Читать книгу Kadın Avcısı (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Kadın Avcısı
Kadın Avcısı
Оценить:
Kadın Avcısı

5

Полная версия:

Kadın Avcısı

“Hiçbir şey yahut sade bir kalabalık!”

“Aman efendi hazretleri, nasıl olur? Dilimiz var, dinimiz var, istuvarimiz12 var, literatürümüz var. Bize kuru kalabalık denilir mi?”

İhtiyar, iki diz üstüne geldi, yumruklarını kasığına dayayarak kollarına yay biçimi verdi:

“Bana bak terzi!” dedi. “Hacı Hafız Nesimi Efendi ne söylerse doğrudur. Çünkü bilerek söyler, düşünerek söyler, her kelimeyi tartarak söyler. Buna sen de inanmalısın, iman getirmelisin.”

Aleksandra, kızgınlığını hazmederek eğlenmek istedi:

“Hay hay efendi hazretleri. Sizin büyük bir savan olduğunuzu bilirim. Fakat ‘Rum yoktur!’ deyiverdiğiniz için şaşaladım. Kendimden şüphe ettim. Sözünüze bakınca ben ‘yok’ oluyorum. Var ve yok! İşte beni düşündüren bu.”

“Uzun yavrum, uzun. Bu mesele çok uzun. Müşterinin ölçüsünü alıp makasa yapışmaya benzemez ki! İşin içinde tarih var, felsefe var, tababet var, var oğlu var. Ben bunları sana nasıl anlatayım?”

Dürdane Hanım sık sık esniyor, Nimetullah Efendi yumuşak kıllı sakalcağızını karıştırıyor, Nevcivan düşünüyor, Karanfil Kalfa, efendisiyle çene yarışına çıkan terzi kızının bu cüretine alıklaşarak için için bir şeyler geveliyordu. Nadire Hanım ortada yoktu. Babasının münakaşaya başladığını görür görmez yavaşça savuşmuş, tavan arasına kapanarak biraz evvel çaldığı mektubu hecelemeye girişmişti.

Nesimi Efendi, karısının ayakta sallana sallana esnediğini, oğlunun yüzünde de uyku alametleri belirdiğini görünce onlara izin verdi:

“Haydi siz odanıza gidin, beni şu kızla yalnız bırakın!”

Dürdane Hanım oğlunu, beslemesini ve siyah kalfayı ardına takıp çıktı. Geveze ihtiyarla eğlenerek biraz vakit geçirmek, iş görmeden yarım gündelik olsun almak, Matmazel Aleksandra Diplaraku’nun hoşuna gidiyordu. Binaenaleyh, Nesimi Efendi ile baş başa kalınca, çapkınca gülümsedi:

“Beni okutunuz.” dedi. “Sizden ders almak tatlı bir şey olacak!”

İhtiyar, ciddi bir çehre ile homurdandı:

“Pek sevinme. Dersin tatlısı olduğu gibi acısı da vardır. Sen dikkatini topla, yanıma çömel.”

Terzi kız sedirin kenarına ve Nesimi Efendi’nin yanı başına ilişti:

“Aklım işte ama kulağım sizde!”

“Ne işi o?”

“Hanımın entarisi biçilecek, küçük hanımın şal hırkası prova edilecek, küçük beye gecelik dikilecek!”

“Onları yarın da başka bir gün de yapabilirsin. Fakat beni neşeli bulup da dinlemek her vakit mümkün olmaz.”

“Buyurun efendim, dinliyorum.”

“Sen, mürekkep yalamış bir kızsın. İlmî hakikatlere boyun eğmek lazım olduğunu bilirsin. O hâlde dinlemek var, darılmak yok.”

“Estağfurullah efendim, ben size nasıl darılırım, büyükbabam yerindesiniz.”

“O kadar ihtiyar olduğumu sanmıyorum ama aksini iddiaya lüzum görmüyorum. Bahsimiz daha mühim.”

Nesimi Efendi, birkaç kere öksürdü ve şöyle bir izaha girişti:

“Sana ‘Rum değilsin…’ dediğim zaman, birdenbire şaşırdın. Hâlbuki elini şakağına koyup şöyle bir düşünseydin hiç de şaşılacak bir şey söylemediğimi anlardın. Sözümün ne kadar basit bir hakikat taşıdığını ispat için şu senin ‘istuvar, istuvar’ dediğin tarihi göz önüne alalım. Dizimizde sanki bir kitap varmış gibi Rumluğun geçmişini okuyalım. İşte birinci sayfayı açıyorum: Gotların istilası! Bu, ne demektir? Binlerce ve binlerce silahlı ecnebi elbette Rum memleketlerinde Aynaroz Papazı gibi ömür geçirmemiştir. Kanları kaynadıkça, gözleri kızardıkça Rum kadınlarının lütfuna müracaat etmişlerdir. Kadınların bu kabil lütufkârlıklan ekseriya canlı hatıralar bırakır! Gotlar işte bu suretle, bir hayli günlerini eski Rum diyarında geçirdikten sonra kendi yurtlarına gittiler… Şimdi ikinci sayfaya geçiyorum: Ostrogotların hücumu! Bu hücum, çekirge salgını değil, iri yarı ve dipdiri insanların saldırışıdır. Onlar da öbek öbek köylere dağılıyorlar, şehirlere yayılıyorlar, kendilerinden evvel gelen Gotlar gibi dilediklerini yapıyorlar, can sıkıntılarını giderecek, garipliklerini kendilerine unutturacak yumuşak göğüsler bulmakta güçlük çekmiyorlar. Bir gün, onların da avdet ettiklerini görüyoruz.

Fakat Rumların talihi tuhaf. Yurtlarını muhafaza etmeyi mi bilmiyorlar yoksa aralarında yabancı bulunmadıkça rahat mı edemiyorlar, ne oluyorsa bu sefer Avarlar geliyorlar, onların dönmesini müteakip Hunlar boy gösteriyor. Artık sayfaları sık çevirelim: Islavlar, Kadıköy’e kadar gelen Acemler, İstanbul etrafında senelerce çadır kuran Araplar, Latinler ve nihayet Türkler!

Görüyorsun ya, Rumluk denilen kütle, bütün tarihinde tek bir sene bile hür kalmamıştır. Bir istilacı ordu aralarından çekilir çekilmez yerine daha kuvvetlisi gelmiştir. Demek ki asırlarca, Rum evlerinde o evin erkeklerine yabancı erkekler ortaklık etmiştir.

Şu hâle nazaran, sizin kendinize Rum demeniz nasıl mümkün olur? Sizde Got kanı, Ostrogot kanı, Hun kanı, Islav kanı var!

Bu kan bozukluğu, sizde biraz da fıtridir. Eski Spartalıları, Atinalıları düşünerek ne demek istediğimi anlarsın. Meşhur, Herodot Efendi, Spartalılarda nikâh olmadığını söylüyor. Orada her yetişkin erkek, her yetişkin kızla göz göre göre ve enine boyuna görüşür, sonra kuyruğu omuzlayıp işine gidermiş! Gene o eski müverrih Atina kadınlarının ancak ‘erkeklere hoş görünmek’ terbiyesini aldıklarını ve o terbiyeye göre yaşadıklarını anlatıyor!

Bütün bu hakikatlere, bu bozuk kanlılığa rağmen size Rum olduğunuzu telkin eden kilisedir. Hâlbuki kiliseler, vicdanlarda karışıklık yapabilseler bile kanlarda tasfiye yapamazlar. Papağanlara hangi dilde kelime öğretirseniz öğretiniz, zavallılar gene kuştur; siz de Rumca konuşuyorsunuz ama tuhaf bir alaşımdan başka bir şey değilsiniz. Ne kadar yazık ki bu alaşımın adı henüz konulmamıştır ve siz, un çuvalı üstüne başka bir yafta yapıştırmak kabilinden kendinizi Rum olarak tanıtmaya çalışıyorsunuz. Lakin küçük bir fiske çuvalın hakikatini meydana çıkarır.

Bu sebeple terzi hanım, zatıalinize Aleksandra Diplaraku demekte beis görmem, fakat Rum kızı demek için çok düşünürüm, ilmen ortaya çıkardığım kanaatime göre dünya yüzünde asırlardan beri Rum yoktur, Rumca konuşan insanlar vardır.”

Terzi kızı, hiddetini güçlükle yenebiliyordu. İhtiyar adamın itiraz kabul etmeyen bir katiyetle söylediği sözlerden fena hâlde sıkılmıştı. Ancak, tarihe istinat ettirilen bu hükümleri, alelade sözlerle, manasız tehevvürlerle13 reddetmeye kalkışmayı da kendi bilgiçliğine yakıştıramıyordu. Binaenaleyh kızara bozara, parmaklarını çatırdata çatırdata hayli düşündü ve nihayet bir müdafaa noktası buldu:

“Sel gider, kum kalır efendim. Biz de kendimizi kum sayarız.”

Nesimi Efendi, güldü:

“Kumu götüren sel de vardır, onların yerinde ancak çamur kalır!”

“Çamur olalım fakat güzel kokulu bir çamur! Rumların güzelliğine de diyeceğiniz yok a!”

Efendinin yüzünde küçümsemeye, hor görmeye benzeyen bir mana belirdi:

“Güzellikten bahsedilmek için güzelliği bilmek lazımdır. Bana ‘güzel’in tarifini yapar mısın?”

“Benim Türkçem kıt, söyleyemem ki, Biz ‘tokalon’ deriz, siz güzel diyorsunuz. Onu görürüz, sezeriz, anlarız, anlatamayız. Bizim Sokrat, ‘kalokagasiya’ için çok hoş şey söylemiştir. Biliyorum ama dilim dönmüyor, söyleyemiyorum.”

“Senin söylemene hacet yok. Sokrat’ın ne demek istediğini ben senden çok iyi bilirim. O adam, daha güzelle iyinin farkını anlamamış, ikisini birbirine karıştırmıştır. Güzel başka, iyi başkadır!”

Ve birdenbire kaşlarını çattı, sesini yükseltti:

“Sen, Rumların güzel olduğunu söylemekle aklınca güzelliğin sizde irsî olduğunu anlatmaya yelteniyorsun. Sizlerin, yani kendi kendilerine Rum diyen insanların güzelliği, şu bizim evlerde yüz çeşit parçadan yapılan bohçaların güzelliğine benzer. O bohçaların da birdenbire göze çarpmaması mümkün değildir. Fakat bu göz kapış, hakiki bir güzellikten ileri gelmiyor, birbirine uymayan renklerin yan yana dizilmesinden doğuyor. Şayet bugünkü Rumlarda bir güzellik tevehhüm14 olunuyorsa sebebi budur, ayrı ayrı ve birbirine karşı tamamen aykırı parçalardan yapılma bohçalara benzemelerindendir! Bu hakikat, münakaşaya değmez ama bazı zirzopların da senin gibi düşündüklerine yüz yılda, beş yüz yılda bir tesadüf olunmuyor değil. Mesela İngilizlerin Lort Byron’u! O da senin kafanda bir adamdı. İki bin sene evvel Atina’da, Sparta’da ‘güzellik’ bulunduğuna inanmış ve onu diriltmek için bir sürü çılgınlıklar yapmıştı. Mademki sen de benim huzurumda aynı saçma fikri ileri sürüyorsun, hakikat namına kuruntunu tashih edeyim:

Güzellik denilen şey, dört suretle tetkik olunur. Bir kere, güzelin ve güzelliğin vicdanlarda heyecan uyandırması nedendir, o cihete bakılır. Sonra ‘güzel’ dediğimiz şeyin niçin güzel olduğu, yani hangi şeklin, hangi vasfın bizde cazibe uyandırdığı düşünülür. Sonra, güzelliğin çeşit çeşit cilveleri, ansızın ayrı görünüp de bir gülün yaprakları, bir zincirin halkaları gibi gene bir bütün teşkil eden lemaları15 ayırt edilir. Sonra, güzelliğin nelerden doğup nelere bağlı olduğu derinleştirilir! Güzeli ve güzelliği böyle dört cepheden tetkik edebilen adamlardır ki ‘filan şey güzeldir’ demek hakkını kazanır. Her tesadüf ettikleri nesne karşısında ağızları sulananların, burunları gıdıklananların, ötesi berisi kaşınanların güzelden bahsetmeye salahiyetleri yoktur.

Sokrat, ‘kalokagasiya’ yani ‘güzel ve iyi’ demiş. Siz bu sözlerle yahut sekiz on numunesiz heykellerle o devir insanlarının ‘güzel’i anladıklarına ve ‘iyi’ye hürmet ettiklerine mi inanıyorsunuz? Eğer kendilerine zorla yamanmak istediğiniz o eski adamlar ‘iyi’ olsalardı bizzat Sokrat’ı öldürmezlerdi. Onların güzellikleri de iyiliklerde mütenasiptir.”16

Burada Nesimi Efendi’nin yüzüne bir azamet geldi, sesini birkaç perde kuvvetlendirdi: “Terzi kızı, terzi kızı!” diye haykırdı. “Güzel, ne Sokrat’ın ‘kalogasiya’sıdır ne Eflatun’un ‘Görülür, işitilir, koklanır!’ dediği maddedir! Eflatun Efendi de hocası gibi bu bahiste piyadedir. Bazen ‘Prostekala izafi güzellik’, bazen de ‘kala kasafta mutlak güzellik’ demiş, sapıtmış! Hâlbuki Türkler, bu hususta da bocalamışlardır. Güzelliği hem anlamışlar hem anlatmışlardır. Bizde güzellik, ‘yaratıcı, türedici ve mahvedici kuvvet’tir. Bizim bir Kudadgu Bilig’imiz var. Orada bak ne deniyor: ‘Yaratkan, tüzetken, yiğitken idim!’ İşte güzellik budur. Güzellik vicdanlarda heyecan, muhayyilede ilham yaratmalı; elemleri gidermeli, çirkin ve kasvetli düşünceleri, endişeleri söndürmeli, silip süpürmeli! Bu kuvveti taşıyan her şey, yalnız güzel değil, aynı zamanda ulvidir. Elbet anlarsın ki güzelliğe yakışan yüksekliktir, ulviyettir. Süfliyette güzellik olmayacağı gibi sefil güzel de olmaz. Binaenaleyh, yaşayışları sefil, düşünüşleri sefil ve tarihleri sefil olan kütlelerin kızına güzel, karısına güzel diyemeyiz. Anladın mı Matmazel Diplaraku?”

Aleksandra, bu coşkun talakat17 önünde âdeta küçülmüştü. Nesimi Efendi’nin başını kitaptan kaldırmaz bir adam olduğunu bilmekle beraber onun Sokratları, Eflatunları beğenmeyecek kadar kendine güvenen bir dilbaz olduğunu bilmiyordu. Kendisi bir “Kalokagasiya”dan bahsetmişken o, “Prostakala”lardan, “Kalakasafta”lardan dem vurmuştu. Bu sebeple ne diyeceğini şaşırmış ve ihtiyarla münakaşaya girdiğine pişman olmuştu.

Hacı Hafız Nesimi Efendi, terzi kızının hayran ve perişan sustuğunu görünce iltifat etti.

“Ben size acı bir hakikatten bahsettim. Hâlbuki siz; kendinizi hakikatle beslemezsiniz, sizin gıdanız hayaldir, masaldır. O hâlde üzülmeye mahal yok. Güzellik hakkındaki sözlerimden de yeise düşmenizi istemem. O derecede ki bir gün bizim memlekette de güzellik müsabakaları tertip olunursa ‘Rum güzeli’ sıfatıyla hemen iştirak etmenizi tavsiye ederim. Çünkü Lort Byron gibi ters düşünceli ve ters meşrepli insanlar henüz vardır ve onlar reylerini mutlaka sizin gibilere verirler. Şu takdirde somurtmak manasız. Güle güle git de dikişlere bak!”

Matmazel Aleksandra alı al moru mor, yerinden kalktı. Şu cüretkâr adama hiç olmazsa ağır bir kelime söylemek istiyordu. Bedenine tasarruf olunduğu hâlde eline ücreti verilmeyen bir fahişe gibi müteessirdi. Bu teessürünü karşısındaki erkeğin çehresine kusmak için müthiş bir ihtiyaç duyuyordu. İşte bu ihtiyacın şevkiyle kekeledi:

“Hepsi iyi, hepsi iyi, fakat karşınızda bir kadın bulunduğunu unuttunuz ve çok ağır şeyler söylediniz.”

Nesimi Efendi, yüzünü ekşitti:

“Hakikatin dişisi erkeği yoktur ve tarih, bildiğini söylerken erkeği ısırmak, kadını öpmek zaruretini duymaz. Bak, Fransa’nın kadınları mabut ittihaz etmeye yeltendiği yılların arifesinde gene bir Fransız filozofu o meşhur Voltaire ne diyor: ‘Kadınlara saygı göstermeli; çünkü layıktırlar. Fakat onları yükseltmemeli; çünkü liyakatleri yoktur!’ Saygı meselesi de mutlak değildir. Kadınların kabiliyetine, eğilimlerine göre değişir. Mesela ben seni fırsat elverirse hoşuna gidecek şekilde ağırlarım. Lakin benden soyunu sopunu büyütmemi beklemen doğru olamaz ve ben o haltı yapamam!”

Terzi kızı, bu son izah ve ihtar üzerine sersem sersem odadan ayrıldı, hanımların yanına girdi. Nesimi Efendi kimini üç, kimini dört köşeli bulduğu, bir kısmını daireye veya başka bir geometrik şekle benzettiği kafaların o vehmi hususiyetlerine göre hacmi istiabîlerini18 tayine başladı. Her kafa için elinde bulunan ölçü tek bir rakamdan ibaret iken o bu rakamlardan kıyas suretiyle çaplar, yükseklikler buluyor ve muhayyel rakamlarla bir üçgen veya karenin hacmini hesap eder gibi ev halkının kafalarına birer enginlik tespit ediyordu. Bu karışık hesaplar bittikten sonra, her kafanın kaç hardal tanesi alabileceğini tayin edecekti. Koca ihtiyar, bu derin meşgale arasında biraz evvel kendisine bir mektup getirildiğini hatırlamıyordu bile.

***

Hanımların odasında her çene bir çeşit düşünce öğütüyordu. Dürdane Hanım, şu ölçü işinin yeni bir başlık yaptırılmak maksadından doğduğunu, efendinin kendilerine mutlak bir külah giydireceğini iddia ediyordu:

“Bu yaştan sonra…” diyordu. “Konu komşuya maskara olacağız. Allah yokluğunu göstermesin, bel kemiğimizdir, evimizin temel taşıdır filan ama densizliklerine dayanmak da müşkül; aklına ne eserse yapıyor. Şimdi de başımızla uğraşmaya başladı.”

Nimetullah Efendi, yapma sakal takmış bir çocuk saflığıyla annesine cevap veriyordu:

“Babamın fikri, olsa olsa sizin başlarınızı dibinden tıraş ettirmek, bana da kulaç kulaç sakal bıraktırmak olacak. Zaten sokağa çıktığım yok ya… Fakat dört örgü saç sahibi olursam ele güne görünmeye hiç yüzüm kalmayacak.”

Karanfil Kalfa’nın endişesi daha büyüktü. Efendinin kafalar arasında bir değişiklik yapmaya kalkışacağından, bir çaresi bulunup kendi siyah tenine beyaz renkli bir baş geçirilmesinden korkuyordu. Yalnız Nevcivan aldırış etmiyordu, iradesine sahip olduğunu bilmekten gelme bir güvenişle bu işe ehemmiyet vermiyordu. Efendinin herhangi uygunsuz bir teklifini hiç düşünmeden reddedebileceğine kani idi. Beslemelik ettikten sonra ev köküne kıran düşmemişti ya, bu ev olmazsa başka evde çalışabilirdi.

Matmazel Aleksandra, enikonu heyecanlıydı. Hacı Hafız Nesimi Efendi’nin pervasız bir ısrar ve acı bir alay ile söylediği sözler, hele şahsi ve ırki güzelliğine karşı tevcih ettiği hücumlar, son derece sinirine dokunuyordu. Odadakilerin ne konuştuklarından âdeta bihaberdi. Zihninde bir sürü düşünce dönüp dolaşıyordu. Şu insafsız ihtiyardan insafsızca intikam almak için çareler arıyordu. Nesimi Efendi, erkeklik kuvvet ve harareti sönmüş bir bunak olmasa kendisini tuzağa düşürmek Matmazel için kolaydı. İki küçük tebessüm, minimini bir göz cilvesi, bu mühim maksadını temine kifayet ederdi.

Ne çare ki Nesimi Efendi kadın yüzünden gelebilecek her türlü sıkıntılara karşı artık sigortalı idi. Bütün dünya güzelleri bir yere gelse onun buz tutan yüreğine bir kıvılcım düşüremezlerdi.

Terzi kız, bu karışık düşüncelerle ve Nesimi Efendi hakkında beslemeye başladığı hınç ile ne yaptığını bilmiyordu. Büyük hanımın topuk döven çeşitten olması lazım gelen entarisini baldır açan şekilde biçmiş, Nimetullah Efendi’nin bedeninde bir kadın geceliği makaslamıştı.

Gerek o gerek diğer kadınlar, Nadire’nin aralarında bulunmadığını henüz anlamamışlardı. Sıra, şal hırkanın provasına gelince onun yokluğu gözlere çarptı ve hepsinin gözlerinde aynı sual parladı:

“Kız nerede?”

Nevcivan, hayli zamandan beri aralarından ayrılmış olan küçük hanımın babasından çaldığı mektubu okumaya gittiğini biliyordu. Fakat onun da içini kemiren kurtlar vardı. Mektup neydi, kimdendi, küçük hanımı neden alakadar etmişti ve bilhassa o, niçin hırsızlığa lüzum görmüştü? Güzel besleme de işte bu meçhulleri hal için kafasını yoruyordu.

Terzi Aleksandra’nın ihtarıyla Nadire’nin odada bulunmadığı anlaşıldıktan sonra Dürdane Hanım emir verdi:

“Nevcivan, koş, Nadire’ye bak. Vakitsiz uykuya mı daldı, ne oldu? Şayet uyumuşsa uyandır.”

Besleme odadan çıktı. Ayaklarından ses çıkarmamaya çalışarak yatak odasına, sandık odasına, misafir odasına, helaya ve her yere baktı, Nadire’yi bulamadı. Bu hâl, güzel beslemenin merakını büsbütün kımıldattığından çirkin kızın saklandığı yeri bulmak için evin üst katında bir duvara yaslandı, düşünceye daldı. Odalarda ve helada bulunmayan küçük hanım, dolaplara ve sandıklara saklanmamışsa evden çıkmış olması icap ederdi. Acaba, çalınan mektup böyle bir hadiseyi mi doğurmuştu?

Gerçi, komşulardan bir genç kızın, seviştiği delikanlıdan aldığı mektup üzerine bohçasını koltuklayıp evden kaçtığı, son günlerin en dağdağalı haberlerindendi. Fakat Nadire Hanım’ın evden kaçmaya hazır bulunduğu kabul edilse bile böyle bir davetname almasına imkân yoktu. Çirkinliği dillerde destan olan kalık kıza hangi bir erkek dönüp de bakar ve hele mektup yazardı?

Nevcivan, bir aralık, küçük hanımın kendisini kuyuya atmış olması ihtimalini düşündü. Çalınan mektubun acı bir haber getirmiş, Nadire’nin evlenme ümidini tamamen öldürmüş olması, onun da yeise düşerek canına kıyması mümkündü. Lakin bu ihtimal üzerinde de durmadı. Görenleri iğrendirecek kadar çirkin olmasına rağmen Nadire’nin kendisinde bazı güzellikler tevehhüm ettiği ve o vehmini kimseye kabul ettiremediğini sezince de, ‘Yüz güzelliği kalay gibidir, bir gün olur silinir, altından kızıl zehir çıkar. Asıl güzellik yürek güzelliği!’ diye kırıttığını biliyordu. Böyle düşünen bir kız, kolay kolay kuyuya atılmazdı. O hâlde neredeydi?

Besleme Nevcivan, bu müşkülü hal için derin derin düşünürken kulağına bir ses, yakından gelen bir inilti çarptı. Tavan arasından sızan bu acıklı seda, boğazı sıkılan bir kedinin ızdıraplı miyavlamasını andırıyordu. Fakat Nadire Hanım’ın sesine de pek benziyordu.

Nevcivan kulağını kabarttı ve ikinci bir inleyiş üzerine mırıldandı:

“Sansar gibi tavan arasına girmiş, gamlı gamlı ağlıyor. Bu işte büyük bir sır var!”

Ve hemen merdiveni tırmandı, orta boylu bir adamın emeklemeksizin yürüyemeyeceği kadar dar ve o nispette de kirli olan tavan arasına çıktı. Nadire, o daracık yerin biricik penceresi önünde tozlu tahtalar üzerine çömelmiş, başını ellerinin içine almış, ağlamaya koyulmuştu. Çaldığı zarfın içindeki kâğıtlar darmadağın, kucağında duruyordu. Ara sıra onlardan birini alıyor, ötesine berisine bakıyor ve müteakiben iniltili ağlamasını tazeliyordu.

Nevcivan bir müddet bu manzarayı seyrettikten sonra seslendi:

“Küçük hanım, anneniz sizi istiyor!”

Nadire vaziyetini bozmadı, gözyaşlarını silmedi, kâğıtlarını toplamadı, çirkin çehresini büsbütün berbatlaştıran tuhaf bir kişilikle beslemeye baktı ve birdenbire tüyler ürpertici bir çığlık kopardı:

“Nevcivan, gül yüzlü Nevcivan! Gel de beraber ağlaşalım.”

Genç kız, elleri dizlerine yapışık bir hâlde, küçük hanımın başı ucuna kadar sürüklendi:

“Nedir efendim!” dedi. “Ne oldu, böyle izbe yerlerde farelerle baş başa verip de ağlamanızın sebebi ne?”

“Ben ağlamayayım da kim ağlasın kız? Beni sevenler, boyuma bosuma vurulanlar, adımı ana ana inleyenler, hasretimden yüzleri limona dönenler varmış da haberim yok. Aslan gibi delikanlıların, kaleminden kan damlayan altın bilezikli kâtiplerin kanına girmişim de taş olası yüreğimde sızı bile duymuyorum. Ana kuzuları benim yüzümden verem döşeklerine düşüyor da ben burada salına salına geziyorum. Bu fenalıkların hesabı benden sorulmaz mı, uğrumda çekilen ahlar ayağıma dolaşmaz mı?”

Nevcivan, bu deli saçmaları, bu gülünç söyleniş karşısında alıklaştı:

“Bayılıp ayılanlar, ölüp de dirilenler kim? Rüya mı görüyorsun küçük hanım?”

Nadire, umulmaz bir bahtiyarlığın akıttığı gözyaşlarını kolunun tesiriyle sildi, inleyen kelimelerin gürültüsü ile örtmek istediği sevincini daha fazla saklamaya lüzum görmedi, çelimsiz göğsünün kemiklerini çatırdatarak kâğıtları gösterdi:

“İşte bir tanesi bu!”

Nevcivan, anlamamış göründü:

“Bunlar kâğıt, hanımım!”

“Evet kâğıt fakat içinde hasta bir yürek yatıyor.”

“Kimin yüreği bu?”

“Süruri Bey’in!”

“Tanımadım.”

“Ben de tanımıyordum ama şimdi tanıdım. Çocukluğumuzu beraber geçirmişiz, birlikte kaydırak oynamışız gibi kendini ayan beyan tanıyorum.”

“Peki, bu adam size ne yazıyor?”

“Ne yazacak kız? ‘Ölüyorum, merhamet!’ diyor.”

“Bu koskoca kâğıt yığınının içinde başka söz yok mu?”

“Çok şey var ama hülasası bu! Zavallı delikanlı evirmiş çevirmiş, sözü oraya bağlamış.”

“Darılma küçük hanım, bir şey zihnimi bulandırıyor. Süruri Bey bu mektubu nasıl göndermiş? Kapıya mı bırakmış, pencereden mi atmış yoksa aranızda postacı mı var?”

“Orasını sonra anlatırım. Şimdi sen otur da Süruri’mizin; şey, Süruri Bey’in neler yazdığını dinle. Hangi vicdanlı kız bu acıklı sözlere dayanır?”

“Aman küçük hanım, namenin okunacak sırası değil. Anneniz sizi bekliyor. Bana söylediğinizi çocukluk edip onlara da söylerseniz evin içinde kızıl kıyametler kopar. Siz bu kâğıtları toplayıp bir tarafa saklayın, terzi işini savın, geceleyin fırsat bulup birleşiriz, Süruri Bey’i dinleriz!”

Nadire Hanım isteksiz isteksiz kâğıtları topladı, zarfa koydu.

“Haklısın Nevcivan.” dedi. “Annemi birdenbire huylandırmayalım. Bu zarf sende kalsın. Terzi gittikten sonra bana verirsin. Herhâlde senin dostluğuna muhtacım. Beni dertli günlerimde yalnız bırakma. Bugün Süruri’nin sevdasını haber aldık. Yarın bir başkasının; öbür gün bir üçüncüsünün bana gönül verdiklerini öğrenmeyeceğimiz ne malum? Onun için seninle dertleşmek, senden yardım görmek isterim.”

Süruri Bey’in o uzun mektubu, şimdi Nevcivan’ın koynuna geçmişti ve iki kız tavan arasından iniyorlardı. Terzinin bulunduğu odaya yaklaştıkları sırada Nadire döndü, helecanlı bir sesle sordu:

“Mektup nerede?”

“Koynumda!”

“Öyle ise göğsünü aç da biraz koklayayım. Başka türlü yüreğimin çarpıntısı durmayacak.”

Nevcivan, ister istemez enterasinin düğmesini çözdü, küçük hanımın burnuna yumuşak göğsünde bir lahza yer verdi. Şu süreksiz temas besleme kızın tüylerini dikenlendirmeye, yüreğini tiksindirmeye kâfi gelmişti. Çirkin Nadire, benliğinin bütün hararetiyle mektubu ve dolayısıyla mektubun yaslandığı nazik deriyi koklarken besleme de, bu çirkinler çirkini mahluka “name” yazan erkeğin kör mü aptal mı yoksa deli mi olduğunu düşünüyordu.

Her iki kız dalgındı. Kendi düşüncelerine kapılmış bulunuyordu. Bu sebeple tavan arasından hayli toz ve hayli örümcek ağı getirdiklerini görmüyorlardı. Fakat bu kir yükleri, odadakilerin hemen gözüne çarptı. Entarisinde pençe pençe toz, başındaki oyalı yemenide salkım salkım ağ sırıtan Nadire’nin yüzü de kurumuş gözyaşlarından arta kalmış kirli izlerle çizik çizik olduğu için bilhassa hayretler uyandırdı. Karanfil, şaşkın şaşkın; terzi kız alaylı alaylı; Nimetullah Efendi bön bön bakışlarla bu kirli girişi karşılarken Dürdane Hanım cıyak cıyak bağırdı:

“Kız, bu ne hâl? Ucu bana dokunmasa kırlara kaçıp tozlara yuvarlanmışsın diyeceğim geliyor. Aynaya bak da utan.”

Nadire’nin kulaklarında lahuti teraneler uçuyordu. Süruri Bey’in mektubundan kafasında yerleşen birkaç cümle, baygınlık verici ılık bir fısıldayışla kulağına dökülüyor ve çirkin kız, bu kutsi zemzemenin uyandırdığı heyecanlar içinde hiçbir şey görmüyordu. Annesinin kaba sözleri bir nağme tufanı arasına karışan hasta bir öksürük gibi süreksiz bir gıcık uyandırmaktan başka bir tesir yapmamıştı. Yularsız sıpalara benzetilerek sözle aşağılanmak değil, ağzına gem, beline çul takılsa gene o mesut heyecandan kurtulamayacaktı. Binaenaleyh üstünde toplanan manalı bakışlara da annesinin sözlerine de aldırmadı, doğruca Aleksandra’nın yanına gitti:

“İşte geldi!” dedi. “Ne yapacaksan çabuk yap!”

Terzi kız, tuhaf bir değişiklik içinde, şal hırkasını prova ettirmek isteyen çirkin mahluku derin, çok derin bir nazarla süzdü. En basit dikiş işlerinde kılı kırk yararcasına titizlik gösteren huysuz kızın birdenbire gösterdiği değişiklik gözünden kaçmadı; daha bir saat evvel şu hırka için çeşit çeşit mülahazalar yürüten, yapılan şey gündelik bir hırka değil de sanki gelinlik entari imiş gibi türlü türlü fikirler geveleyen Nadire Hanım, şimdi tamamen değişmişti. Ne kumaşa bakıyor, ne biçimle alakadar oluyor, ne bir şey soruyordu. Bilakis sıkıntılı bir telaş gösteriyordu. Duruşundan, bakışından, bir an evvel oradan kurtulmak, kalabalıktan uzaklaşmak istediği apaçık seziliyordu.

bannerbanner