
Полная версия:
Kadın Avcısı
Seviş ve seviliş işlerinde fıtri ve kisbi19 büyük bir bilgi taşıyan Matmazel Aleksandra, çirkin kızda beliren şu değişikliğin bir gönül heyecanından doğduğunu keşfetmekte güçlük çekmedi ve hemen hükmünü verdi:
“Yosmam gönlünü kaptırmış!”
Şimdi bu hükmün gerektirdiği teferruatı düşünüyordu. Yarım yamalak dikilmiş olan şal hırkayı Nadire’nin biçimsiz vücuduna geçirip çıkarırken zihninde hep o teferruat dolaşıyordu:
“Evet!” diyordu. “Sevilmeyeceğini düşünmeden, murdarlığını göz önüne getirmeden sevmiş. Fakat kimi sevmiş? Çöpçüyü mü simitçiyi mi, bakkal çırağını mı?”
Ve sonra hain bir düşünce ile titredi.
“Âlâ, çok âlâ! İhtiyardan hıncımı çıkarmak için güzel bir fırsat. Sersem kızı söyletir, bunak babasına iyi bir oyun oynarım.”
Nadire Hanım, provanın uzamasından sinirlenmişti. Gizli bir köşeye çekilip “Süruri’sinin” mektubunu bir daha okumak, o yanık mektubu Nevcivan’a ve kabil olursa Karanfil Kalfa’ya dinletmek için dayanılmaz bir ihtiyaç besliyordu. Aleksandra’nın basit bir işi uzattıkça uzattığını görünce dayanamadı:
“Ne yapıyorsun kız!” dedi. “Dikişi üstümde dikecek, hırkayı tenime yapıştıracak değilsin ya. Bu kadar prova yeter.”
Aleksandra, ikiyüzlü bir tebessümle cevap verdi:
“Güzelin giyeceği şey de güzel olmalı. Hırkanız size yakışmazsa emeklerim neye yarar?”
Başka bir zaman, bu sözler, belki Nadire’yi kızdırırdı. Çirkinliğinin yüzüne vurulması gibi kendisine güzel denilmesi de gücüne giderdi. Fakat şimdi, Aleksandra’nın sözlerinden büyük bir haz alıyordu. Terzi kızın bilmeye bilmeye Süruri Bey’in kanaatine iştirak etmesi, o dakikadaki buhranlı duygularına pek uygun düşüyordu. Bir erkek tarafından kendi güzelliği hakkında verilen hükmün, bir kadın ağzıyla da teyit olunmasında garip bir tatlılık buluyordu. Bu sebeple soğuk mavi gözlerinde sıcak bir neşe parladı:
“İnanayım mı Aleksandra?” dedi. “Beni sen de güzel buluyor musun?”
Çirkin kızın nasıl ruhi bir ihtiyaç ile böyle bir sorguda bulunduğu Aleksandra’nın gözünden kaçmadı. Vesvese, sevginin gölgesidir. Seven behemehâl20 vesveseli olur ve bu vesvese, sevilip sevilmemek keyfiyetinden ziyade sevilmeye layık bulunup bulunulmadığı noktasında tesirini gösterir. O sebeple sevenlerin gözleri aynadan ayrılmaz. Yine onlar sık sık dost ağzından teselli dilenirler. Tereddütsüz söyleyebiliriz ki sokaklarda gözlerini vitrinlere yapıştıranların yüzde sekseni eşyaya bakmazlar, kendilerini seyrederler ve bunların da yüzde sekseni sevdalıdır, âşıktır!
Aleksandra, bu hakikatleri daha beşikte iken öğrenmeye başlayan ezelî aşüftelerdendi. Çirkin kızın, içten kopan bir bağırış gibi dudaklarından dökülen suali üzerine hiç tereddüt etmedi:
“Siz..” dedi. “Örtülü bir güzelsiniz, her göze görünmezsiniz.”
Bu riyalı hüküm, Nadire Hanım’ın yalnız ağzını değil, yüreğini de salyalandırdı, haz ve gurur içinde kıvrana kıvrana hayalen Süruri Bey’e, lisanen terzi kıza teşekkür etti:
“Değerim yok ama iltifat ediyorsunuz.”
Karanfil Kalfa, için için, “Kâfirin piçi, beş kuruş fazla almak için yüze gülüyor. Bahçe korkuluğuna adam süsü veriyor, üstüne bir de güzellik konduruyor…” diye söylenirken Dürdane Hanım, kalık kızının gülünç endamını alık alık süzerek bahsolunan gizli güzelliklerden bir şeme arıyordu. Nimetullah Efendi, sağ elinin iri parmaklarını ustura değmemiş çehresindeki kıl külçe arasında gezdire gezdire tatlı bir mukayese yürütüyordu. Terzi ile besleme Nevcivan’ın bütün güzellikleri meydanda idi. Bu görünen ve pırıl pırıl parlayan güzellikleri bırakıp da ablasının gizli güzelliklerini aramaya heveskâr değildi. Mamafih, ablasının masum neşesini kaçırmaktan çekiniyordu. Babası gibi okumuş bir adam olmamakla beraber yine onun gibi sert ve hoyrat da değildi, mizaca hoş gelen yalanların yürek yaralayan doğru sözlere tercih edileceğini biliyordu.
Nadire Hanım, güzelliğine dair söylenen sözlerin umumi bir sükût ile karşılanması üzerine tahammül edemedi, “Karanfil…” dedi. “Terzinin şu yalanına sen ne dersin, benim nerem güzel?”
Müşkül bir imtihana girmiş gibi birdenbire şaşıran Arap aşçı, yakayı sıyırmak için atasözlerinin yardımına sığındı: “Gönül kimi severse güzel odur!”
Bu, yapılan sualin cevabı değildi. Fakat Süruri Bey’in aşkını sahih gösteren bir hükmü ihtiva ediyordu. Bu sebeple, alık kızı memnun etmeye kâfi gelmişti. Öyle ya güzelliğin en büyük semeresi “sevilmek”tir. Sevgi ise gönülde doğar. Mademki Süruri Bey onu seviyor, demek ki onun gönlü, kendisini güzel bulmuştur!
Zavallı Nadire, bu çocukça kıyası çarçabuk zihninde yürüttükten sonra anasına döndü:
“Anneciğim! Bari doğrusunu sen söyle. Terzi de Karanfil de yalan söylüyor.”
Biçare valide, meçhul sebeplerle güzelliği hakkında dört taraftan şehadet dilenen kızına acıdı. Kendi çehresinde de yaşayan o derin çirkinliğin acılığını içine sindire sindire cevap verdi:
“Kuzguna yavrusu güzel gelir. Sen benim için dünya güzelisin!”
Dünya güzeli! Bu, sevilen her kızın nefsinde gördüğü bir sıfattır. Nadire Hanım da Süruri Bey’in mektubunu okuduğu dakikadan beri dünyanın en güzeli ve hatta en mesudu olduğuna kanaat getirmişti. Annesinin sözü, bu kanaat dolayısıyla, malumu ilam gibi bir şeydi. Binaenaleyh dudaklarını tuhaf bir şekilde kıvırdı, “Bunlar hep laf!” dedi. “İstediğim şeyi hiçbiriniz söylemiyorsunuz. Ben de artık susuyorum.”
Fakat susmadı. Zihnine ansızın bir fikir doğmuştu. Besleme Nevcivan’la sırdaş olmaktan aşkı için tam bir fayda temin edemeyeceğini hesaplamış ve Süruri Bey’le mektuplaşmak, kabil olursa masum temaslar yapabilmek için Aleksandra’dan istifade etmeyi düşünmeye başlamıştı. Nevcivan, belki sadık bir sırdaş olurdu. Lakin sadakatini, yabancı erkeklere mektup götürmek ve hele onlarla kendi hanımını görüştürmek derecelerine getirmesi pek şüpheliydi. Bu işi ancak Aleksandra becerebilirdi. Şimdiye kadar başından böyle şeyler geçmemesine rağmen Rum kadınlarının az bir para için her şeyi, istisnasız her şeyi kabul edegeldiklerini biliyordu. Kulağına gelen aşk maceralarının hemen hepsinde Rum kızlarının, Rum kadınlarının parmağı görünüyordu.
İşte bu düşünce, Terzi Aleksandra’dan istifade etmek düşüncesi, Nadire Hanım’ın yeni baştan söze girişmesiyle sonuçlandı:
“Terzi hanımı bu gece bırakmayacağım. Sabaha kadar da uyutmayacağım. Ya sözünü geri alır benim çirkinliğimi yüzüme karşı söyler yahut neremin güzel olduğunu ispat eder. Başka türlü elimden kurtulamaz.”
Teklif, Aleksandra’nın canına minnetti. Gönül buhranı geçiren kızın sırrını almak için zaten telaş edip duruyordu. Fakat nazlanmayı elden bırakmadı. Anasıyla babasının merak edeceklerini ileri sürerek biraz kırıttı. Dürdane Hanım hakem vaziyetinde bulunduğu için müdahale gecikmedi, “Kızımı kırma, eve haber göndeririz…” diyerek bahsi kapadı ve bilmeye bilmeye Nadire’nin de Aleksandra’nın da emellerine hizmet etmiş oldu.
***Nadire Hanım, annesini babasının yanına yolladıktan, kardeşinin yatağını gözden geçirip sürahisiyle şamdanını baş ucuna, gecelik bohçasını yorganın üstüne, terliklerini yerine koyduktan sonra kendi odasına can attı.
Dakikalar, kendisine uzun, çok uzun geliyordu. Beslemenin koynunda kalan mektup, o mübarek aşk vesikası bir an bile gözünden uzaklaşmıyordu. Nevcivan’ın teninden satırlara bir şey buluşması, bir kelimenin soluklaşması, bir noktanın silinmesi ihtimalini düşündükçe göz bebeklerinde yakıcı bir sızı canlanıyordu. Fakat anasını savmadıkça, kardeşinin odasını dolaşmadıkça aşk ile baş başa kalmak imkânı yoktu. Binaenaleyh, heyecanını yenerek, sabırsızlığını içine sindirerek birkaç saat oyalanmıştı.
Nihayet odasına girebildi, uzun bir nefes aldı. Ve kendisine refakat eden Nevcivan’ın üstüne atılarak haykırdı:
“Ver kız, mektubumu ver!”
Terzi Aleksandra, hain ve sessiz bir hızla bu çılgın telaşı gözden geçiriyordu. Tahmininde isabet ettiğini bir kere daha anlayarak seviniyor, insafsız ihtiyarın canevine kundak koymak için eline geçmek üzere bulunan fırsatı kaçırmamak azmiyle zekâsını seferber ediyordu. Nadire Hanım, bu yeni sırdaşına izahat vermeye lüzum görmedi. Beslemenin koynunda hayli ısınmış olan mektubu öpüp koklamakla meşguldü. Neden sonra, biraz aklını başına topladı, “Oturun…” dedi. “İkiniz de oturun, zavallı adamı dinleyin!”
Aleksandra, bir iskemleye oturdu, Nevcivan kilimin üzerine diz çöktü. Nadire Hanım, lambanın dibine bağdaş kurup titrek elleriyle kâğıtları çıkardı, kelimeleri okumaya başladı.
Mektup, “Nadire!” diye başlıyordu. Hülyalı delikanlı, meşhur Namık Kemal’in Abdülhak Hamid’e yazdığı bir mektupta “Sana hitap etmek için isminden büyük kelime bulamıyorum!” demesinden ilham almışa benziyordu.
Onun mektuba bu şekilde başlamakta isabet gösterdiğine de şüphe yoktu. Çünkü başlangıçtaki teklifsizlik, okuyanın da dinleyenlerin de ayrı ayrı alakalarını uyandırmıştı. Hacı Hafız Nesimi Efendi’nin çirkin kızı, kendi adını değil de kutsi bir kelime telaffuz ediyormuş gibi sesine bambaşka bir eda vermiş ve kelimeyi söyler söylemez de gözlerini kızlara çevirerek manalı bir istizah21 yapmıştı. Zihninde bir hayli mülahazalar dolaşan Aleksandra, ilk aşk mektubunun böyle sade bir hitap ile başlamasını büyük bir kabalık saymakla beraber Nadire’nin sesindeki heyecan ve başındaki sevinç hasebiyle hükmünü belli etmeyerek alkışladı:
“Güzel!”
Nevcivan, dudaklarını kıvırmıştı. Hanımının yüzünü görüp görmediği henüz belli olmayan şu yabancı erkeğin onu kırk yıllık dost gibi adıyla çağırmasını tuhaf bulmuştu. Mamafih o da bir şey söylemedi ve gülümsedi.
Nadire, başlangıcın kızlar üzerinde kuvvetli bir tesir yaptığı fikrine kapılarak satırları hecelemeye başladı. Süruri Bey, Kemal’den aldığı ilhamdan sonra alıntılarına devam ediyordu. O derecede ki her cümle bir muharririn veya bir şairin fikrini taşıyordu. Zavallı adam üst üste okumak kuvvetiyle hafızasına nakşettiği parlak sözleri, öz malı imiş gibi sayfalara sıralamıştı.
Fakat kelimeler çok çetrefil idi. Nadire, gülünç bir heceleyişle o garip terkipleri, o acayip lügatleri okumaya çalışıyor ve çoğunun manasını anlamadığı hâlde okumaktan gene bir haz alıyordu. Dinleyenlerin hissî vaziyetleri kendisinden çok farklı idi. Besleme Nevcivan, bu sözlerden ne zevk ne mana alabilmişti. Küçük hanımı tavan aralarında inleten, şimdi de ateşlendiren bu mektup, kendisine hiçbir şey ilham etmiyordu. Bir koyun melemesi, bir kedi miyavlaması, onun için şu çetrefil kelimelerden daha çok anlamlı gelecekti. Gerçi Süruri denilen yabancı adamın aşktan ve âşıklıktan bahsettiği anlaşılıyordu. Fakat sözleri deli saçmasına benziyordu.
Aleksandra, bilakis, muhabbetnameye gittikçe çoğalan bir alaka gösteriyordu. O, İstanbul’un çirkinler kraliçesine name yazan adamın ya aldanmış bir sersem yahut aldatmaya hazırlanmış bir sahtekâr olduğunu anlamıştı. Lakin onu dilbaz buluyordu. Arapça, Acemce kelimeler, onun da kafasında zevksiz bir gürültü yapmıyor değildi. Şu kadar ki bazı sözlerden gene bir şeyler idrak edebiliyordu. Okuyabildiği kitaplar, karıştığı sevdalı münakaşalar kuvvetiyle mektup sahibinin neler söylemek istediğine biraz intikal ediyordu. O sebeple, Nadire’nin hecelemesini bir aralık kesmekten de geri kalmadı; “Hızlı geçiyorsun!” dedi. “Sözlerin tadını adamakıllı alamıyoruz. Biraz daha yavaş okusanız fena olmaz.”
Bu alaka, çirkin kızın neşesini ve heyecanını artırdı. Artık kelimeleri üçer, satırları da ikişer defa tekrar etmeye başladı. Zaten uzun olan mektubun bu suretle üç kat daha uzaması, besleme Nevcivan’ın hiç hoşuna gitmemişti. Fakat Süruri Bey’in, “Güzellik gibi aşk da gizli kalmaya mütehammil değildir, tanınmak ve bilinmek ister!” girişiyle kendisini tarife tahsis ettiği sayfalar nispeten sade olduğu için, yavaş yavaş onun da merakı uyandı, esnemeyi bırakarak âşık efendiyi dikkatle dinlemeye koyuldu.
Mektup, hakikaten incelmişti. Süruri Bey, nefsini tasvir etmekte aşkı ve güzelliği tariften daha büyük bir kudret göstermişti. Saçlarından başlayarak topuğuna kadar kendisini mükemmelen resmediyordu.
Bu tasviri yalnız dudaklarında değil gözlerinde de canlandıran ve okuyuş tarzına şimdi yayvan bir öpüş şekli bulaşan Nadire Hanım gibi Aleksandra da, Süruri Bey’i âdeta karşısında görüyor gibi oluyordu. Koyu siyah saçlarıyla, gür kaşlarıyla, kara gözleriyle, kıvrık bıyıklarıyla, buğday rengiyle, uzunca ve ince boyuyla mektup sahibi onların da karşısında canlanıyor ve tebessüm ediyordu!
Şimdi sıra aşkın dileklerine gelmişti. Süruri Bey, bu pek nazik ve pek tehlikeli noktayı da cesur bir hamle ile apaçık izah edivermişti. Onun pervasız bir açıklıkla yaptığı açıklamaya göre “sevgililerin yekvücut olması” lazımdır. Bununla beraber o, sadece yekvücut olmak gerekliliğini ileri sürmekle yetinmiyordu, ezeli bir güzelliğin gerektirdiği bedenî birleşmenin âşık ve maşuk arasında “ayniyet” teşkil etmesi icap edeceğini de söylüyordu.
Sonra, iki sevgili arasında “ayniyet”in ne demek olduğunu anlatıyordu. Nadire Hanım, şevk ile hecelediği bu çok üryan tahlillerden iliklerine kadar tat almakla beraber kızarmaktan geri kalmıyordu. Yanındakilerden de utandığı için bir ağız yapmak istedi, mırıldandı: “Kalbi gibi kalemi de hasta. Ne yazdığını bilmiyor. Fakat aşağı tarafları daha usluca!”
Çirkin kızın “aşağı tarafları” dediği sayfalar hicran ve arzu terennüm eden basmakalıp sözlerle dolu idi. Âşık efendi, hicran gecelerinin tükenmek bilmeyen uzunluğunu anlatırken ayları, yıldızları söyletiyor; sevgilisini bazen aya bindirerek meçhul ufuklarda dolaştırıyor, bazen yıldızların başına geçirerek zeybek oyunu oynatıyordu. Bu gevezelikler arasında rüyalarını hikâye etmeyi de unutmuyordu. Alelade sekiz, on saat uzayıp giden geceler, Süruri Bey’in tarifine nazaran, binlerce sene uzunluğunda olduğu için o geceler içinde görülen rüyalar da sonu gelmeyen masallar gibi bir şey oluyordu.
Nadire Hanım, kendi yüzünden uzayıp giden gecelerin hikâyesini, mektubun hayli ağdalı olan diğer sayfalarından daha iyi anladığı için hecelemeyi bırakmıştı. Kelimeleri artık kekelemeden okuyor ve satır başına biraz daha sarhoş oluyordu.
Nihayet mektubun sonu geldi ve Nadire Hanım, dinlediği tatlı masalın biteceğini anlayarak yüzünü buruşturan bir çocuk acınışıyla içini çekti, “Artık bitiyor.” dedi. “İki yaprak kaldı!”
Bu iki yaprak, garip bir tavsiye ve hazin bir feryat taşıyordu. Sayfa sayfa aşktan, güzellikten, hicrandan, rüyadan bahseden Süruri Bey, şimdi sevgilisine tuhaf bir tavsiyede bulunuyordu:
“Güzel mahluk!” diyordu. “Seni yordum, sinirlerini oynattım. Bu günahımı tamir için sana bir zevk, lahuti bir zevk takdim etmek isterim. Hemen kalk, soyun! Mektubumu gümüş göğsüne bas, yatağına gir, gözlerini kapa ve beni düşün! ‘Gönülden gönüle yol var’, demezler mi? İşte, göze görünmez perilerin eliyle yapılan bu yoldan benim yanına geldiğimi göreceksin. Fakat acele etme. Gözlerin gene kapalı dursun. Ta ki orada, senin ayaklarının ucunda uzun bir neşide okuyayım! Aşkımın azametini, hicran günlerinin elemlerini sana dilimle anlatayım. Beni dinledikten sonra emir senindir. Dilersen evindeki kedi gibi başımı göğsüne koyarak sana yoldaşlık ederim. Dilersen okuduğu ilahilere rağmen sadaka alamayarak eli boş dönen bir dilenci gibi sesimi kesip geri dönerim. Bu zıt neticeler, sana takdim etmek istediğim zevki ihlal edecek değildir. Beni yanında alıkoysan da geri göndersen de sesimin aksi kulaklarında titreyecek ve göreceğin rüya gene benden ibaret kalacaktır. Rica ederim, çok rica ederim, bu büyük rüyayı elde etmek fırsatını kaçırma!
Ve sonra, çığıra filan lüzum görmeden bir sürü çığlıklar sıralıyordu:
“Nadire, güzel Nadire, güzeller güzeli Nadire, ezeliyetin kızı Nadire, ebediyetin kızı Nadire! Seni seviyorum, çıldırasıya seviyorum, ölesiye seviyorum, ağlaya ağlaya seviyorum, güle güle seviyorum, düşüne düşüne seviyorum, çırpına çırpına seviyorum, seviyorum, seviyorum.”
Mektup bitmiş, Nadire Hanım’ın da kuvveti tükenmişti. O sıra sıra “seviyorum”ları tekrar ederken önce kızarmış, sonra sararmış ve müteakiben bembeyaz kesilmiş, nihayet ıspazmoz22 geçirir gibi zangır zangır titremeye başlamıştı. Son kâğıdı elinden bırakırken acınacak bir hâlde idi. Sanki bizzat aşkını haykırmış, hüsranını inlemiş, merhamet dilenmiş gibi yorgundu. Mavi gözlerinde donuk bir ızdırap, dudaklarında soluk bir titreyiş vardı, önüne bakıyordu.
O, iki kelimenin kulaklarında çınladığını duyuyordu: “Kalk, soyun!” Şu odada bir aşk mektubunu tahlil etmek için toplanıldığını hemen hemen unutmuştu. Kalkmak, soyunmak ve bu suretle Süruri Bey’in emrini biihtiyar23 fakat bahtiyar yerine getirmek istiyordu.
Şüphe yok ki bu dilek, bu istek, o kelimelerin vücuda getirdiği bir telkin neticesi idi. Basit dimağların en göze çarpan hususiyeti, telkine kabiliyettir. Herkes, az veya çok telkine kabiliyetli olmakla beraber bu yetenek, Nadire ayarındaki kadınlarda son derece yüksektir. Bununla beraber terzi kızla Nevcivan da ayrı ayrı tesirler altında düşünüyorlardı.
Bin dereden su getirdikten sonra bir mitralyöz silsilesi ve şiddetiyle muhabbetini püsküren meçhul erkeğin yaptığı bu bombardıman, onları da şaşırtmıştı. Nevcivan, birer ateşli tane gibi arka arkaya kulağına çarpan o “seviyorum” kelimelerinden garip bir eza duymuş; Aleksandra, yanlış bir hedefe tevcih edilen bu aşk kurşunlarının taşıdığı tatlılıkla sarsılmıştı.
Hülasa: Üçü de dalgındı. Ani bir yaylım ateşine uğradıktan sonra sığındıkları yerde heyecanlarını gidermeye çalışan askerler gibi karışık bir hâletiruhiye geçiriyorlardı. Sinirlerine ağır bir bulut sarılmış gibiydi. Dakikalardan sonradır ki bu bulut çözülmeye ve kızlar kendilerini toplamaya başladılar. İlk uyanıklığı gösteren gene Aleksandra idi. Evvelce eğlene eğlene dinlemek istediği mektubun yüreğinde uyandırdığı kıskançlıkla sarsılıyordu ve yine ikiyüzlü konuşuyordu:
“Tebrik ederim, Nadire Hanım! Değerli bir âşık bulmuşsunuz.”
Çirkin kız, tatlı bir uykudan uyanır gibi silkindi ve mırıldandı: “Ben onu bulmadım, o beni buldu!”
“Seviştikten sonra hepsi bir kapıya çıkar. İster siz onu bulun, ister o sizi bulsun, ne farkı var?”
“Sevişmeyi de birdenbire nereden çıkardın? Süruri Bey beni sevdiğini söylüyor, bakalım ben onu sevecek miyim?”
“Nazlanıyorsunuz, böyle bir delikanlıyı sevmeyip de kimi seveceksiniz. Sözü güzel özü güzel bir adam.”
“Sözünü güzel buldun diyelim. Özünün güzelliğini nasıl anladın?”
“İyi söz, iyi özden çıkar. Öyle değil mi, Nevcivan?”
Nevcivan, dalgın dalgın cevap verdi:
“Siz, düş görüp el çırpıyorsunuz. Kendi kendinize dernek yapıp gerdeğe giriyorsunuz. Bir kere işi kökünden taraklasanıza!”
Nadire de, Aleksandra da sordular: “Neyi kökünden taraklayalım?”
“Süruri Bey mi, Süruri Efendi mi, nedir, işte o adam küçük hanımı nerede görmüş?”
Aleksandra, Nadire’den evvel atıldı: “Elbet bir yerde görmüş. Bu kadar bilgili, görgülü bir delikanlı, görüp tanımadığı kızlara mektup yazacak değil a.”
“Hayır! Mektupta hanımı gördüğünü söylemiyor yahut söylüyor da ben anlamıyorum.”
Sual, mühimdi. Süruri Bey’in Nadire Hanım’ı şahsen görüp beğendiği tahakkuk etmedikçe24 iddia ettiği aşkın doğruluğuna inanmak safdillik olacaktı. Gerçi onun Nadire’yi tanıdığına delalet eden emareler yok değildi. Mesela kızın, babasının isimlerini, mahallelerini, sokaklarını, evlerinin numarasını biliyordu. Demek ki Nadire Hanım’ın pek de yabancısı mevkisinde bulunmuyordu. Fakat hanımı nerede gördüğünün bilinmesi gene lazımdı. Aksi takdirde onun muziplik yaptığından, alay olsun diye böyle bir mektup yazdığından gerçekten şüphe edilebilirdi.
Nevcivan, sualinin uyandırdığı tereddütten cüret alarak fikrini izah etti:
“Dost var, düşman var… Komşulardan birinin eğlenmek için böyle bir düzen kurmadığı ne malum? Bunu düşünmek lazım değil mi?”
Besleme kız, kendi de bilmediği hâlde, hakikatin bir kısmına temas etmişti. Filhakika Tatlıdil mecmuasına Nadire imzasıyla gönderilen kupon, komşu kızlardan biri tarafından doldurulmuştu. “Çirkinlerin bahtı iyi olur!” kanaatini besleyen bu komşu çocuğu, Nadire’ye söylemeye lüzum görmeden bilmece kuponuna onun imzasını koymuş ve tesadüf de kanaatini tasdik edivermişti. Bu zararsız hileyi yapan kız, Nadire namına verilecek hediyeyi bile almıştı ve hilesini çirkin komşusuna söylemeyi hatırına getirmiyordu. Şu hâle göre, Nevcivan, kısmen bir hakikate temas etmiş oluyordu.
Aynı zamanda Aleksandra’nın da zihninde lemalar uyanmıştı. Mektup sahibinin her şeyden bahsettiği ve kendi şahsını uzun uzun tasvire kalkıştığı hâlde Nadire’nin ne saçı ne kaşı için tek bir kelime yazmamasını şimdi garip buluyordu. Süruri Bey, hakikaten mevcut ve Nadire Hanım’a da söylediği gibi tutkun ve bağlanmış ise onun boyuna bosuna dair bir hayli şeyler söylemesi, sevgilisinin nesine ve neresine gönül verdiğini anlatması icap ederdi. Böyle bir kızın sevilmesi esasen mümkünsüz olduğuna ve mektubun da en mühim bir noktayı sessiz bırakmasına göre işin içinde tatsız bir latife, hain bir alay bulunduğu açığa çıkıyordu.
Terzi kızı, bu umulmaz âşığın zaten bir sersem veya sahtekâr olduğuna kani idi. Lakin iki surette de Nadire’yi şahsen tanıdığını sanıyordu. Şimdi bu sanı sarsılıyordu. Besleme Nevcivan, dürüst bir görüşle parmağını hadisenin en canlı yerine basmıştı. Eğer Nadire Hanım, beslemesinin fikrini kabul ederek bu aşk oyununu başlangıcından bozarsa Aleksandra için büyük bir fırsat, intikam fırsatı heder olacaktı. O takdirde, meseleyi sıkı yakalamak, pişmek üzere bulunan aşa su katılmasına mâni olmak gerekti.
Terzi kız, bu düşünce ile sahte bir ciddiyet takındı:
“Nevcivan!” dedi. “Kısa düşünüyorsun. Eğlence için düzinelerle kâğıt doldurulmaz. Sonra, mektuptaki iniltilere baksana! Boş yürekten bu yanık sesler çıkar mı? Ben, işin doğru olduğuna hiç düşünmeden yemin ederim. Süruri Bey’i tanımıyorum. Fakat şu mektup sahibinin küçük hanıma gönül verdiğine işte istavroz çıkarıyorum.”
Besleme kız, ısrar ediyordu: “Peki ama küçük hanımı bu adam nerede görmüş?”
“Ne bilelim biz! Belki çarşıda, belki sokakta gördü, belki bir evde rastladı da anahtar deliğinden gözetledi. Dünya bu, olmaz olmaz ki?”
Nadire Hanım, yüreği sıkıla sıkıla konuşmayı dinliyordu. Utanmasa beslemeyi azarlayacak, odadan kovacak, terzi kızı da kucaklayıp dudaklarından öpecekti. On beş yaşına girdiği günden beri için için doğumunu beklediği muhabbet güneşi, işte otuz yaşına ayak bastıktan sonra ilk nurunu yüreğine dökmüştü. Besleme Nevcivan, bu mukaddes doğumu âdeta söndürmek, o mübarek ve sıcak ziyayı henüz yüreğine yayılırken söküp atmak istiyordu. Aleksandra ise bu zalim taarruzu defe çalışıyordu. Besleme, bir gaddar; terzi kız, müşfik bir dost görünüyordu.”
Fakat ne ötekini azarlamaya ne berikini okşamaya bir müddet cesaret edebildi… Derin bir eza içinde, münakaşanın neticesini bekledi, Aleksandra’nın son sözü üzerine ise artık dayanamadı:
“Mektup…” dedi. “Bana yazılıyor, tasası Nevcivan’a düşüyor. Ben bu işe inandıktan sonra başkasının şüpheye düşmesi saçma olmaz mı?”
Nevcivan, saffetli bir inat ile hanımına da karşılık vermekten çekinmedi:
“Ben sizin için tasalanıyorum, işin sonunda bir maskaralık çıkar da el diline düşerseniz iyi mi olur? Ortada dönüp dolaşan zaten bir avuç kâğıt. Onu da kimin yazdığı belli değil. Hele biraz ağır olun. Suya yanaşmadan paçaları sıvamayın, çorbayı görmeden kaşığı hazırlamayın.”
Şimdi münakaşa hararetlenmişti. Süruri Bey’in mevcut bir şahsiyet mi yoksa muhayyel bir şey mi olduğu esası üzerine görüşler, düşünceler üretiliyordu. Nadire Hanım, kelimelerinde abıhayat dalgalanan âşığının varlığına ve yokluğuna dair söylenen sözleri, müthiş bir azap içinde dinliyordu. Sözün uzadığını görünce bağırdı:
“Ben sizi değil gönlümü dinliyorum. Süruri Bey’i de düpedüz karşımda görüp duruyorum. Zaten Halep orada ise arşın burada! Kendisine kısa bir cevap yazar, göndeririz. Karşılığını alırsak kimsenin diyeceği kalmaz.”
Nevcivan, gene bir müşküle işaret etti:
“Yazacağınız cevabı nereye göndereceksiniz? Süruri Bey, sarı çizmeli Mehmet Ağa gibi bir şey. Evi belli değil, yeri belli değil!”
Aleksandra, bu noktayı deminden beri zihninden geçirip duruyordu. Sayfalar dolusu yazı yazan meçhul erkeğin adres göstermemesi dikkatinden kaçmamıştı. Fakat o, garip görünen bu eksikliği, âşık efendinin ihtiyatperverliğine yormak istiyordu. Nadire’nin böyle bir teşebbüsten kızarak ters bir cevap vermesi, hatta mektubun Nadire’den evvel babasının eline geçerek polise yollanması muhtemeldi. Süruri Bey, şüphe yok ki, bu ihtimalleri göz önüne almış ve ihtiyat gösterip adresini vermemiş olacaktı. Nadire Hanım’ın birdenbire gösterdiği çılgın sevince nazaran lüzumsuzluğu meydana çıkan şu ihtiyatın şimdi zararı da hissolunmaya başlıyordu. Kızcağız, hemen cevap vermeye hazır fakat bu emeli tatmin etmek vasıtasından mahrum bulunuyordu.
Terzi kız bütün bu noktaları çarçabuk tahlil ve terkip etti:
“Sarı çizmeli Mehmet Ağa’mızı…” dedi. “Bulmak kolay!”
Nadire coşkun bir arzuyla, Nevcivan da gizli bir alay ile sordular: