Читать книгу Kadın Avcısı (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Kadın Avcısı
Kadın Avcısı
Оценить:
Kadın Avcısı

5

Полная версия:

Kadın Avcısı

“Nasıl?”

“Beklemekle!”

“Anlamadık!”

“Anlaşılmayacak bir şey yok. Sevdalanan yürek, ateş püskürmeye başlayan dağlara benzer. İçini adamakıllı boşaltmadıkça, lavlarını dökmedikçe dinmez, rahat etmez. Süruri Bey de, sade bu mektubu göndermekle susmayacaktır. Bir daha, bir daha yazacak, derdini anlatıncaya kadar çalakalem inleyecektir. Bu mektupların birinde olmazsa öbüründe adresini görürüz.”

Aleksandra planını çizmişti. Nevcivan’ın zannettiği gibi bu mektup, komşulardan birinin muzipliği eseri olsa bile, kendisi o latifeyi uzatacaktı. Aynı imza ile aynı vadide mektuplar gönderecek, kızın masum zevkini körükleyecek ve icap ederse bir de erkek kiralayarak bu oyunu dilediği noktaya kadar götürecekti. Süruri Bey’in hakikaten mevcudiyeti hâlinde ise bu külfetlere hacet kalmayacaktı. Oyun, kendiliğinden ve pek kolaylıkla cereyan edecekti.

Nadire Hanım’la Nevcivan, Aleksandra’nın neler düşündüğünü bilmedikleri için, ortaya attığı fikrin yalnız görünüşüne bakıyorlardı. Daha doğrusu Nevcivan, bu fikri sadece doğru buluyordu. Nadire Hanım ise doğru bulmakla yetinmiyor, Süruri’nin sık sık kâğıt yazacağını düşündükçe istiğraklar geçiriyordu. Şimdiye kadar kimsenin dikkatini celbetmeyen güzellikleri için kibar bir delikanlının her gün bir kaside göndereceğini düşünmek, zavallı kızcağızı kabına sığmaz bir hâle getiriyordu.

Bu coşkun sevinç arasında ani bir düşünce kafasında titredi. Şu kutsi aşk vesikasını ne suretle elde ettiğini ilk defa olarak hatırlamak mecburiyetinde kaldı. Babasının meşguliyeti sırasında âşığının mektubunu çalabilmişti. Bundan sonra gelecek mektupları o suretle elde etmek imkânı yoktu. O hâlde sevgilisinin ikinci, üçüncü, dördüncü mektupları babasının eline geçecek, kendisi o güzel sözleri, o ateşli çığlıkları, o tatlı iltifatları, o sarhoşlatan tavsiyeleri işitemeyecekti.

Babasının mektuplara karşı alacağı vaziyeti hiç düşünmüyordu. Onları görememek, okuyamamak ihtimaliyle ruhunda uyanan azap, yüreğinde kıvranmaya başlayan ızdırap o kadar büyüktü ki diğer ihtimallerin yaratacağı elemler için benliğinde yer kalmıyordu. Çirkin kız, işte bu azap ve ızdırapla inledi:

“Mektuplar gelecek diyelim. Biz nasıl alacağız? Bunu bile nasılsa gördüm, babamın yanından hırsızlama aldım.”

Aleksandra, bu büyük mahzura da hemen çare gösterdi:

“Evinize gelenlere ya Nevcivan kapıyı açar ya Karanfil. Onlar bundan sonra bütün mektupları getirsinler, siz de kendinizinkileri alınız.”

Nadire, dalgın ve mahzun başını salladı:

“Nevcivan bu işi hatırım için belki yapar. Fakat Karanfıl’e güvenemem.”

Çirkin kızın acıklı bir sıkıntı içinde söylediği bu söz biter bitmez odanın kapısı açıldı. Zenci aşçı içeriye girdi, ellerini kalçasına dayadı, “Vay!” dedi. “Benim neyimi gördün de için bulandı? Rabb’im yüzümü karaya buladı ama yüreğimi gümüşle kapladı. Nevcivan daha dün geldi, ben senin beşiğini salladım, bezlerini yıkadım, hâlâ tırnaklarımda çocukluğunun kirleri duruyor. Ona bel bağlayıp da benden işkillenmekten utanmıyor musun?”

Karanfil Kalfa, hayli zamandan beri başını eşiğe koyup içerideki muhavereyi25 dinliyordu. Yatak komşusu Nevcivan’ın birkaç saat küçük hanımın yanında kalışı kendisinde şüpheler uyandırmış, şu üç kızın baş başa verip neler konuştuklarını anlamak emeliyle kapı dibine gelmişti. Mektubun ancak sonuncu sayfalarını işitmekle beraber vaziyeti tamamıyla kavramıştı. O da, Süruri Bey isminde birinin küçük hanıma name yolladığını, terzi kızla Nevcivan’ın bu sevda işinde müşavirlik rolü yaptıklarını artık biliyordu.

Bu öğrenişin zenci kızda ilk hasıl ettiği intiba, derin bir yürek ezintisi olmuştu. Nadire’nin ayıla bayıla okuduğu mektubun sevgiye taalluk eden parçaları, onun da doktor eli değmeyen sıtmalı yüreğinde ani bir sarsıntı uyandırmıştı. Irkına has olan ebedî kan iltihabı, yeni baştan kıvılcımlanmıştı. Mektuptaki o sürekli “seviyorum”lar, kömür kümelerini çarçabuk ateş hâline getiren kuvvetli bir yelpaze gibi zavallının siyah tenini alevli bir mangala çevirmişti!

Terziye, besleme Nevcivan’a yürek sırrını açmakta mahzur görmeyen küçük hanımın kendisini yabancı tutmasına canı sıkılmıyor değildi. Fakat küçük hanım gibi bir maskaraya bahtın layık gördüğü bu aşkın kendisine nasip olmayışını düşünüp üzülmekten, o sıkıntıyı pek de hissetmiyordu. Nadire’nin, mahremiyet kadrosuna kendisini asla sokmak niyetinde olmadığını anlayınca düşüncesi değişmiş, bu mahremiyeti cebren kazanmak için odaya atılarak sitemlere girişmişti.

Sevilmeyenler, sevilenlerin sırdaşı olmaktan zevk alırlar. Başkalarının aşk yolunda elde ettikleri hazlar, onların hüsranını sanki tedavi eder. Aynı ihtiyaç, Karanfil’in ruhunda da uyanmıştı. Küçük hanımın aşkına mahrem olmakla kendi mahrumiyetine merhem sürmüş olacaktı!

Terzi kızı, sahnenin yeni bir aktör kazanmasından memnundu. Zihnindeki hıyanet tohumu gittikçe büyüyor, filizleniyordu. O, fasit planını yürütmek için Karanfıl’den de istifade etmeyi tasarlıyordu.

Bu sebeple kendisini okşadı:

“A, güzel bacı!” dedi. “Küçük hanım sana saygı gösterdi de o sözü söyledi. Birdenbire celallenme, ya!”

Saygı! Beşeri duyguların en renksizi veya en çok renklisi saygıdır. Bazen korkudan, bazen sevgiden, bazen şaşkınlıktan, bazen de hilekârlıktan doğan bu duygu, insan ruhunda yaşayan hakiki bir bukalemundur. Saygının en garip bir hususiyeti de kavilerle zayıfların müştereken işlerine yaramasıdır. Gün olur ki zayıflar saygı maskesine bürünerek kavilerin zekâsına gem vururlar. Gün olur kaviler, isyan etmek temayülü gösteren zayıfların taşkınlığını boğmak için aynı boyunduruğu kullanırlar. Karanfil de, küçük hanımın kendisine saygı gösterdiği söylenilince yumuşadı:

“Var olsun ama…” dedi. “Söylediği söz yutulur şey değil. Nevcivan’a güvenirmiş de bana güvenemezmiş. Hâlbuki ben ser veririm de sır vermem. Bakalım, Nevcivan’ın ağzında bakla ıslanır mı?”

Kızların anlaşması uzun sürmedi. Meselenin mahiyeti Karanfil’e anlatıldı. Bu vesile ile mahut mektubun en oynak parçaları bir daha okundu ve sonunda müzakereye, münakaşaya girişildi.

Bahsi idare eden hep Aleksandra idi. Kendi planına uymayacak düşünceleri seri bir zekâ darbesiyle hemen çürütüyor, Süruri Bey’le Nadire arasında mektuplaşma vukua gelmesi için hummalı gayretler gösteriyordu. Nadire’nin iradesi zaten erimiş gibiydi. Kafasında, hep meçhul âşığının, “Kalk, beni düşün!” emri dolaşıyordu. Besleme Nevcivan’ın saf fakat zayıf bir dil açıklığıyla ortaya sürdüğü namus önermesi, haysiyet meselesi, kulağına bile girmiyordu.

Bu işten nihayet bir düğün çıkacağını, bu suretle de evlenme işine ait olarak evde yerleşip giden uğursuzluğun ortadan kalkacağını, binaenaleyh kendisine de sevilmek fırsatı, evlenmek imkânı elvereceğini düşünen Karanfil de, olanca saffetiyle düzenci terzi kızına yardakçılık ettiği için, Nadire’nin düşünme kabiliyeti kökünden kırılıyordu. Nihayet Aleksandra’nın fikirleri kolaylıkla galebe etti. Süruri Bey tarafından takdim olunan aşkın kabulüne ekseriyetle karar verildi ve vazifeler şu suretle taksim edildi:

Nadire Hanım, ilk fırsatta gönderilmek üzere Süruri Bey’e cevap hazırlayacak.

Aleksandra, her gün eve uğrayıp maceradan malumat alacak. Süruri Bey’in adresi öğrenilir öğrenmez Nadire’nin cevabını eliyle götürecek.

Karanfil, kulağını kapıdan ayırmayacak, gelen mektupların Hacı Hafız Nesimi Efendi’den evvel küçük hanımın eline geçmesini temin edecek.

Besleme Nevcivan, “Ben bu işi beğenmiyorum, sonunun kötü çıkacağından korkuyorum. İçinizde sanki yokmuşum sayınız, beni hesaba katmayınız…” diyerek bu aşk alışverişinde vazife deruhte etmeyeceğini26 söylemişti. Şu kadar ki işittiklerini unutacak, büyük hanıma ve efendiye bir şey sezdirmeyecekti.

***

Süruri Bey, pek nefis bir sanat eseri olduğuna kuvvetle kani bulunduğu mektubun müsveddesini koynunda taşıyor, fırsat buldukça arkadaşlarına okuyup duruyordu.

“Ağlayanı tanıdık, ağlatan kim?” diyenleri çalımlı çalımlı süzerek kısa bir cevap veriyordu: “İstanbul’un gülü, sarı bir gülü!”

Meçhulün meçhul ile tarif olunmasından huylanarak izahat isteyenlere sükût ile karşılık veriyordu.

Hayalinde yarattığı uzun boylu, sarı saçlı nefis kadın hakkında fazla söz söylemekten çekiniyordu. Daha doğrusu sevgilisini, kendi eseri olan sevgilisini herkesten kıskanıyordu. Lakin mektubunun Nadire Hanım’a varıp varmadığını takdir edemediği için üzülmekten de geri kalmıyordu. Rüyalarında yaptığı sorgular ve aldığı müspet cevaplar, kendisini tatmin etmekten çok uzaktı.

“Evet. Bugün için erkekliğin cazibeleri, tüccar zümresinde toplanıyor. Herhangi bir kadın yüreğine emniyetle ve kolaylıkla girebilmek için bir ticarethane firması göstermek lazım. Evvelce yanık bir şiir, parlak bir mahmuz, tumturaklı bir unvan Havva kızlarının yüreğini oynatabiliyordu. Şimdi moda yahut hayat değişti. Aşk mektuplarının banknotlara yazılması ve hiç olmazsa yazılabileceğinin ihsas olunması icap eder.”

“Ya şu kızcağız, aklına uyup da ticarethaneni görmek isterse?”

“Yazıhanem Konya’da! Ben, getirdiğimi satmak, götüreceğimi almak için burada bulunuyorum. Bu hanımı nasılsa görüp taaşşuk27 ettim. İşimi komisyoncularıma gördürüyorum. Kendim de aşk tezgâhında bahtiyarlık kumaşı dokumak istiyorum.”

“Kızı nasıl buldun, adresini nasıl öğrendin?”

“Bu basit bir tesadüften ibaret.”

Delikanlı, bir çayhanede oturduklarını henüz hatırlamış gibi etrafına göz gezdirdi, lakin sesini tamamen hafifletmeye lüzum görmeden devam etti:

“Bir gün postanede ayaküstü mektup yazıyordum. Masanın yanıma tesadüf eden kısmına minyon bir kızcağız geldi. Elindeki zarfın arka tarafına, gönderici sıfatıyla adresini yazmaya başladı. Kız hoşuma gitmişti, hele masaya abanarak ve harflere tuhaf tuhaf kıvrıntılar vererek yazı yazışı içimi gıcıklamıştı. Yan gözle yazdığını okudum ve… Belledim!”

“Sonra?”

“Sonrasını keşfedemiyor musun?”

“Belki anlıyorum, fakat senin söylemeni istiyorum. Sözlerin, pek tatlı!”

“Tat, sözümde değil hikâyede. Onun için mersi demeye lüzum görmüyorum.”

“Canım, bahsi değiştirme. Kızın adresini belledikten sonra ne yaptın?”

“Ne mi yaptım? Aklın emrettiği şeyi yaptım. Sıcağı sıcağına bir mektup yazdım. Ertesi gün bir daha, iki gün bekledikten sonra bir daha… Mektupları fasılasız göndermekte büyük bir hikmet vardır! Hücuma uğrayan kız veya kadın, aşk taarruzunun ardı arkası kesilmediğini görünce şaşırır, düşünmeye kudret bulamaz. Bununla beraber ben, hücumlarıma ara da versem gene muzaffer olacağıma kani idim.”

“Bu kanaat nereden geliyor?”

“Çünkü kızın hâlinde, tavrında tuhaf bir şey vardı. Nasıl tarif edeyim bilmem ki. Bakışlarında ümit veren bir parıltı, dudaklarında ‘Beni öpün!’ diyen bir haykırış seziliyordu. Böyle bir kızın önüne atılan yürekleri çiğneyip geçeceğini ummuyordum. Sonra, ilk mektubumda da öbürlerinde de kızın gözünü, kaşını, dudaklarının inceliğini, hatta boynundaki beni uzun uzun tasvir ettiğim için kendisini yakından tanıdığıma şüphe edemeyecekti. Benim bilinmeyişimin hasıl edeceği tereddüdü de halı tacirliği giderecekti. Tüccardan bir âşık! Şu para darlığı sırasında herhangi bir kız için bundan büyük ikramiye mi olur? Nitekim tahminlerim doğru çıktı ve üçüncü mektubuma cevap geldi.”

“Sen kendin için neresini adres göstermiştin?”

“Beyoğlu’nda Şule Gazinosu’nu! Fakat kız evine mektup yazılmasını istemiyor, yeni bir adres veriyor: ‘… Postanesi Postrestant Nermin!’ diyor. Bu uydurma çekingenlik umurumda değil. Benim yapacağım şey muayyendir.”

“Ne yapacaksın?”

“Onun izdivaç teklifini ümitsizlik vermeyecek şekilde atlattıktan sonra kendisini parkta bir gezintiye çağıracağım.”

“İlk ağızda gezinti teklifi ürküntü vermez mi?”

“Aman azizim! Sen hâlâ klasik muhabbetler, köhne usuller sayıklıyorsun. Paranın her şey olduğuna inanılan bir zamanda vaktin kıymeti bilhassa nakitleşmiştir. Küçük hanımlar, bu büyük hakikati erkeklerden daha iyi anlamışlardır.”

“Diyelim ki davetini kabul etti. Parka gelince seni nasıl tanıyacak?”

“Gayet kolay. Gelecek salı günü saat üçte musiki barakasının karşısındaki kanepede kendisini bekleyeceğimi, elimdeki ‘Hüsnü Niyet’ gazetesinden beni tanıyabileceğini yazdım. Bu, fazla bir tekellüftür. Onu aramak zevkine meylettirmek için ihtiyar ediyorum. Yoksa kendisini tanıdığım için yalnız oturacağım yeri söylemek de kâfi! Ben, sevgilimi görür görmez eteklerine kapanmayı bilirim.”

Muhaverenin büyük bir kısmı, Süruri Bey’in kulağından kaçmamıştı. Ortadaki mektubun -sersem bir sanıya kapılıp da şüphelendiği gibi- Nadire Hanım’dan gelmediğini anlayarak sevinmiş, “… Postanesi Postrestan Nermin” adresine gönderilecek herhangi mektubun güzel, genç ve minyon bir hanım tarafından alınacağını öğrenmiş, bu genç adamın yaptığı gibi sahte bir isim ve sahte bir sıfat takınarak kendi maşukasına bir adres göndermediğine de yeni baştan pişman olmuştu.

Çayhaneden çıktığı vakit, zihninde küme küme düşünceler bulutlanıyordu. Şu tesadüften ne şekilde ve kaç türlü istifade edebileceğini dalgın dalgın tasarlamaya uğraşıyordu. Nadire Hanım’a bir daha ve bir daha mektup yazmayı kararlaştırmakla beraber minyon kızı da düşünüyordu. Kızlardan aldığı mektupları tıpkı gazete okur gibi çayhanelerde yüksek sesle okumaktan, sevmek ve sevilmek hakkındaki fikirlerini konferans verir gibi bağıra bağıra anlatmaktan çekinmeyen o gence bir ders vermek için “Minyon Nermin Hanım”a bir nasihatname yazmayı elzem buluyordu.

Süruri Bey, bilhassa bu nasihatname meselesine ehemmiyet veriyordu. Evceğizinde işiyle dikişiyle uğraşan masum bir kızı baştan çıkarmak, kırlarda, bayırlarda gezdirip dolaştırdıktan sonra yüzüstü bırakmak isteyen delikanlıya fena hâlde kızmıştı. Kendisi de gerçi Nadire Hanım’a hatta yüzünü görmediği hâlde mektup yazmıştı ve yine yazacaktı. Fakat bu harekette ahlaksızlık addolunacak bir nokta yoktu. Bütün emeli, hayalinde canlandırdığı o nefis kızı sevmekten ve onun tarafından sevilmekten ibaretti!

Hâlbuki o adam, o meçhul delikanlı, efsaneler devrinin bazen öküz, bazen yılan, bazen keçi şekline girerek bütün küre üzerindeki kızları ana yapan namussuz Jüpiterlerine benziyordu, isim ve sıfat değiştire değiştire İstanbul’un dört köşesinde kız ve kadın ağlatıyordu. Bu, göz yumulur cüretlerden değildi! Süruri Bey, “Minyon Nermin Hanım”ın felakete uğramasını istemiyordu. Duyduğu sözler, damarlarında galeyan uyandırmıştı. Aldatmaya hazırlanan erkeği teşebbüsünde hüsrana uğratmak, aldanmaya namzet kızcağızı düşmekten, incinmekten, berelenmekten korumak istiyordu. Erkeklik haysiyeti, kendisine böyle bir vazife yüklüyordu!

Şimdi onun yüreğinde iki büyük duygu çalkalanıyordu: Nadire Hanım için derin bir arzu, Nermin için nihayetsiz bir merhamet! Zihninde ise bu duyguların uyandırdığı çiçekli fikirler ve o fikirlere yakışık alan parlak cümleler dalgalanıyordu. Bu vaziyette sinirleri gevşediği için evine kadar gidemedi, Beyazıt’taki kahvehanelerden birine girdi, kuytu bir köşeye çekilerek kâğıt ve zarf getirtti, bir şeyler çiziktirmek istedi.

O, Minyon Nermin Hanım’ın nasihatnamesini öbür mektuptan evvel yazmak azminde idi. Çünkü masum kızcağızı baştan çıkarmak isteyen hain erkeğin zalim teşebbüsüne karşı önce davranmayı lazım görüyordu. Fakat kendisine arz olunan muhabbeti esas itibariyle kabul etmiş, evlenme teklifinde bulunmak suretiyle bu ciheti apaçık bildirmekten de çekinmemiş olan o zavallı kızı tehlikeden haberdar etmek için iyi bir yol bulamıyordu. Maksat, sade bir ilanıaşk olsa hafızasında sıralanan beylik sözlerden istifade edebilirdi. Lakin ona, o facialara namzet yavruya muhabbetname değil, nasihatname yazacaktı. Bu sebeple iyi, çok iyi cümleler bulmak istiyordu.

Süruri Bey bıyıklarını kıvırdı, başını kaşıdı, çenesini okşadı, karihasını28 harekete getiremedi. Gözlerini yeis içinde tavana dikerek yıllanmış sinek kirlerinden, nargile ve sigara kokan duman kümelerinden ilham aradı ve birdenbire mırıldandı:

“Buldum!”

Bulduğu şey, Beyazıt’taki umumi kütüphaneye gitmek, birkaç kitap karıştırıp emeline uygun numuneler toplamaktı. Hemen, ağzına koymaya lüzum görmediği kahvenin parasını vererek çıktı, hızlı hızlı yürüyerek kütüphaneye girdi.

Bütün masalar işgal olunmuştu. Orta mektep talebesinden oldukları önlerine koydukları kasketlerdeki sırmalardan anlaşılan on beş, on altı yaşlarındaki çocuklar tatil günü olmadığı hâlde koca kütüphaneye sıralanmışlar, tatlı tatlı roman okumaya koyulmuşlardı. Güneşli gök altında dolaşmak zevkini seve seve feda ederek kütüphanenin serin ve nemli salonlarında kendilerini -yine kendi istekleriyle- hapseden bu bilgi toplayıcıların hemen hepsi toy mekteplilerdi. Yalnız bir iki efendi, üç beş ciltlik eski kolleksiyonlara kapanarak not topluyorlardı.

Zamanımız matbuatının sermayesini işte bunlar, bu eski mecmualar ve kitaplar temin ediyor. Geçim buhranının midelerde yaptığı boşluk, kafalara da sirayet etmiş olmalıdır ki gazete sütunlarının çoğu kütüphanelerden getirilen malzeme ile doluyor! Bu zahmetsiz yazıcılık, okuyucuların yaşlı kısmına bir nevi temcit pilavı yemek zevkini veriyor. O pilav, beş on kere ısıtılıp da sofraya konurmuş. Yaşlıca okuyucular da birçok hikâyeyi, muhtelif başlık ve muhtelif imza altında sekizer onar defa okumak zevkine eriyor!

Bu noktadan düşünülünce bizim kütüphanelerimizi satıcısı ölü, alıcısı diri bir fikir borsasına benzetebiliriz. Üzerlerinde hakiki sahiplerinin adı yazılı olmasına rağmen bütün tahviller, bu borsadan bedelsiz toplanmakta ve başka pazarlarda pervasız satılmaktadır; işte yazı âlemindeki ölüm kokusunun sırrı!

Süruri Bey, ne roman okuyan mekteplilerle ne de eski yazılara yeni bir imza koymak gayretiyle çalakalem kopyacılık eden efendilerin hummalı gayretiyle alakalandı. Doğru fihristlerin bulunduğu yere gitti, isimleri delaletiyle işine yarayacağını umduğu birkaç kitap seçerek numaralarını memur efendiye verdi ve boş bir sandalyeye gömülüp okumaya başladı.

Delikanlının bahtı yaver imiş ki ilk okuduğu kitap zihninde bir açıklık vücuda getirdi. Deminki kariha darlığı, ilham yoksulluğu, bu okuduğu kitap sayesinde kayboluvermişti ve Minyon Nermin Hanım’a sunulacak öğütler için önünde iyi bir zemin gülümsüyordu: Ruh!

Evet! Ruh kelimesinden ve ruha ilişkin dedikodulardan ilham alarak mektubunu yazacaktı. Okuduğu birkaç sayfa yazı, kendisine bu parlak mevzuyu hatırlatmıştı. O, ruhun eski felsefede ve bugünün materyalistlerinde fizyoloji âlimleri nazarında nasıl telakki olunduğunu izah edecek değildi. Ruh, cismani ve müstakil bir cevher midir? “Ahlat-ı erbaa”nın29 kemiyet ve keyfiyet itibariyle itidali midir? Bir heykel midir? Yoksa dimağın bir vazifesi midir? Bunlar ve bunlara benzer laflar, Süruri Bey’in ne kulağında yer ne önünde iz bırakıyordu. Bu mühim bahiste onun yakaladığı uç, ruhun adından ibaretti!

Koca âşık bu biricik kelimeden geniş bir çığır kurmuş ve şu mektubu bir hamlede karalayıvermişti:

Nermin!

Sana herhangi bir fabrikada yapılmış basit bir kâğıdın üstüne herhangi bir dükkândan alınmış bir mürekkeple yazılmış satırlar göndermiyorum. Elinde tuttuğun kâğıt, seninle ezelden alakadar olan bir ruhun yeni kostümüdür!

Ruhî bazen beyaz bir gölge olur, karanlıklarda dolaşır. Bazen rüzgâr olur, fezalarda inler. Bazen nur olur, yıldızlarda uyur, bazen güvercin şekline girer, ağaçlarda tüner. Büyükannenin ruhu da işte şu mektup kâğıdının elyafı arasında saklanarak senin yanına geliyor!

Bu gelişim, zorunlu olduğu kadar ızdıraplıdır da! Çünkü ten kafesinden kurtulduktan sonra çok rahattım. Ne yiyecek düşünüyor, ne giyecek derdi çekiyor, ne de konu komşu zırıltısı dinliyordum. Şimdi şu yüzyılda, beş saniye geçmeden diğer bir gezegende uçuyordum. Ruhlar âleminde erkeklik, dişilik, küçüklük, büyüklük, âlimlik, cahillik olmadığı için adap ve merasim de yok. O haki ayrılıklar, gayrılıklar, tahakkümler ve mahkûmiyetler -cesetlerle beraber- yeryüzünde kalıyor. Arzın maverasında ne salta ne tasallut var. Her ruh hür ve her ruh bikayt. 30 Zaman mefhumu gibi mekân mefhumu da aramızda meçhul. Gecesi ve gündüzü olmayan bir cihan içindeyiz ve nihayetsiz ebat arasında dolaşıyoruz. Kanadımız olmadığı hâlde düşmeden ve hatta düşmek endişesine uğramadan uçup duruyoruz…

İşte bu hayat arasında sen, evet sen, beni bir an için yeryüzüne inmeye mecbur bıraktın. Ruhlar, dünya sakinlerinin her şeyini görür ve bilirler. Mikropların tenasül edişlerinden tut da pencereleri kapalı odalara sığınan çiftlerin dudak dudağa mırıldandıkları esrara kadar bütün hakî hadiseleri, konuşmaları seyrederler ve işitirler. Bu kudret sebebiyle ben de senin bir tuzağa düşmek üzere bulunduğunu gördüm.

Adını değiştiren, kendine halı taciri süsünü veren çapkının biri, seni baştan çıkarmak istiyor. Süslü kelimelerle, yaldızlı sözlerle iffetini lekelemeye, hayatını zehirlemeye çalışıyor. Sen, zavallı çocuk; bu ahlaksız adamın mektuplarına kapılıyorsun, gözü kapalı uçuruma doğru gidiyorsun.

Bugün yarın yeni bir mektup alacaksın. Gülhane Parkı’nda gezinti yapmaya çağrılacaksın. Şayet, oraya gidersen felakete uğrarsın. Büyükannenin ruhu sıfatıyla seni tehlikeden haberdar etmek istedim, mektup şeklinde sana temas ettim. Sözümü dinlemezsen kâbus olur, uykunu sarsarım; sıtma olur, damarlarına yayılırım, seni her suretle rahatsız ederim, cezalandırırım. Ruhların şakası olmaz.

Şayet, bir sözün, nasihatime karşı söylemek istediğin bir şey varsa Divanyolu’nda Diyarbekir Kıraathanesi vasıtasıyla “Süruri Bey” namına bir mektup yaz.

Bu zat, Cabelsa 31 diyarında sık sık tesadüf ettiğim soylu bir ruhun kalıbıdır. Ben o temiz ruh ile görüşerek yazdığın şeylerden haberdar olurum.

Son sözüm, ailemizin haysiyetini yaralayacak en küçük hafifliklerden sakınmandır yavrum.

Süruri Bey, bir büyükannenin ruhu sıfatıyla kaleme aldığı bu nasihatnameden sonra Nadire Hanım’a göndereceği mektubu yazdı. Ona karşı da coşkun aşkından, kızıl elemlerinden uzun uzadıya dem vurdu, Kumkapı İstasyonu yanındaki bir gazinoyu da bu maşukasına adres gösterdi.

***

Nermin namıyla kendisine mektup gönderilmesine rıza gösteren kız, üç seneden beri tenini satmakla geçinen orta malı bir mahluk idi. Henüz sokaklarda zıpzıp oynarken “Sümüklü Hacer” diye anılırdı. Biraz büyüyünce sümüğü silindi, sıfatı da değişti, “Edepsiz Hacer” diye yâd olunmaya başlandı. Arkadaşlarına çirkin pusulalar yazmak, çantasında münasebetsiz resimler ve namına yazılmış mektuplar bulunmak, abdesthane duvarlarına müstehcen vecizeler karalamak gibi suçlardan dolayı devam ettiği ilk mektebin son sınıfından tardolunduktan sonra şu kucaktan bu kucağa geçerek az zamanda usta bir fahişe payesine erişmişti. Fıtri ve pek süfli bir yetenek ile ortaya koymuş olduğu sanatta ananeperverliği bir lahza bırakmazdı. Gönül için, geçim için, kaza ve bela için unvanları altında daima üç âşık taşırdı. Bunların birincisini sever, ikincisinden para sızdırır, üçüncüsüne ise hürmet ederdi. Sevmekten bıktığı, para sızdırmakta da müşkülata uğradığı vakit, gönül ve geçim için koynuna aldığı âşıklarına hemen yol verirdi. Kaza ve bela için seçilen âşık, mevkisini biraz daha ziyade muhafaza ederdi. Onun değişmesi, Hacer Hanım’ın arzusundan ziyade hadiselere bağlı idi. Dayak atmak lazım geldiği sırada dayak yiyen kaza ve bela siperi kendiliğinden düşer ve yerini ekseriya galip rakibine terk etmek mecburiyetinde kalırdı.

İşte Nermin, böyle bir kızdı. Alüftelik yoluna girdikten sonra ismini beğenmeyerek “Melahat” adını takınmıştı. Sürtük kadınların hemen hepsi, isimlerini değiştirmekten zevk alırlar yahut böyle bir değişikliğe lüzum görürler. Çok kere de, bununla iktifa etmeyerek birer de lakap takınırlar. Sabık Sümüklü Hacer’in alüfteler âlemindeki lakabı da “Kızgın”dı. Onu, erkekler ve kadınlar, “Kızgın Melahat” diye çağırırlardı. Ateşli bir varlık, yanan ve yakan bir hüviyet ifade ettiği için Sümüklü Hacer, bu lekeli lakaptan memnundu!

O, bir halı taciri imzasıyla süslü bir mektup alınca kahkahalarla gülmüş ve önüne gelen alüfteyi keyfiyetten haberdar ederek günlerce eğlenmiş, arkadaşlarını da eğlendirmişti. Bir fahişe için sevmeden sevilmek kadar gülünç bir şey yoktur! Onlar, bi-n-nefs32 sevmedikçe sevilmeyi alıklık sayarlar ve kendilerini sevmek alıklığını gösteren erkekleri tahammül kabiliyetlerine göre derece derece haysiyetsizliğe sürüklerler. Bir fahişe, seyyar satıcı mevkisindedir, ancak malını satmak ister. Her müşteri ile çene yarışına, fikir güreşine, gönül mübadelesine çıkmak işine gelmez.

Sahte halı tacirinin ikinci ve üçüncü olarak yazdığı mektuplar, Kızgın Melahat’te bir heves, garip bir emel uyandırdı. Şimdiye kadar bir hayli macera geçirdiği hâlde evlenmeyi tecrübe etmemişti. Alüftelikte sonuna kadar ısrar etmeyi “hayati” bir zevk meselesi sayanlar için kocanın adı “kapı mandalı”dır. Kızgın Melahat, bu mandalın nasıl asılıp nasıl oynatıldığını henüz öğrenmemişti. Birtakım meslektaşlarının kocalarını aldatmak için başvurdukları çareler, çevirdikleri dolaplar, heyecanlı şeylerdi. Kendisi bazen bu heyecanlı hadiselere imrenir, namuskâr bir kadın maskesi altında koca aldatmak zevkini tatmak için derin bir heves duyardı.

bannerbanner