Читать книгу Hürrem Sultan (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (5-ая страница книги)
bannerbanner
Hürrem Sultan
Hürrem Sultan
Оценить:
Hürrem Sultan

4

Полная версия:

Hürrem Sultan

Siyasi hesaplar, idari mülahazalar bu suretle bir yana bırakılıp da orduya dilediği gibi yürümek imkânı verilince tabii olan netice gecikmedi, Türk şahbazları -tarihçi Hoca Sadettin- bütün Frenk müverrihlerince iktibas olunan tabiri vecihle zincirden boşanmış aslanlar gibi ileri atılarak hendekleri aştı, duvarları tırmandı, burçlara yükseldi ve İspanyol, İtalyan, İngiliz şövalyelerinin müdafaa ettiği istihkâm manzumeleri birer birer düşürüldü, kalenin muhtelif yerlerinde Türk bayrağı dalgalandı.

Türk gücünün Rodos semalarına astığı bu bayraklar, o yağmurlu havada -Tanrı’nın bile eşini henüz yaratmadığı- birer kavsi kuzah gibiydi ve şimdi yağmur, Türk gücünün azametini toprağın göğsüne nakşetmek için süzülen tarih satırlarını andırıyordu.

Süleyman, kalenin bağrına el sunulduğunu ve Türk kılıcının hâkim mevzilerde yer alarak şövalyelerin diz çöker vaziyette dövüştüklerini görünce hücumu durdurdu:

“Kale…” dedi. “Bizimdir. İstediğimiz anda içeri girebiliriz. Bu durumda boş yere kan dökmeyelim. Heriflere teslim olmalarını teklif edelim.”

Bu mülahaza yerindeydi. Çünkü bir tepeye teşbih edilmesi mümkün olmayan kalenin aylardan beri eteğinde duran Türk ordusu şimdi zirveye yükselmişti ve şövalyeler ordusu tepenin öbür tarafındaki eteğine sürülmüştü. Etekten zirveye yükselen aslanların aşağı süzülmeleri kısa bir zaman işiydi ve bu süzülüşe hiçbir kuvvet engel olamazdı. Bu vaziyette son bir şefkat hamlesi yapmak Türklüğün uluvvücenabına uygun düşecekti.

Ordu, kendi özündeki insani kemale, medeni olgunluğa pek yakışan tevakkufu memnuniyetle kabul etti ve yeni mevzilerine yerleşerek intizar durumuna geçti. Fakat şövalyeler, şaşkınlıktan doğma bir inatla şehri teslime yanaşmamışlardı ve Cem Sultan’ın oğlu Prens Murat’ı da bir pazarlığa mevzu yapmak için Türk karargâhına yollamamışlardı. Bunun üzerine Süleyman şu ültimatomu gönderdi:

“Üç gün daha beklerim. İrademe uyulup da şehir kapıları orduma açılmazsa Rodos’un insanları değil kedileri de ölüme mahkûmdur.”

Şövalyeler dilediklerini yapmak kudretini taşıyan Türklerin bu korkunç tebliği karşısında bütün ümitlerini kaybetmişlerdi, iliklerine kadar titremeye koyulmuşlardı, lakin diplomasi entrikaları çevirmeye yeltenmekten yine geri kalmıyorlardı. Çünkü papadan yardım bekliyorlardı. Avrupa’nın harekete geçeceğini umuyorlardı. Bu sebeple iki yüzlü davranmak yolu tutuldu, Sultan Süleyman’dan beş on gün daha mühlet istendi ve bu müsaade alınır alınmaz, henüz Türkler tarafından işgal olunmayan yerlerin tahkimine girişildi.

Şövalyeler, Cem Sultan’ın oğlu Murat’ı Rodos Adası’yla değiştirmek istiyorlardı. Hünkârın buna muvafakat etmeyeceğini ve etse bile ordunun adadan çıkmayacağını sezince fikirlerini değiştirmişlerdi, prensin adadan kaçırılması çaresini aramaya koyulmuşlardı. Tahakkuk eder gibi görünen felaketin katileşmesi hâlinde bu prensten istifade edilerek Türklerden intikam almayı tasarlıyorlardı.

Her gün Hürrem’den mektupla bir buse alarak yaman bir vuslat iştiyakına kapılan hünkâr, mühlet devresinin sonunu iple çekiyordu. Şövalyelerin işi yine savsaklamak ve yeniden mühlet almak istediklerini görünce, soğukkanlılığını muhafaza edemedi, haykırdı:

“Söz artık ordunundur. Ben susuyorum, şövalye gidilerle gaziler konuşsun.”

Gaziler, düşmanla konuşmak için zaten küçük bir işaret bekliyorlardı. Hünkârın şu sözüyle o işaret verilmiş oldu ve ordu zafer yoluna atıldı. Şimdi yükseklerden aşağıya doğru bir süzülüş başlamıştı. Evvelce yerden göğe çıkar gibi imkânsızlıklar yene yene kalenin hâkim noktalarına yükselen şahbazlar, bu sefer gökten yere ağıyorlardı. Manzara, bir baş üstünde kümelenmiş bulutların kalbe doğru inişini andıracak biçimdeydi ve kale şeklinde tecessüm eden bu kalp, çarçabuk yıldırımlarla örülüvermiş bulunuyordu.

Ortada artık ne burç, ne hendek vardı. Türkler şehrin kapılarına dayanmışlar ve bu kapıların gerçekten mucizeler halkeden Türk kılıcına dayanmasına imkân yoktu. Üstadıazam, bu durumda -yarım ilah çalımı satan- General Guyot de Marsehac’la kendi alemdarı Hanri Mauselli’ye yalvararak onlardan inhizamı zafere çevirecek besalet harikaları bekliyordu. Türklerin sert bir hamlesi onun yalvarışlarına ve umuşlarına da nihayet verdi, generalle alemdar, başlarında bulundukları fırkalarla beraber bir çukurun içine gömüldü. Rodos artık düşüyordu. Bunu yüksek bir noktadan heyecanla seyreden hünkâr da, sığındığı son siperden ağlaya ağlaya temaşaya dalan üs-tadıazam da anlamıştı. Fakat beklenen hadise, umulan anda vukua gelmedi ve binbir renkli dalgalarla kabara kabara, önüne tesadüf eden her şeyi parçalaya parçalaya yürümekte olan coşkun su, ansızın durdu. Dalgalar yine kabarıktı, lakin yürümüyordu.

Hünkâr, şehre girmek üzere bulunan ordunun birdenbire duraladığını görünce şaşırmıştı, yanı başında yer alıp kendisi gibi hayret içinde kalan Hasodabaşı İbrahim’e telaşla soruyordu:

“Ne oluyor böyle?”

İbrahim’den önce rikâb ağalarından biri cevap verdi:

“Beyaz bayrak çekildi, ordu yürüyemez artık.”

Doğru söylenmişti, şövalyeler taştan, demirden, kazıktan, zincirden yapılmış bütün engelleri silip süpürerek, canlı ve cansız tesadüf ettiği her seddi söküp atarak ilerleyen Türk dilaverlerine karşı konulmayacağını anlar anlamaz yer yer beyaz bayrak çekmişlerdi. Galip ordu, işte bu durumda önüne aşılmaz bir uçurum açılmış gibi hareketten kalmıştı, yerinde sayıyordu.

Yekpare taşlardan yapılma ehramvari duvarların, içi su dolu geniş hendeklerin yürümekten alıkoyamadığı bir orduyu üç beyaz bayrağın hareketsiz bırakması garip görünür. Fakat bu hâlde garabet değil azamet ve haşmetli bir rikkat vardı. Çünkü zaafa, acze ve yalvarışa değer veren insan kuvveti, haki ve fani olmaktan çıkar, semavi ve lahuti bir kıymet alır. Türk ordusu da Rodos kıyılarında yıkıcı, ezici, mahvedici bir coşkun sel olmaktan ansızın uzaklaşmış, her zerresinde medeni olgunluğun ışığı yanan bir ulüvvücenap abidesi hâline geçmişti. Cesur şövalyeler, koca bir bahadırlık tarihi ve bütün Rodos, kendilerini temsil eden, üç beyaz bayrağın gölgesinde diz çökerek bu abidenin eteklerini öpüyordu.

Hünkâr, hiçbir kuvvetin, zaafa, acze ve yalvarışa karşı şefkat gösteren orduyu artık yürütemeyeceğini takdir ettiği için sadrazama bir çavuş yolladı, şövalyelerin teslim olmak hakkındaki ricalarını dinlemesini emretti. Rodos burçlarını yıkan, hendekleri aşan Türk ordusu, şimdi şövalyelerin hayatını tekeffül etmiş oluyordu ve sadrazam, kalelerden gelen murahhaslarla görüşürken o alicenap kefilin haysiyetine hürmet etmeyi borç tanıyordu.

Rodos’a ilk Türk güllesi 8 Temmuz 1522’de düştü, beyaz bayraklar ise 21 Kanunevvel 1522’de çekildi. Demek ki kale tam beş ay Türklere karşı koydu ve Türkleri yordu, bu yüz elli gün içinde Kara Mahmut Reis gibi, Elbasan Alay Beyi Murat gibi her biri bir Rodos değerinde birkaç düzine kahraman Türk şehit olmuştu. Yeniçeri Ağası Bali Bey gibi tek katre kanının değeri yüzlerce şövalye eden yiğitler ağır yaralar almışlardı. Yakılan burçların yanında Türk şehitlerinin mezarları yükseliyordu. Harcanan para hesapsızdı, kantarlarla barut sarf olunmuş ve binlerce gülle heder edilmişti. Şövalyelerden diri kalanlar ve şehir halkından onlara uyanlar bütün bu hesapları ödemeye mahkûm bulunuyorlardı. Fakat düşmanı yenen ordu düşmanı affetmek büyüklüğünü de gösterdi ve Rodos’u müdafaa edenlerin hayatını bağışladı.

Teslim mukavelesini hazırlayan Sadrazam Piri Paşa gibi o mukaveleyi imzalayan padişah da ordunun dileğine boyun eğmek mecburiyetindeydi. Bu sebeple mukavele, mağlupların lehine oldu ve Türk ulüvvücenabı, resmî vesikalarla da tespit edildi. İmza edilen vesikalara göre bütün şövalyelerin -eşyalarıyla beraber- adadan çıkmaları için Türkler tarafından gemiler tedarik olunacaktı. Adada kalacak Rum ve Latinlerin şahıslarına, mallarına, mülklerine ve mezheplerine hürmet edilecekti. Herhangi bir korkuya mahal verilmemek için ordunun eşiğinde bulunduğu şehir kapılarından bir mil geri çekilmesi de ayrı bir maddeyle taahhüt edilmişti.

Hünkâr, ada murahhaslarıyla müzakere sırasında Cem Sultanzadeden bahis olunmamasını sadrazama emretmişti. Adadan yalnız şövalyelerin çıkmasına rıza gösterdiği için prensin nasıl olsa elegeçeceğini tahmin ediyordu. Şövalyelerse onun adını ağza almaktan tamamıyla çekinmişlerdi. Çünkü hünkârın, amcasının oğlunu bağışlamayacağını biliyorlardı ve şehzadeyi gizlice kaçırmaya hazırlanıyorlardı.

Ordu, siyasi konuşmalarla, senetleşmelerle alakalanmıyordu. Fakat Rodos’ta esir hayatı yaşayan binden fazla Türk’ün hürriyete kavuşabilmeleri için şövalyelerin selamete ermelerinin şart koşulduğunu duyunca bu alakasızlık heyecana münkalip oldu, müthiş bir feveran yüz gösterdi. Yiğit askerler, merhamet edip de canlarını bağışladıkları mağlup şövalyelerin, mazlum Türk esirlerini beş on gün daha zincirde inletmek gibi gerçekten çirkin bir hareketi ihtiyar etmekten çekinmediklerini görmekle son derece müteessir olmuşlardı.

Şehbazların yerden göğe kadar hakları vardı. Çünkü Rodos’u almak emeli oradaki Türk esirlerini kurtarmak kaygısından doğduğu gibi bu uğurda aralarında binlerce kurban vermişlerdi. Yeryüzünde ancak hür olarak yaşamaya alışkın olan Türklerin ırktaşlarından hatta bir tekini esir durumunda görmeye tahammül etmelerine imkân yoktu. Ordu işte bu imkânsızlığın kudretli bir timsali hâlinde Rodos’a gelmiş, burçlar devirmiş, hendekler aşmış ve halaskârlarını bekleyen ırktaşlarına kurtuluş müjdesini muhteşem bir zaferin kucağına sarıp sunmuştu. Bu hâle rağmen mağlupların şöyle hoyrat bir vaziyet almaları elbette infial uyandıracaktı.

Başta yeniçerilerle sipahiler olmak üzere bütün ordu, mağlup düşmana gösterdikleri şefkati yine muhafaza etmekle beraber, esir Türkleri hemen hürriyetlerine kavuşturmak için harekete geçmiş, şehre doğru yürümüştü. Hepsi silahsızdı ve bu hâlleriyle mağlup düşmanı17 ezmek için değil, millî bir borcu yerine getirmek için hareket ettiklerini göstermek istiyorlardı. Lakin şövalyeler, bu silahsız yürüyüşten de telaşa düştüklerinden bütün şehir kapılarını kapamışlar ve ellerinde bulundurdukları esirleri de -ayaklanmalarına meydan vermemek için- Aziz Yahya Kilisesi’ne doldurmuşlardı.

Silahsız askerin şehir kapılarını kırmaları beş on dakikalık bir iş oldu ve ırktaşlarına hürriyet getiren dilaverlerle bu hürriyeti sarsılmaz bir imanla bekleyen esirlerin kavuşması Tanrı’yı da sevinçten ağlatacak bir manzara teşkil etti. Kurtaranlarla kurtulanlar boyuna kucaklaşıyorlardı. O sırada bir sipahi, Türk’ün hiçbir yerde esir kalmayacağını bir kere daha ispat eden bu tarihî sahnenin heyecanını şehir dışına da aksettirmek istedi. Aziz Yahya Kilisesi’nin çan kulesine çıktı, gür sesle ezan okudu. Bir yeniçeri de Sen Nikola Kulesi mazgallarında bulduğu davulu çalarak manzaraya şen bir ses daha kattı ve o ezanı tarihin kulağına haykırmış oldu.

O gün Noel’in sabahıydı. Papa Ardiyen, Sen Piyer Kilisesi’nde kutsi dualar okuyordu. Pencere kenarından ansızın bir taş düştü. Yuvarlana yuvarlana papanın ayağı altına geldi. Kardinaller ve kilisede bulunanlar hayret ve dehşet içinde kalmışlardı. Yazısız bir mektuba benzeyen taşa bakıyorlardı. Papa, acı acı gülümsedi:

“Evlatlarım…” dedi. “Kilisenin istinat noktalarından biri bugün düşmüş olacak. Bu taş, o sukutu haber veriyor.”

Ve sonra ellerini yüzüne kapayarak ilave etti:

“Rodos için kana kana ağlayalım!“

Şövalyeler, çektikleri korkunun yersiz olduğunu anlamışlardı. Çünkü şehre, ellerinde sade birer değnek olduğu hâlde giren askerler, kimsenin burnunu kanatmamışlardı. Bu da gayet tabiiydi. Türk, kendi dileğiyle verdiği sözden dönmez. Askerler de, evvelce bağışladıkları ve hünkâra da bağışlattıkları canları incitmeyi hatırlarına bile getirmemişlerdi. Emelleri, esir Türkleri kurtarmaktı. Bu emele erince sevinmişler ve ezanlı, davullu bir nümayişten sonra geri dönmüşlerdi.

Bununla beraber, hünkâr üstadıazamın büyük korkular geçirdiğini düşünerek ona tesliyet ve emniyet vermek istedi, kendisini huzuruna davet etti. Haçı kılıca eş yapmış, dini silah kuvvetiyle yaşatmayı ülkü edinmiş bir tarikatın reisi olan üstadıazam, kendi karakterine göre kıyas yürüterek korktuğundan mı, yoksa şaşkınlığından mı, bilinmez, bu davete icabetten çekinmişti. Fakat şehri değnekle işgal edip de bırakan ordunun ne kendisine, ne başkasına eza etmediğini düşünerek akıllı davranmak yolunu tuttu, Türk ordugâhına gitti.

Hünkâr, divana riyaset ediyordu, memleket işleriyle meşgul oluyordu. Büyük otağın kapısı önünde on beş gemici, zincirler içinde titreşip duruyordu. Bunlar Rodos halkından birkaç kişiydi, Anadolu yakasına geçmeye teşebbüs eden bedbahtlardı. Üstadıazam, uzun müddet onların yanında kaldı, divanın dağılmasını bekledi. Fasılasız dökülen yağmura rağmen o, içine düştüğü sahneyi hayran hayran tetkik ediyordu. Kapıcılar, çavuşlar, divana girmek nöbeti bekleyen beyler, paşalar hep yağmur altındaydı. Fakat kimse, yüzünü ekşitmiyordu, açık havada bulunuyorlarmış gibi sakin görünüyorlardı. Yağmur, ehramlar üstüne düşen jaleler gibi bu demir vücutlu Türkler üzerinde hiçbir ıslaklık vücuda getiremiyor gibiydi. Üstadıazam bu hâle ve her Türk’ün endamında beliren azamete, celale karşı derin bir imrenti seziyor ve bu imrenişin hararetiyle kış yağmurunun soğuk temasını duymaz oluyordu.

O sırada divanda heyecanlı bir münakaşa geçiyordu. Vezirlerden bir kısmı suçlu gemicilerin üçer yüz değnek vurulmak suretiyle cezalandırılmasını, bir kısmı da küreğe konulmalarını istiyorlardı. Hünkâr, iki tarafın da fikrini anladıktan sonra kaşlarını çattı:

“Onları…” dedi. “Kendi kadırgalarının serenlerine asmalı!”

Sadrazam Piri Paşa, sıkıla sıkıla mülahazasını ortaya attı:

“Tanrı’nın merhameti gazabından yüksektir. Efendimin de şefkati hiddetinden galip olmalıdır. Bu bedbahtlar gerçi ağır suç işlemişlerdi. Fakat bizi beş ay burada alıkoyan, binlerce askerimizi şehit eden düşmanın hayatını bağışladınız. Bunların da kuşça canlarına kıymayın.”

Hünkâr, sert bir işaret yaptı:

“Lala…” dedi. “Yanlış düşünüyorsun. Acze düşen düşman affolunur. Lakin bizi acze düşürmek isteyen dost affolunmaz, olunamaz. Bu gemiciler, adadan adam kaçırıyorlardı. Henüz zapt olunan bir yerden adam kaçırmak kazanılmış zaferi küçültmeye çalışmak demektir. Asılmalı hainler!”

Süleyman’ın bu ağır hükmü niçin verdiğini divanda oturanların hepsi seziyordu. O, adadan adam kaçırmak yolunun kapanmaması hâlinde amcası oğlunun da bir yol bulup savuşacağını düşündüğünden sert davranıyordu. Bununla beraber istinat ettiği mantık da yerindeydi. Henüz düşman vaziyetinde bulunanlara el uzatılmak ve onları Anadolu’ya kaçırmak gerçekten müsamaha olunur cürümlerden değildi. Piri Paşa, bir söyleyip de iki dinlemişti, yersiz bir mülahaza yürüttüğünü de anlayarak sıkılmıştı. Hünkâr:

“Düşünüp durma lala.” dedi. “Mahkûmları gidert, kapıda bekleyenleri de yanıma getirt.”

Üstadıazam, on beş gemicinin ölüm hükmünü nasıl bir sükûnetle kabul ettiklerine de şahit oldu. Onlara: “Öleceksiniz!” diyen ağız kadar bu emri dinleyen kulaklar da titremek bilmiyorlardı. Bu, hâkimin kendini adil bulduğu kadar mahkûmun da nefsini haksız ve suçlu gördüğünü gösteriyordu.

Üstadıazam, kılıç vuruşları, kale dervişleri gibi giyinişleri, bakışları ve konuşmaları da ayrı ayrı birer azamet numunesi olan Türklerle nasıl olup da boy ölçüşmeye yeltendiğini kendi kendine soruyor ve yaptığı işi rüyada geçmiş sanarak için için hayret geçiriyordu. İşte o sırada Piri Paşa’nın sesi onunla ilgilendi ve emrin verildiği duyuldu:

“Rodos beyi el öpecektir. Sırtına kaftan geçirin.”

Bizim tarihçilerin hilat, Frenk müverrihlerinin manteau d’honneur dedikleri yakası sırmalı üstlük üstadıazamın omzuna atılırken saray memuru yapılacak rasimeyi de ihtar etti:

“Yakasını öp, sonra sırtına geçir!”

Üstadıazam, dudaklarına temas eden kumaşta galip hükümdarın ayaklarını sezdi ve titredi. Kendisine hilati değil hünkârın ayağını öptürdüklerini anlıyor ve bu zarif tahakkümde bütün ikbalin yerlere atıldığını görüyordu. Bu ruhi görüşün uyandırdığı sersemlik geçmeden iki çavuş kollarına girmişlerdi. Onu otağa sokuyorlardı. Mağlup kumandan ancak şimdi şuurunu toplayabilmişti ve kendini yenen, temsil ettiği tarikatı da tarih avaresi hâline koyan adamı bütün idrak kabiliyetiyle temaşaya çalışıyordu. Fakat galibine dikilen gözlerini o yükseklikte tutamadı, çarçabuk yere eğdi. Çünkü hünkâr kendisine güzide bir yeniçeri, seçkin bir sipahi kadar heybetli görünmüştü. Bu heybet, galibin seferber bir Türk neferi gibi giyinmesinden ileri geliyordu.

O dakikada Süleyman da heyecanlı bir dikkat içindeydi. Türk gücünün mucizevi hamlelerine beş ay karşı durabilen şu adamda iltifata layık bir kıymet arıyor ve nafiz gözlerini kırpmadan mağlup şövalyeyi uzun uzun süzüyordu. Bu araştırmanın sonu acımak oldu. Çünkü onda bir Türk’ü imrendirecek herhangi bir kıymet şemmesi değil, yıkılmış bir kalenin hazin harabesini görmüştü. Bu sebeple hürmetten ziyade rikkat gösterdi:

“Geçmiş olsun.” dedi. “Ağır bir felakete uğradınız. Fakat üzülmeyin, mütehammil olun. Mülkler elden ele gidegelmiştir. Hiçbir mülk, hiçbir hükümdara baki değildir. Hakiki mülk sahibi Tanrı’dır. Bizler birer bekçi durumundayız. Siz, bekçiliğini yaptığınız şu mülkü bana devrettiniz, gidiyorsunuz. Yarın aynı akıbete benim de uğramayacağımı kim temin eder? İşte bunu düşünüp üzüntüden kurtulmaya çalışın.”

Üstadıazam, birkaç teşekkür kelimesi mırıldanırken hünkâr -gerçekten şefkatli bir sesle- sordu:

“Benden bir dileğiniz varsa söyleyin. Mümkün olan her yardımı yapmak, sizi memnun etmek isterim.”

L’isle Adam boynunu büktü:

“Hayatımızın bağışlanmasını dilerim.”

“Ordu zaten bu lütfü yaptı. Size kıymadı ve kıydırtmadı.”

“Teşekkür ederim, başka bir dileğim yok.”

“Öyleyse sarayına dön, yolculuğa hazırlan. Bir kılına ziyan, tek malına zarar gelmeden istediğin yere gideceksin.”

Hünkâr, az kaldı, dayanamayıp soracaktı, amcasının oğlunun nerede olduğunu ona söyletmek isteyecekti. Fakat kendini topladı, dudaklarına kadar gelen bu soruyu dişleri arasında çiğnedi. Bununla beraber bütün adayı sıkı bir ablukaya aldırmaktan geri kalmadı. Cem Sultan’ın oğlunu kuş olsa uçurtmayacaktı. Biricik düşüncesi artık onu yakalamaktan ibaretti. Hürrem’in latif, zarif ve cazip hayalini bile bu emele feda ediyordu, ara sıra gözünden uzaklaştırıyordu.

Üstadıazam da ayak sürüyor gibi bir vaziyetteydi. Bir türlü hazırlığını tamamlamıyordu, yola çıkmıyordu. Hünkâr, onu sezdirmeden zorlamak için şehre kadar gitmekten çekinmedi ve kendisi at üstünde olduğu hâlde şövalyeler evi önünde tembel yolcuyla görüşerek gemilerin hazır bulunduğunu müjdeledi.

L’isle Adam’ın bu vaziyetten ve bu müjdeden sonra ayak sürümesine imkân kalmamıştı. O da vaziyetin nezaketini kavradı, pılıyı pırtıyı topladı, 1523 yılının birinci gününü hareket tarihi olarak tespit edip padişaha bildirdi ve o gün dört altın vazodan ibaret olan hediyesiyle birlikte hünkâr otağına geldi, el öpüp vedalaştı.

Üstadıazam o tarihte henüz altmış yaşındaydı. Fakat son altı aylık hayat onu müthiş surette yıprattığından yetmişini aşmış gibi görünüyordu. Padişahın elini öperken titriyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Süleyman yurdundan ebedî surette cüda düşürülen şu mağlup düşmanın gözyaşlarından müteessir oldu ve iyi Rumca bilen Ahmet Paşa’ya yüzünü çevirdi:

“Bu ihtiyarı…” dedi. “Gurbet illere sürdüğüme müteessifım. Bana değil, talihine küsmesini kendisine tatlıca anlat.”

L’isle Adam bu iltifata da teşekkür ettikten sonra otağdan çıktı, arkadaşlarıyla birleşerek kıyıya indi, gemiye binmeye hazırlandı. Padişah namına bir çavuş onu uğurlamaya memurdu, Mısır gemicilerinden Pir Ali Reis de çavuşa arkadaşlık ediyordu. Bu denizcinin oraya gönderilmesi, Cem Sultan’ın oğlunu şahsen tanımasından dolayıydı. Mısır’ın Yavuz tarafından alınmasından önce Şehzade Murat, kölemenler sarayının konuğuydu. O saray, Yavuz’un hücumuyla ortadan kalkınca -çoluğuyla, çocuğuyla- Rodos’a kaçmıştı. Pir Ali Reis, işte o konukluk yıllarında bu derbeder prensi görmüş, iyiden iyiye tanımış bulunuyordu.

Cemzade hakikaten şövalyeler tarafından kaçırılmak isteniyor muydu? Hünkârın buna tam bir kanaati vardı. Çünkü amcasının oğlunun Rodos’ta kalmak isteyeceğine asla ihtimal vermiyordu. Böyle bir hareket, göz göre göre ölümü beklemek olurdu. Hâlbuki Cem Sultan’ın oğlu, ölüme susamış bir adam değildi. Öyle olsa İstanbul’un fethi sırasında Bizans Sarayı’nda bulunan Şehzade Orhan gibi davranırdı, kendi kendini yok ederdi. Bunu yapmadığına göre halas çareleri aradığına şüphe edilmezdi ve bu çare de şövalyelere katılıp kaçmak olabilirdi. Rodos’tan kovulan müsellah papazların galipten öç almak için bu yurtsuz prensten istifade etmek istemeleri de kuvvetle muhtemel olduğundan Sultan Süleyman ihtiyatlı davranmak zorunluluğunu duymuştu, Pir Ali Reis’i sahile yollamıştı.

Hadiseler, hünkârın doğru düşündüğünü ispat etmekte gecikmedi. Prens Murat, gerçekten kaçmak istiyordu ve şövalyeler de kendisini teşvik ettiklerinden İspanyol papazı kıyafetine girerek göçmenler kafilesine katılmıştı. İki kızıyla bir oğlu ve karısı da beraberdi, kendisi gibi kılıklarını değiştirmişlerdi. Üstadıazam, bu kaçma ve kaçırma işleminde amir bir rol oynadığı hâlde ne olur, ne olmaz mülahazasıyla alarga bir vaziyet almıştı, Prens Murat takımından uzakta bulunuyordu, onlarla ilgili değilmiş gibi görünüyordu. Berikiler de -bütün harp müddetince ve harpten sonraki günlerde kendi adlarının hünkâr tarafından dile alınmamasından doğma bir ümitle- pek telaş göstermiyorlardı, kayığa atlamak üzere sahilde sıra bekliyorlardı.

Rodos’un artık Türk tabiiyetine girmiş sayılan ahalisi, dişili erkekli, hep birden kıyıya dökülmüşlerdi, denizin kucağında yeni bir yurt aramaya giden mağlupları seyrediyorlardı. Bu güzel adaya haksız olarak yerleşmiş ve oradan haklı olarak kovulmuş olan şövalyeler halkın yüreğinde hiç de yer tutmuş değillerdi. Onlar, salibi gösterip kendilerine yol açan ve fakat açılan yolda kılıçla yürüyen müstebit bir zümreydi. Tanrı’ya dua yerine kesilmiş insanlardan küme küme kurban sunuyorlardı. Kiliseleri dindar Hristiyanların gönül hoşluğuyla verdikleri nezirlerle, sadakalarla süslemek istemezlerdi, korsanlık yapıp çaldıkları Türk malıyla doldurmaya savaşırlardı. Kendilerine yer veren, saygı gösteren halkıysa ancak köle gibi kullanırlardı.

Bu sebeple Rodoslular için için seviniyorlardı ve şövalyeleri Rodos’tan atan Türk pençesinde kendilerinin de ruhlarına vurulmuş zincirleri kıran bir halaskâr kudret görüyorlardı. Kıyıya dökülüşleri işte bu kurtuluşu kutlamak ve müstebitlerin denize sürülüşünü sevine sevine seyretmek içindi.

Karadan ayağını ilk çeken üstadıazam oldu. Hünkârın gönderdiği çavuş ona birkaç nazik kelime söyledikten sonra geri çekildi, şövalyelerin kayığa binmelerini seyrediyormuş gibi bir vaziyet aldı. Pir Ali Reis de aynı durumdaydı, fakat gözleri boyuna hareket ediyor, dört yanını tarassut altında bulunduruyordu. işte bu sırada Prens Murat’ın kafilesi göründü. Murat karısıyla çocuklarını ardına takmış olarak geliyordu. Pir Ali Reis, geniş siperli papaz başlığının altında, kiraza ağmış şahin gagasını andıran tarihî burnu daha uzaktan sezdiği için yanı başında duran çavuşa fısıldadı:

“Şehzade geliyor!”

Fatih Sultan Mehmet, taht-ü tacını bırakamadığı oğluna gasbolunmaz bir miras olarak meşhur burnunu terk etmişti. Bu burun Cem’den Murat’a geçmiş bulunuyordu. Ne makyaj, ne başka bir şey bu mirasın yapıştığı yerde delalet edegeldiği nesep alakasını örtemezdi. Prens Murat, sırtına geçirdiği papaz kıyafetine, beline sardığı zünnara, boynuna astığı haça ve taşıdığı serpuşa güveniyordu. Bu kılıkla tanınmayacağını umuyordu. Başta Süleyman olmak üzere o sırada adada bulunan bütün Türklerin de kendisini hiçbir yerde görmediklerini düşünerek bu ümidini kuvvetlendiriyordu. Hâlbuki burun, o gagamsı burun, bir veraset hücceti gibi hakikati haykırıp duruyordu. Nitekim Pir Ali Reis de o hücceti yirmi metre mesafeden okumakta güçlük çekmedi, bulunduğu yerden yavaşça ayrılarak kalabalığa karıştı ve prens kafilesinin arkasına düşecek surette davranarak onlara yetişti ve henüz sekiz yaşında bulunan kız çocuğunun kulağına doğru eğilip Türkçe fısıldadı:

“Nereye gidiyorsunuz sultanım?”

Önde giden prens değil, karısı ve öbür çocukları da kızın kulağına böyle bir şey fısıldandığını sezmemişlerdi. Çocuksa kendi ana diliyle söylenen sözlerden tatlı bir hayrete düşüp hemen cevap vermişti:

“Başka memlekete dostum!”

Tarihî burnun tebarüz ettirdiği hakikati şu üç kelime tevsik etmiş oluyordu. Türkçe konuşan şu yavru, bir şövalyenin veya şövalyeler hizmetinde bulunan herhangi bir rahibin çocuğu olamazdı. Bu sebeple Pir Ali Reis hemen atıldı, Şehzade Murat’ın koluna girdi:

“Şevketli hünkârın…” dedi. “Selamı var, papazlar ardına düşmesin, benim yanıma gelsin, diyor.”

O sırada çavuş da onların yanına gelmişti, prensin eteğini öptükten sonra aynı sözleri tekrar etmiş ve bir de tavsiyede bulunmuştu:

“Sultanım şu halkın saygısızlık göstermesinden korkarım. Sırrınız faş olmadan ben kulunu takip edin, şevketli hünkârın yüce barigâhına sığının. Necat orada, hayat oradadır. Vehme kapılıp cennetmekân pederiniz gibi kâfiristanda zelil olmak, hele şu masumları zelil etmek şanınıza düşmese gerek!”

bannerbanner