Полная версия:
Krallar Avlayan Türk
Efsaneler devri, paganizme bağlıdır ve o dalalet manzumesinin parlak bir sayfasıdır. Lakin zaman geçtikçe o devrin de cazibesi söndü, “Allah birdir!” akidesine dayanan dinler zuhur etti. Bütün bu istihaleler, bu değişiklikler arasında kâhinlik, sihirbazlık, üfürükçülük, cincilik de devir devir insanların idrakine ve imanına tesirler yaptı, bugünkü ispirtizma şarlatanlığı da o istihalelerin son şekillerinden biridir. Kirden bit çıktığı gibi, cehlin beslediği vehimlerden de münasebetsiz akideler türer. Bu batıl görüşler ve inanışlar arasında Orta Çağ idrakine hâkim olan şekil, “iyi ve fena ruhlar” akidesidir. Üfürükçülük, sihirbazlık da o itikada bağlı olan kazançlı sanatlardır. Güneşte, ayda, fırtınada, yıldırımda rabbani bir mahiyet gören eski insanlar gibi, Orta Çağ halkı da her hadise ve her vakıada, hastalıklarda ve iyiliklerde ruhi bir mahiyet buluyorlardı. Ölülerden yardım ummak işte bu görüşten ileri gelmedir. O devirde ölülerin diriler üzerindeki nüfuzu pek mühimdi. Krallardan, imparatorlardan ziyade izi, tozu kalmamış, toprağa karışmış insanlardan korkulurdu.
Bu sebeple, kameriyede işitilen sesten Madam Mari’nin korkması, titreye titreye yerlere kapanıp Aya Maryalardan merhamet dilenmesi gayet tabiiydi. Fakat ihtiyar bahçıvanın bu hikâyeye inanmaması garipti. Yaş ve fikir seviyesi, onun Mari’den daha derin bir kanaatle bu hadisenin doğruluğuna inanması ve büyük ruhların o gece galeyana gelerek günahkârları telin ettiklerine iman getirmesini icap ederdi. Hâlbuki o, tereddüt gösteriyordu ve bu işte oyun olduğunu söylüyordu.
Abdurrahman, ustasının gösterdiği şüphelerden hoşlanmamakla beraber sesini çıkarmadı, kısa bir düşünceden sonra yatağına uzandı, horlamaya başladı. İhtiyar da onunla beraber gözlerini kapamıştı, rüyalar görmeye girişmişti.
Onların bu sessizlikleri, bu müsterih dakikaları yarım saatten fazla sürmedi, basit kulübenin içinde bir gürültü başladı. Nereden çıktığı belli olmayan bir ses, boyuna haykırıyordu:
“Yani, kalk. Aya Yani’yi dinle!..”
İlkin boğuk boğuk başlayan bu ses, gittikçe açılıyor ve kulübenin zayıf duvarlarında sezilecek kadar kuvvetli sarsıntı husule getiriyordu. Adı haykırılan Yani, ihtiyar bahçıvan, önce aldırış etmedi, rüyada bir şeyler işittiğine zahip olarak tahta kanepe üstünde yan döndü, yine uyumak istedi. Lakin amir ses yine gürledi:
“Yani, kalk. Aya Yani’yi dinle!..”
Bahçıvan, adını taşıdığı din ulusundan başlayarak, ne kadar aziz varsa hepsine ağız dolusu küfür basmak ve sakatlanan uykusuna tekrar kavuşmak azmiyle gözlerini sımsıkı kapadı, dişlerini gıcırdattı. Fakat “Kalk, Yani. Yoksa kül olursun!” tehdidi, kelimeden yapılmış bir çimdik gibi kulaklarını incitince yerinden fırladı, yatağı içinde dizüstü gelerek etrafı, bön bön dinlemeye koyuldu.
Kapkaranlık kulübede Abdurrahman’ın iri vücudu kümelenmiş siyah bir gölgeyi andırıyordu ve delikanlının horultusu karanlığın göğsünden çıkıyormuş gibi garip tesir yapıyordu. Yani uzun bir lahza, yamağının yattığı kanepeye baktı, onun hiç falso yapmayan burun bestesini dinledi ve uykusunu darmadağın eden seslerin kulak yanılmasından ibaret olduğuna hükmetmek istedi. Uyumadan önce dinlediği hikâyenin böyle bir netice doğurduğunu sanıyor, içine düşen telaştan yavaş yavaş sıyrılıyordu.
Bu zehapla o, enikonu rahatlaşırken kulübe yeni baştan inledi:
“Yani, kalk. Aya Yani’nin emirlerini dinle!”
Kelimeler o kadar açık, ses o derece amirdi ki, bir iki saat evvel ölülerle eğlenmek, üç beş dakika evvel de kilise büyüklerine sövmek cesaretini göstermiş olan ihtiyarın bütün kabadayılığı sarsıldı, eli ayağı titremeye başladı. Şimdi, yamağının sözlerine inanmadığından dolayı, Ortodoks evliyanın gazabına uğradığına iman getirmek üzereydi. Bu sebeple istavroz çıkarıp özürler dilemeye girişti.
O, kekeleye kekeleye tövbeler ederken Aya Yani’nin derinlerden yükselen sesi yine devam diyordu:
“Aya Sergiyos, Aya Lavreziyos, Aya Nikola, Aya Teklis, Aya Andre beraberimdedir. Aya Anastasya, Aya Teodosya, Aya Teofano, Aya Marya da yanıma gelmek üzere bulunuyorlar. Git, ev sahiplerine söyle. Yarın bütün Dimetoka halkı kale dışında toplansın. Miskler, amberler yakılsın. Şehrin en güzel çocuğunun eline iki kılıç verilsin, iki de at donatılsın. Bu atların yanına bir büyük haç dikilsin. Halk, tam zeval vakti yere diz çöksün. Dualar okumaya başlasın. Meryem’in ruhu o dakikalarda Dimetokalılara tecelli edecek ve bu ruh, kasabanın kıyamet gününe kadar Türk eline düşmeyeceğini lütfen müjdeleyecektir.”
İhtiyar Yani, yetmiş senelik hayatında bu kadar sert, bu kadar tesirli bir ses işitmemişti. Adreyanos muhafızını bir kirli paçavra gibi evire çevire kale burcundan atan Hızır Bey’in heybetli sesini bile bu emirleri veren meçhul ağızdaki korkunç ahenge nispetle hafif ve zayıf buluyordu.
Bu sesin, şu haysiyetle ilahi bir ağızdan, beşerden üstün bir mahlukun dudaklarından çıktığına şüphe edilmemek gerekti. Verilen emir ise basit bir kulübeye bir sürü evliya ruhunun dolduğunu gösteriyordu. Zaten bütün Bizans âlemi, yakın bir günde gökten inecek bir meleğin bütün Türkleri derleyip toplayıp Asya’ya, İran dağlarının arkasına atacağına iman besliyordu. Bu meleğin hangi tarihte ve hangi kasabaya ineceği meçhul olmakla beraber mucizenin mutlaka vuku bulacağına inanılıyordu. İhtiyar Yani de bu hikâyeleri, bu masalları dinleyenlerden ve belleyenlerdendi. İşte, yanında dört aziz bulunduğunu ve dört azizin de gelmek üzere olduğunu söyleyen Aya Yani Hazretleri, yıllardan beri kulaktan kulağa fısıldanan bu semavi ümitlerin bir hakikat ifade ettiğini müjdelemiş oluyordu. Demek ki Türklere karşı bütün Ortodoks evliya artık seferber olmuşlardı. Bu, Bizans âlemi için büyük bir beşaretti.18
Fakat ufak bir nokta, o dakikadaki sersemliğine rağmen, ihtiyar bahçıvanı düşündürüyordu: Aya Yani Hazretleri’nin koca Dimetoka’da haberci olarak kendisini seçmesindeki sebep neydi?.. Bu büyük aziz, doğrudan doğruya Dimetoka kumandanıyla görüşemez miydi?
En muhterem evliyadan olan bir zatın, Bizans merasimini bilmesi, daha doğrusu, asıl Bizanslıların teşrifata pek düşkün olduklarını düşünmesi lazım gelmez miydi?.. Bir bahçıvan ağzıyla verilecek haber, Aya Yanilerin değil, daha büyüklerinin de namına olsa, devletlilerce belki dinlenmeyebilirdi. Dişili, erkekli muhteşem bir maiyetle şu basit kulübeyi teşrif eden aziz hazretleri bu cihetleri niçin düşünmüyorlardı?
Bahçıvanın bu yakışıksız ve günahkâr düşünceleri evliya takımına malum olmuş olacak ki kaynağı meçhul ses gene belirdi:
“Cahil ihtiyar, düşünme. Hemen kalk, ev sahibine emrimi söyle. Mesih’in sevgili köleleri olan bizler, onun yanına gitmeyiz, onunla doğrudan konuşmayız. Çünkü o, mücrimdir. Nefsine düşkün bir asidir. Karısı da kirlidir. Ancak yarınki tecelli şerefine onların işledikleri günahları da unutmak istiyoruz. Haydi durma, vazifeni yap!”
Şimdi ayak sesine benzemeyen, fakat bir kalabalığın yürüdüğü zehabını uyandıran tuhaf bir patırtı kulübeye yayılmıştı. Evliyanın kendilerine mahsus bir yürüyüşle uzaklaştıkları anlaşılıyordu ve kulübede Abdurrahman’ın horultusundan başka bir ses duyulmuyordu.
İhtiyar Yani, terli alnını silerek ayağa kalktı. Yüksek ve mukaddes ruhlar tarafından omzuna yükletilen büyük vazifeyi ne suretle yapacağını, hele hovardalığa gitmeyip de evinde ise azametli efendisini uykudan nasıl uyandıracağını düşünmeye daldı. Kale muhafızı, kıyametler kopsa uykudan uyandırılmaya tahammül edemezdi. O, prens payesi taşımakla beraber krallar gibi müstakil yaşıyordu. Ona söz söylemek bir sürü teşrifata bağlıydı. Gecenin bir vaktinde, göklerden ve gök halkından haber getirmek vesilesiyle de olsa, kendisini uyandırmak müşküllerden müşkül bir işti.
Yetmiş yaşından sonra, Aya Yani Hazretleri’nin hatırı için dayak yemek ihtiyar bahçıvanın hiç de hoşuna gitmiyordu. Fakat o kuvvetli ses, o beliğ emir ve en son yapılan sert tavsiye de kulağından çıkmıyordu. Ölülerin heybetiyle efendisinin azametini tartıya vurunca birini öbüründen eksik bulamıyordu. Ölüler yamandı, kumandan ise yabana atılır edepsizlerden değildi. Bununla beraber işin ihmaline de imkân göremiyordu. Meryem’in tecellisi Dimetokalıların hayatıyla, necatıyla ilgili idi. Duyduğunu, işittiğini söylemediği takdirde başına umulmaz belalar geleceğinden şüphe yoktu.
İşte bu sıkıntılı durumda gözüne, horul horul uyuyan Abdurrahman çarptı. Onun, hayli uzun süren semavi hitabeleri ve hele o ayrılış patırtılarını işitmemesi tuhafına gitti. Kendisini ağır uykusundan uyandıran, ilkin titretip sonra terleten sesleri genç yamak duymamış mıydı?.. İhtiyar bahçıvan, başını kaşıya kaşıya, bıyıklarını kemire kemire, bu garip hâleti tahlile girişti. Kulübeyi teşrife tenezzül eden büyük ve gürültücü ölülerin delikanlıyı uyandırmamalarını tuhaf bularak bir hayli düşündü, bir hayli mantık muadelesi kurup çözdü ve sonunda bir tevil yolu buldu: O patırtı ve gürültülerin ancak kendilerine hitap edilen insanlar tarafından duyulabilip başkalarınca hissedilmeyeceğine ve bunun da manevi bir cilve olduğuna hükmetmişti!
Fakat bu hükümden sonra harekete geçmedi. Yamak Dimitriyos’a da şu veya bu azizin kameriyede söz söylediğini göz önünde tutarak, onu yeni vaziyete pek de “namahrem” sayılamayacağına kanaat getirdi, kendisiyle müzakerede bulunmayı tasarlayıp baş ucuna dikildi, dürte dürte uyandırdı.
“Dimitri…” dedi. “Kalk. İşler yaman!”
Kara Abdurrahman kırgın bir sesle homurdandı:
“Ortalık ışımamış usta. Bırak da uyuyayım.”
“Uyku sırası değil çocuk. Meryem Ana geliyor.”
Delikanlı, inanılmaz bir şey işitmiş gibi, yerinden fırladı, birkaç istavroz çıkardı, telaşlı telaşlı sordu:
“Nereye geliyor usta, buraya mı?”
“Gözünü sil, kulağını temizle de anlatayım.”
İhtiyar Yani, kanepesinde dizüstü gelen çırağının yanına oturdu, uykudan nasıl uyandığını, dişili erkekli birçok evliyayı yanına alıp kulübeye gelmiş olan Aya Yani’nin neler söylediğini birer birer anlattı.
“Görüyorsun ya…” dedi. “İş mühim. Şimdi bana akıl öğret. Gidip efendiyi uyandırayım mı uyandırmayayım mı? Uyandırırsam herif terstir. Sözüme inanmaz, rüya gördüğümü sanır, hiddetinden küplere biner, beni bir güzel pataklar, belki de evden kovar. Gitmesem evliya efendiler, evliya madamlar gücenecek. Meryem Ana da öğleüstü gelip kimseyi bulamayacak, darılacak. Sen, akıllı bir delikanlısın, iyi düşün, bana bir çıkar yol göster.”
“Bunun yolu molu yok ki usta. Aldığın emri yerine getirmelisin. Evliya sözü geri bırakılmaz. Efendi, eğer seni dinlemezse pişman olur. Hele kovulmaktan hiç korkma. Aya Yani seni aç koymaz, bir baltaya sap eder. Onun için düşünme, hemen eve git, efendiyi uyandır!”
İhtiyar, dalgın dalgın düşünüyordu. Çünkü göze görünen efendisini, göze görünmeyen evliyadan korkunç buluyordu. Nihayet kafasında bir mülahaza belirdi ve gözleri parladı.
“Dimitriyos!” dedi. “Sen gençsin, kuvvetlisin, dayağa benden fazla dayanırsın. Aya Yani’nin emrini efendiye sen söylesen olmaz mı?”
“Nasıl olur usta? Onlar seni münasip görmüşler, seninle konuşmuşlar, seni kendilerine vekil yapmışlar!”
“Ben de seni vekil yapıyorum. Efendiye bu haberi sen götür!”
“Beni bir güzel dövsün, sonra da kovsun. Öyle mi?”
“Belki döver ama kovmaz. Çünkü madam sana şefaat eder!”
“Haydi hatırın için gideyim, dayağı da yiyeyim. Fakat Aya Yani’yle arkadaşları sana da bana da gücenmezler mi?”
“Neye gücensinler? Sözlerini yerine getiriyoruz. Gönülleri hoş olsun diye dayak yemeyi de göze alıyoruz. Daha ne isterler?”
“Efendiden değil ama ben onlardan korkarım.”
Kara Abdurrahman bu sözü henüz söylemişti ki ihtiyarın pek iyi tanıdığı mahut ses, yine kulübenin duvarlarında belirdi:
“Korkak Yani’yi vekâletimizden azlettik, yerine, ey Dimitriyos, seni nasbettik. Haydi git, prensi uyandır, emrimizi bildir!”
İhtiyar bahçıvan, hayli korkmakla beraber yüreğinde bir sevinç duymaktan da geri kalmadı. Evliyayı gücendirdiğine, küstürdüğüne müteessirdi. Fakat efendisinden dayak yemek ve evden kovulmak tehlikesini Dimitriyos’a ciro edebildiğinden dolayı memnundu. Kilisede tövbe ederek, mum yakarak, papazlara yalvararak bütün günahları gibi şu günahını da affettireceğini umuyor ve müteselli oluyordu. Bu sebeple, ses kesilir kesilmez yamağının yakasına yapıştı:
“Haydi, durma, Aya Yani’yi gücendirmeyelim.”
Biraz sonra, Kara Abdurrahman bahçeye geçmişti, hizmetçileri uyandırarak efendiyi hemen görmeye mecbur olduğunu söylemişti. Durumu gayet ciddiydi, sesi çok kuvvetli çıkıyordu. Hizmetçiler onun bu tavrından enikonu telaşa düştükleri için “Ne var, ne oldu?” gibi suallerle kendisini sıkıştırıyorlardı, sır çalmaya savaşıyorlardı.
O, bütün bu sualleri omuzlarını silkerek cevapsız bırakıyor; itaat telkin eden hâkim bir sesle maksadını tekrarlıyordu:
“Durmayın, efendiyi kaldırın!”
Madamın sırdaşı, aşk oyunlarında yardımcısı olan kız da delikanlının başına toplanan hizmetçiler arasında bulunuyordu. Bu kız, madamın korku içinde titreye titreye yatağa atılışıyla bahçıvan yamağının şu vakitsiz gelişinde bir münasebet tevehhüm ettiğinden, efendiden önce karısına haber verilmesini münasip gördü ve hemen yukarı koşarak, uykusuz gözlerinde bahçedeki hadisenin izleri nemlenen Madam Mari’ye keyfiyeti bildirdi. Sinirleri henüz yerine gelmeyen, duyduğu seslerin akislerini henüz kulağında taşıyan kadın, tıpkı hizmetçi gibi, Dimitriyos’un bu gelişini manalı buldu.
“Tuhaf şey!” dedi. “Bizim esmer güzeli, gecenin bu vaktinde prense ne söyleyebilir?”
“Bilmiyorum madam. Fakat kendisi çok ciddi görünüyor.”
“Onu buraya getir!”
Madam Mari, delikanlının, kocasını görmek istemesindeki sebebi mi merak ediyordu, yoksa başka şeyler mi düşünüyordu? Bu ihtimallerin ikisi de doğruydu. Korku, ancak doğduğu yerde ve demde insanların ihtirasına, iştahına ve her türlü çirkin emellerine galebe eder. Fakat korkuyu doğuran sebeplerin kaybolmasıyla beraber, o ihtiraslar, o iştahlar, yeni baştan canlanır. Bu, cibillî olan fena temayüllerin ölmez mahiyet taşımalarından ileri geliyor. Öyle olmasaydı zabıta sicillerinde sabıkalılar sütunu açılmazdı ve ceza gören suçluların suçlarını tekrar etmelerine imkân bulunmazdı. Madam Mari de bir sabıkalı demekti. İlahi bir tehdit, semavi bir ihtar olarak telakki ettiği mahut sesler önünde büyük bir korku geçirmişken bahçıvan yamağının kapıya geldiğini işitir işitmez yine murdar hülyalara kapılmıştı. Bununla beraber onun, o kirli ve yarı çıplak sevgilinin kocasına neler söylemek istediğini de merak etmiyor değildi. Delikanlıyı odasına getirmekle hem hülyalarını hem merakını tatmin etmiş olacaktı.
Aşüfte âşığın, kirli maşukunu kabul etmesi pek şuh bir sahne teşkil etti. O, nazlı bir hasta gibi yatağına uzanmıştı, saçlarını altın tellerden yapılma bir taç gibi başında toplamıştı, fikirlere zelzele verecek cazibeli bir vaziyet almıştı. Abdurrahman’ın yanına girmesi üzerine elemli bir tebessüm gösterdi.
“Gel Dimitriyos.” dedi. “Beri gel. Dedikleri gibi bir haber mi getirdin, yoksa yüreğini aramaya mı geldin? Eğer yüreğini kaybedip de onu arıyorsan iyi bil ki o, yüreğimin içindedir. Kolay kolay alamazsın.”
Delikanlı kapının önünde, ta eşiğin yanında durdu. Ne o sabah, kale duvarları üzerinde göründüğü gibi miskin ne öğleüstü bahçede görüşürlerken hissettirdiği gibi sersemdi. Boyu dik, bakışı sert, duruşu yüce bir dağ gibi heybetliydi.
Güzel Mari, boynunu bükük, belini çökük, gözlerini korkuyla dolu olarak görmeye alıştığı bahçıvan yamağındaki yaman değişikliği fark etmekte gecikmedi.
“O, o…” dedi. “Seni değişmiş görüyorum. Uşak değil de prensmişsin gibi bakıyorsun. Ne yazık ki gömleğin yırtık, ayağın çıplak. Üstüne süslü bir manto koysalar Bizans asilzadelerinden farkın kalmayacak. Haydi çocuğum. Çıplak prens çalımını bırak da yanıma yaklaş, beni niçin rahatsız ettiğini söyle.”
Abdurrahman Dimetoka’ya gireliden beri hakiki sesini kullanmıyor, cılız ve korkak bir sesle konuşuyordu. İlk defa olmak üzere bu sahte konuşma tarzını bıraktı, kahraman arkadaşlarını çok kereler düşman saflarına saldırtmış olan amir ve hâkim sesiyle müstehzi aşüfteye cevap verdi:
“Ben buraya din ulularının emriyle geldim. Bakışım onların bakışıdır, sesim onların sesidir. Ne prens ne imparator şu dakikada benden büyük değildir. Size göklerden aldığım salahiyetle söylüyorum: Hemen kalkınız, kocanızı yakasından tutup yanıma getiriniz, kendisine Allah’ın oğlunu (İsa demek istiyor.) doğuran kadın namına tebliğ edecek sözüm var.”
Mari, bahçıvan yamağının, kameriyedeki hadise üzerine, çıldırdığına zahip oldu. Bu duruş, bu bakış ve hele bu konuşuş ancak bir deliye yakışırdı. Fakat merhamete layık olan bu mecnun, aynı zamanda ne heybetli görünüyordu!.. Endamında bir çınar sağlamlığı, gözlerinde bir hançer keskinliği, sesinde coşkun bir nehir azameti vardı. Haris kadın, deli bir erkekle karşılaşmaktan korku değil, haz duyuyordu. Ona, ilk gördüğü dakikadan beri hırçın ve çirkin bir iştiyak hasıl etmişti. Şimdi bu iştiyak, obur bir iştah ve hatta ihtiyaç derecesine yükselmişti.
Mari, ömründe çok şey görmüş ve çok tecrübe etmiş bir kadındı. Lakin bir deliyle o güne kadar aşk oyununa girişmemişti. İşte talih bu eksiği de tamamlamak için kendisine fırsat veriyordu ve endamı muhteşem, bakışı heybetli, sesi fırtına dolu bir deliyi ayağının ucuna kadar gönderiyordu. Bu fırsatı kaçırırsa bütün bir hayat pişman olacaktı.
Bir deli ile aşk?.. Oh, bu, ne müstesna bir zevk olacaktı! Bizans tarihinde uşaklara gönül veren yüksek payeli kadınlar çoktu. Fakat bir delinin, böyle heybetli bir delinin aşkını sınayan bahtiyar dişi yoktu. Mari, kendi bahtının yardımıyla o tarihin bu noksanını da kapayabilecekti ve on üç asırlık bir hayatı karartan alüftelerin en seçkini mevkisine yükselecekti.
İşte bu mülahazayla meftun meftun delikanlıyı süzerken dudaklarından âdeta haz sızıyordu. Bu ılık salya, muhayyel bir zevkin sızıntısı olmakla beraber kuduz bir ruhun da köpükleri demekti. Evet, Mari kuduruyordu. Bir deliyle sevişmek fikrinin ibramı altında köpüklü salyalar püsküren yaman bir iştaha kapılarak kıvranıyor, ateşleniyor, heyecanlanıyordu.
Bu alevli heyecan nihayet iradesini eritti ve dudaklarından çılgın bir sayha döküldü:
“Deli, güzel deli, beni de delirttin deli!”
Sayın okuyucular arasında kuduz bir köpeğin insanlara nasıl saldırdığını görenler elbette vardır. Hayvanlara mukadder ve musallat olan hastalıkların en korkuncu kuduzluktur. Bu hastalık, iğrenç olmasına rağmen acındırıcıdır ve başka mahluklardan çok fazla olarak köpeklere tasallut eder. Kudurmuş köpek, ölüm taşıyan ve her saniyesi ölüm ızdırabı veren zavallı bir hastadır. Bu felakete uğrayan talihsiz hayvan, beynindeki zehir yangını sebebiyle dört tarafını kaynar su hâlinde görür ve o alev deryasından sıyrılmak için bir köşe, bir kenar arar. Kuyruğunu, sanki o kaynar suda haşlanmaktan korunmak istiyormuş gibi kısar. Gözlerini, ihtiyarsız sabitleştirir, ağzından köpükler akıtır ve boyuna yürür. Onun kaçmaktan ve tevehhüm ettiği alev ummanından kurtulmaktan başka emeli yoktur. O sırada tesadüf ettiği herhangi bir gölgeye saldırır. Çünkü o gölgenin kendini kaçmaktan alıkoyacağını sanır. Hasta köpeğin bakışı, kuyruğunu sıkışı çirkindir. Saldırışı tehlikelidir. Fakat o kaçış, o sonsuz kaçış acıklıdır.
İşte o köpekler gibi alevli bir bakışla ve korkunç bir atılışla yanına gelen Mari’nin bu hamlesinden Abdurrahman’ın hasıl ettiği ilk intiba da acımak oldu. İki üç saat önce uhrevi tehditler karşısında çırpına çırpına ağlayan ve nedametli bir telaşla evine kaçan şu kuduz ruhlu kadının bu derece nefsine düşkün, bu derece haysiyet duygularından mahrum oluşuna acıdı. Lakin kuduzlara acımak onların zehirli dişleriyle ısırılmaya razı olmayı icap edemeyeceğinden kolunu demir bir set gibi Mari’nin göğsüne uzattı ve o tehlikeli saldırışı iki adım geride durdurdu:
“Madam…” dedi. “Uslu olunuz. Bütün evliya, bizi seyrediyor!”
Bu sözler, durmak veya geri dönmek emri değil de yeniden saldırmak için bir işaretmiş gibi ters tesir yaptı ve Mari “Deli, güzel deli!” narasıyla bir daha atıldı. Niyeti ne pahasına olursa olsun, delikanlıyı mağlup etmekti. Fakat Kara Abdurrahman’ın gergin kolu, bu saldırışı da incitici bir ısrarla geri iterken odanın ortasında evliya sesi yükseldi:
“Tükür Dimitri, bu hayâsızın yüzüne tükür!”
Başına ağır bir taş yiyerek yere yıkılan kuduz bir köpek gibi Madam Mari de bu korkunç nida üzerine birdenbire yere diz çöktü, dudaklarından sızan iştah salyaları kurudu, gözleri alabildiğine büyüdü ve dişleri arasında üç beş kelime çıtırdadı:
“Oh, deli! Sen bir uğursuzsun!”
Abdurrahman, kayıtsız ve vakur ilerledi, yatağın yanında sürünen harmaniyeyi aldı, Mari’nin üstüne attı.
“Kalkın.” dedi. “Önüme düşün. Beni kocanızın yanına götürün!”
Mari, bu çok kuvvetli ve hâkim erkek sesine, şuursuz bir inkıyatla itaat gösterdi, titreye titreye kalktı, endişeli bir sükûn için kocasının odasına doğru yürüdü. Abdurrahman, harekete geçmiş küçük mikyasta bir ehram gibi heybetli bir yürüyüşle kadını takip ediyordu.
Dimetoka tekfuru, mahmur sinirlerini, burun besteleriyle dinlendire dinlendire, derin bir uyku geçiriyordu. Oda kapısına hızlı hızlı vurulması üzerine yorgun gözlerini açtı ve öfkeyle haykırdı:
“Kim o?”
“Ben ve Dimitriyos!”
Kumandan, karısının sesini tanımakla beraber onun geldiğine inanamadı. Çünkü senelerden beri devam eden evlilik hayatında Mari’nin bu odaya, böyle vakitsiz geldiği görülmüş değildi. İlk yıllarda kendisi güzel ve hoppa karısını sık sık arardı. Bıkkınlık günleri başladıktan sonra artık birbirlerini görmez olmuşlardı. Bu sebeple Mari’nin odaya gelmesini imkânsız buluyordu ve onun Dimitriyos’la beraber bulunmasını ise büsbütün garip görüyordu. Sabaha karşı bahçıvan yamağının evde ne işi vardı ve koca bir prenses ne münasebetle onu yanına alıp kendi odasına getiriyordu?
Kumandan cenapları, çapaklı gözlerini ovuştura ovuştura bunları düşündü ve sordu:
“Doğru söyle Mari, sen misin?”
“Benim dostum, başka kim olabilir?”
“Ya yanımda Dimitriyos da var diyorsun!”
“Evet, o da var, seni görmek istiyor!”
Kral taslağı prens birdenbire hiddetlendi. Karısının delaletiyle de olsa bir bahçıvan yamağının odasına kadar gelip kendisini uykudan uyandırması azametine dokunmuştu. Hiçbir sebep, evet, hiçbir sebep tasavvur edemiyordu ki bu cüreti, bu küstahlığı mazur gösterebilsin! Yangın mı vardı?.. Eğer böyle bir şey olsa kapıya gelenlerin hemen haber vermeleri lazımdı. Saraya hırsızlar mı girmişti?.. Böyle bir hadisenin vukusuna imkân yoktu. Kiliselerin soyulması, papazların çuvallara sokulması kabilse de prens cenaplarının evine hırsız girmesi hatıra hayale gelmezdi. Bütün imkânsızlıklara rağmen bunların ve bunlara benzer vakaların yüz gösterdiği kabul olunsa bile bahçıvan yamağının oraya gelmesi yine bir küstahlıktı. Azametli prensin kuruntusuna göre orası, o yatak odası uşak takımının rüyada bile tırmanamayacakları kadar yüksek bir yerdi. Bizans tahtıyla kendi odası hemen hemen müsavi bir kıymetteydi. Sümüklü böceklerin o tahta yükselmesi nasıl tasavvur olunmazsa bahçıvan yamaklarının da bu yatak odasının eşiğine ayak atmaları o derece “gayritabii” idi.
İşte bu mülahazalarla ağır bir hiddete kapılan kumandan, yatağından çıkmaya lüzum görmedi ve yalnız bağırdı:
“Dimitriyos efendiyi yarın görmekle ve derisinin kalınlığını ölçmekle bahtiyar olacağım! Sana gelince Mari, maalesef yatıyorum, görüşemem.”
Mari, hâlâ kulaklarında çınlayan evliya seslerinin tazelenmemesi için yalvarmak istedi:
“Fakat dostum, aziz zevcim, mesele mühim!”
O, yorganı, başına çekerek son sözü söyledi:
“Uykum, her şeyden mühimdir ve ben müsaadenizle uyuyorum.”
Kara Abdurrahman bu konuşmayı sessizce dinliyordu. Kumandanın kapıyı açamayacağını anlayınca kaşlarını çattı.
“Çekilin madam.” dedi. “Bana yol verin. Zevceniz, odalarına izinsiz de girilebileceğini galiba bilmiyorlar.”
Ve kuvvetli omuzlarını, içeriden sürmeli kapıya dayadı, şöyle bir zorladı. Mari, kocasını da korkusunu da unutmuştu, esmer delikanlının gergin adalelerinin çatırdattığı kapıya ve o çatırdamaları yaratan demir vücuda bakıyordu.
Kısa, çok kısa bir zaman içinde sürgü söküldü, kapı açıldı. Aynı zamanda kumandan cenapları da yarı çıplak, yatağından fırladı, bağırmaya başladı:
“Odama zorla giriyorsunuz ha? Demek, bana karşı suikastınız var!”
Onun bu haykırışı hiddetten değil, korkudandı. Koca prens, kapının zorla açılması ve karısıyla bahçıvan yamağının içeri girmesi üzerine, azametini, çalımını ve kudretine itimadını unutup Bizans tarihinin kanlı sayfalarını hatırlamıştı ve bu hatırlayış onu, korku denilen karanlık âlemin en derin noktalarına sürüklüyordu.
Dimetoka tekfuru, Bizanslılığın aslını ve geçirdiği değişiklikleri belki bilmezdi. Lakin saray tarihini satır satır bellemişti. Edirne köylerinin birinde doğup ormanlarda çalı toplaya toplaya büyüyen Vasil isimli genç bir Ermeni’nin yolunu bularak saraya girdikten sonra İmparator Mihail’in kız kardeşi Nekla’yı nasıl baştan çıkardığını ve onun yardımıyla Mihail’i öldürüp nasıl tahta çıktığını pek iyi biliyordu. Yine o sarayda İmparatoriçe Teofano’nun Zimiskes adlı bir gençle sevişerek İmparator Fokas’ı ne acıklı şekilde öldürdüğüne de vâkıftı. Karısıyla Dimitriyos’un kapıları kırarak odaya girmeleriyle beraber ilk düşündüğü, düşünebildiği şey, işte bu vakıalardı. Bir bahçıvan yamağının böyle bir cüret gösterebilmesi de başka suretle tefsir olunmazdı. Demek ki Mari, bir Nekla veya bir Teofano’ydu. Dimitriyos da bu güzel yılanın sevki, idaresi altında bir Vasil, bir Zimiskes rolü oynuyordu. O hâlde kendisine İmparator Mihail’in ve Fokas’ın korkunç akıbetleri nasip olacaktı.