Читать книгу Krallar Avlayan Türk (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Krallar Avlayan Türk
Krallar Avlayan Türk
Оценить:
Krallar Avlayan Türk

4

Полная версия:

Krallar Avlayan Türk

“Evlat…” dedi. “Benim değil, senindir. Yanında gezsin, yeri göğü görüp bellesin, gözü gönlü açılsın. Baban gibi, senin gibi ünlü bir yiğit olsun.”

Abdurrahman’la Sevindik bu suretle yoldaş olduktan sonra nereye gittiler, ne yaptılar bilmiyoruz. Kendilerine Dimetoka yolunda ve bir sürü muhacir arasında tesadüf ettiğimiz zaman, Burgaz Harbi üzerinden, iki yıl geçmiş bulunuyordu. Sevindik hayli büyümüştü, hayli serpilmişti. Fakat üst baş bakımından çok berbattı. Kir ve çamur içindeydi.

Hemen söyleyelim ki bu kirlilik onun bir Bizanslı köy çocuğu kılığına girmesinden ileri geliyordu. Nitekim Abdurrahman da yırtık bir gömlek, kirli bir don taşıyordu ve Sevindik’le birlikte Bizanslı rolü oynuyordu.

Böyle bir biçime girmek herhangi bir Türk için pek güçtü. Mösyö Bronguier’nin dediği gibi Türkler “elbise temizliği hususunda dünyanın en üstün milletiydiler”. Bizans köylüleriyse -başta imparatorların kayıtsızlığı olmak üzere içli dışlı birçok sebepler yüzünden- pisliğin timsali hâline gelmişlerdi. Bu sebeple Kara Abdurrahman’ın o kılığa girmesi hem güç hem üzücü bir işti. Fakat kutsi tanıdığı bir maksat uğrunda nefsini zorlayıp tam bir Bizans köylüsü gibi pisleşmişti.

Kendine yapılan telkinlere, tembihlere pek çabuk ayak uyduran Sevindik, hiç dinmeyen hıçkırıklarıyla korku delisi muhacirlerin perişan uğultularından da üstün gürültü yapıyordu. Bizans dilini en ince nüktelerine kadar bilen ve konuşan Kara Abdurrahman bu fasılasız zırıltıyı kesmek için sık sık bağırıyordu:

“İlya, sus, yoksa seni Türklere bırakırım!”

Öbür muhacirleri kuvvetli birer kamçı yemişler gibi biraz daha fazla konuşmak zorunda bırakan bu söz, Sevindik’in üzerinde hiçbir tesir yapmıyor ve o, yine durmadan, dinlenmeden ağlıyordu. Türk’ün adından yersiz bir korkuya düşüp emniyetli sığınak aramaya çıkan şaşkın köylüler nereye gideceklerini tasarlamış değillerdi. Bir köy halkının yarısı şimale kaçıyorsa yarısı garba savuşuyordu. Bir iki uzuvlarının sabit hassasiyeti istisna edilirse, hepsinin benlikleri erimiş gibiydi. Kimlerle arkadaşlık ettiklerini değil, kendi kendilerini göremeyecek kadar sersemleşmişlerdi. Gözler yalnız sığınacak yer arıyordu. Kulakları, kovalanıp kovalanmadıklarını anlamak kaygısıyla hep geriyi dinliyordu. Bu hâl, Kara Abdurrahman’ın kurduğu planı kolaylaştırıyordu. Kimsenin ondan şüphelenmesine imkân yoktu ve yiğit Türk, tasarladığı işi yapmak yolunda pervasız yürüyebiliyordu.

Sevindik’in inlemesi dinmeden Dimetoka’ya yaklaşmışlardı. Kasabanın bir tepe üzerindeki mahruti12 kalesi, kaçak köylüler için kalın göğüslü bir imdat heykeli gibi cazip görünüyordu. Kadın, erkek bütün bu kaçaklar yerlere kapanarak, önlerinde yükselen kurtuluş ocağına varabildiklerinden dolayı, din ulularına şükranlarını sunuyorlardı. Kara Abdurrahman da onlara uymaktan geri kalmadı ve yüksek sesle birçok dualar okuduktan sonra Sevindik’e müjde verdi:

“İşte kurtulduk, buraya Türkler gelemez. Sen de sesini kes, zırıltıyı bırak!”

Şimdi Dimetoka Kalesi’nin etekleri uğultulu bir panayır yerini andırıyordu. Anasız sıpaların yanık anırtısı, meme arayan buzağıların mahzun böğürtüsüne, çocukların perde perde ve çeşit çeşit çıkardıkları sesler kadın çığlıklarına karışıyor, insanla hayvan yan yana ve kucak kucağa kaynaşıyordu. Bu panayırın sermayesi inlemekten, hareketi de acıklı bir perişanlıktan ibaretti. Kaledeki asker, bu gürültüyü doğuran can korkusuna yabancı değildi. Çünkü iki yıl evvel Burgaz önünde Türklere baskın yapan ve sonra selameti kaçmakta bulan bahadırların bir kısmı kendileriydi. Bu sebeple mültecilerin elemlerini, endişelerini, ızdıraplarını pek iyi anlıyorlardı ve kucaklarını onlara açmak için sabırsızlanıyorlardı. Lakin Dimetoka’yı malikâne gibi idare eden taçsız bir kral durumunda bulunan muhafızın düşüncesi bambaşkaydı. Eski Türk tarihçilerinin tekfur diye kaydedip geçtikleri müstakil valiler zümresine mensup bu kumandan, alay alay mülteciyi kaleye aldığı takdirde iaşe işinin güçleştiğini göz önünde bulundurduğundan köylerini bırakıp sürüne sürüne oraya kadar gelmiş olan millettaşlarına kale kapılarını açtırmak fikrinde değildi.

Mülteciler ummadıkları bu istiskal üzerine ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Kardeş bildikleri Dimetokalıların kendilerine sığınacak bir duvar dibi bile göstermemeleri son derece güçlerine gidiyordu. Birçoğu, bu vaziyette yurtlarından ayrıldıklarına pişman oluyordu. Türklerin kendilerinden alacakları nihayet bir cizye, basit bir vergiydi. Onu vermemek ve harp şamatası duymamak için buraya kadar kaçmanın, hele millettaşlarından yardım ummanın alıklık olduğunu artık anlıyorlardı.

Fakat yere diz çöküp ve kollarını göğe kaldırıp yalvaran kızların, kadınların acıklı inleyişlerine kulak asan yoktu. Bu kayıtsızlık o kütlenin iradesini de felce uğratmış gibiydi. Düşünemiyorlar, baş başa veremiyorlar, yalnız ağlıyorlardı. Zaten ne düşüneceklerdi?.. Geriye dönmek güçtü, ileri gitmekse -şu örneğe göre- faydasızdı.

Erkekler, birlikte getirdikleri öküzlerin boyunlarına dayanarak; kadınlar, ellerini göğüslerine sokarak şuursuz bir intizar devri geçirirlerken Kara Abdurrahman’ın gür sesi yükseldi:

“Böyle kötü kötü düşünmekten ne çıkar?.. Beni dinlerseniz şu bizim dilsize bir kâğıt verelim, içeri gönderelim. Belki hâlimize merhamet ederler, kapıları açarlar.”

Bütün mülteciler o fikrî felçten sıyrılmış gibi kımıldamışlardı, ortaya bir düşünce atan delikanlının etrafına yığılmışlardı. Sahte Bizans köylüsü anlattı:

“Benim dilsiz, hünerli oğlandır. İşitmez, söylemez, ama elinden her iş gelir. El birliğiyle bir arzuhâl yazalım, kale kumandanına yollayalım. İlya ne yapar, yapar, içeridekileri merhamete getirir.”

Şimdi herkesin gözü dilsiz denilen ve o kafileye katıldığı dakikadan beri hıçkırığı kesilmeyen Sevindik’e dikilmişti. Yırtık gömleğiyle, sümüklü burnuyla, çamurlu ayaklarıyla bakanlar üzerinde iyi bir tesir uyandırmayan bu çocuğun, kale kumandanını acındıracağına ihtimal veren yoktu. Lakin denize düşenlerin köpüğe sarılmaları kabilinden bütün o ümitsiz kütle de şöyle bir teşebbüse girişmenin aleyhinde bulunmuyordu. Şu kadar ki kâğıt, kalem bulmak bir meseleydi. Kaçak köylüler arasında yazmayı bilen olmadığı için yazı vasıtaları taşıyan da bulunmuyordu.

Kara Abdurrahman bu güçlüğü de yenmekten geri kalmadı. Bir beyaz bez buldu, bir ağaç parçasından kalem yaptı, bir ineğin bacağından kan sızdırarak onu da mürekkep diye kullandı, iki üç satırlık bir pusula yazdı; sonra köylülerden birkaç bıçak topladı. Sevindik’in bol suyla yüzünü yıkadı, ayaklarını temizledi, parmaklarıyla saçlarını tarayıp düzeltti, yapma kirleri ve çapakları giderdi, çocuğun o eşsiz güzelliğini açığa çıkardı.

Gamlı kadınlar, elemli kızlar ve hatta erkekler birdenbire pek melih, pek latif bir sima alan Sevindik’e hayran hayran bakıyorlardı, “Ne güzel çocuk, ne güzel çocuk!” diye mırıldanıyorlardı. Kara Abdurrahman iki yıldan beri büyük bir dikkatle terbiye ettiği sipahi yavrusuna, inek kanıyla yazılan pusulayı ve bıçakları verdi, eliyle Dimetoka Kalesi’nin yüksek duvarlarını gösterdi, yüksek sesle vazifesini anlattı:

“Haydi İlya, çık! İsa namına kapıyı açmalarını içeridekilere söyle!”

Ve tırmanma işareti yapa yapa çocuğu duvarların dibine götürdü. Yüzlerce göz, Sevindik’in ayaklarına takılmıştı, onun ne yapacağını takibe koyulmuştu. O, hiç tereddüt göstermedi, düşünmedi, sendelemedi; sanki yemiş toplamak için bir ağaca çıkıyormuş gibi düz duvara tırmanmaya başladı.

Köylüler gibi, kale duvarları üstündeki asker de halk da pervasız çocuğun gösterdiği hüneri şaşkın şaşkın temaşa ediyordu. Sevindik, belindeki bıçaklardan kademeli ve kurulup bozulur bir merdiven yaparak, altta kalan basamağı önde bir tutamak temin ettikten sonra ileriye alarak yavaş yavaş yükseliyordu. Onun eğilip kalkışında, hiç durmadan yükselişinde bir örümcek çevikliği göze çarpıyordu.

Kaledekiler, ölümün insafsız ağzına doğru tırmanmaya çalışır gözüken çocuğu muhakkak bir felaketten korumak için bağırıyorlardı:

“Küçük, düşeceksin. Tırmanmayı bırak, kapıya gel!”

O, dilsiz ve sağır rolünü unutmayarak bu çığırışları işitmemiş gibi davranıyordu. Kara Abdurrahman, kolları göğsüne bağlı ve gözleri alev dolu, onun yükselişine bakıyordu. Mülteciler de seslerini ve nefeslerini keserek aynı temaşaya daldıkları için yanı başlarındaki düzme Bizans köylüsünün gözlerinde yanan endişeyi göremiyorlardı. Macera sever ve cesur delikanlı helecanını yenmeye çalışarak ve gözlerinin ışığıyla Sevindik’in ellerini, kollarını kuvvetlendirmek istiyormuş gibi bütün benliğini çocuğun hareketine bağlayarak üzüntülü dakikalar geçiriyordu.

Artık ne kaledeki ne dışarıdaki halk arasında çık yoktu. Herkes yedi yaşında bir çocuğun dümdüz bir duvar üzerinde yürüyüşünü, heyecanlı bir rüya yaşar gibi, seyrediyordu. Kral kudretli muhafız da karısı da çocuğu da halkla beraber kalenin o cephesinde bulunuyorlardı. Endişeli bir sükûn, helecanlı bir merak binlerce kişiyi pençesine almıştı ve Sevindik, işte bu umumi hayret arasında yükselişine devam edip gidiyordu.

Cesur çocuk, nihayet son irtifaya geldi. Bir saniye sonra ellerini duvarın üzerine, düzlüğe koyacak ve kaleye girmiş olacaktı. Bu durumda muhafız kumandan kendini tutamadı, koştu, küçük sipahinin ellerine yapışarak yukarı çekti, alnından öperek bağırdı:

“Senin gibi bin çocuğumuz olsa bu memleket kurtulurdu!”

Ve onun akıllara durgunluk verecek kadar güzel bir mahluk olduğunu görünce de karısını çağırdı.

“Bak…” dedi. “Allah neler yaratıyor. Hüneri gibi kendi de güzel!”

Sevindik, saray terbiyesi almış adamların takdirini kazanacak bir nezaketle boyun kırdı, boynundaki bez pusulayı çıkardı, işaretle onu kime vereceğini sordu. Kumandan bu tuhaf mürekkepli arzuhâli gülerek aldı ve çocuğun dilsizliğinden duyduğunu elemi karısına anlattı:

“Her güzelin bir kusuru olur derler. Doğruymuş. Bu yavrunun dili yok!”

Sevindik, o anda bütün Dimetokalıların yüreğini kazanmış olduğundan getirdiği iltimas da reddedilemez bir mahiyet almıştı. Kale kumandanı bu sebeple güzel çocuğu yanında alıkoydu, kapıların açılarak mültecilerin içeri alınmasını emretti. Biraz sonra, Türk korkusuyla yurtlarını bırakıp yollara düşen birkaç yüz sersem köylü ve onlarla beraber Kara Abdurrahman, Dimetoka’ya girmiş bulunuyordu.

Kumandanın ilk işi Abdurrahman’la görüşmek oldu. Nereden geliyorlardı, ne suretle ulaşmışlardı. Türkler hakkında ne gibi bilgileri vardı?.. Bu noktaları birer birer sordu. Kara Abdurrahman’ın cevapları zaten hazırdı. Ganos Dağı eteklerindeki bir köy halkından olduklarını, Türklerin bu dağ yakınlarında ilerlemeye başlamaları üzerine Rados’a (bizim Tekirdağ) kaçtıklarını, Türklerin oraya da gelmeleri yüzünden serseri bir duruma düştüklerini ve nihayet Übros’un (bizim Meriç) beri tarafına geçtiklerini anlattı. Sevindik hakkında da “Bu çocuk benim yeğenimdir, kardeşimin oğludur. Babası para canlı bir adamdır. Türklerle alışveriş edip bire on kazanmak isterdi. Onun için karşı yakaya, boğazın öte kıyısına mal götürürdü, Pega’dan (bizim Biga) Nise’ye (bizim İznik) kadar dolaşır, dururdu. Küçük İlya’yı da hem alışverişe alıştırmak hem Türklere ısındırmak için yanında bulunduruyordu. Çocuk bu gidişlerde, gelişlerde birçok şeyler öğrendi. Türkler onu daha beş yaşındayken ata bindirdiler, cirit oyununa soktular, tepelere tırmandırdılar, suda yüzdürdüler. Allah ıslah etsin, kendilerine benzettiler. Habis oğlan şimdi bir Türk gibidir. Ne attan yılar ne itten. Ele sığmaz, avuca sığmaz. Biz can korkusuyla taban teperken o, yol boyunca şeytanlık düşünüyordu. Fakat bir iyiliği vardır. Eli kanda olan adamları ne yapıp yapıp güldürür. O kadar akıllıdır, hünerlidir. Dili olsaydı imparator hazretlerine nedimlik yapabilirdi.” dedi.

Kara Abdurrahman bu tekerlemeyi söylerken Dimetoka Kalesi kumandanının karısı, gözleri yana yana delikanlıyı süzüyordu. O yırtık pırtık elbise içinde, o derme çatma başlık altında parlayıp duran muhteşem gençlik, şöyle böyle bir kraliçe sayılan madamın derece derece dikkatini uyandırmıştı.

Kara Abdurrahman’ın yüzü kirliydi, saçları pasaklıydı, ayakları çamurluydu. Fakat kaşları, gözleri, dudakları, pazıları, göğsü, bütün bu kirler arasında, tozlara bürünmüş elmaslar gibi, göze çarpıyordu. O, kumandanın önünde korkak ve miskin bir vaziyet almıştı. Konuşurken beli bükülüyor, sesi titriyordu. Fakat o kuvvetli vücudun bu eğilişinde servilerin başlarını eğmeleri gibi garip bir azamet, o sesin titreyişinde, ahengini saklayan bir rüzgâr kudreti seziliyordu.

Kumandan, dilsiz İlya’nın hüviyetini -güya- öğrenmekle meşgulken karısı da bu mahrem temaşaya dalmıştı ve korkak tavırlı, aslan yapılı delikanlının bedenî olgunluğunu ölçmeye savaşıyordu. Ne kir ne çamur ne pejmürdelik ondaki dolgun kıymetleri örtemiyordu. Kadın, kendi cinsine has olan derin görüşle bu kıymetleri birer birer görüyor ve etrafa yükseklerden bakmaya çalışan kocasıyla şu delikanlı arasındaki farkın, yaratılış farkının azametini zerre zerre emiyordu.

Karısının neler düşündüğünü kavrayamayan Dimetoka kumandanı, Kara Abdurrahman’ın pürüzsüz bir Bizans lehçesiyle anlattığı hikâyeyi çalımlı bir sükûn içinde dinledi.

“Çocuktan…” dedi. “Hoşnut olmadığın anlaşılıyor. Seni ondan, onu da sefaletten kurtarırsam memnun olur musun?”

Kara Abdurrahman yerlere kapanır gibi göründü:

“Allah ikbalini artırsın. Bu lütfunla beni kendine köle etmiş oluyorsun.”

“Öyleyse İlya’yı bana ver. Oğlumun soytarısı olsun.”

Genç ve güzel kadın, kıvrak sesiyle söze karıştı:

“Yeğenini alıp bu sefil köylüyü yalnız bırakmak günahtır. Onu da bir işe koy ki yaptığın iyilik tam olsun.”

Kral salahiyeti, kral çalımı ve kral düşüncesi taşıyan kumandan, bir lahza dalgın kaldı, sonra gülümsedi.

“Hakkın var Mari.” dedi. “Bu yurtsuz delikanlıyı da kayırmak lazım. Kendisini ahır uşağı yapmak münasip mi?”

“Bahçıvana yamak versen daha iyi olur. Köylü bir genç, ata bakmaktan ne anlar?”

“O hâlde iş bitti demek. Dilsiz İlya bizim Emanoel’i eğlendirecek, amcası da bahçede çalışacak. Nasıl delikanlı, memnun musun?”

Kara Abdurrahman, iki üç dakikadan beri kumandanın kendisiyle yaşıt olan oğluna yanaşarak dilsiz işaretleriyle şaklabanlığa girişen küçük Sevindik’i gösterdi.

“Bakın…” dedi. “İlya vazifesine başladı. Ben de çapayla küreğe yapışmak için emrinizi bekliyorum.”

Bir köylüden beklenmeyen bu zarif cevap, kumandanın değil, fakat karısının dikkatini celbetti. Artık kendi sarayında çalışacak olan kirli dilberi tepeden tırnağa kadar süzerek sordu:

“Güzel konuşuyorsun. Okuryazar mısın?”

“Birkaç yıl Bizans’ta oturdum. Cenevizlilerin yanında çalıştım. Orada kendi dilimizle okuyup yazmayı öğrendim.”

“Adın?”

“Dimitriyos!”

Güzel kadın, bakışlarındaki sürekli süzgünlüğü bir ihtiras pırıltısıyla kapadı.

“Kalem tutan ellere…” dedi. “çapa vermek zulümdür. Zevcimin, bu zulmü kendine yakıştıramayacağını umuyorum.”

Kumandan, soyu sopu belirsiz bir genci himayede karısının pek ileri gidişini nahoş bulacak kadar dar havsalalı değildi. Lakin zemin ve zaman bu yurtsuz köylü hakkında daha fazla ikramda bulunmasına müsait olmadığı için karısına tam müspet cevap vermedi.

“Hele yerleşsin…” dedi. “Yol, yorgunluğunu çıkarsın. Sonra liyakatine göre işini değiştiririz.”

Tereddi etmiş milletlerin belli başlı vasıflarından biri de felaketlerden ibret almamak, gaflet uykusundan kolay kolay uyanmamaktır. Ne harp bozgunlukları ne içten, dıştan dağılmalar ne zelzele ne tufan, yurt sevgisini unutmuş kütleleri uyanıklığa sürükleyemez. Onlar, boğaz ve yatak için yaşarlar. Midelerine atacak lokma ve yataklarını ısıtacak eş buldukça dünyanın altıyla da üstüyle de alakalanmazlar.

Bizanslılar, on dördüncü asrın sonlarına doğru böyle bir tereddi gösteriyorlardı. Yalnız Bizanslılar mı? Balkanlar’ın etrafında yaşayan kütleler de aynı ruh uyuşukluğu, aynı ahlak bozukluğu içinde bulunuyorlardı. Şövalöresk (Chevaleresque) bir hayat geçirmeye yeltenen Orta ve Garbi Avrupa milletleri de Balkanlılardan farklı bir vaziyet sahibi değillerdi. Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de kadın parmağı haileler yaratıyordu. İmparatorlar, krallar peri kılıklı kadınlara uşaklık ediyordu. Dinî tahakkümler, kilise rezaletleri de bu umumi ahlaksızlık arasında ayrıca evler yıkıyor, ocaklar söndürüyordu.

İşte Kara Abdurrahman’la Sevindik böyle günlerde bir Bizans kumandanının, Dimetoka mıntıkasını babadan, dededen kalma bir malikâne şeklinde tasarruf eden bir asilzadenin evine kabul edilmişlerdi. Türk kuvvetlerinin Marmara sahillerinden garba doğru adım adım yayıldıkları, Şarki Trakya’yı ellerine geçirmiş gibi oldukları bir sırada o kumandan, kalesinin sağlamlığına güvenerek, zevk içinde, safa içinde yaşıyordu. Bu asil adam, güzel karısını uyuttuktan sonra kaleyi teftiş etmek bahanesiyle evinden çıkar, gündüzden peylenmiş kızlarla buluşur, sabaha kadar cümbüş yapardı.

Düşmek ve elden çıkmak sırası kendi kalesine geliyordu. Marmara’yı geçen Türklerin Meriç önünde durmayacakları apaçık görünüyordu. Fakat krallar gibi müstakil yaşayan kumandan cenaplarının bu noktayı düşündüğü yoktu. Yeni aşklara bel bağlayarak, kucaktan kucağa geçerek sarhoş bir ömür yaşıyor ve gün geçtikçe büyük tehlikeyi unutuyordu.

İdare olunanların idare edenlere uyması kadar tabii bir keyfiyet olamaz. İradesine gem takılmış milletlerde bu tabii keyfiyet, hayati zaruret hâlini alır ve halk, yüksek tabakanın yürüyüşüne ayak uydurur. Bizanslılar da saraylardan kiliselere kadar bulanık bir su gibi dalga dalga taşıp gelen gülüp oynama, çalıp çırpma ahengine uyuvermişlerdi. Şu farkla ki yüksektekiler dolu mideyle eğleniyorlardı. Berikiler boş midelerini ahmak kahkahalarla doldurmaya savaşıyorlardı. Ekmek azdı, aşk çoktu. Yüz binlerce insan, beşerden ayrı ve beşere aykırı bir küme mahluk gibi, yalnız aşkla tegaddi ediyordu.13 Vatanlarının parça parça ve boyuna elden çıkmasına ağlayan yoktu. Lakin gecesini, herhangi bir sebeple, eşsiz ve oynaşsız geçiren kadınların vaveylası kaldırımları yıkardı. Dimetoka’da da aynı hâl, aynı bulanık su, aynı çılgın hayat vardı.

Kara Abdurrahman öteden beri bütün içyüzünü görüp incelediği, her yanını kantara vurup tarttığı bu kokmuş yaşayışın, umumi bir ölüme kılavuzluk eden bu çılgın zevk severliğin yeni bir bürhanını14 Madam Mari’nin bakışlarında okumuş oldu. Kendi oğluyla sahte dilsizi önüne katarak kale duvarından salına salına ayrılan Mari, o güzel kadın, merdivene ayağını basarken başını çevirmiş ve Bizanslığın o asırdaki hüviyetini bir bakışında toplayarak Türk delikanlısını uzun uzun selamlamıştı. Abdurrahman, sönmez bir ışık hâlinde yakıcı bir kucaklama tesiri yapan bu haris bakıştan ihtiyarsız irkildi, hafifçe kaşlarını çattı ve için için söylendi:

“Kahpe bakmıyor, ısırıyor. Ayağımı denk almazsam iş sarpa saracak!”

Kumandan, karısının ayrılması üzerine düzme Dimitriyos’a emir verdi:

“Bahçede yatıp kalkarsın, bahçıvana yardım edersin. Ekmeğin aslan ağzında kaldığı günlerdeyiz. Bir ye, bin şükret, işine mukayyet ol!”

Üç beş dakika sonra bir uşak, Kara Abdurrahman’ın önüne düşmüş ve onu yamak olarak yanında çalışacağı bahçıvana teslim etmişti. Büyücek ve şık bir evi dört taraftan kucaklayan bahçe, delikanlının hoşuna gitti. Renk renk çiçekler, büyük küçük birkaç havuz, göz okşayıcı kameriyeler, keyif ehli kumandanın iyi yaşadığına şehadet ediyordu.

Beyaz sakallı bahçıvan, kendi eline ve emrine bırakılan genç köylüyü şöyle bir süzdü.

“Hoş geldin arkadaş.” dedi. “Çiçekten anlar mısın?”

“Hayır!”

“Kadından?”

“Hayır!”

“O hâlde arkadaşlığımız az sürecek. Bu bahçeye gelen erkek yeni yeni çiçekler yetiştirmeyi ve onları yerinde, zamanında evin madamına takdim etmeyi bilmeli. Hünerin tükendiği gün rızkın da kesilir. Senin rızkın galiba bugünden kesik!”

“Ben kendim bu işi istemedim. Onlar layık gördüler.”

“Layık gören -işte istavroz çıkarıp yemin ediyorum- muhakkak ki madamdır. Boyunu, posunu iyi bulmuştur. Gözlerini beğenmiştir. Pazularına imrenmiştir. Fakat çiçekten anlamadığın gibi kadından da anlamadığın gerçekse iş değişir. Kokusuz gül gibi görgüsüz erkeğin de bu evde yeri yoktur.”

“Ekmeğimi elimden kaçırmamak için ne yapmalı?”

“Bana candan, yürekten bağlanmalı. Yani bahçeyi temiz tutmalı, çiçekleri güzel sulamalı, göstereceğim her işi yapmalı, beni bu yaşta didinmeden kurtarmalı.”

“Her dediğinizi yaptım sayınız. Ya siz bana ne iyilik yapacaksınız?”

“Her gece eline bir çiçek vereceğim, madama hoş görünmeni kolaylaştıracağım.”

“Anlamadım usta. Bahçede çalışmakla madama çiçek götürmek arasında ne münasebet var? Beni çalıştıracak sensin, madam ne karışır?”

“Bunu bu gece değilse bile yarın gece anlarsın. Dimetoka muhafızının saraylarında imrahorun vazifesi atlara bakmak değildir. Aşçının işi yemekle uğraşmak değildir. Bahçıvan yamaklarının kârı çiçek yetiştirmek değildir. Kâtibin borcu yazıyla oyalanmak değildir. Bunların hepsi sırayla, nöbetle ve gelişigüzel Madam Mari’yi eğlendirmekle mükelleftir. Atlar aç kalabilir. Yemekler yanabilir. Çiçekler solabilir, yazılar unutulabilir. Lakin imrahor, aşçı, bahçıvan yamağı, kâtip, madam cenaplarını memnun etmekte kusur işleyemezler. Çünkü onların hepsi, atlar, tencereler, çiçekler ve defterler için değil, madam için getirilmişlerdir. Nitekim sen de bana yamak olarak getirilmedin, madama hizmet için alındın.”

“O hâlde beni buraya göndermemeliydiler, içeri almalıydılar!”

“Sen daha dünyanı anlamamışsın. Kör gözün yanımızda açılacak!”

“Ne göreceğim?”

“Çok şey göreceksin ve akıllı bir adamsan bahçıvan yamaklığıyla girdiğin bu evden kudretli bir insan olarak çıkarsın!”

Kara Abdurrahman tecahül ve tegafül göstermekte devam ederek geveze bahçıvanı biraz daha söyletmek, içine girdiği evin bir kısım esrarını ilk hamlede öğrenip bu bilgiden çıkaracağı kazançları hesaplamak istiyordu. Bu sebeple alık bir köylü tavrı takınarak yalvardı:

“Beni meraka soktun usta. Bu ev tılsımlı mıdır, madamın perilerle akrabalığı mı var, bir donsuz köylüyü nasıl yüceltir? Meryem Ana başı için bana anlat!”

İhtiyar bahçıvan, göğsünün ak kıllarını karıştırarak gülümsedi.

“Ayağının tozuyla…” dedi. “bütün bildiklerimi öğrenmeye kalkışıyorsun. Dur bakalım, biraz anlaşalım. Nesin, kimsin, ne çeşit adamsın, daha anlamadım ki…”

Ve delikanlının eline bir çapa tutuşturdu:

“Haydi iş başına yavrum. Sohbetin sonu akşama kalsın.”

Türklük nam ve hesabına dillerde destan olacak bir iş görmek azmiyle tehlikeli bir maceraya atılan cesur delikanlı, mukaddes ülkü uğrunda çapa kullanmaktan değil, gübre taşımaktan da çekinmeyecek kadar fedakârdı. Dimetoka kumandanının bahçesinde adi bir ırgat gibi çalışırken kendi milletine, kendi vatanına bir hizmet yapmış olduğunu, o bahçede savurduğu çapanın her darbesinden Dimetoka Kalesi’nin temellerinde bir yara, bir delik açılacağını düşünerek gözleri parlıyor, yüreğine sevinç doluyordu. Fakat zihninde bir düğüm vardı, neşesini biraz bulandırıyordu. Bu düğüm bir yandan Sevindik’i, bir yandan bahçıvanın sözlerini hatırlatan kuvvetli bir beyin hareketinden doğuyordu. Sipahi Oyvad’ın oğlu ne yapıyordu, ne yapacaktı?.. Bahçıvan daha ne sırlar açacaktı, ne yollar gösterecekti?.. İşte çapasını toprağa sokup çıkarırken bunları düşünüyordu.

O, kaçak köylüler arasına katılarak Dimetoka’ya gelirken bütün planını Sevindik’in zekâsına ve cesaretine istinat ettirmişti. Bu zeki sipahi yavrusunun kumandan ailesine yanaştırılması, planın ruhunu teşkil ediyordu. Kaleye tırmanmak ve bu suretle dikkat uyandırmak imkânı tesadüfün yardımıyla husule gelmişti. Eğer o netice bu kadar kolay elde edilmeseydi başka çarelere başvurulacak ve Sevindik yine saraya sokulacaktı. Fakat ilk adım umulduğundan çok daha hızlı atılmış bulunuyordu. Şimdi bu adımın plana göre genişletilmesi lazımken önüne bir kadın çıkıyordu. Her şey isteyen ve her şey vadeden bu kadın, mukaddes maksat için elverişli bir alet mi olacaktı, yoksa engel mi?..

Bahçıvanın ulu orta söylediğine bakılırsa kumandanın karısı maymun iştahlı, ruh bakımından çok aşağı bir mahluktu. Böyle bir ahlaksızla temasa girişmekten hem fayda hem zarar görebilirdi. Çünkü nefsine düşkün olan dişi, pençe attığı erkeğin yakasını kolay kolay bırakmaz. Bu gibi alakalardaysa üzücü bir yapışkanlık vardır. Haris kadın, hırsına sükûn gelinceye kadar âdeta sülükleşir, haz aldığı erkekten ayrılmaz. Hâlbuki Abdurrahman, Sevindik’i idare için hür kalmaya, her türlü tarassuttan uzak kalmaya muhtaçtı.

Bununla beraber o kadına yanaşmanın faydaları da vardı. Onun dostu, yakını, yastıktaşı olmak, kumandanın can evine el atmak demekti. Bu vaziyetten, şüphe yok ki birçok suretlerle istifade olunabilirdi.

Kara Abdurrahman, elinde çapa veya kürek, bahçe tarhlarını düzeltirken, şuraya buraya toprak taşırken hep bu düşünceleri geçiriyordu. Binlerce Dimetokalı arasında ve koca bir kalenin içinde kendisiyle Sevindik, geniş bir göle atılmış iki gül yaprağına benzedikleri hâlde hatırına fena ihtimaller gelmiyordu, o gölü, bu yaprakların yavaş yavaş emip yok edebileceğine inanıyordu. Yalnız Madam Mari’ye karşı alacağı vaziyeti kararlaştıramıyordu. Ondan uzaklaşmalı mı, ona yaklaşmalı mı?.. İşte bu mesele kafasında bir düğüm olup bükülüyordu, kıvrım kıvrım kıvranıyordu.

bannerbanner