Читать книгу Krallar Avlayan Türk (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Krallar Avlayan Türk
Krallar Avlayan Türk
Оценить:
Krallar Avlayan Türk

4

Полная версия:

Krallar Avlayan Türk

Bir köşeye çömelen ihtiyar bahçıvan, yeni çırağın çalışmasını tecrübeli gözleriyle tetkik ediyordu. Elli yıldan beri bu işle uğraşmış, birçok kapılara girip çıkmış, sürü sürü çırak değiştirmiş olan yetmişlik adam, bu temaşa sırasında yavaş yavaş dalgınlaştı, bakışlarını delikanlının çelik pazularına dikerek derin derin düşünmeye koyuldu. Bu dalgınlık Abdurrahman’ın, gösterilen işi bitirip de yanına gelmesine, “Daha ne yapayım usta?” demesine kadar sürdü ve bu sual üzerine herifin gözleri açılarak dudaklarından kısa bir cevap döküldü:

“Artık konuşalım!”

Şu iki kelime, Abdurrahman’ı için için sevindirmişti. Fakat herifi gevezeliğe biraz daha hırslandırmak için nazlandı:

“Kollarım…” dedi. “henüz yorulmadı usta. İş gösterirsen çalışırım.”

Bahçıvan, manalı manalı ve derin derin, çırağını süzdü:

“Seni yormaya çalışırsam ben yorulurum. Nazlanma da yanıma gel, biraz çene çalalım.”

Ve Abdurrahman yanına gelince iki elini birden yakaladı, gözlerini delikanlının göz bebeklerine dikti:

“Dimitri!” dedi. “Sana bir şey soracağım, doğru cevap verir misin?”

“Elbet veririm.”

“Yemin et!”

Kara Abdurrahman istavroz çıkardı, birkaç da yemin kelimesi mırıldandı. İhtiyar, tereddüt gösteriyor, düşünüyordu. Biraz sonra, o yaşta insanların ekseriya gösterdikleri tecellüt tavrını takındı.

“Senin anan nereli?” dedi.

“Ganoslu!”

“Hiç karşı yakaya gitmiş miydi?”

“Belki gitmiştir, belki gitmemiştir, bilmiyorum. Anam öldüğü zaman ben küçüktüm.”

“Allah ananın günahlarını bağışlasın, babana da rahmet etsin. Birinden şüphe ediyorum, birine acıyorum.”

“Neden?”

“Sen Bizans çocuğu değilsin.”

Kara Abdurrahman gürültülü bir kahkaha kopardı:

“Bu nasıl söz usta. Ben Bizanslı değil de Türk müyüm?”

“Ananın bizden olduğuna şüphe yok. Fakat babanın Türk olduğuna yemin ederim.”

“Anama iftira ediyorsun usta. Gücüme gidiyor.”

“Gücüne değil, hoşuna gitsin!”

Ve birdenbire ciddileşti.

“Dimitri, Dimitri!” dedi. “Hiçbir Bizans genci senin gibi çapa sallayamaz. Deminden beri adımlarına, kollarına, gözlerine bakıyorum. Yere basışında başkalık, kollarının oynayışında başkalık, bakışlarında başkalık var. Ancak bir Türk senin gibi basar, senin gibi bakar. Ben Adreyanosluyum (Etranos). Tam kırk yıl evvel orada Türklerle çarpıştık. Hızır Bey denilen Türk’ün, bizim kumandanımızı yakalayıp tahta çember gibi bir müddet hızlı hızlı çevirdikten sonra boğarak üzerimize fırlattığını gözümle gördüm. Sen tıpkı o Hızırlara, gözümle ne olduklarını görüp sillelerini yediğim korkunç Türklere benziyorsun.”

“Elde parmak, ağızda diş neyse Türk’e de kılıç odur, derler. Mademki benim kılıcım yok, demek ki Türk değilim. Gözünü bir iyi sil de usta, rüyan dağılsın, yüreğin yerine gelsin!”

İhtiyar bahçıvan içini çekti:

“Adreyanos’tan kaçtım kaçalı kendi kendime düşünüyorum; bizim erkekleri Türk’e benzetmek çarelerini arar dururum. Ağaçları aşıladıkça, yeni tohumlar bulup yeni çiçekler yetiştirdikçe içime sızı düşer. Hızır Bey’in bizim kumandanımızı boğuşu da bir gün bile gözümün önünden gitmez. Bizim erkeklerin, bizim delikanlıların ellerini onun pençesi gibi kuvvetlendirmek için, hülya bu ya, bir sürü tedbirler tasarlarım. Benim düşündüğümü senin baban bulmuş. Ne yalan söyleyeyim, memnun oldum. Keşke bizim Kraliçe Mari de ananın tuttuğu yolu tutsa, bir Türk bulup onunla oynaşsa. Böyle yapınca belki bir Dimitri de o doğurur.”

İhtiyarın hatıraları uyanmış, geveze talakati canlanmıştı.

“Bilir misin?..” diyordu. “Türkler ne yaman adamlardır? Sanki Allah bizi çamurdan, onları çelikten yaratmış. Aramızda o kadar fark var. Biz ete düşkünüz, şaraba tutkunuz, uykuya âşığız. Onlar sade şipit (bir nevi yufka) peynir ve yoğurt yerler, ayran içerler. Yine biz çerçöpe benzeriz. Onlar demir gibidir. Ben Adreyanos’ta esir oldum, birkaç yıl Türkler arasında yaşadım. Kadın gördüm ki kocası kadar mükemmel silah kullanırdı. Çocuk tanıdım ki babasından cesurdu. O nur topu gibi kadınların ata binip yarışa çıktıklarını gördükçe ağzım sulanırdı. Sekiz on yaşında yüzü güneşten kararmış çocukların benim kaldıramayacağım kadar ağır kılıçlarla, yaylarla süslenerek, atlarının eyerlerine davullarını asarak yazın yaylaya göç ettiklerini seyrederken Türk doğmadığıma yanardım, gözlerim yaşarırdı, hayıflanırdım.”

Kara Abdurrahman’ın burnu sızlamaya başlamıştı. Yaylaya çıkış, kışlağa iniş hatıraları bütün cazibesiyle zihninde kımıldanıyordu. Ağaç dallarından yapılma altlıklarla (iskemle), her gün bol suyla yıkanan tahta masalarla süslü çadırlar gözünün önüne geliyordu. Beyaz gömleğinin kollarını sıvayarak çadırın bir köşesinde sac katmeri yapan anası, beri tarafta üzüm hoşafını kâselere dolduran kız kardeşi, ötede kilim dokuyan halası, çadır dışında neşeli neşeli kişneyen küheylanlar, medet çeken koyunlar birer birer hayalinde canlanıyordu. İhtiyar bahçıvanın ağzını kapamak, başından o yırtık kara yazmayı atıp şöyle haykırmak istiyordu:

“Ben Türk’üm herif, bana beni anlatma!..”

Fakat nefsini zorlayarak heyecanını yendi ve bahçıvana takıldı:

“Sen Türk’e gönül vermişsin. Bari din değiştirip aralarında kalaydın. Ne diye buraya geldin?”

“Halt ettim, Dimitri, halt ettim! Türk’e uşaklık yapmak bu sarayda muhabbet tellallığı yapmaktan elbette iyiydi.”

Delikanlı güya şaşkınlaştı:

“Amma yaptın usta. Burada bir işin de tellallık mı?”

“Tellallığın en koyusunu yapıyorum. Hem de parasız!”

“İşte bu tuhaf!”

“Tuhafı muhafı yok. Yetmiş yaşında bir ihtiyarın böyle bir evde barınabilmesi için o işi de yapması lazım. Ara sıra efendiye, ara sıra karısına bu yolda hizmet ederiz. İpliğimizi boyamış, yerimizi sağa çıkarmış oluruz.”

Kara Abdurrahman, Madam Mari’nin hususi hayatını uzun uzun söyletmek düşünceleri biraz gülünç olmakla beraber sezişi doğru görünen ihtiyar bahçıvanı bülbüle çevirmek istiyordu. Fakat bahçenin bir köşesinden Sevindik’le kumandan zadenin koşa koşa geldiklerini, Madam Mari’nin de arkasında bir hizmetçi kız, salına salına çocukları takip ettiğini görünce susmak zorunda kaldı. Bahçıvan da kendine çekidüzen veriyor ve fısıldıyordu:

“Gözünü aç Dimitri, madam geliyor. Hem de senin için geliyor!”

Sevindik bir iki saat içinde tamamıyla değişmişti. Yeni ve şık elbiseler, güzel kokulu bir tuvalet, çocuğun eşsiz güzelliğini bir kat daha açığa çıkarmış bulunuyordu. Kumandan zade, gürbüz sipahi yavrusunun yanında karga yavrusu gibi cılız ve çirkin görünüyordu. Fakat Sevindik kendi üstünlüğünü sezmez görünerek boyuna dilsiz şaklabanlıkları yapıyor ve küçük prensi kahkahalarla güldürüyordu.

Çocuklar bahçıvanla yamağının yanına gelir gelmez Sevindik koştu. Üstüne giydirilen ipekli kaftanı, ayağındaki pabuçları Kara Abdurrahman’a gösterdi ve sonra onun kirli gömleğine, çıplak ayaklarına işaretle acımak tavrı aldı. Daha sonra bahçıvanın karşısına dikilerek maskaralığa başladı. Kumandan zade de ihtiyar adamın yüzündeki buruşuklukları sayar görünen Sevindik’e bakıp el çırpıyordu, “İyi say, iyi say.” diye bağırıyordu.

Kirya Mari bu neşeli çırpınışlar arasında geldi, Sevindik’in maskaralıklarını ve oğlunun tebessümlerini alkışladı, sonra Kara Abdurrahman’a sordu:

“Nasıl, Dimitriyos, bahçeyi beğendin mi?”

“Size layık bir bahçe madam. Allah safanızı artırsın.”

“Bahçıvanımı nasıl buldun? Biraz ihtiyardır ama tanımadığı tohum, bilmediği çiçek yoktur. Eşi az bulunur.”

“Sözü de sohbeti de tatlı. Konuşurken ağzından bal akıyor.”

Mari güldü:

“O balı tatmadım. Yalnız ustalığını ve her işe gelir bir adam olduğunu bilirim. Seni çarçabuk kendine ısındırdığına memnun oldum. Başka bir vazife alıncaya kadar sıkılmazsın.”

Sevindik o sırada bahçıvanın göğsündeki beyaz kılları birer birer koparıp kumandanın oğluna vermekle meşguldü. Canı yanan ihtiyar bu tatsız şakadan yakasını kurtarmak için madama şikâyet etti:

“Bu dilsiz de nereden çıktı? Az daha gayret etse beni kılsız bırakacak, uyuz eşeğe çevirecek. Emrediniz de uslu dursun.”

“A, sen işitmedin mi? Bu dilsiz, hüner kumkumasıdır. Kale duvarını tırmanarak aştı. Biz de kendisini oğlumuza maskara tayin ettik. Dimitriyos’un yeğenidir. Ne yaparsa yapsın, aldırma.”

“İyi ama madam, kıllarımı yoluyor.”

“Sana kılın ne lüzumu var, varsın yolsun!”

Şimdi arkasını ihtiyara çevirmiş, Kara Abdurrahman’ı, bir kitap okur gibi, dikkatle süzmeye girişmişti. Delikanlı bu derin bakışların manasını anlamıyormuş gibi kayıtsızdı. Kirpiklerini oynatmadan, yüzüne küçük bir seziş izi çizmeden put gibi hareketsiz duruyordu. Hâlbuki kafası yaman yaman işliyordu. Zevk düşkünü, ahlak yoksulu ve şehvet delisi olduğu söylenen dışı güzel, içi çirkin kadının kendisine ne yolda açılacağını düşünüyordu. Bir yandan da ona karşı alacağı vaziyeti tasarlıyordu. Kadının melahatini15 takdir etmiyor değildi. Fakat hüviyetinden iğreniyordu.

Mari’nin güzelliği biraz eksik, cazibesi biraz noksan olsa, lakin ahlakı mazbut bulunsa bu iğrenişten uzak kalacaktı. Ezilmesi, yok edilmesi icap eden bir adamın eşi olmasına rağmen şu kadın için yüreğinde düşmanlık duygusu yoktu. Yalnız, onu iğrenç buluyordu ve bu, ihtiyar bahçıvanın sözlerinden ileri geliyordu.

Bununla beraber o evde bulunduğu müddetçe her şeye tahammül etmek lazım geldiğini unutmuyordu. Küçük bir sendeleyiş kendisini ve bilhassa Sevindik’i tehlikeye düşürebilirdi. Gerçi mukaddes maksat uğrunda ölmek haritada yazılıydı ve böyle bir ölüm, şahsı için büyük bir şerefti. Fakat Sevindik’in hayatını muhataraya koymak istemiyordu. Buna, hakkı da yoktu. Onu sergüzeştler içinde öldürtmek için değil, tecrübeli bir savaş eri olarak yetiştirmek için babasından almıştı. Bu sebeple, Madam Mari’nin kahpeliğinden iğrenti göstermemek, yanlış adım atmak zorunda kalmamak kendisi için pek lazımdı. Kıtalar başında bulunup kumanda etmek, her yerde hürmet görmek hakkını taşırken tek başına büyük işler başarmak emeliyle tehlikeli bir yola girdikten ve aynı emel uğrunda çapa sallayıp toprak taşıdıktan sonra bir sütü bozuk kadının lekesinden teessüre düşmek de zaten manasızdı.

Kara Abdurrahman bu mülahazaları yürütürken Madam Mari de temaşasını bitirdi.

“Dimitriyos!” dedi. “Beri gel!”

Delikanlı yaklaştı. Çıplak ayaklarının parmakları Mari’nin sırma işlemeli mavi terliklerine değecek kadar ilerledi. Kadın, yüz yüze ve nefes nefese gelişin hazzıyla birden sarhoşlamış gibiydi, mırıldanıyordu:

“Biraz daha, biraz daha!”

Kara Abdurrahman’ın gözleri, ihtiyarsız, üç adım ilerideki ihtiyara kaydı. Herif, Sevindik’in soktuğu bir tutam otu ağzından çıkarmaya çalışıyor ve ak kıllara karışan yeşil otlar, ipekler arasında oynaşan tırtılları andırıyordu. Kumandan zadenin kahkahaları, Sevindik’in şaklabanlıkları, ihtiyar bahçıvanı sinirlendirmekle beraber gözü, madamın üzerindeydi. Çırağının kendine baktığını görür görmez manalı bir işaret yaptı ve ağzındaki otlardan bir tebessüm işledi.

Kara Abdurrahman “Mübarek olsun!” mefhumunu gösteren bu tebessümlü işaret üzerine belli belirsiz kızardı. O, iki çocukla bir ihtiyarın ve genç beslemenin önünde kendisini ta burnunun dibine sürükleyen kadında hayâsızlığın, pervasızlığın en yüksek haddini görüyordu, iç bulantısına tutuluyordu. Fakat kadın, âdeta sarhoştu. Kirli gömlekli, çıplak ayaklı bahçıvan yamağının mevzun endamından bir şeyler, haz kelimesiyle de ifade olunamayacak kadar bir şeyler teneffüs ediyordu.

Gözlerini bu mahzuz saniyelerde kapalı tutan Mari, biraz sonra kendini topladı.

“Şimdi git.” dedi. “Bana bir demet çiçek getir!”

Delikanlı hayretle hiddet arasında bocalayarak yürüdü. Çeşit çeşit çiçeklerden birer, ikişer kopararak demet yapmaya girişti. Eli bu işle meşgul olurken dudakları da boyuna bir iki cümle mırıldanıyordu:

“Aman kara oğlan, ayağını denk bas. Bu avrat yaman avrat!”

Yaratılışındaki inceliğin yardımıyla gerçekten zarif bir biçimde hazırladığı buketi sunarken çocuklar da ihtiyar bahçıvanı azat etmiş, Madam Mari’nin yanına gelmiş bulunuyorlardı. Sevindik, amcasının yırtık gömleğini kadına göstererek ve kelimelerden kuvvetli işaretler yaparak yalvarıyor, onun da kendisi gibi giydirilmesini istiyordu.

Mari, şen ve zeki çocuğun bu dilsiz şefaatini mühimsemedi.

“Olmaz İlya.” dedi. “Amcan böyle gezecek. Çünkü onun kıymeti biraz da kıyafetindedir!”

Ve sonra Abdurrahman’ın getirdiği demeti gözden geçirdi.

“Evyesu (aferin) Dimitriyos.” dedi. “Elin işe yarıyor. Sana iyi hem de çok iyi bakmasını ustana tembih edeceğim.”

Artık gidiyordu. İhtiyar bahçıvan, yavaş sesle söylenen emirleri işitmek için zayıf boynunu ileri uzata uzata madamının arkasına takılmıştı. Hizmetçi kız, onun biraz gerisinde yürüyordu. Kumandanın oğluyla Sevindik, Abdurrahman’ın yanında kalmışlardı. Küçük sipahi, öbürlerinin uzaklaşmasıyla beraber sıçradı, delikanlının başındaki kara yazmayı aldı. Mari’yle hizmetçilerin yürüdükleri istikametin aksine koşmaya başladı. Kumandan zade, soytarısının bu yeni oyununu el çırparak alkışlarken Abdurrahman da Sevindik’i kovalıyordu. Yirmi otuz adım ileride ve bir ağaç kümesi arasında Sevindik yakalanmış gibi göründü ve yazmayı Abdurrahman’a verirken fısıldadı:

“Emmi diyeceğin var mı?”

“Bugünlük yok.”

“Ben evin her tarafını gezdim, deliğini gediğini hep öğrendim.”

“İyi yapmışsın. Her gün bahçeye gelmeyi sakın unutma.”

Biraz sonra çocuklar da şakalaşarak, gülüşerek uzaklaşmışlar, ihtiyar bahçıvanla Kara Abdurrahman baş başa kalmışlardı. Usta ve çırak garip bakışlarla bir müddet birbirlerini süzdüler, sessiz durdular. Biri sormaktan, öbürü söylemekten çekiniyor gibiydi. Nihayet geveze ihtiyar, ağzını açtı.

“Müjde.” dedi. “Madam seni görmeye gelecek!”

“Beni görmeye mi gelecek? Niçin?”

“Onu kendisinden öğrenirsin. Ben yalnız müjde veriyorum.”

“O, koca bir madam. Bu sarayın sahibi, büyük isterato pedarklardan16 birinin karısı. Ben kirli bir bahçıvan yamağıyım. Öyle bir kadın bana ne öğretebilir ki?”

İhtiyar, zarif bir tarhın kenarına çömeldi:

“Seni hoş gösteren biraz da kirliliğindir!”

“Kirliliğim mi usta?.. Bizim madam pislikten mi haz alır?”

“Evet. Onun tabiatı böyledir. İltifat edeceği adamın kirli olmasını ister.”

“Vallahi tuhaf. Hiç böyle şey işitmemiştim.”

“Senin yaşındayken ben de işitmemiştim. Sonra neler gördüm neler!.. Fakat bu madam, bütün gördüklerime taş çıkarttı, bana da parmak ısırttı. Yalnız sana bir öğüt vereyim: Madama sakın gönül verme!”

“Öğüde ne hacet usta. Bir uşak parçası, hanımına gönül verir mi?”

“Gönül arsızdır oğul. Güllüğe de düşer, çöplüğe de. Hele erkek yüreği kara sinek gibidir. Konmadığı yer yoktur.”

“Şu sözüne bakıyorum da kendimi şu eve uşak değil, güvey gelmiş sanıyorum. Beni güldürme Allah’ını seversen!”

“Bildiğimi, sezdiğimi söylüyorum. Aslan yapılı bir delikanlısın ama görgün kıt. İnsan, senin yaşında, kadınları melek zanneder. Biraz sonra o meleklerin içyüzünü görmeye başlar, benim yaşıma gelince de kadın ismini ağzına almaz olur. Bizim kadınlardan bahsettiğimi anlıyorsun, değil mi?.. Onlar, bizim dişilerimiz, şeytanın piçleridir. Buna inanmalısın. Hele Madam Mari! O, piçlerin de piçidir.”

Ve birdenbire sözü değiştirerek sordu:

“Darılma ama siz familyaca Türk’e aşılanmışsınız. Bu dilsizin de babasının Türk olduğuna yemin ederim.”

“Senin gözün her yerde Türk görüyor usta. İlya’nın babası benim kardeşimdi.”

“Senin, babası Bizans köylüsü olan kardeşin değil, Bizans imparatoru dahi böyle çocuk yetiştiremez. Daha yedi yaşında ya var ya yok. Parmakları çelik gibi. Benimle şakalaşırken tuttuğu yeri çürütüyordu.”

“Sen ihtiyarsın, çabuk inciniyorsun.”

“Kumandanın oğlu da öteme, berime yapışıyordu. Fakat acı vermiyordu.”

“Biz köylüyüz, o prens!”

“Onlarda Bizans, bizde Türk kanı var, desen daha doğru. Her neyse. Sana madamın emrini söyleyeyim. Bu gece fıskiyeli havuz yanındaki kameriyede kendisini bekleyeceksin!”

Abdurrahman, iki elini yüzüne kapadı ve mırıldandı:

“İstemem, istemem!”

“Senin isteyip istememenin ehemmiyeti yok. O, istiyor ya, kâfi. Yalnız, öğüdüm kulağında kalsın: Elini ver, gönlünü verme!”

İhtiyarın “müjde”si doğru çıktı. Madam Mari gece yarısı kameriyeye geldi. Üstüne beyaz ipekten ince bir maşlah almıştı, aynı kumaştan bir örtüye bürünmüştü. Çıplak ayağıyla, yırtık gömleğiyle orada kendini bekleyen delikanlıyla yüz yüze gelir gelmez, eşini bulan dişi geyik gibi, kısık bir ses çıkardı, tuhaf bir homurdanışla onu yakaladı, kameriyenin bir köşesine sürükledi.

Şimdi o homurtular kelimeli bir şekil almıştı ve Abdurrahman’ın kulağına ılık, çok ılık bir sual akıtıyordu:

“Dimitriyos, güzel Dimitriyos, beni seviyor musun?”

Delikanlı bu sözleri işitmemiş gibi susuyordu. Mari, kameriyenin tatlı bir serinlik püsküren munis karanlığı içinde iki dilber ateşböceği gibi parlayan gözlerinin fosforunu uzun müddet onun durgun yüzüne döktü, sonra üstünden maşlahı ve başından örtüyü attı, topuklarını döven saçlarını dalgalandırdı, kollarını gümüş bir çelenk gibi başının üzerine kaldırdı, kıvrak bir devir yaptı ve alevli bir sesle sordu:

“Beğendin mi Dimitriyos, güzel miyim?”

Abdurrahman’ın gözleri kapalıydı. Gece ve kameriyedeki siyahlık, Bizans güzelinin yarattığı günahkâr fecri, o renk renk pırıltıları örtemiyordu. Delikanlı da ihtiyari bir körlüğe bürünüp bu uğursuz güzele karşı yabancı kalmak istiyordu. Gençti, kuvvetliydi ve erkekti. Ayrı ayrı birer meziyet olan bu şeyler şimdi ayrı ayrı birer tehlike oluyordu ve mert delikanlı zelzeleye uğramaktan korkuyordu. İşte bu korku, vazife hatırlatan vicdani bir işaret gibi onu ayakta tutuyordu.

O, sipahi Oyvad Bey’in küçük oğluyla birlikte bu kasabaya, bu şöhretli düşman kalesine süfli sahnelerde rol almak için gelmemişti. Mari değil, dünyalar güzeli bir kadın önüne çıksa iradesini muzaffer tutmaya mecburdu. Aldığı terbiye, taşıdığı akide de böyle davranmasını emrediyordu. Lakin tabiat, zalim ve müstehziydi. Bir kadının, günaha düşkün ve günaha âşık bir kadının, kendisini ılık bir rüzgâra kaptırarak meçhul akıbetlere sürüklemesini bu tabiat kolaylaştırmak istiyor gibi görünüyordu. Delikanlı bu durumda, körleşmekten başka çare bulamıyordu, gözlerini kapayarak nefsini, yanı başında yanan ateşten korumaya savaşıyordu.

Kadın, hale ile örtülü bir ayın fırıl fırıl döndüğü zehabını uyandıran kıvrak hareketlerini tekrarladı ve aynı suali inledi:

“Güzel miyim Dimitriyos, beni beğendin mi?”

Körlük tehlikeyi perdelese bile, sesi yakıcı tesirini yapıyordu. İstemeye istemeye iç ezilişi geçiren Abdurrahman, cevap vermekten yine çekiniyor, fakat sabaha kadar dilsiz kalamayacağını da anlıyordu. Ne yapmalı, bu uçurumdan nasıl kurtulmalıydı?.. Bir mucize, bu vaziyeti kökünden değiştirecek ilahi bir mucize lazımdı. Hâlbuki o, mucizelerin yalnız zekâdan doğduğunu bilen bir Türk genciydi. İnsanların ancak insani kuvvetlerle idare olunduğuna imanı vardı. Ne yerlerin altından ne göklerin üstünden, beşerî işlere müdahale olunmadığına tam bir kanaat besliyordu. Bu sebeple, göze görünmeyen âlemlerden yardım umamazdı.

Kara Abdurrahman, üzücü bir buhran içinde, sualine müspet ve uysal cevaplar bekleyen Kirya Mari de yakıcı bir heyecan içinde sallanırlarken toprağın derinliklerinden çıkar gibi görünen boğuk ve heybetli bir sada duyuldu:

“Lanet, lanet, lanet!”

Mari’nin gergin sinirlerinde, bu ses gürler gürlemez, bir ihtilaç belirdi, rengi uçtu, titreyen dizleri kıvrıldı, dudaklarından birkaç kelime döküldü:

“Oh, Aya Marya, bana acı!”

Beş saniye evvel çılgın bir ihtiras içinde tenine tasarruf edilmesi için yalvaran, beyaz alevden bir sütun gibi kıvır kıvır kıvrılan kadın, şimdi derin bir dehşete kapılmıştı, ismini taşıdığı azizenin mevhum varlığından yardım dileniyordu. Biraz önce boyuna fosfor döken gözlerden şimdi yaş sızıyordu.

Abdurrahman’ın hâli, kadınınkinden daha acıklı gibiydi. O heybetli sadayı duyar duymaz, bu cesur genç de diz çöküvermişti, tıpkı Mari gibi Ortodoks Kilisesi ulularından yardım istiyordu, yanık yanık yalvarıyordu:

“Benim suçum yok, Aya Dimitro. Bana ilişme, Aya Dimitro!..”

Şehvetten dehşete geçen kadın, ateşin küle dönmesini andırır ve bir kuvvet olmaktan çıkar. Mari de öyleydi, şulesi sönmüş mum gibi bitkindi. Fakat ne o ne de Abdurrahman, şu tehlike haykıran yerden savuşmayı düşünmüyorlardı, düşünemiyorlardı. Toprak altından yüzlerine savrulan lanetler her ikisini de hem korkutmuş hem sersemletmiş olmalı ki, ölüleri yardıma çağırmaktan başka bir şey yapamıyorlardı.

Uzun, hayli uzun bir zaman sonra Mari, Abdurrahman’dan önce, aklını başına toplayabildi, sekiz on istavroz çıkardı, muzdarip bir telaşla ayağa kalktı, maşlahını acele acele sırtına, örtüsünü de gelişigüzel başına geçirdi.

“Aman!” dedi. “Çıkalım, bu uğursuz yerden çıkalım!”

Abdurrahman, henüz kendini toplayamamış gibi dizüstü duruyor ve yine Aya Dimitro’yu sayıklıyordu. Mari’nin ikinci bir ihtarı üzerine başını kaldırdı, bön bön kadının yüzüne baktı. Bu bakışlarıyla, beşerden üstün kuvvetlerin elinden nereye kaçılabileceğini soruyor gibiydi. Mari, dudaklarındaki titremeyi dişleri arasına alıp çıtırdata çıtırdata yeni baştan inledi:

“Kaçalım, buradan kaçalım.”

Belki o, tekin olmayan bu şeametli17 yerden uzaklaşıp başka bir vuslat köşesi arayacaktı. Onları telin eden büyük kuvvet de bu günahkâr maksadı sanki anlamıştı. Zira mahut ses, o boğuk ve heybetli ses, bir daha gürledi:

“Suçlular geberecektir!”

Mari, ikinci defa olarak yere diz çökerken, Abdurrahman fırladı, çığlıklar kopara kopara kameriyeden uzaklaştı. Mari de bir lahza sonra aynı şeyi yaptı, dizleri büküle büküle evin yolunu tuttu. Eğer kaçış istikametini Abdurrahman’ın kulübesine doğru çizmiş ve onun ardından gitmiş olsaydı, yirmi otuz adım ileride genç adamın ciddileştiğini, o korkunç sesin, fakat yumuşayarak, bu sefer onun dudaklarında belirdiğini ve “Aferin kara oğlan, iyi yaptın.” kelimelerini üfürdüğünü işitirdi. Lakin o, meçhul kuvvetlerin saçlarına yapışarak kendini yılanlarla, ejderhalarla, gulyabanilerle dolu uçurumlara sürükleyeceklerini, boynuna kızgın gerdanlıklar takılacağını, etine ateşten çiviler sokulacağını kuruntulayarak ve bu vehmin tazyikiyle zangır zangır sarsılarak yatağını aramıştı.

Biraz sonra o yumuşak ve güzel kokulu yatağın içindeydi. Genç ve dinç bahçıvan yamağını artık düşünmüyordu. Bütün şamdanları yaktırarak, hizmetçisinin ellerine sarılarak bu maceradan ruhuna bulaşan izleri unutmaya çalışıyordu.

İhtiras delisi kadın, küçüklüğünden beri işlediği sayısız aşk günahlarının azabını ilk defa olarak duyuyor ve din ulularının bu zincirleme günahlardan artık gazaba gelip kendini cezalandırmak istediklerine inanıyordu.

Hizmetçi kız, her gece tenezzühünden mesut bir yorgunlukla, sarhoş bir neşeyle dönen madamın bu geceki perişan hâlinden şaşırmış olmakla beraber, bir şey soramıyor, onun ellerini ovuşturmakla iktifa ediyordu.

Beri tarafta, Abdurrahman kulübeye girmiş, bıyıklarını, tatlı bir şeymiş gibi, eme eme uykusunu dağıtarak kendini bekleyen ustasıyla birleşmişti. İhtiyar bahçıvan, tahmin ettiği vakitten çok evvel geri dönmüş olan yamağını görür görmez telaş gösterdi.

“Evlat…” dedi. “Erken döndün. Ters bir iş yapmış olmayasın?”

Abdurrahman, korkuyormuş gibi görünerek sesinde titremelerle cevap verdi:

“Baskına uğradık usta, baskına. Az kaldı ki oradan ölümüz çıksın!”

“Amma yaptın ha! Bizim sarayda baskın, ağaçta balık gibi bir şey olur. Sizi kim basar ki?”

“Cinler, periler, evliyalar bastı!”

“ Gevezeliği bırak da doğru söyle. Niçin erken döndün?”

Abdurrahman vakıayı anlattı. Duyulan sesleri hikâye ederken baygınlık geçiriyormuş gibi davranıyor, “Aman Allah’ım, sana sığındım!” tekerlemeleriyle ellerini yüzüne kapıyordu. İhtiyar bahçıvan bu ustalıklı masalı dikkatle dinledi.

“Tuhaf şey!” dedi. “Bu periler, bu evliyalar kaç yıldır neredeydiler? Seyislerin, kâtiplerin, uşakların kameriyeleri boş bıraktıkları gece yoktur. Eğer her ziyaretten bir yadigâr kalmak mümkün olsaydı Kir-ya Mari’nin bugün bir orduluk evladı olurdu. Yer altındaki evliya efendiler yıllarca sabrettiler de bu gece mi kızdılar? Yahut o işler evvelce namuslarına dokunmuyordu da bu gece mi dokundu?.. Bunda bir düzen var!”

“Ne düzeni olur usta?.. Dizlerimin bağı hâlâ çözük. Yüreğimin gümbürtüsü hâlâ coşkun.”

İhtiyar, ak bıyıklarını bir daha ve bir daha emdi.

“Hele bakalım…” dedi. “Gün doğsun. Madam görünsün. Onu da dinledikten sonra düşünürüm. Bu işin aslını meydana çıkarırım.”

Her devrin, malum olduğu üzere, vicdanlar ve idrakler üzerinde hâkim itikatları vardır. Bu itikatlar, garip istihaleler geçirerek, asırdan asra intikal etmektedir. Aciz ve vahşi olan ilk insan “meçhul korkusu”nun zoruyla bir şeyler düşünmüş ve birtakım akidelere vücut vermiştir. Ölümle rüyanın hakikatini anlayamamaktan doğan bu akidelerden gitgide periler, cinler, cadılar ve hortlaklar üredi. Medeniyet ilerledikçe, içtimai müesseseler genişledikçe bu itikatları da şekillerini değiştirdi, zehirli örümceği mabut, o örümceği bir hamlede yiyiveren herhangi bir kuşu Allah tanımaktan ibaret olan totemizm, yavaş yavaş yerini paganizme bıraktı ve o vakit bir marangozun, bir heykeltıraşın yaptığı putlara, yapanlar da beraber olmak üzere, kütle kütle insanların taptığı görüldü.

bannerbanner