Читать книгу Krallar Avlayan Türk (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Krallar Avlayan Türk
Krallar Avlayan Türk
Оценить:
Krallar Avlayan Türk

4

Полная версия:

Krallar Avlayan Türk

Delikanlılar, Oyvad’ın oğlunu da sırtına alarak, kendi izlerinde yürüdüğünü gördükten sonra yanında bulunanları tanımakta güçlük çekmediler. Kendileri nasıl bir sacayağı teşkil ediyorlardı, Oyvad’ın da gölge gibi kendisinden ayrılmayan iki arkadaşı vardı: Kara Boğa, Yaralı Doğan!.. Onların da bu deniz aşma işinde Oyvad’a yoldaşlık ettiklerine şüphe yoktu.

Bu anlayış üzerine Kara Aygud titizlendi:

“Çocuklar…” dedi. “Koşalım, önümüzü aldırmayalım!”

Şimdi hızla yürüyorlar, denizi hırpalaya hırpalaya ilerliyorlardı.

Arkadan gelenlerden önce karaya varmak için âdeta kanatlanmışlardı. Geride bulunanlar onların kısa bir duruştan sonra hızlı hızlı yüzmeye başladıklarını, aralarındaki açıklığın gittikçe çoğaldığını görünce maksadı kavramışlar ve bağırmışlardı:

“Koşma Aygud, düşersin!”

İnce Balaban, yürüyüşünü kesmeden cevap verdi:

“Siz bizi boşlayın, kendinize bakın. Çünkü yol dikenlidir, karışmam.”

İki takım yüzücü birkaç yüz metre uzakta bulunan sahile birbirlerinden önce varmak için olanca kuvvetlerini sarf ediyorlardı. Boğazı yüzerek geçmek fikrini ilk ortaya atan kendileri olduğu cihetle Kara Abdurrahman ve arkadaşları bu şerefi öbürlerine kaptırmamak istiyorlardı. Ötekiler de fıtri bir dilekle ve harp meydanlarında elde edilmiş bir alışkanlıkla öne geçmeye savaşıyorlardı. Türk’ün yaratılışında önde bulunmak zevki, daima üstün kalmak emeli pek bariz surette görülür. Harika sayılacak birçok hadiselerin en birinci amili bu atılganlıktır. Yüzücülerimiz de aynı ruhi meyelanla neşeli bir rekabete girişmişlerdi. Fakat Kara Abdurrahman’la arkadaşları, ellerinde bulunan üstünlüğü muhafaza etmekte güçlük çekmediler, aradaki mesafe farkını kaybetmeyerek hedeflerine doğru uçtular ve nihayet sahile geldiler.

İnce Balaban, kumsallara ulaşır ulaşmaz ellerini sahile yapıştırdı.

“Rumeli, Rumeli!” diye haykırdı. “Tuttum seni! Artık bizimsin!..”

Delikanlıların ilk yaptıkları iş, dağarcıklarını açıp giyinmek oldu. Ağız tarafı kendi cinsinden çift astar taşıyan bu sağlam deri, elbiselerin ıslanmasına engel olduğu için yolcularımız günlük kıyafetlerini kolaylıkla almışlardı. Şimdi sıraya dizilerek öbür yolcuları bekliyorlardı. Onların da yanaşması gecikmedi. Önde yavrusuyla Oyvad, arkasında Kara Boğa ve daha sonra Yaralı Doğan, sahile adım attılar. Oğlunu, dağarcığıyla beraber, sırtından indiren Oyvad, çıplak ve ıslak kollarını göğsünde kavuşturdu.

“Olmadı!” dedi. “Sizi çepök çalıp karşılayacaktık, ağzınızı bir karış açık bırakacaktık. Kara Boğa geç kaldı, oyunumuz bozuldu.”6

İnce Balaban, henüz beş yaşında bulunan sipahizadeyi belinden yakalayarak yüzünün hizasına kadar kaldırdı:

“Palaz!..” dedi. “Bu gece tam yüzdün. Allah vere de yanımızda yanlışlığa uğrayıp derin yüzülmese!”

Babası bir taraftan giyiniyor, bir taraftan Balaban’a cevap veriyordu:

“Sevindik’in derisi babasınınkinden kalındır, kolay kolay yüzülmez.”

Ve sonra latifeye hamlolunamayacak kadar ciddi bir sesle ilave etti:

“Bize at gerek!”

Muhterem okuyucularımıza bu üç şöhretli sipahiyi de takdim edelim: Oyvad, Kara Aygud’dan da iri bir adamdır. Şu kadar ki meşrepçe ona hiç benzemez. Konuşkan ve atılgandır. Aygud’la tam bir tezat teşkil eder. O, yalnız yavrusunu değil, neşesini de her gittiği yere beraber götürür. Söyler, söyletir. Güler, güldürür. Hâlbuki Aygud, teşbih caizse, sessiz bir bulut mehabetine maliktir. Yıldırımlarını içinde saklar ve sükûnetiyle de etrafına korku dağıtır.

Her sipahi gibi Oyvad’ın da muhteşem bıyıkları vardır. Kalın ve enli çenesinin üstünde kararan bu bıyıklar, bir çelik üzerine işlenmiş püsküle benzer. Şahinimsi kıvrık bir burun, sert ve sabit bakışlı bir çift iri göz, bu kuvvetli çehrenin haşmetini tamamlar.

Yaralı Doğan henüz gençtir. Bu sebeple Oyvad’ın emrinden çıkmaz ve onu yanılmaz bir rehber sayar. Fakat kendisi de birçok değerli harp erlerine rehberlik edecek meziyetler taşır. Sağ yanağındaki derin yara izi, bir kılıç darbesinin bu silinmez nişanesi, ona Yaralı lakabını verdirmiştir.

Kara Boğa o devir sipahilerinin en irisi olarak tanınmıştır. Değme at bu hakiki Herkül’ü taşıyamaz ve o, kendisini taşımak kudretini gösteren atları da ayaklarından yakalayarak, bir kuzu kaldırır gibi, iki metre yükseltir. Bu iriliğine ve bu müthiş kuvvetine rağmen o da Yaralı Doğan gibi Oyvad’ın her emrine boyun eğer. Çünkü onun vuruşundaki isabet kadar görüşündeki isabete de hayrandır.

Küçük Sevindik’e gelince: O, garp sanat âleminde pek büyük hayretler yaşatan “Meryem kucağında İsa” tablosunu sönükleştirecek kadar güzel bir çehre sahibidir. Hammer’den Yorga’ya kadar bütün müverrihler, Sevindik’in, daha sonraları oynadığı rollerden bahsederken “nadir bir güzelliğe malik olduğunu” kaydetmek zaruretini hissetmişlerdir. Bu, bir hakikatti ve Sevindik, gerçekten eşsiz bir güzeldi. Mavi iki yıldızı andıran gözlerinin masum bakışlarından ilahi bir füsun saçılıyor, yanaklarında gülleri utandıran bir renk parlıyor, dudaklarında müstesna bir tatlılık gülümsüyordu. Bu çok güzel çocuğun aldığı terbiye yamandı ve kendisinin yakın bir zamanda büyük bir bahadır olacağı seziliyordu. O, bir yıldan beri babasının terkisinde diyar diyar geziyordu, sayısız maceralara şahit oluyordu. Daha bu yaşta bir sipahi kılıcının düşman başında nasıl yıldırımlaştığını biliyordu ve bir sipahi atının, yerinde ne gibi harikalar göstereceğini öğrenmiş bulunuyordu.

Sevindik henüz küçük bir hançerden başka silah taşımaya mezun değildi ve bu hançeri kınından çıkarıp kullanmaya da fırsat bulmamıştı. Lakin babasının terkisinde geze geze ve Kara Boğaların, Yaralı Doğanların yaptıkları işleri göre göre nefsine kuvvetli bir itimat gelmişti, tek başına at binip muharebelerde kılıç oynatmak istiyordu. Bu dileğine kulak asılmadığı için gamlı, sızlanıp dururdu. “Yaralı Emmi”, “İri Emmi” diye çağırdığı Doğan’la Kara Boğa onun bu sızlanışlarını ciddi bir çehreyle dinlerler ve “Hele biraz büyü, boyun at sırtını geçsin.” diyerek tahammül tavsiye ederlerdi.

Sevindik, Balaban Bey’in kolları arasında bulunurken babasının attan bahsettiğini işitti ve hemen söze karıştı:

“Sipahi, yaya yürümez, değil mi baba?”

Oyvad, oğluna cevap verdi:

“Hay bunu bileydin. Kanatsız Türk olur mu ki atsız sipahi olsun!”

İnce Balaban, çocuğu yere bırakırken takıldı:

“Sipahilik öbür yakada kaldı oğul. Burası yayalar yurdudur. Babanın sırtına binmek de yok. Çarığı çekip bizimle yürüyeceksin.”

İlkin Sevindik’e yapılan takılmalar, şakalar yavaş yavaş Kara Boğa’nın endamına, Doğan Bey’in yarasına intikal ettiriliyor, onlar da Aygud’un dilsizliğine, Balaban’ın inceliğine, Kara Abdurrahman’ın bıyık büküşüne takıldıkları için karşılıklı kahkahalar devam edip gidiyordu. Uzun ve güç bir yüzüşün yorgunluğunu sanki bu latifelerle gideriyorlardı. Nihayet Kara Abdurrahman, en zeki ve en doğru gören arkadaş sıfatıyla, yoldaşlarını vazife başına çağırdı.

“Yârenlik yeter!” dedi. “İşimize bakalım. Mademki altı buçuk kişilik olduk, pusu kurmaya, gizlenmeye lüzum yok. Açıktan açığa yürüyelim, şu görünen köye girelim, bir dil (esir) yakalayalım.”

Oyvad sordu:

“Dil alıp ne yapacağız?”

“Karşıya götürüp söyleteceğiz. Beyler ona göre karar verecekler!”

“Öyleyse sana uğurlar olsun. Biz buraya dönmemek için geldik. Köy mü şehir mi, ne ele geçirirsek bayrağı dikip oturacağız. Ardımızdan gelenleri yeni evimizde ağırlayacağız.”

“Çocukluk etme Oyvad. Altı kişi bu işi nasıl yapar!”

“Altı Türk, devlet kurar be! Bilmiyorsan yazık sana!”

Abdurrahman da adım attıkları şu sahilin gerilerinde dönüp dolaşmak, çeşit çeşit maceralara atılmak istiyordu. Fakat Süleyman Paşa’ya verdikleri sözü unutmak kabil değildi. Oraya onun emriyle ve istikşafta bulunmak fikriyle gelmişlerdi. Bu sebeple kendi düşüncesine, kendi dileğine, kendi iştahına uygun düşen şu mülahazaya karşı koymak zorunda kaldığından içini çekti.

“Evet, Oyvad…” dedi. “Hakkın var. Altı Türk birleşince yeni bir devlet kurabilir. Lakin biz buraya devlet kurmak için değil, kurulu olan devletimize hizmet etmeye geldik.”

“İyi ya. O işi sen yap. Bizi de kendi hâlimize bırak.”

Kara Abdurrahman’ın arkadaşları Balaban da Aygud da şöhretli sipahiye uyuyorlardı, “Geldik, gördük, artık dönmeyiz!” diyorlardı. Babasının sırtında deniz geçmekten pek hoşlanmış olan Sevindik bile geri dönmek sözünden sıkılarak huysuzlanıyor ve Kara Boğa’nın kalın baldırlarını çimdikleyerek mırıldanıyordu:

“İri emmi, dönmeyelim, beni sayarsan dönmeyelim!”

Kara Abdurrahman bu müşkül vaziyette bütün talakatini kullandı. Siyasetten, devlet idaresinden, inzibat usullerinden bahsetti. Kendilerinin çetecilik edemeyeceklerini anlattı. İnatçı arkadaşlarını kandırmak için uzun uzun dilbazlıkta bulundu, yüz dereden su getirdi. Lakin Aygud’la Oyvad şöyle dursun, küçük Sevindik’i bile kandıramadı. Onlar bir kere Nuh deyip durmuşlardı, bir türlü peygamber demiyorlardı.

Kara Abdurrahman, kendi muhariplik duygularına pek uygun gelmekle beraber, mantık bakımından aykırı bulduğu bu inat önünde şaşırmıştı. Arkadaşlarına uymak da uymamak da elinden gelmiyordu. Hâlbuki güneş doğmak üzereydi. Kolayca bir iki esir yakalayıp ve onları denizde önlerine katıp yüze yüze geri dönmek imkânı neredeyse eriyecek ve halkın uyanmasıyla beraber bu işin zorla yapılması lazım gelecekti.

Münakaşa böyle bir çıkmaz içinde sürünürken Kara Aygud’un gür sesi yükseldi:

“Susun!”

Hepsi bu yersiz ihtarın sebebini anlamak için sabırsızlanırken o, haber verdi:

“Yer oynuyor!”

Evet, yer oynuyordu. İlk küçük sarsıntıyı Aygud sezmişti ve sarsıntının çoğala çoğala devam etmesi üzerine büyük bir zelzele içinde bulunulduğu anlaşılmıştı. İnce Balaban bir müddet sessiz durduktan sonra dayanamadı.

“Oynuyor ama…” dedi. “Yine yerinde duruyor. Bir parmak bile ileri, geri gitmiyor.”

Yer, bu şakacı gence sitem etmek, ağır bir cevap vermek istiyormuş gibi bir kere daha sarsıldı ve biçimsiz şekli sabahın ilk kuvvetli ışığı altında tamamıyla meydana çıkmış olan civardaki köy istikametinden, yıkılma, çökme sesleri işitildi. Şimdi Türkler, yeni güne korkunç tarrakalar7 içinde göz açan mahmur köye bakıyorlardı. Bu küçük ve fakir yurt, gazabına geldiği toprağın zalim sallayışlarıyla âdeta parçalanıyor, yer yer yıkılıyordu.

Yıkım velvelesini, kısa bir lahza sonra köylülerin çığlığı takip etmişti. Yarı giyimli, yarı çıplak halk, hazin çığlıklar kopararak sahile doğru koşuyorlardı. Ocak ve soy sop bağlarının bu korkunç hadise karşısında dağılıverdiği apaçık görünüyordu. Kocalar karılarını, analar çocuklarını aramıyor ve yatağından fırlayan, çılgın bir telaş içinde köy dışına atılıyordu.

İnce Balaban, can korkusuyla akıllarını kaybeden bir kalabalığın kendilerine doğru koştuğunu görünce haykırdı:

“Hazır olun. Bizi karşılamaya geliyorlar!”

Aygud homurdandı:

“Geliyorlar ama, ağlayarak!”

Evlerini yıkan tabiat tekmesi sanki arkalarından şahlana şahlana yürüyormuş ve köy dışında da başlarına bir şeyler yıkılacakmış gibi şuursuz bir koşuşla sahile doğru yuvarlanan karışık kütle, altı Türk’ün heybetli endamını görür görmez duraladı, ağlayan gözlerin yaşı birdenbire kurudu, inleyen dudaklar sustu, yüzlerce insan, taş kesilivermişçesine hareketsiz kaldı. Türkleri börklerinden ve bilhassa yatağanlarıyla palalarından tanıyan köylüler, kendilerini evlerinden, barklarından uzaklaştıran zelzeleyi onların yaptıklarına zahip olmuşlardı. Kumsallar üstünde dimdik duran bu altı Türk, sanki birer volkandı ve bu volkanların, bellerinde kuşandıkları yıldırımlar kâfi gelmiyormuş gibi, bugün ellerine birer de zelzele aldıkları görülüyordu.

Kara Abdurrahman, her hakikati ve her ihtimali kucaklayan derin bakışlarıyla sahneyi bir müddet süzdü, “Allah böyle istedi.” diye mırıldandı ve sonra görgülü bir kumandan gibi hareket ederek arkadaşlarına vazifelerini gösterdi:

“Haydi Oyvad, Doğan, Boğa, ileri!.. Biz bu sürüyü eğleriz. Siz köyü tutun!”

Üç sipahi, elleri palalarında, seğirterek geçerken kadın ve erkek bütün köy halkı diz çökmüşlerdi. Rumeli’nin fatihlerini selamlıyorlardı. Onlar, iki üç yüz kişilik şaşkın kütleye ne müstehzi ne merhametli bir bakış atmaya lüzum görmeyerek köye doğru koşuyorlardı. Sevindik, o minimini Türk de kısa adımlarının müsaadesi nispetinde, heybetli sipahilere ayak uyduruyordu, tabiatıyla geri kaldığı için üç kişilik kıtanın dümdarı8 gibi görünüyordu.

Kerpiçten yapılma kalesi zelzelenin kuvvetli darbeleriyle baştan başa yıkılmış olan bu sahil köyü, meşhur Çempe idi. Bugün Çanakkale Boğazı’nı geçenler üç sipahinin beş yüz yetmiş küsur sene evvel yıkık kalesinin ayakta kalabilen tek bir kulesine Türk bayrağını asmış oldukları Çempe köyü yerinde Akbaş kariyesini görürler.9

Köylüler, zelzelenin iliklerine ve şuurlarına verdiği sarsıntıdan sıyrılmışlardı, Türk yüzü ve Türk silahı görmekten ileri gelme yaman bir korkuyla zangır zangır titriyorlardı. Üç sipahinin yanlarından geçişi, gözlerine dolgun mevcutlu bir alay askerin akışından daha uzun görünmüştü. Oyvad’la arkadaşları, hatta dümdarları köye girdikleri hâlde onların ayaklarından çıkan ve zelzeleyi de bastırmış görünen kuvvetli ses, henüz kulaklarında uğulduyordu.

Dizleri yerde, kolları havada, korkuyla karışık bir tezellülle, put gibi hareketsiz duruyorlardı.

Abdurrahman, atsız sipahilerin köye girmeleri üzerine arkadaşlarına döndü.

“Haydi Aygud, Balaban…” dedi. “Sıra bizim.”

Ve onları yanına alarak ağır ağır ilerledi, Çempelilerin yanına kadar geldi, Bizans diliyle emir verdi:

“Kalkın, dizilin!”

Yarı çıplak halk, kendilerini köyden dışarı atan zelzelenin daha kuvvetlisini şimdi yüreklerinde hissediyorlardı. Kara Abdurrahman’ın iki kelimelik iradesi hepsinin canını ağızlarına getirmişti ve bir ipe bağlı yüzlerce kukla gibi hepsi birden ayağa kalkıvermişti. Abdurrahman, kadınlarla erkeklerin nispetsiz surette karışık olduklarına dikkat ederek amir sesini bir daha yükseltti:

“Ev ev ayrılın, dişi, erkeğini bulsun! Çocuklar babalarına yanaşsın!”

Bu emri yerine getirmek köylülerce kolay olmadı. Can korkusu hepsinin idrakini altüst ettiği için karılar kocalarını bulamıyordu. Bu sersemliği, yine Türk muharibin kuvvetli sesi giderdi:

“Eşini bulamayan denizi boylar!”

Artık herkesin idraki düzelmiş, gözlerin seçme ve tanıma kuvveti yerine gelmiş, denize atılmak korkusu o perişan kütleye şuur getirmişti. Şimdi Çempe halkı ev ev kümeleniyordu, erkekler eşlerini ve çocuklarını yanına alarak sıraya giriyordu. Kara Abdurrahman ihatalı bir bakışla bu ilk tutsakları saydı ve arkadaşlarına döndü:

“Altmış dokuz ev, iki yüz yedi baş. Her birimize otuz dört baş düşüyor. Büyük yoldaş Sevindik için de üç adam kalıyor. Böyle paylaşalım mı, yoksa bunların topunu birden Oyvad’la arkadaşlarına mı bırakalım?”

Kara Aygud reyini verdi:

“Payımız onların olsun.”

İnce Balaban da aynı fikirde bulundu ve üstelik vakit geçirilmeden ileri gidilmesini, kalelerde gedik açmak suretiyle kendilerine kılavuzluk eden zelzeleden istifade olunmasını teklif etti. Kara Abdurrahman, öbür yakaya dil göndermek meselesini yine hatırladı:

“İyi ama…” dedi. “Ötede dil bekliyorlar.”

Münakaşa tazelenmek üzereydi. Ne Aygud ne Balaban geri dönmek niyetinde olmadıklarını, Abdurrahman da kolaylıkla ellerine geçen Çempe gibi yakın köylerden hiç olmazsa bir tanesinin daha işgal olunabileceğini düşündüğü için öteye haber uçurmak işine şekil vermek müşkül görünüyordu. Üç arkadaş bu nazik mevzuyu ne suretle idare edeceklerini ayrı ayrı düşünürken altmış dokuz parça hâlinde sıralanan Çempeliler hep birden denize bakmaya başlamışlardı. Sırtlarını suya çevirmiş olan delikanlılar, iki yüz çift gözün ansızın denize dikildiğini görünce başlarını döndürdüler ve iki gölgenin, ayakta durarak sahile doğru ilerlediğini gördüler.

İnce Balaban gülümsedi.

“İşte…” dedi. “Bu yahşi… Denizi yürüyerek geçiyorlar.”

Aygud, keskin gözlerini engine dikti ve biraz sonra haber verdi:

“Sal!..”

Çempeliler, böyle teker teker denizi geçen kahramanların teker teker bütün Rumeli şehirlerini zapt edeceklerine çoktan iman getirdikleri için her Türk’ün ayağı dibince koca bir kalenin yıkılışını temaşa ediyorlardı. Onların zihinlerinde atalar mirası olarak yaşayan hurafeler, bu güzel denizi kimlerin gelip geçtiğine dair belledikleri masallar, son yıllarda cazibelerini kaybetmişti. Truva efsaneleri, Agamemnon hikâyeleri, Safu tekerlemeleri, on binler gevezeliği zavallı köylüler için uyuşturucu birer gıdaydı. Binlerce ve binlerce adam, uzun bir zaman bu hurafelerle idraklerini beslemişler ve mevhum kahramanların vârisleri olduklarına inanarak kendilerini dalaletle sürüklemişlerdi. Ancak Türk savletinin10 başlamasıyladır ki gözlerindeki gaflet perdesi düşmüş, efsanelerin yaşattığı mağrur itimat göçmüş ve bu muhitte yepyeni bir uyanıklık belirmişti.

Çempeliler de o gaflet dünyasına mensup biçarelerdi ve Türklüğün ancak harikalar yaratıcı bir kuvvet olduğuna, yirmi otuz yıldan beri inanıyorlardı. Bu inanç pek derin ve pek engindi. O derece ki, kendilerini sıraya dizen şu üç Türk’ün kayıklarla, yelkenlilerle sahile geldiklerini görseler şaşacaklar ve alelade fânilere yakışan bu geçiş tarzını onlara layık bulmayacaklardı. Şimdi de Aygud’un sal dediği şeyin bir kilim, bir seccade olabileceğini ve bir kısım Türklerin de öyle bir nesneye binerek denizi aşmakta olduklarını tevehhüm ediyorlardı.

Böyle bir kuruntu onlar için zaruriydi. Çünkü asırlardan beri vehmî ve hayalî bir âlem içinde yaşamışlardı. Türklerle temasta bulunmak sayesinde, Paris’in bir hayal, Aşil’in bir masal, Hektor’un bir dedikodu olduğunu öğrenmişlerdi. Yine o temasın yarattığı uyanıklıkla Bizans saraylarında bile telakkiler, zevkler değişmişti. Artık oralarda da Argononlar, Eksenofonlar okunmuyordu. Yalnız Akça Kocaların, Konur Alpların, Kara Alilerin menkıbeleri söyleniyordu.

Uzaktan belirmiş olan sal biraz daha yaklaşınca içindekileri tanımak mümkün oldu ve Kara Abdurrahman, neşeli bir “Oh!..” çekerek haykırdı:

“Gözüm aydın, gözüm aydın, beyler geliyor! Artık bana tasalanmak kalmadı!”

Görüş doğruydu, gelenler Fazıl ve Ace beylerdi. Onlar, çarçabuk hazırlattıkları bir salla yüzgeç delikanlıların izlerine düşmüşlerdi. Şarktan garba doğru esen hafif bir rüzgâr bu çok sade ve çok nazik nakil vasıtasını sürükleye sürükleye aynı noktaya, altı Türk’ün çıkmış olduğu sahile getirmişti. Beyler, hayli uzaktan karadaki kalabalığı görmüşler ve endişelenmişlerdi. Bu endişe yüzünden yerlerinde oturamadıkları için de ayağa kalkmışlardı. İki gölgenin denizde yürür gibi görünmesi işte bu kalkıştandı. Onlar, coşkun kanlı gençlerin bir felakete uğramasından korktukları cihetle yaklaşır yaklaşmaz kumlara atladılar ve bağırdılar:

“Hayrola çocuklar, savaş mı var?”

Kara Abdurrahman, güle güle cevap verdi:

“Savaş filan yok, şu köylüler selamınıza duruyor.”

Çempelilerin vaziyeti bu cevabın kuvvetini artırdığından her iki bey geniş birer nefes aldılar, mübarek sahneyi gözden geçirmeye koyuldular. İşte, yaşlarının yekûnu bir asrı doldurmayan üç delikanlı, birçok asırların hatıralarını taşıyan şu topraklar üzerinde, Türk hâkimiyetini kurmuşlardı. İki bey, iki yüz küsur esirin miskin durumunda bu parlak hakikati görüyorlar ve derin bir sevinç içinde bahadır delikanlıları alkışlıyorlardı:

“Berhudar olun çocuklar, ilk av temiz olmuş!..”

Ufukta bütün azametiyle belirmiş olan güneş, bu alkışa iştirak ediyor gibiydi ve biraz sonra Çempeliler, her iki beyin önünde, o civar kalelerine dair mükemmel malumat veriyorlardı.

II

DİLSİZ İLYA

Ace Bey’le arkadaşlarının geri dönüp gördüklerini Süleyman Paşa’ya söyledikten sonra verilen karar üzerine başlayan salla geçme hareketinin tasvirini tarihe terk ediyoruz ve okuyucularımızdan, bizimle beraber Burgaz önüne kadar gelmelerini, orada cereyan eden bir muharebeyi seyretmelerini istiyoruz. Dimetoka Kumandanı Mihal’le Edirne Muhafızı Vice-Roi Dimitri İştovan tarafından Burgaz civarındaki Türk kuvvetleri aleyhine yapılmak istenilen bir baskın, tasvir etmek istediğimiz harbi doğurmuştur.

Dimetoka ve Edirne kumandanları saray üstünlüğünün verdiği güvenle bu baskını tasarlamışlardı. Onlar, on bin kişilik bir ordu, Türklerse bin kişilik bir müfreze teşkil ediyorlardı. Her iki kumandan, Termopil önlerinde üç yüz kişiyle üç milyonluk ordular tarumar eden kahramanların damarlarındaki kanı, hiç su karışmamış biçimde, taşıdıklarına iman getirmişler gibiydi. Çünkü ortadaki rakamlar, on binle bin, böyle bir iman yaratacak kadar sarihti. Fakat ihtiyatlı davranmamak da ellerinden gelmediği için açık bir taarruz yerine baskın yapmayı tercih ediyorlardı.

Burgaz önündeki Türk müfrezelerinin başbuğluğu sipahi Oyvad’a verilmişti. Kara Abdurrahman, Kara Aygud, Kara Boğa, İnce Balaban ve Yaralı Doğan da onunla beraber bulunuyorlardı. Kendilerine bir baskın hazırlandığı haberi gelir gelmez Oyvad, bütün arkadaşlarını topladı.

“Baskın var!” dedi. “Nidelim?”

Aygud’un cevabı kısa oldu:

“Söz kılıcındır, bize susmak düşer!”

Abdurrahman, bu düşünceyi eksik buldu:

“Düzene düzen gerek.” dedi. “Biz de pusu kurmalıyız.”

Boğa, Balaban ve Doğan aynı mülahazayı ileri sürdüler, başbuğu da fikirlerine meylettirdiler. Yoldaşlar meclisinin kararı, Aygud muhalif olmak şartıyla, şu şekilde tecelli ediyor demekti: Baskın yapacakları baskına uğratmak!.. İşte seyredeceğimiz harp budur ve biz, Bizanslıların güya tepeden inme bir saldırışları üzerine yüz gösteren heyecanlı bir çarpışmaya şahit olacağız.

Vakit erkendi. O kadar ki son yıldızlar henüz sönmemişlerdi. Ortalığa alaca bir karanlık hâkim. Baskın yapmak suretiyle gaflet içinde yakaladıklarına zahip oldukları Türklerin umduklarından da az mevcutlu, topu topu üç yüz kişi olduğunu görüp anlamak Bizanslıların cesaretini artırdığından neşeli naralarla ortalığı çınlatıyor, bir hamlede şu üç yüz Türk’ü yok etmek azmiyle şen şen saldırıyorlardı.

Türkler şaşkın görünüyorlardı, öteye beriye dağılıyorlardı. Şurada on beş, beride yirmi, daha ötede elli kişilik kümeler var. Birbirlerine bağlı görünmeyen bu gruplar, kendilerinin on ve belki yirmi misli düşmanla ayrı ayrı pençeleşiyor. Ümitsiz çarpıştıkları belli, şu kadar ki hiçbir küme yerini bırakmıyor, geri çekilmiyor, en tuhafı, içlerinde ölen de yok. Her Türk yıkılmaz bir ağaç gibi sert ve dik. Dört taraftan başlarına indirilmek istenen kılıçlar, en küçük bir bere bile açamıyor, teker teker kırılıyor. Bu sebeple baskıncıların bir kısmı silahsız kalıyor ve selameti geri çekilmekte buluyor.

Bu, Türklerin sayı bakımından üstün kuvvetler önünde ustalıkla tatbik ettikleri “Canlıkale” tabiyesiydi. Uzun bir saat bu tabiye devam etti, baskıncılar yorulmaya başladı. Kumandanlar, evvelce dağılış, kaçmaya hazırlanış sandıkları bu dört köşe, dört köşe ayrılışın kıymetini, ehemmiyetini yavaş yavaş anlamışlar, kötü kötü düşünmeye koyulmuşlardı.

İşte bu sırada, sağdan soldan müthiş bir velvele koptu, bölük bölük Türk’ün iki yandan da sahneye atıldığı görüldü. Baskınlarının baskınla karşılandığını gören Bizanslılar sayıca üstünlüklerinin elden çıktığı korkusuyla cesaretlerini kaybederek ve karşılarındaki Türk kümelerini bırakıp yeni gelenlere göğüs vermeyi de beceremeyerek bocalarken o yirmişer, otuzar kişilik murabbalar birdenbire açılmış, yayılmış, önlerine gelen Bizanslıları doğramaya başlamıştı.

Bu harbin ertesi günü yazılan zafernamenin şu fıkralarından vakıanın hakikatini daha canlı surette anlayabiliriz.11

“Nagâh sehere karib kefere-i fecere meydana dökülüp dürtüşmek ve döndürüşmek üzere iken pusuda olan mücahidler, kâfirin iki tarafını alup aslan sığına (İri ve benekli geyik demektir.), kurd koyuna dokunur gibi yanların kuşadıp kılıç sunduklarından hemen her birin bir tarafa dağıdup sabah oldukta…”

Evet, o günleri bizzat yaşamış olan kâtibin dediği gibi sabah oldukta on bin kişilik büyük ordudan kalan yadigâr, bir sürü başsız cesetle birkaç yüz esirden ibaretti. Üst tarafı çil yavrusu gibi dağılmıştı.

Rumeli yakasında ilk kaleye ilk olarak Türk bayrağını astığı için “sipahi yiğitbaşılığı” ile mükâfatlandırılan Oyvad Bey, bu parlak zafer sonunda tutsakları dizi dizi sıralarken Kara Abdurrahman yanına sokuldu:

“Oyvad…” dedi. “Bir şey tasarlıyorum.”

“Hayrola!..”

“Sevindik’i bana yoldaş eder misin?”

“Vay, benim oğlan sana yoldaş olacak kadar büyük mü? Vallahi bilmiyordum.”

“Tam çalışacak çağdadır. Artık terkiye binmekten vazgeçsin, bizimle dolaşsın.”

“Gizli bir iş mi var, bir yere mi aşacaksın?”

“Biraz eğlenmek istiyorum. Sevindik de bana yardım edecek.”

Elini, minimini hançerinin kabzasına koyarak muhavereyi dinleyen Sevindik, hemen yalvardı:

“Elini öpeyim baba! Beni Kara Rahman amcama ver. Sana bol bol armağan getiririm.”

Heybetli sipahi, küçük Sevindik’in güzel yüzüne şöyle bir baktı ve onun minimini ellerini Kara Abdurrahman’ın geniş avcuna koydu.

bannerbanner