulayım. İstersen kendimi de senin keyfine, senin zevkine feda edeyim. Tek şu hain kızı kov, ırzımı tekmil et.”
Şehzade Murat, ayaklarını huşunetle çekti.
“Alık!” dedi. “Senin göğe çıkıp Zühre yıldızını yakalaman, bana getirmen mümkün mü ki ben kendi ayağıyla sarayıma gelen bu canlı yıldızdan vazgeçeyim. Sen, yediğin dayağı, attığın dayaklara say. Her kuşun eti yenmez olduğunu öğrenip bundan geri önüne gelene kamçı sallama!”
Kadın, inledi:
“Ben ona el bile kaldırmadım!”
“Dilinle, gözünle bir halt etmişsindir. Her ne olmuşsa artık unutman gerek. Sen, haydi kalk, dediğimi yap! Yoksa bir dayak da benden yersin!”17
İşte cüce Cafer’le Nasuh, şehzadenin bu emri üzerine selamlıktan alınıp içeri getirilmişlerdi ve doğruca Bafa’nın huzuruna götürülmüşlerdi. Murat da boylarına boslarına hayran kalmış olduğu cücelere candan alaka gösteriyordu. Onların İtalyanca konuştuklarını öğrenince bu alaka, minnettar bir şekil aldı ve şehzade, Bafa’nın yanı başına oturarak cücelerin tercümanlığıyla konuşmaya başladı.
Konuşmaya başladı, dedik. Fakat hakikati ifade etmiş olmadık. Çünkü Şehzade Murat, Bafa’yla konuşmuyordu, onun tarafından enikonu huşunetle isticvap ediliyordu. Hem tehekküm hem tahakküm hissettiren, böyle bir sorguya şehzadenin tahammül göstermesi de şüpheliydi. Gerçi o, her tereddi etmiş ve şımarıklaştırılmış ruhun mümeyyiz vasfı olan açgözlülükle o dakikada yaman bir iştiha taşıyordu. İdraki de iradesi de körleşmişti, yalnız hayvani ihtiraslarıyla görüyor, düşünüyor ve hareket ediyordu. Buna rağmen, Bafa’nın kendine de -aşağı yukarı- bir Raziye Hatun gözüyle baktığını sezseydi, muhakkak ki coşacak, kuduracak ve birçok laubaliliğine aldırış etmediği kızı kıyasıya hırpalayacaktı.
Cüceler, işte bu akıbeti düşünerek ve sezinleyerek, tercümede sadakatten tamamıyla ayrılmamışlardı, Bafa’nın sözlerini değiştirerek şehzadeye anlatmak ve onun cevaplarını da Venedikli kızın arzusuna göre, tatlılaştırarak İtalyancaya çevirmek yolunu tutmuşlardı. Mesela kız, cücelerin ayak öpmek, şehzadeye dualar etmek, kavuklar sallamak gibi merasimi bitirmelerini müteakip Cafer’i yakalamış, hırçın hırçın söylenmeye koyulmuştu:
“Sor, bu adama! Beni yüreksiz, ruhsuz bir oyuncak mı sanıyor? Yoksa kendisi henüz yoldan gelmiş yanık yürekli bir kızcağıza nasıl muamele edileceğini bilmeyecek kadar kaba mıdır?”
Cafer de Nasuh da tepeden tırnağa kadar titremiş olmakla beraber, tek bir saniyelik göz müzakeresiyle tutulacak yolu da kararlaştırmışlardı. Zeki minyatürler kendi durumlarının yukarıya tükürülse bıyık, aşağıya tükürülse sakal denilebilecek bir biçim aldığını anladıklarından iki tarafı idare etmek yoluna girmişlerdi. İşte bu ızdırap içinde Cafer, titiz Bafa’nın, bu ağır sualini şu şekilde Türkçeye çevirdi:
“Kız, efendimizin dünyalar durdukça yaşamasına dua ediyor, kendisine iltifat buyurduğunuzdan dolayı minnettar kaldığını, bahtiyar olduğunu söylüyor.”
Şehzade, derin derin Bafa’nın yüzüne baktı ve onu memnun etmek için Nasuh’a hitaben “Sen de benim tercümanım ol!” dedikten sonra, şu cevabı verdi:
“Venediklilerin kavga eder gibi konuştuklarını bilmiyordum, kendisinin de sizi azarladığını sanıyordum. Kırgın veya kızgın olmadığını öğrenmekten mahzuz oldum. Nasıl, sarayımı beğenmiş mi? Gerçi daha bir yerini görmedi, yalnız hamam dairesine gidip geldi ama yine bir fikir edinmiştir. Hele bir sor.”
Nasuh da bu sözü, Cafer’in tercüme ettiği suale -yarım yamalak olsun- bir cevap teşkil edebilmesi için şu biçime soktu:
“Sizin neye kızdığınızı, kimden ve ne sebeple incindiğinizi şehzade hazretleri anlamıyorlar. Sizi çok aziz tutacaklarını söylüyorlar.”
İşte bu garip şekilde cereyan eden, uzun ve gülünç bir münakaşa sonunda, zeki cüceler, iki tarafı da avutmak imkânını bulmuşlardı. Şehzade, günlerce deniz yolculuğu yapmış olan Bafa’yı, yorgun yorgun hizmetinde bulunmaya zorlamaktan vazgeçmiş, kız da nişanlanma, nikâhlanma gibi taleplerde ısrar ettiği takdirde Osmanlı imparatoriçesi olmak ihtimalini kaybedeceğine kanaat getirdiğinden yelkenleri suya indirmişti.
Evet, fettan kızın bütün o hiddetleri, şiddetleri -şehzadenin kendini son derece beğenmesinden istifade ederek- meşru bir izdivaç kabul ettirebilmek hülyasından ileri geliyordu. O, daha Venedik’te ve duçeler sarayında ihtiyar korsanlarla flört yaparken, Osmanlı sarayında nikâhın yasak hâline konulduğunu, Kanuni Süleyman’ın Hürrem Sultan’dan sonra, kimseyi nikâhlamadığı gibi, şimdiki padişahın odalık usulüne son derece sadık kaldığını ve veliahdını da o yolda yürüttüğünü öğrenmişti. Bu sebeple Manisa sarayında kendine nasıl bir rol ve vazife düştüğünü -eksiksiz- biliyordu. Lakin şehzadenin daha ilk yüzleşmede, kollarını aça aça üzerine yürüyeceğini ve bu hamlede muvaffak olamayınca bir hamam sohbeti teklif edeceğini hatırına getirmiş değildi. Beş on gün olsun bir anlaşma ve kaynaşma devri geçireceğini umuyordu. Bu ümidinde aldanmış, kâhya kadının pek kabaca davranışından da müteessir olmuş bulunduğundan şehzadeye dert yanmak, sızlanmak kararını almıştı. Bu dert yanışta, bu sızlanışta, yüzüne nasıl bir renk, sesine nasıl bir ahenk vereceğini kestiremediği için de üzülüyordu. Fakat şehzadenin, Raziye Hatun’a atılan tekmeyi hoş görmesi ve kendisini sitemli bir bakış atmak suretiyle olsun tekdir etmemesi, o üzüntüyü cürete çevirmişti ve işte bu yaygarayı koparmıştı.
Maksadı, işaret edildiği üzere, nikâhlanma işine kuvvetlice temas etmekti ve yapacağı hamle boşa giderse kendini -kabil olduğu kadar- pahalıya satmaktı. Cüceler, kimsenin ihtimal vermediği ve veremeyeceği müdahalelerde onu, hakikate yaklaştırdıkları gibi şehzadeyi de gazaba gelmekten, tamiri imkânsız işler yapmak zoruna düşmekten uzak tutmuşlardı. Şimdi ortada bulutsuz bir sema vardı. Şehzade o lekesiz sema içinde birçok zevk kaynakları, birçok safa nüveleri keşfederek ruhi gevişler getiriyordu, Bafa da aynı semada, kendi istikbalini -hale hale, kehkeşan kehkeşan, burç burç- seyrederek hissen baygınlıklar geçiriyordu.
Cücelerin şevki, idaresi altında onların buldukları uzlaşma şartları şunlardı: Şehzade, on gün Bafa’yı misafir sayacak, dinlenmesini kolaylaştıracak, saray kadınlarıyla onu tanıştıracak ve hakiki bir gözde olduğunu herkese karşı tebarüz ettirmek için şanına, şerefine düşen lütufkârlığı yapacak. Bafa da on gün sonra gecesini, gündüzünü -kayıtsız ve şartsız- şehzadenin himmetine bağlayacak!..
Cüce Nasuh, o uzun muhavere sırasında bir sırasını düşürüp Osmanlı saraylarında padişahlarla, şehzadelerle pazarlığa girişmenin, mukavele veya muahede yapmanın görülmüş şeylerden olmadığını ve Şehzade Murat tarafından gösterilen uysallığın, bu sebeple büyük bir iltifat, büyük bir ikram sayılması lazım geleceğini Bafa’ya anlatmıştı. Zaten o da Venedik duçelerine, Alman imparatorlarına, Fransa krallarına çok yükseklerden bakan ve o haşmetpenahları huzurlarında titreten Kubat Çavuşların efendileri olan padişahlarla prenslerin şakaya gelir insanlar olmadığına kanaat besliyordu. Yalnız Yaradan’a sığınıp bahtını sınamak, kendini şehzadeye nikâhlatmak istemişti. Bu tecrübenin müspet netice vermediğini görünce -ki şehzade böyle bir arzudan bile haberdar olmamıştı ve Bafa’yı o dilekten cücelerin zekâsı çevirmiş bulunuyordu- tabiatıyla kanaatkâr göründü, ne kazandıysa onunla iktifaya rıza gösterdi.
Şimdi o, haşin davranarak kalbini kırmış olduğunu sandığı şehzadeye hulus çakmak, yaltaklanmak ve kendini şuhluğuyla da beğendirmek ihtiyacına kapılmıştı. Uzlaşma şartları -cücelerin himmetiyle-kararlaşıp münakaşa bitince yerinden gülümseye gülümseye kalktı, cüce Cafer’i kucağına alarak, büyük odanın bir köşesine gitti, orada cüceyle dudak dudağa bir şeyler konuştu, sonra Cafer’i yere bırakıp geri geldi, şehzadenin önünde Avrupakari zarif bir reverans yaptı ve ardından ilerleyip -yine istiğrak âlemine dalmak üzere bulunan- şehzadenin iki elini tuttu, acip olmakla beraber, kulağına latif gelen bir Türkçeyle sordu:
“Siz, beni sevecek?”
Murat, ihtiyarsız, “Evet, evet!” diye bağırınca da -yine Türk diliyle-şunları söyledi:
“Ben de sizi sevecek?”
Şehzade, hiçbir kadından duymadığı o sualle, bu hatimeden yüreğine sızan renk renk haz içinde gaşyolup gitmek üzereydi. Fakat kızın şuhluğuna şehzadece bir mukabelede bulunmak lazım geldiğini hatırladığından kendini topladı, parmağındaki -Mısır’ın bir yıllık vergisi kıymetindeki- elmas yüzüğü çıkarıp Bafa’nın parmağına -elleri heyecandan titreye titreye- taktı. Viyana sarayından gönderilmiş olmak itibarıyla hakiki kıymeti kadar, tarihî değeri de yüksek olan kubbeli ve elmaslı saatini de kuşağı arasından çekip çıkardı, cüce Cafer’e uzattı.
“Al bre mızrak boylu…” dedi. “Şu saati. Kıza öğrettiğin sözlerin bedeli olsun!”
Cafer, bütün endamıyla, yere kapanıp şükranını arz ederken Bafa, cüce Nasuh’u gösterdi, onun da sevindirilmesini işaretle istedi. Şehzade, hemen elini koynuna sokmak ve bir kırmızı kese altın çıkarıp Nasuh’a atmak suretiyle kızın bu dileğini yerine getirdikten sonra, Cafer’i yanına çağırdı.
“Bak şehlevend…” dedi. “Biz şu toy kızla lafa dalıp mühim bir şeyi unuttuk: Bizim yanımızda ancak Muhammedîler yatıp kalkabilir. İsevilere, Musevilere hatta Mecusilere iş veririz, para veririz ama yatağımızda, soframızda yer veremeyiz.
Onun için şu minimin meleğin de İslam dinine girmesi lazımdır. Mademki beni seveceğini söylüyor, dinini terk etsin, sevgisini ispat etsin.”
Ve Cafer, kelimesini değiştirmeye imkân görmediği bu emri, İtalyancaya çevirmeye hazırlanırken derin derin içini çekerek ilave etti:
“Dinimizde zor yoktur, ikrah yoktur. İsterse Müslüman olur isterse olmaz. Fakat burada kalmak için mutlaka bizim dinimizi kabul etmesi icap eder. Buralarını da -onu korkutmadan, gücendirmeden-anlat!”
Cüce, büyük bir dikkatle tercüme işini yapmaya başladığı sırada Şehzade Murat için için terliyor ve yine için için titriyordu. Çünkü Venedikli güzelin, öbür halayıklar gibi, ulu orta açılan kucaklara körü körüne düşecek, otur denilen yerde deve yavruları gibi çöküp, kalk denilince de sıçrayıp kalkacak soydan olmadığını sezinlemişti. Şu hâlde onun, dinini terke rıza göstermemesi de muhtemeldi. Şimdi, bu ihtimal tahakkuk ederse kendisi ne yapacaktı? Saray ananesine hürmet göstererek, henüz ağız tadıyla tek bir busesini bile alamadığı, bu eşsiz güzeli sürüp kovacak mıydı yoksa padişahın pek muhtemel hiddetine ve bütün memleketin nefretine göğüs gererek onu yanında alıkoyacak mıydı?
Birinci şıkkı kolaylıkla kabul edemeyeceğini anlıyordu. Çünkü kızı -aşk denilecek kadar kuvvetli bir duyguyla- seviyordu. Kalbinde bir çıralaşma duyuyor ve Bafa’nın gülümseyen bir bakışından, pırıldayan bir tebessümünden hatta somurtuşundan o çıralarmış kalp, ateş alıp alev alev yanıyordu. Bu bir aşk, bir tutkunluk, bir sevda, bir şeydalık başlangıcı mıydı? Yoksa kızgın bir iştiha alameti miydi? Şehzade, buralarını kestirmek şöyle dursun hatta muhakeme bile edemiyordu. Ancak Bafa’dan -din ayrılığı yüzünden de- ayrılmak kudretini kendisinde bulamıyordu.
Fakat ayrı bir din taşıyan ve İslam dinine girmesi hakkındaki teklifi reddeden bir kadını yanında tutmak da kendisine felaket getirebilirdi. Buna ne anane ne muhitin müsamaha seviyesi müsaitti. Şu takdirde ne yapmalıydı ve ne yapabilirdi?
Murat’ın hatırına bir aralık adaş dedelerinden İkinci Murat’ın nikâhlısı bulunan Sırp prensesi Mara geldi. Fatih Sultan Mehmet, babasının ölümüyle tahta çıkınca üvey anası bulunan ve dul kalmış olan bu prensesi öz yurduna, Sırp iline yolladı ve kadın orada eski dinine avdet ederek yaşamaya başladı. Demek ki Türk sarayına gelip de dinlerini değiştiren kadınların bu ihtidaları samimi değildi. Hele yaşça biraz ilerlemiş, büluğ çağına varmış kızların dinlerini gerçekten değiştirdiklerine inanmak çok güçtü. Bafa’nın, dinini bırakmamakta ısrar etmesi hâlinde, onu zorlamayarak ve Hristiyan olarak yanında alıkoymak, bir sual vukusunda da Prenses Mara misalini ileri sürüp müdafaalar yapmak acaba mümkün değil miydi?18
Şehzade Murat, ömrünün belki ilk ızdıraplı dakikasını yaşıyordu. Zihninde sıralanan bu bir sürü kâbusun pençesinden kurtulmak için, gözlerini Bafa’nın ağzına dikerek verilecek cevabı bekliyordu. İtalyanca bilmediğini unutmamakla beraber, kızın dudaklarında belirecek yumuşaklığa veya sertliğe bakıp cevabın hoş mu, nahoş mu olduğunu anlayacağına itimat besliyordu.
Bafa, cüce Cafer’in büyük bir itina ile yaptığı tercümeyi sonuna kadar sükûnla dinledi, ne telaş ve ne hayret gösterdi, aynı sükûnet içinde şu cevabı verdi:
“Aşkın dini olmaz. Daha doğrusu aşk, tabiatın en dürüst dinidir. Prens hazretleriyle biraz önce, aşka doğru yürümeyi karalaştırmıştık. O hâlde bu teklife ne lüzum var?”
Murat, şiirle ve tasavvufla da -kalabalığa uymak, halka hoş görünmek için- uğraşırdı. O sebeple hakiki ve mecazi aşklar hakkında hayli şey biliyordu. Lakin aşkın, o güne kadar bu derece güzel bir ağızla tarif olunduğuna şahit olmamış, hele rüsvaylıktan ibaret olmak üzere tanıtılan aşkın bütün insanları koynuna alabilecek kudrette bir din olarak da kabul olunacağını duymamıştı. Cafer’in yaptığı kuvvetli tercümeden derin surette heyecanlandığı için Bafa’nın cevabını küçük boylu tercümana bir daha ve bir daha tekrarlattı, sonra derin derin düşünmeye koyuldu.
Yaşı küçük, buluşları -kıymetçe- pek büyük olan şu Venedik dilberi, onun en hassas tarafını işte yakalamıştı. Çünkü o, fâni hayatta, aşktan başka ruhu alakalandıracak bir zevk bulunmadığına inanırdı. Aşk, bu genç şehzade için yegâne hakikat olup ondan gayri her şey, her düşünce, her iman sarih birer yalandan ibaretti. Aşk, güneşe ve başka zevkler birer yıldıza benzerdi. Nur ve hayat güneşteydi, ötekiler -hakikatte mevcut olmayan- sahte birer ışık içinde, yalancı bir varlık taşıyorlardı, güneş olmasa ay ve o milyon milyon yıldız nasıl bir hiç olup kalırsa aşkın yokluğu hâlinde, bütün beşerî zevklerin de sıfıra münkalip olması muhakkaktı.
Şimdi o hakikate, yani aşkın beşerî hayatta tek “varlık” oluşuna ve var görünen başka hâletlerin aşka bağlı birer basit tecelliden, denizdeki köpükler gibi hem var hem yok sayılacak şeylerden ibaret olduğuna on kat, yirmi kat çoğalmış bir imanla inanıyordu. Çünkü Bafa, aşkın azametini kabul ediyordu. Ve her idrake kolay kolay sığmayan o azamet, bu güzel ağızda maddeleşmiş, nurani bir hakikat oluyordu.
Fakat aşk, tende can, çiçekte ıtır gibi sezilip de tarif olunamayan ilahi sırlardan, samedanî muammalardandı. Taalluk ettiği ruhu kemale ulaştırmakla beraber, o ruhun mahfazası olan bedeni ekseriya alil eder, zelil eder. İdrake, cila, kalbe garip bir istiğna verdiği hâlde, ışığına layık gördüğü kimseleri hemen hemen daima, derbederliğe sürükler, sefil eder. Böyle her kudretten üstün bir kudreti kavramak hünerdi, din olarak tarif etmek marifetti. Bafa, işte bu hüneri ve bu marifeti de gösteriyordu. Duygu ve sezgi bakımından çok olgunlaşmış olduğunu ispat ediyordu.
Murat, bizzat aşk kadar güzel olan kızın, bu pek yüksek hassasiyeti karşısında basit bir ruh, kalp bir kalıp gibi görünmek istemedi, aşk dininin “hak” olduğuna çok iman ettiğini göstermek gayretine düştü, daha doğrusu cezbeye kapıldı, yerinden fırladı:
“Güzel kız, güzel kız!” dedi. “Aşkın din olduğunu ilk sezenler biziz hatta o din için dört değil, belki dört yüz İncil de yazmışız. Şu okuyacağım ayetler de o İncillerin birinden alınmıştır.”
Ve biraz durdu, Bafa’nın gözlerine bakarak heyecanını alabildiğine kuvvetlendirdikten sonra, tazarruat sahibi Sinan Paşa’dan şu mensur şiirleri okumaya başladı:
“Dünya gariptir. Kedi gibi doğurduğunu kendi yer. Köpek gibi yaltaklandığını ısırır. Dünya kiminle ahdetti de yine bozmadı? Kiminle akdetti de yine çözmedi? Kimdir ki bu âlemin revacını kesatsız, salahını fesatsız, yükselişini inişsiz, inişini yokuşsuz, sulhünü cidalsiz, devletini zevalsiz, ferahını belasız, sevincini mihnetsiz ve iptalasız, bekasını fenasız, gınasını inasız, nimetini gamsız, lezzetini elemsiz, şerbetini zehirsiz, lütfunu kahırsız, azizini mezelletsiz, bahtiyarını zilletsiz, vuslatını firaksız, dostluğunu nifaksız görmüş ola?”
“Bu bir evdir ki, imaretleri harap, emelleri nayap, izzetleri tahkir, tazimleri tasgir olan afetler arası, beliyyeler menzilidir. Her kim ki cihan kâsesinden hayat şerbeti içti, akıbet ölüm humarı görse gerektir. Her kim ki zaman bostanından rahat gülü kokladı, elbet diken yarası çekecektir. Hangi ikbal ağacıdır ki ecel anı bimecal etmemiştir? Hangi cemal bağının çiçeğidir ki ölüm hazanı onu yere düşürmemiştir? Hangi nakış vardır ki hadisat tufanı içinde kaybolmuş bulunmasın? Hangi güzel yüzdür ki çer çöp arasına karışmış olmasın? Nice şehriyarların, sarıkları vardır ki bir gün düşüp boyunlarını anınla bağladılar. Nice padişahların izzet kemerleri vardı ki ansızın esir olduklarında onları kendi bellerine zincir eylediler. Nice bahadırlar olur ki kılıçlarıyla gerdanları çelinir, nice akil müdebbirler olur ki tedbirlerde haneleri yıkılır.
Dünya hâli böyle gelmiştir; gelen gider. Ecel ejderhası böyle doğmuştur: Karşısında bulduğunu yer. Dünyanın zehri tiryak ile ıslah olmaz. Yarası ilaç ile felah bulmaz. Dünya şarabına gurur, seraba aldanmaya benzer. Sıhhat hoş nimet idi. Ardından dert gelmese. Yiğitlik güzel ziynet idi: İhtiyarlık gelip onu yıpratmasa. Yâr vuslatı hoş safa idi: Firkati olmasa. Mecazi aşk da tatlıydı: Eğer zeval bulmasa.”
“Cehanın yok imiş çünkü sebatı – getir, saki meya abi hayatı – ne hoştur hali şul meczubı aşkın – çöpe saymaz vücudu kâinatı – temennayı hayat etme sen ey can – hayat anla hakikatte me-matı!”
Cüceler nasıl tercüme edeceklerini kavrayamadıkları bu heyecan şelalesi altında biraz daha küçülürlerken Bafa, sırmalı bir kadife yastığa yanını vermiş, başını bir eline dayayarak şehzadeyi seyre girişmişti. Onun, bu durumunda, oyuncağını kapıp koyuvermiş bir çocuk neşesi vardı. Şehzadenin cezbeye tutulduğunu, heyecan ifratından şuurunu -bir an için- kaybettiğini ve onu bu hâle koyan kuvvetin de kendi güzelliğinden ibaret bulunduğunu anlıyordu. Fakat gururla karışık olan bu neşe içinde, derin derin mülahazalar hatta heyecanlar da geçirmekten geri kalmıyordu. Çünkü şehzadenin meçhul bir dille haykırdığı sözlerden yüreğine müphem fakat sürekli hazlar dökülüyordu. Hissine mağlup delikanlı, aynı zamanda, gözüne çok güzel görünüyordu ve bu görünüş de yüreğine ayrı bir tat döküyor gibiydi.
Onun söylediğini anlamamakla beraber, aşk mevzusundan böyle heyecanlandığını biliyordu hatta aşktan bahsettiğini de hissediyordu. Çünkü vakur ve mağrur bir Osmanlı prensini ancak o mevzu ve ancak bir güzel kadın, böyle mecnuna çevirebilirdi, deli deli söyletirdi. Onları başka bir kuvvetin gururdan, kayıtsızlıktan çekip çıkarması kolay değildi.